Doğum Günün Kutlu Olsun Nazım


Bulut mu olsam

Denizin üstünde ala bulut
yüzünde gümüş gemi
içinde sarı balık
dibinde mavi yosun
kıyıda bir çıplak adam
durmuş düşünür.

Bulut mu olsam,
gemi mi yoksa?
Balık mı olsam,
yosun mu yoksa? ..
Ne o, ne o, ne o.
Deniz olunmalı, oğlum,
bulutuyla, gemisiyle, balığıyla, yosunuyla…

Nazım Hikmet Ran

13.Cuma

Birçok kişi 13.Cuma'yı uğursuz kabul eder. Hatta bazı ülkelerde bile bugün için alınmış tedbirler vardır. Bir sürü filme, romana konu olmuştur. Peki ama neden uğursuzdur 13. Cuma. Nette araştırırken HaberTürk'den Özgür Uğur'un haberini gördüm ve paylaşmak istedim. İşte 13. Cuma'nın uğursuz sayılmasının nedenleri.

Sizce de öyle mi?

Eğer 13.Cuma'nın uğursuzluğuna inanıyorsanız aman dikkat! Kapınızı pencerenizi sıkı sıkıya kapatın bugün ne olur ne olmaz. Belki gecenin bir yarısında Jason'u karşısınızda buluverirsiniz:)


13. Cuma neden uğursuz kabul edilir?
Twitter'da trend konular listesine giren 13. Cuma korkusu, dünyanın en yaygın batıl inançlarından biri. 13 sayısının uğursuzluğuna olan inanç, herkesçe malum. Cuma günü ise bazı kesimlerde uğursuz kabul edilir. İşte bugün, ayın 13'ü olması ve Cuma gününe denk gelmesi, 13. Cuma inanışını yeniden gündeme getirdi.
Peki 13. Cuma neden uğursuz kabul ediliyor? Tarihi ve mitolojik kaynaklar ne diyor? Bu inanış ilk ne zaman ortaya çıktı? Hangi insanların yaşamlarını ne kadar etkiliyor? Hep birlikte inceleyelim...
"TRAFİK KAZALARI ARTIYOR"
“13.Cuma Sağlığınız İçin Zararlı Mı?” başlıklı 1993’te yapılmış bir tıp araştırmasının özetinde; 13.Cuma’yı çevreleyen sağlık, davranış ve batıl inançlar arasındaki bağlantıların gözden geçirildiğinden bahsediliyor. Araştırmayı yapan kişi 6.Cuma ve 13. Cuma günlerinde gerçekleşen kazaların listesini birkaç sene boyunca tutmuş. Elde edilen sonuçlara göre insanlar 13.Cuma’da araçlarıyla dışarı çıkmayı tercih etmezken hastanelerde araba kazaları yüzünden bulunan insan sayısı, diğer Cuma günlerinde olan kazalara göre çok daha fazla. Böylece çıkartılan sonuç da şu: “13.Cuma kimileri için uğursuzdur. Araba kazalarından hastaneye gitme olasılığı %52’lere kadar çıkabiliyor. O gün evden çıkmamak tavsiye ediliyor.”

İsterseniz gelin öncelikle 13 sayısının neden 'uğursuz' kabul edildiğine bir göz atalım...

Dünyada 13 sayısının uğursuz olduğu inancı çok yaygın. Bazı ülkelerde evlerin kapılarına 13 numarası verilmiyor. Bu inanç bir fobi, yani bir çeşit korku hastalığı olarak da kabul ediliyor ve adına da "triskaidekaphobia" deniliyor. Triskaidekafobi Yunanca’da "üç ve on, fobi" sözcüklerinden oluşuyor. Sözcüğe, yazılı kaynaklarda ilk kez 1911 yılında I. H. Coriat’ın "Abnormal Psychology" adlı yapıtında rastlandı.

Hz. İsa’nın çarmıha gerilmesinden önceki son yemeğinde toplam 13 kişi bulunuyordu; İsa ve 12 Havari. Sonraları 13 sayısını çağrıştıran bu sayının geçtiği herşey lanetli, kötü, korkunç olarak nitelendirilmeye başlandı. İbraniler’e göre 13 sayısının uğursuz olmasının nedeni İbrani alfabesinin 13’üncü harfinin "mavet" (ölüm) sözcüğünün ilk harfi olan "m" olmasıydı. Hammurabi kanunları listesinde ise 13 sayısı atlanmıştı. Kimi ülkelerdeki bir çok otel müşterisi 13 numaralı odada kalmayı reddeder; bu nedenle kimi otellerde oda numaraları 12, 12A, 14 olarak devam eder.

Kimi toplumlarda ise 13 sayısının uğuruna inanılıyor. Örneğin Meksika’da, Keltik ve Germen toplumlarında bu sayı genelin tam tersine önemli, kutsal ve şans getiren bir sayı olarak görülüyor. İslam dünyasında da genel inanışın aksine 13 rakamına ayrı bir değer veriliyor. Müslümanlar için önem taşıyan bazı önemli tarihlere ait rakamların toplamının 13 çıkması bunun nedeni olarak gösteriliyor. Örneğin Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in doğduğu yıl olan 571 tarihide bu örnekler arasında yer alıyor.

13. CUMA KORKUSU

Kelimenin kökenine bakacak olursak 13. Cuma’dan korkmaya “paraskevidekatriaphobia” deniyor. Bu da Yunanca Cuma anlamına gelen Paraskeví (Παρασκευή), 13 anlamına gelen dekatreís (δεκατρείς) kelimelerinin fobi anlamına gelen phobía (φοβία) kelimesine eklenmesiyle ortaya çıkıyor.

En Yaygın Batıl İnanç

Hristiyan inanışına göre haftanın altıncı günü olan Cuma ve 13 sayısı, eski zamanlardan kaldığı söylenilen bir üne sahiptir. Bazı kaynaklara göre Amerika’daki en yaygın inanış 13.Cuma inanışı. Bazı insanlar o gün işe gitmezken bazıları restoranlarda yemek yemiyor, bir çoğu da böyle bir günde evlenmek istemiyor. Bu batıl inanışın ne kadar eski olduğunu söylemek mümkün değil çünkü kökeni konusunda ancak tahminlerle bulunulabilir.

Efsaneye göre 13 kişi yemek yemek için aynı sofraya oturursa içlerinden biri bir sene içinde ölür. Pek çok kentte 13.Cadde ya da 13.Bulvar gibi yerler yoktur. Çoğu binanın 13.katı olmaz. İsminize 13 mektup gelmişse şeytanın şansı sizin olur. Bir cadılar toplantısında 13 cadı olur.

İnsanların 13 sayısını talihsizlikle neden ve nasıl bağdaştırdıkları tam olarak bilinemese de bu batıl inanışın oldukça eski olduğu söyleniyor. Fakat bu konuyla ilgili pek çok teori var. Örneğin bunlardan birinde 13 korkusunun sayı sayma becerisinin başlangıcıyla ilgili olduğu söylenir. İlkel insanlar 10 parmakları ve iki elleri olduğundan 12’ye kadar sayabiliyor ve 13 ile gerisinden, gizeminden korkuyorlardı. Tabii bu teorinin eksik bir tarafı da var: İlkel insanların ayak parmakları yok muydu?

CUMA GÜNÜ NE YATAK YAPIN NE DENİZE AÇILIN
Cuma gününe dair batıl inançlara gelince ise eğer Cuma günü yatağınızı değiştirirseniz, gece kabus görürsünüz. Cuma günü başlayacağınız bir yolculuk size kötü şans getirecektir. Eğer Cuma günü tırnaklarınızı keserseniz, onları kederden kesersiniz. Eğer Cuma günü bir gemi denize açılırsa kötü şansa sahip olur. Tıpkı 19. yüzyılda Cuma günü denize açılıp bir daha hiç haber alınamayan H.M.S. Friday gemisi gibi.

İngiltere Cuma denize açılmanın uğursuzluğuna dair batıl inancı kırmak için H.M.S. Friday gemisinin omurgasını Cuma günü çattı, mürettebatını Cuma günü seçti, Jim Friday adlı bir kaptan atadı ve Cuma günü denize açılmasını sağladı. Ve anlaşılan o ki bütün bunlar kötü bir fikirdi...

Dolayısıyla Cuma günü ve ayın 13’ünün birleşimi şu ana kadar bütün inançlardan birçok insana uğursuzluk getirmiştir. Bu konuda daha çok sözel bir tarih olduğu söylense de 13. Cuma’nın 13 sayısının ve Cuma gününü uğursuzluklarının birleşiminden doğduğuna inanılıyor.

İnanışa göre eğer 13. Cuma'da saçınızı keserseniz, ailenizden biri ölür. 13. Cuma'da doğan bir çocuk hayatı boyunca şanssız olur. Eğer 13. Cuma'da bir cenaze kortje önünüzden geçerse, bir sonraki cenaze sizinki olur. 13. Cuma'nın uğursuzluğu ile de değişik şekillerde savaşmaya çalışanlar olmuş. Mesela Indiana'da bir kasaba 13 Ekim Cuma günü bütün kara kedilerin boynuna küçük çanlardan takmış. O gün kötü bir şey olmadığını görünce de bu geleneğe üç yıl daha devam etmişler.

İLK YAZILI METİN 1869'A AİT
13. Cuma’nın uğursuzluğuna dair ilk yazılı metin ise Gioachino Rossini’nin 1869’daki biyografisinde rastlanmıştı: “Rossini sonuna kadar sevecen arkadaşlarıyla çevrelenmişti; ve eğer doğruysa, birçok İtalyan gibi Cuma’yı ve 13’ü uğursuz olarak adlederdi, 13. Cuma gününde ölmesi de dikkat çekiciydi.”

13. Cuma ile ilgili bir başka hikaye ise Tapınak Şövalyeleri’ne ait. Nathaniel Lachenmeyer’in “13: Dünyanın En Meşhur Batıl İnancı” kitabında şöyle yazar: “Tapınak Şövalyeleri 1118’de Kudüs’te manastırın ordusu olarak kuruldu. Haçlı Seferleri sırasında Hıristiyan hacıları koruyacaklardı. Sonraki iki yüzyıl boyunca Tapınak Şövalyeleri aşırı derecede güçlü ve zengin oldu. Bu güç karşısında kendini tehdit altında hisseden ve servetlerini ele geçirmek isteyen Kral Philip, Fransa’da 13 Ekim 1307 Cuma günü şövalyelerin topluca tutuklanmasını istedi.”  Şövalyeler daha sonra yakılmıştı.

SAYILARLA 13. CUMA
Britanya'da British Medical Journal'ın ayın 6'sına denk gelen Cuma ve 13'üne denk gelen Cuma'ları karşılaştırarak yaptığı bir araştırma 13. Cuma günlerinde trafik kazalarında yüzde 52'lik bir artış olduğunu ortaya koymuş. Fakat Alman Sigorta İstatistikleri Merkezi ise 12 Haziran 2008'de bir açıklama yayınlayarak 13. Cuma'larda daha az kaza, yangın ve hırsızlık olduğunu söyledi. Bunun sebebi ise insanların korkudan evden çıkmamalarına bağlanıyor. Hollanda'da ise 13. Cuma'da araç sürmek daha güvenli. Çünkü normalde ortalama 7.800 kaza olurkan 13. Cuma'da 7.500 kaza bildirilmiş.

Kuzey Carolina'daki Stressle Başa Çıkma ve Gobi Enstitüsü'nün araştırmasına göre ise Amerika'da her yıl 17 ila 21 milyon kişi bugünden korktuğu için gündelik işlerini yerine getiremiyor.

KAYNAKLAR: AA - NTV

Bir Kış Günü Adada:)

                                                               Bomboş Sokaklar



                                                             Ve Evler                                                             







Nostaljik Bilet Gişesi



                                                      Bisikletler Nerede Sahipleri?



Hava soğuk mu?




                                            Heybeliada Eski Panorama Hotel

Büyükada'dan geçtim bugün


Büyükada'dan geçtim bugün. Bomboştu sokakları. Yazdan geriye pek bir şey kalmamıştı. Tek tük insanlar ve adanın zevkini çıkaran kediler, köpekler.

Sabah erkenden bindim motora. İşe okula gidenlerle bir de benim gibi günübirlik işi olanlarla demir aldı İstanbul'un onuncu adası Vordonisi'nin yanından prens adalarına doğru. İçeride kimi gazete okuyor, kimi yanındakiyle konuşuyor, kimi içini ısıtmak için çay kahve içiyordu. Bense Cadı'nın ilk sayfalarında adanın sokaklarında dolaşmaya başlamıştım bile. İlk durak Heybeliada. İnenler, binenler ve yola devam. Motora eşlik eden martılar donuk mavi kış denizinin üstünde süzülüyor. Pike yapıyor sonra aniden yükseliyor. Uzaktan güzeller ama yaklaşınca çirkin denizin nazlı kızları.



Aheste aheste iskele yaklaşıyoruz. Son durak herkes yerini yeni yolculara bırakarak iniyor ve adanın sokaklarında kayboluyor. İnsanın içini titreten bir soğuk kaplamıştı ortalığı. Gözüme açık bir kafe kestiriyorum. İşim bitsin şurada bir çay ve poğaça iyi gider diye geçiriyorum aklımdan. Biraz yürüyorum, bir kaç fotoğraf çekiyorum terk edilmiş caddelerde. Kediler köpekler oynaşıyor ayaklarımın dibinde. Çarçabuk hallediyorum işimi. Doğru kafeye. Camın kenarındaki koltuğa yayılıyorum. Sabahın tek müşterisine hizmet kusursuz. Duruma bakılırsa belkide günün ilk ve son müşterisiyim bugün. Bir bardak çay ve poğaça lütfen.
Karşıdaki otelin yosun tutmuş çatısında martılar etrafı süzüyorlar. Aşayiş berkemal rahat edebilir ada halkı dercesine. Hımmm taze sıcacık poğaça ve çay iyi gidiyor. İçim ısınıyor.
Elimi çantama atıyorum bakalım Ümran ne durumda bıraktığımdan beri. İyi saatte olsunlar neler karıştırıyor acaba? Biraz okuyorum. Adanın kiliselerinde, manastırında gezinirken aklıma uğultulu Hristos Tepesindeki (Manastır Tepesi) Rum Yetimhanesi geliyor. Geçtiğimiz mayıs ayında Fransız Kültür Merkezi'nde yetimhaneyi konu alan Enis Batur'un yazılarıyla taçlanmış Hayalet adlı sergiye gitmiştim. Dönemin ünlü mimarı Alexandre Vallaury tarafından yapılan devasa ahşap binanın ilk günlerinden son zamanına insanın hem içini acıtan hemde ürperten fotoğrafları sergilenmişti. Bina ilk önce otel olarak tasarlanmış fakat izin alınamamış. Daha sonra yetimhane olarak kullanılmış bir süre Kuleli Askeri Lisesine'de ev sahipliği yaptıktan sonra tamamen terk
edilmiş. Şimdi değil belki ilkbahar veya yazın geldiğimde ufak bir gezinti fena olmaz manastıra doğru.



Saatime bakıyorum. Eh vakit gelmiş. Motorun anakaraya kalkmasına az kalmış. Topluyorum çantamı, kitabımı iskeleye doğru inmeye başlıyorum. Yazın kalabalıktan adım atılmayan meydan bugün bana kalmış. Sakinliğin tadını çıkarıyorum. Yetimhaneyi, bomboş sokakları, bir resim karesinde donakalmış gibi duran faytonları Prinkipo'da bırakıp motora biniyorum İstanbul'a doğru. Heybeli'den birkaç fotoğraf daha çekip  istemesemde karışıyorum şehrin koasuna gözüm arkada adaların sakinliğinde kalarak.

Alışveriş Yapmamak


Bugün maillerimi okurken bir arkadaşımın gönderdiği mail çok hoşuma gitti. Buna benzer bir yazıyı daha öncede okumuştum ve neden olmasın demiştim. Kendi yaşantımda da buna benzer şeyler yapıyorum. Pahalı bir çantanın yerine bir kitap, ya da güzel bir film, ihtiyaç dışı alacağım bir giysi yerine bir iki saat seyredeceğim bir tiyatro oyunu veya konser  beni daha çok mutlu ediyor. Son model cep telefonu olayına hiç girmiyorum zaten:) Bu güzel yazıyı sizlerle paylaşmak istedim. Temel ihtiyaçlar haricinde mümkün olduğunca alışveriş yapmamak...Umarım severseniz:)

Amerika'nın son alışveriş trendi: Alışveriş yapmamak!

Hatta eldeki mallardan da kurtulup, hayatı sadeleştirmek! Kriz sonrası, çalışanlar, gelirlerinin daha büyük bir bölümünü harcamayıp biriktirmeye başlayınca, ABD'li üreticilerin etekleri tutuşmuş! Şu ara yapılan çoğu tüketici araştırmaları "Bu adamlar ne satın alırlarsa mutlu olurlar?" la ilgili.

Ortaya çıkmış ki bir servis almak, mal almaktan daha faydalı insan doğasına.
Yani bir ayakkabı yerine kutu oyunu, pahalı bir çanta yerine spor salonu üyeliği, araba yerine seyahat, ruj yerine sinema bileti, insanları daha mutlu ediyor! Bir tecrübe satın almak, kişiye daha yoğun ve uzun süreli bir tatmin sağlıyor. Üstelik 'Mal edinmenin mutluluk getirmediğini öğrenen 'dünyanın en çok satın alan halkı', kocaman otomobillerini, dört oda bir salon evlerini, 48 parçalık yemek takımlarını, doğrayan parçalayan karıştıran onlarca mutfak aletlerini satıp, ayrı bir oda haline gelmiş gardıroplar dolusu giysilerini fakirlere bağışlayıp hayatlarını sadeleştiriyor. Bazı aileler 40 metrekare bir evde, dört tabak, dört bardakla ve işe bisikletle gidip gelerek yaşamanın onları hiç olmadıkları kadar mesut ettiğini iddia ediyor. Bu esnada biriktirdikleri parayı yoga derslerine ve tatillere harcıyorlar.

YÜZ EŞYAYLA YAŞAMAYA DAVET!
Bir internet sitesi, tüketicileri sadece ve sadece 100 adet kişisel eşyayla yaşamaya davet ediyor! Yani kıyafet, kozmetik, ayakkabı, kitap, kalem, her şey toplam 100 parça edecek. Sitenin çağrısı büyük ilgi görüyor ve internet kullanıcılarından hatırı sayılır sayıda bir grup, kişisel eşyalarını hayır derneklerine bağışlayıp hayatlarındaki kalabalıktan kurtuluyor.

Hikâye, psikologlara göre şu: İnsanlar, iyi ya da berbat, yaşamlarındaki tüm değişikliklere çabucak alışıyor ve doğalarında var olan sabit mutluluk seviyesine bir an önce ulaşmaya çalışıyorlar.

Ebeveynlerinden birini kaybeden bir insanın bir süre sonra eski mutluluk ve neşesine kavuşması da bu yüzden, yalı alanın birkaç yıl sonra yalıda oturmayı kanıksayıp eskisi kadar 'mutsuz' olması da! Yani para mutluluk getirmiyor denemez ama parayla satın alınan mallar mutluluk getirmiyor! Şan dersleri, seyahatler, piknikler, tiyatro oyunları filansa başka! Farklı tecrübeler hayatı zenginleştirip memnuniyeti yükseltiyor! Los Angeles’lı filmci Roko Belic dünyayı dolaşıp *Happy *(*Mutlu*) isimli bir belgesel üzerinde çalışıyor.
New York Times gazetesinin haberine göre San Fransisco'nun kalburüstü semtlerinden birindeki evini bırakıp, hayatını tamamen değiştirip, Malibu plajında bir karavana taşınmış! Haftada üç dört gün sörf yapabildiği için şu anda ufacık karavanda çok daha mutlu bir hayat yaşadığını anlatmış.
AVUCUNUZU AÇMAYI DENEDİNİZ Mİ?
Asya'da maymun yakalamak için kullanılan bir çeşit tuzak vardır: Bir Hindistan cevizi oyulur ve iple bir ağaca veya yerdeki bir kazığa bağlanır. Hindistan cevizinin altına ince bir yarık açılır ve oradan içine tatlı bir yiyecek konur. Bu yarık sadece maymunun elini açıkken sokacağı büyüklüktedir. Yumruk yaptığında elini dışarı çıkaramaz. Maymun tatlının kokusunu alır, yiyeceği yakalamak için elini içeri sokar, ama yiyecek elindeyken elini dışarı çıkarması olanaksızdır. Sıkıca yumruk yapılmış el, bu yarıktan dışarı çıkmaz. Avcılar geldiğinde maymun çılgına döner, ama kaçamaz. Aslında bu maymunu tutsak eden hiçbir şey yoktur. Onu sadece, kendi bağımlılığının gücü tutsak etmiştir. Yapması gereken tek şey, elini açıp yiyeceği bırakmaktır. Ama zihninde açgözlülüğü o kadar güçlüdür ki bu tuzaktan kurtulan maymun çok nadir görülür
.

Bizleri de tuzağa düşüren ve orada kalmamıza neden olan şey, arzularımız ve zihnimizde onlara bağımlı oluşumuzdur. Tüm yapmamız gereken; elimizi açıp benliğimizi, bağımlı olduğumuz şeyleri serbest bırakmak ve dolayısıyla özgür olmaktır! Bu örnekle benzeştirirsek; ben, sahip olduğumuzu düşündüğümüz her şeyin bizim için birer tuzak olduğunu fark etmediğimizi düşünüyorum:

— Çoğunlukla konuşmaktan fazla bir özelliğini kullanmadığımız son model cep telefonlarına sahip olmak,
— Ortalama 15 m2´sini kullandığımız ama kullandığımız alandan 10–20 kat büyük evlere sahip olmak,
— Belki bir kez giydikten sonra çok uzun sure dolabımızın bir köşesinde unuttuğumuz günün modasına uygun giysilere sahip olmak,
— Okumadığımız kitaplara sahip olmak,
Asla kadranın gösterdiği sürate ulaşamayacağımız en süratli arabaya sahip olmak,
— Bize günde 3–5 kez zamanı, başkalarına sürekli zenginliğimizi gösteren kol saatlerine sahip olmak,
— Vakit bulup gidilemeyen, gidilse bile dinlendirmekten çok uzak; tabiri caizse yorgunluktan haşatımızı çıkaracak deniz kenarına yakın bir yazlık, bir dinlence evine sahip olmak,
— Vaktimize, nakdimize, aklımıza, çenemize zarar verse bile bir futbol takımı taraftarlığına sahip olmak,
— Oturmadığımız koltuk takımları, izlemediğimiz dev ekran televizyonlar; kullanmadığımız, faydalanmadığımız daha nelere sahip olmak… Ya da sahip olduğumuzu sanmak…
— Sadece çevre olsun diye bulunduğumuz ortamlar ve arkadaşlıklar!

O maymun gibi; avucumuzda tuttuğumuz sürece (faydalanamasak bile) sahip olduğumuzu sanmıyor muyuz? Ve ancak parmaklarımızı gevşetip bunlardan vazgeçtiğimiz zaman gerçekten özgür olup tüm yeteneklerimizi kullanabilir hale gelmeyecek miyiz?
Aslında biz bu dünyaya sahip olmaya değil, şahit olmaya gelmişiz. Ah bunu bir anlayabilsek...

Doç. Dr. Erol ERÇAĞ 




Halfeti'nin Siyah Gülü






Yeni roman "Halfeti'nin Siyah Gülü" bu hafta raflarda.
*****
Aşkın siyah kadife gülü avucunuzun içinde Mardin’desiniz…

Aşk bir rüya mı? İnsanın yüreğini titreten, içine girmek için heyecanla, bir uçak körüğünde bekler gibi beklediği, sonra koşarak içeriye girdiği bir başka dünya mı? Sanki ana karnına yeniden dönüş, orada dünyadaki ruh eşini bulmak mı?

Büyülü şehir Mardin. İnsanın görüp geçirdiği her şeyi tuhaf bir mikserin içinde eritip bambaşka bir dünya yaratan bir uygarlığın beşiği. Antik çağların ulaşılmaz kralı Darius’un, Konservatuvar Kadınlar Korosu’ndaki sarışın tombul Meserret’e gönlünü kaptırması… Ünlü İspanyol yönetmen Luis Buñuel’e çılgınca âşık olan, Halfeti’nin siyah bir gülünün göbeğinden çıkmış eşsiz güzellikteki Rüya Kadın: Halfeti’nin Siyah Gülü.

Bir ihtiyarın yazıp geceyarısı bir kutuya bıraktığı inanılmaz bir aşk, arzu ve tutku mektubu. Bir ihtiras mazbatası… Dört yaşlı adamın hayatın ucuna tutunup belleklerini kaybetmemek ve özgür yaşayabilmek için verdikleri olağanüstü savaş.

Servili dar yollarında sevdanın delice koştuğu eski bir Katalan mezarlığı…
Aldatılan bir kadının acı feryadı ve bilinmeyen dünyalardaki bir çerçevenin içindeki tutsak Paşa.

Aşkın siyah kadife gülü avucunuzun içinde Mardin’desiniz… Nazlı Eray’ın yeni romanı Halfeti’nin Siyah Gülü’nde...



-Nazlı Eray'ın facebook sayfasından alınmıştır-

Yazarken nelere dikkat etmeli?




Böyle bir başlık atıldığında, sanki yazmakla ilgili ortada evrensel kurallar varmış izlenimi uyanabilir. Elbette ki durum öyle değil. Yalnızca, bazı önemli yazarların yazmakla ilgili olarak verdikleri ipuçlarını ve önerilerini biraraya getirelim istedik. Belki sizin de bunlara ekleyecek birkaç şeyiniz vardır, kim bilir!

Elmore Leonard
  1. Bir kitaba, asla havadan söz ederek başlamayın.
  2. Hesapsız ünlem kullanmayın. 100.000 kelimelik bir düzyazıda en fazla iki ya da üç tane ünlem olmalı.
  3. “Birdenbire” sözcüğünü asla kullanmayın.
  4. Margaret Atwood değilseniz, bir yeri ya da bir şeyi tasvir ederken aşırı ayrıntıya girmeyin.

Diana Athill
  1. Cümlelerinizin ritmini kontrol etmek için, yazdıklarınızı sesli bir şekilde kendinize okuyun.
  2. Silin (hatta SİLİN): ancak olmazsa olmaz sözcükleri tutarak, gerekli sözcükler anlamlı hale gelebilir.

Margaret Atwood
  1. Uçaklarda yazmak için kurşunkalem kullanın. Tükenmezkalemler akabilir. Peki, ya kurşunkalem de kırılırsa? Kalemi açamazsınız, çünkü uçaklarda kesici alet bulunduramazsınız. O zaman: Yanınıza iki kalem alın.
  2. İki kalemin de ucu kırılırsa, metal ya da cam tırnak törpüsüyle ucunu açabilirsiniz.
  3. Üzerine yazacak bir şey alın. Kâğıt olabilir. Olmadı, bir tahtanın ya da kolunuzun üzerine de yazabilirsiniz.
  4. Bilgisayar kullanıyorsanız, yazdığınız her şeyi yedekleyin.
  5. Sırt egzersizleri yapın.
  6. Kitabınızı, okuyup fikirlerini söylemeleri için bir ya da iki arkadaşınıza verin. Asla, duygusal ilişki yaşadığınız kişiye vermeyin, tabii ayrılmayı planlamıyorsanız.
  7. Ormanın ortasında oturup durmayın. Kaybolduysanız ya da tıkandıysanız, geldiğiniz yoldan geri dönüp başka bir yola girin. Karakteri değiştirin, zamanı değiştirin, açılış sayfasını değiştirin.

Roddy Doyle
  1. Masanızın üstünde, sevdiğiniz yazarın bir fotoğrafı olmasın; hele ki o yazar, intihar etmiş bir yazarsa.
  2. Kendinize nazik davranın. Sayfaları olabildiğince hızlı doldurun: çift boşluklu yazın, iki satırda bir yazın ve her sayfa bittiğinde, bunu bir zafer olarak görün.
  3. 50. sayfaya geldiğinizde sakinleşin, niteliği düşünmeye başlayın. Gerginleşin– budur.
  4. Günde sadece birkaç web sayfasına girin.
  5. Yazmadığınız kitabı gidip de Amazon’da aratmayın!
Richard Ford
  1. Sevdiğiniz ve yazar olmanın iyi bir fikir olduğunu düşünen biriyle evlenin.
  2. Çocuk yapmayın.
  3. Kitabınızla ilgili yazılan değerlendirmeleri okumayın.
  4. Kitaplarla ilgili değerlendirmeler yazmayın.
  5. Sabah sabah ya da gece geç vakitte eşinizle tartışmayın.
  6. Yazarken bir şey içmeyin.
  7. Editörlere mektup/e-posta atmayın (Kimse sallamaz).

Jonathan Frenzen
  1. Okur bir arkadaştır; rakip ya da taraftar değildir.
  2. Yazarken “Sonra” sözcüğünü kullanmayın. Bunun için “ve” sözcüğü var(Notos: Bilge Karasu’nun “ve” sözcüğünü asla kullanmamış olması geldi aklımıza!)
  3. Çok bariz bir birinci şahıs ağzı kendini karşı konulamaz şekilde ortaya koymadığı takdirde üçüncü ağızdan yazın.
  4. Bilgiye erişim ücretsiz ve evrensel olduğu için, roman yazarken kapsamlı bir araştırma yapmak da şart oldu.

Bunlar, yazarların öneri niteliğinde uyarılarının bir dökümü, özeti. Yalnızca bu kadar. Biraz eğlendirici, belki biraz da yol gösterici.
"Notos Hayal Adası"ndan alıntıdır
Kaynak: guardian.co.uk

SARI YAĞMUR

Pirene dağlarında Sobrepuerto denilen yerde terk edilmiş Ainelle'de son kalan kişidir yaşlı adam. Köpeği ile birlikte kendine bu bomboş yerde bir yaşam kurmuştur.

Okuyucuya, köyün yok oluşunun tek tanığı olarak tanıtır kendini.

"Önceleri yavaşça ama sonra neredeyse aceleyle diğer bir çok Pirene köyünün halkları gibi Ainelle halkı da taşıyabilecekleri ne varsa arabalarına yükleyip evlerinin kapılarını kapadılar ve vadiden aşağı inen patikalarda ve yollarda sessizce yok oldular." diye anlatıyor köyün terk edilişini.

"Sanki dağlardan birden garip bir rüzgar esmiş her kalpte ve her evde bir fırtınayı dürtüklemişti....Ainielle giderek insansız, sonsuza kadar yalnız ve boş kalmıştı." diye devam ediyor anlatısına okuyucusunuda yalnızlığının içine çekerek.



İnsanların ardına bakmadan terk ettiği bu köyde hiçliğin ıssızlığın içinde tek dostu köpeği ile yaşamaya çalışıyor. İçinde bulunduğu ıssızlığı, yalnızlığı ve her an hissetiği ölümü hissettiriyor satırları arasında. Ölüm ve yalnızlık her yere o kadar çok işlemiş ki ağaçların özsularına bile sızıyor hikaye boyunca.

Her geçen gün fırtınadan veya kardan bir ev çöküyor köyde. Dolaşmaya çıktığı bomboş sokaklarda sahibinin dönüşünü umutsuzca bekleyen her evden bir anı çıkıyor önüne. Gece çanlar çalmadan gömülen hasta çocuk, gitmek istemediği topraklardan çocukları tarafından sürüklenircesine koparılan Amor, kasabanın eski sakinlerinin hayaletleri.

Günün birinde evin eski sakinlerinin hayalleriyle muhabbete oturuyor ve sarı yağmur dalga dalga her yeri kaplıyor.

İspanyol yazar Julio Llamazares'in kitabı Sarı Yağmur. İnci Yankı tarafından dilimize çevrilmiş. Kitabı okurken kendinizi o yalnızlığın ve boşluğun içinde hissediyorsunuz. Bomboş köy, eski evler, her tarafı kaplayan bembeyaz kar, etrafı kavuran sıcak, uğuldayarak köyün sokaklarında dolaşan öfkeli rüzgar, geceyi bile sarıya boyayabilen yağmur ve bu ortamın içinden insan hikayeleri.

Gördüğüm kadarıyla Llamazares'in türkçeye çevrilen tek kitabı Sarı Yağmur. Çok güzel bir türkçeyle dilimize çevrilmiş. Okumak isteyenlere son bir not:  kitapla ilgili tek sorun basımının tükenmesi ve kitapçılarda bulunamaması. İnternet üzerinden satışı halen devam ediyor (Can Yayınları, İdefix, Kitap Yurdu ).
Okumayı sevenlerin kaçırmaması ve kütüphanesinde yer alması gereken bir eser...
Benden söylemesi:)

SARI YAĞMUR          JULIO LLAMAZARES                      CAN YAYINLARI

Annem haklıymış



Annem derdi ki: “Terli terli su içme.”İçten içe kızardım ona
Oyunun en tatlı yerinde
Bu müdahale de niye?
Hastalanınca anlardım ki!
Annem haklıymış.
Annem derdi ki: “Sakın geç kalma.”
Meraklanırmış sonra
İçten içe hayıflanırdım ona
Gidenin dönmesini beklerken anladım ki!

Annem haklıymış.
Annem derdi ki: “Odanı dağıtma.”
İçten içe karşı gelirdim ona
Toparlamayı erteleyip dururken
Hayatımı dağıttığım anlarımda anladım ki!
Annem haklıymış.
Annem derdi ki: “Öfkende fakir ol, sevginde zengin.”
İçten içe önemsemezdim bakışlarımla
Kırdığım kalpleri telafi edemediğimde anladım ki!
Annem haklıymış.
Annem derdi ki: “Tek kişilik yaşama.”
Diğer türlüsü bencillik olur
Sevilmezmişim sonra
İçten içe güler geçerdim bu kelâma
Yalnızlık ağır gelmeye başlayınca anladım ki!
Annem haklıymış.
Annem derdi ki: “Doğal ol, yapmacık olma.”
İçten içe burun kıvırırdım ona
Ezberlediğim yaşam biçiminin tatsızlığını fark edip
Rollerimi karıştırmaya başlayınca anladım ki!
Annem haklıymış.
Annem derdi ki: “Gençliğinin kıymetini bil, geri gelmez bir daha.”
İçten içe sitemkâr davranırdım ona
Yüzümdeki çizgiler
Saçımdaki beyazlar zafer kazandıkça anladım ki!
Annem haklıymış.
Annem derdi ki: “Bir dilek tut, gerçek olana kadar çabala.”
İçten içe söylemesi kolay, yapması zor derdim ona
Hayatımı sorgulamaya başlayıp
Sürekli yapamadıklarım aklıma geldiğinde anladım ki!
Annem haklıymış.
Annem derdi ki: “Bu sözlerimi kullan, yabana atma.”
Şimdi…
İçten içe teşekkür ediyorum ona
Çünkü…!
Ben de bir anneyim…
Bana miras kalan bu cümleleri sarf ederken bileceğim ki!
Ben haklıyım…
-Alıntı-

Maya takvimiyle ilgili en son iddia

Maya takvimiyle ilgili en son iddia

Yeni yıla girilmesiyle, Maya takviminin kehanetleri hakkında sayısız teori de ortaya döküldü. Yaygın görüşler 2012'de dünyanın yok olacağı ya da insanlığın mutluluk ve gelişim çağına gireceği yönünde. En son teori ise sanılanın aksine takvimin hiç de önemli bir olaya işaret etmediğini öne sürüyor.

Time dergisinde Robert Landau imzasıyla yayımlanan habere göre, Maya takvimi kozmik bir olayın başlangıcını ve sonunu göstermiyor. Aksine, takvim, M.S 603 ile 683 yılları arasında yaşamış Maya Kralı Büyük Pakal’ın doğum gününe göre ayarlanmış.


Landau'nun, Latin Amerikalı arkeologların bulgularına dayandırdığı iddiası şöyle: 

“Haab” adıyla bilinen, 5 bin 125 yıllık Maya takviminin, 21 Aralık 2012’de sona ermesi, birçok uzman tarafından yaratılış döngüsünün sonu olarak kabul ediliyor. 394,26 yıla denk gelen “baktun” adındaki dönemlere bölünen Maya takvimi, bu tarihte 13’üncü "baktun"u tamamlamış olacak.

Ancak takvimin sona eriş tarihi, sanıldığı gibi kozmik bir olaya değil, tamamen politik bir karara dayanıyor olabilir. Meksika’nın Chipas eyaletindeki antik Maya kenti Palenque’de çalışmalar yapan Alonso Mendez, Büyük Pakal’ın doğum gününü, “ilahi bir dönüm noktası” olarak işaretlemek istediği için “baktun”ları oluşturduğunu savunuyor.


Haberin devamını okumak için linki tıklayınız...

 

AURA

İşsiz ve entellektüel genç tarihçi Felipe Montero bir kafede gördüğü duyuruya başvurmasıyla başlıyor Carlos Fuentes'ın anlatısı.

Duyuruda kusursuz fransızca bilen, bir süre sekreterlik yapabilecek, düzenli, dürüst, genç bir tarihçi aradıkları, iş karşılığında üç bin peso (ilerleyen sayfalarda dört bin oluyor), rahat bir oda ve yiyecek verecekleri yazmaktadır.
Felipe Montero bu iş için biçilmiş kaftan olduğunu düşünerek verilen adrese gider.



Yaşlı kadın genç tarihçiden ölmeden önce kocasının yazılarını yayınlatmak için düzenlenmesini ister ve işe alır.
Felipe günlerini 60 yıl önce ölmüş General Llorente'nin günlüklerini düzenlerken aynı evde yaşayan büyüleyici Aura ile tanışır. Aura yaşlı kadının bakımını üstlenen yeğenidir ve tanıştıkları andan itibaren aralarında tutkulu bir ilişki oluşur. Günler geçtikçe Felipe evin içinde nereden geldiği ya da kimin söylediği belli olmayan bir takım sesler duyar ve hayaller görmeye başlar. Bu arada yaşlı kadın ile Aura arasındaki bağın sırrını anlamaya çalışmaktadır. Buradan sonra işler karışmaya başlar Donceles Sokağı 815 numarada. Gerçekle hayaller birbirine girerek ortaya gizemli bir gerilim öyküsü çıkar.

"Aura'nın büyüleyici gözleri kadar, büyülü gerçekliğin doğaüstü dünyası da baştan çıkarıyor okuru." yazıyor kitabın tanıtım yazısında.

Bugüne kadar okumadıysanız Fuentes'in 67 sayfalık bu uzun öyküsünü okumanızı tavsiye ederim. Zevkle yudumlanacak bir içki tadında...

Aura                           Carlos Fuentes                                    Can Yayınları  (Can Cep)
    

İçinde Yaşadığım Deri

"İçinde Yaşadığım Deri" Pedro Almodovar'ın Antonio Banderas'la yirmi yıl aradan sonra tekrar birlikte çalıştıkları ve şu anda vizyonda olan filmi.

Film Dr.Robert Ledgard'ın trafik kazası sonucunda tamamen yanan karısını iyileştirmek için yaptığı çalışmalarla başlıyor. Bu süreç içinde karısının kendini görmemesi için evdeki tüm aynaları kaldırıyor. Bir gün hasta yatağında kızının bahçede oynarken söylediği şarkıyı duyunca pencereyi açıyor ve cama yansayan aksini görünce kendini camdan atarak intihar ediyor. Annesinin intiharını gören kızları ise bunalıma giriyor.

Dr. Ledgard yaşadığı bu trajik olayın sonucunda araştırmalarına daha da hız veriyor. Baba kızın bir gece gittikleri parti genç kızın tecavüze uğramasıyla ve akıl hastanesindeki psikolojik tedavi sırasında annesi gibi intihar etmesiyle sonuçlanıyor.

Bu noktadan sonra olaylar hız kazanıyor ve Dr.Ledgard'ın kızına tecavüz eden genci bulup evine getirmesiyle devam ediyor.

Film Thierry Jonquet'in Tarantula isimli eserinden beyazperdeye uyarlanmış. Dr.Ledgard'ın deneğinin tecavüze uğrama sahnesi gibi insanın içini acıtan, rahatsız eden, seyirciyi koltuğa çakan sert sahneleri var. Çarpık aile ilişkileri, uyuşturucu, homoseksüalite gibi olaylarıda filmin içine serpiştirmiş Almodovar. Şiddeti film boyunca içinizde hissediyorsunuz. Sonlarına doğru artık böyle biter diye düşünmeye başladığınız anda olaylar birden yön değiştirmeye başlıyor.

Ve son sahne. Benim için en etkiliyici  sahneydi. İnsanın boğazına bir şey gelip tıkanıyor ve film bitiyor.


Yazarken içenler, içerken yazanlar: Bağımlı yazarlar

Şairler, yazarlar, müzisyenler, ressamlar... Onlar hayatı daha derin, duyguları daha yoğun yaşarlar. Normal insanlar korkularından, endişelerinden, ilkel dürtülerinden kaçarken onlar bunların içine balıklama dalarlar.

Eserlerini işte bu sayede yaratırlar ve işte tam da bu yüzden hayatı yaşarken zorlanırlar. Sonuç kaçınılmazdır: Nasıl kâğıda-kaleme sarılmak onlar için bir ihtiyaçsa alkol ve uyuşturucu gibi “teselli edici” maddelere sarılmak da o denli karşı konulmaz bir ihtiyaç halini alır. Edebiyat tarihinin en ünlü şair ve yazarları da ciddi bağımlılıklardan nasibini almış, bir çoğu, önce sığındığı, sonra da pençesine düştüğü bağımlılıklar yüzünden bu dünyadan ayrılmıştır. Bağımlılığın sanatçıların en büyük zaaflarından biri olduğu söylenebilir. Ama Chuck Palahniuk’un “Tıkanma” romanında bağımlılar için söyledikleri de pekala doğru olabilir. “Ben bağımlıları takdir ederim. Herkesin kör bir kaza kurşununa veya ani bir hastalığa kurban gitmeyi beklediği dünyada, bağımlıların yolun sonunda kendilerini neyin beklediğini bilmek gibi bir lüksü vardır. Nihai kaderin kontrolünü biraz da olsun eline almıştır ve bağımlılığı sayesinde ölüm sebebi büsbütün sürpriz olmaktan çıkmıştır” diyor Palahniuk. Belki de haklıdır; belki onlar çevrelerinde herşey kontrolleri dışında akıp giderken en azından kendi ölümlerini kontrol altına almayı denemişlerdir... İşte bağımlılıklarıyla anılan şair ve yazarlar.

Jack Kerouac (1922-1969):
Beat kuşağının öncüsü, ünlü yazarı Jack Kerouac kendini “tuhaf, yalnız, çılgın, katolik, mistik” bir yazar olarak tanımlıyordu. “Öylece ölüp gidemeyiz, insanın en azından şarap ve şiire ihtiyacı var” diyerek Amerika’yı bir baştan bir başa katederken spontan bir şekilde yaşadığı çılgın maceraları yazarak herkesin aklını başından aldı. Ama yaşadığı sürece kendinin de aklı pek başında olmadı. Aşırı ölçüde alkol kullanan Jack Kerouac, 47 yaşında, sirozdan kaynaklanan şiddetli bir iç kanama geçirerek öldü. Ancak söylediği bir söz Palahniuk’un tezini doğruluyordu: “Ben bir Katoliğim, intihar edemem, ama kendimi öldürünceye kadar içmeyi planlıyorum.”

Stephen King (1947- ):
Korku ve gerilimin üstadı Stephen King de bağımlılıktan nasibini fazlasıyla alanlardan. Zira herkesin tüylerini ürperten hikayeler yazarken çoğu zaman alkol, kokain ve çeşitli ilaçlarla haşırneşirdi. Öyle ki, otobiyografik kitabı “On Writing”de açıkça dile getirdiği üzere, 35 yıllık karilerinde 63 kitaba imza atan ünlü yazar aralarında çok satan romanlarının da olduğu pek çok kitabını nasıl yazdığını bile hatırlamayacak kadar kendini kaybetmişti. King, kokain bağımlılığından dolayı sürekli kanayan burnunun çalışırken klavyesini kirletmemesi için burnuna özel tıkaçlar bile yaptırmıştı.

Dylan Marlais Thomas (1914-1953):
20. yüzyılın en etkili şairlerinden biri kabul edilen Galli şair Dylan Thomas, alkolikliğiyle övünürdü. Alkol tüketimi öyle üst düzeydeydi popüler kültüre “Dylan Thomas gibi içmek” deyimini kazandırdı. Elbette alkol bağımlılığı yüzünden sağlığı giderek bozuldu. Doktorunun uyarılarına rağmen içmeyi sürdürdü. 1953’te ünlü radyo oyunu “Under Milk Wood”un (Korunun Dibinde) yayımlanması nedeniyle New York’a giden Thomas, bir akşam kutlama yaparken, bir rivayete göre 18 tek viski içerek kendi rekorunu kırdı ve bundan iki gün sonra yine içmek için oturduğu White Horse Tavern adlı barda alkol komasına girerek öldü.

Charles Bukowski (1920-1994):
“Alkol kendini öldürüp tekrar doğmaya benzer” sözlerini sahibi ABD’li yazar Charles Bukowski bunu söylerken elbet bir bildiği vardı. Zira eserlerinde de genellikle toplum dışı insanları, uyumsuzları, düşmüşleri, sarhoşları anlatan Bukowski alkolle, alkoliklerle ve her türlü bağımlılarla hayli yakın bir ilişki içerisindeydi. Büyük ihtimalle çocukluğunda hakaretlerine ve dayaklarına maruz kaldığı babası yüzünden, 13 yaşındayken içmeye başlayan Bukowski, bu bağımlılığından ömür boyu vazgeçemedi. 35 yaşında mide kanamasından neredeyse ölüyordu. Ucuz kurtulduğu halde içmeyi sürdürdü. 78’inde lösemiden öldü.

Ernest Hemingway (1899-1961):

Amerikalı yazar ve gazeteci Hemingway, I. Dünya Savaşı’na ABD’nin de girmesinin ardından Kızılhaç’a gönüllü yazılıp ambulans şoförü olarak savaşa katıldı. İspanya İç Savaşı’na, II. Dünya Savaşı sırasındaki Fransa çıkartmasına ve Paris’in kurtuluşuna şahitlik etti. Savaşın anlamsızlığını anlattığı romanlarıyla Pulitzer ve Nobel ödüllerini topladı. Ancak “İnsan sarhoş olmadan var olamaz” diyen, deli gibi içen ve alkolizm yüzünden hem fiziksel hem zihinsel problemler yaşayan Hemingway’in içine çöken ağırlığı ne yazmak ne içmek hafifletti. Tutkulu bir yaşamın ardından 1961 yılında kendini av tüfeği ile vurarak yaşamına son verdi.

Hunter S. Thompson (1937-2005):
Ünlü romanı “Fear and Loathing in Las Vegas” ile tanınan Amerikalı gazeteci ve yazar Hunter Stockton Thompson herkesi sollayacak uzun bir listeyle bağımlılar kervanına katıldı. Seks bağımlılığından uyuşturucu bağımlılığına her türlü alışkanlığının, kendisi deliliğe sürüklese de yazarlığını beslediğine inanıyordu. Bunu açıkça itiraf da etmişti: “Seksi, uyuşturucuyu ve deliliği herkese tavsiye etmem fakat bunlar her zaman benim işime yaradı.”

F. Scott Fitzgerald (1896-1940):
20. yüzyılın en büyük Amerikan yazarlarından biri olan S. Fitzgerald, 1890’larda doğan ve I. Dünya Savaşı sırasında yetişen “Kayıp Kuşak”ın yazarlarındandı. Lise yıllarından itibaren alkolizmin kıyısında gezen Fitzgerald, romanlarıyla hem ün hem para kazanınca kendini eğlence hayatına kaptırdı ve ağır bir alkolik oldu. Sonunda bu bağımlılığı onu ününden de, parasından da, sağlığından da etti. 1940’ta kalp krizi geçiren Fitzgerald ruhsal bunalım içinde 44 yaşında hayata veda etti. Bağımlılığı hakkında şöyle diyordu: “Önce bir içki alırsın, sonra içki bir içki alır ve sonra içki seni alır.”

William Faulkner (1897-1962):
ABD’li yazar William Harrison Faulkner ABD’nin güney bölgesi insanlarını anlatan eserleriyle edebiyat tarihine geçmiş bir yazar... “Ses ve Öfke” gibi pek çok önemli esere imzasını attı, 1949’da ise Nobel’i, ardından Pulitzer’ı kazandı. Alkol bağımlılığı herkesçe bilinse de Faulkner, kariyeri boyunca hiçbir zaman yazarken içki içmediğini söyledi. Ona göre alkol ilham kaynağı değil, sıkıntılarından kaçış biletiydi. “Kötü viski diye bir şey yoktur, sadece bazı viskiler diğerlerinden daha iyidir” diyor ve ekliyordu: “İnsan 50 yaşına gelene kadar kendini içkiye aptallaştırmamalıdır, 50’den sonrasındaysa içmezse aptaldır.”

Truman Capote
(1924-1984):
“Tiffany’de Kahvaltı” ve “Soğukkanlılıkla” romanlarına imzasını atan Amerikalı yazar, sabahtan bir duble martini ile güne başlar öğle yemeğinde ve sonrasında da içmeye devam ederdi. Alkol bağımlılığı yüzünden klinikte yattıysa da bağımlılığı yakasını bırakmadı. Sarhoş bir şekilde katıldığı bir televizyon programında dili dolanarak söylediği şu söz bağımlılığının altında yatanı açıklıyordu: “İçiyorum, çünkü ancak böyle dayanabiliyorum.”

Charles Baudelaire (1821-1867):
Hem alkol hem de afyon bağımlılığıyla bilinen ünlü Fransız şair Baudelaire durumunu şu dizelerle açıklamıştı: “Her zaman sarhoş olun, herşey burda. Tek sorun bu. Zamanın yükünü omuzlarınızdan atmak için toprakla olan bağlarınızı koparmak için sarhoş olun. Ama neyle? Şarapla, şiirle ya da erdemle... Nasıl isterseniz? Ama sarhoş olun...” Belli ki şiir ile alkol Baudelaire’in üzerinde aynı etkiyi yapıyordu, yazmakla içmenin anlamı onun için aynıydı.

Dorothy Parker (1893-1967):
Kıvrak zekası, nükteli dili, keskin gözlem gücü ile tanınan Amerikalı satirist ve şair Dorothy Parker, zamanının en başarılı yazarlarından biri olmasına rağmen mutluluğu bulamayanlardandı. Zira onu yıkan özel hayatıydı. Sorunlu çocukluk yılları, başarısız evlilikleri, mutsuzlukla noktalanan ilişkileri onu depresyonun ve alkolün kollarına itti. Birkaç defa intihara kalkışan ve alkolsüz yaşayamaz hale gelen Parker son yıllarında kazandığını bütünüyle içkiye harcar haldeydi. 73 yaşında bir otel odasında tek başına öldü.

Edgar Allan Poe (1809-1849):
ABD’li efsanevi şair ve kısa öykü yazarı Edgar Allan Poe, değeri öldükten sonra anlaşılan yazarlardan... Annesini erken yaşta kaybeden, babasıyla anlaşamayan, öğrenciliği sırasında tanıştığı alkol ve kumarla yaşamı uzun yıllarca altüst olan, bir oyuncu olan ünlü eşinin gölgesinde sıkıtılı bir hayat yaşadı Poe. İçindeki karanlık, gizemli olaylardan dem vuran karanlık şiir ve öykülerine da yansıdı. Ancak alkol ve afyon bağımlılığı Poe’yu yedi bitirdi, deliliğin eşiğine kadar sürükledi. Ryan’s Inn adlı bir meyhanede kötü bir halde bulunduktan 4 gün sonra, 7 Ekim 1849’da Baltimore’da, 40 yaşında öldü.

Mine Akverdi (Vatan Kitap)

Şehirden bir insan öyküsü

 

Gazeteleri karıştırırken rastladım ona. Elinde mumu, beyazlamış saçları, geçirdiği yılların  bıraktığı izlerle dolu yüzüyle gülümsemeye çalışarak poz vermişti kameraya.

İçimizden biri. Şehrin sokaklarını arşınlarken her an karşımıza çıkabilecek insanlardan biri. Bu şehrin insan öykülerinden biri...


Radikal'den Şenay Öztürk'ün haberini paylaşmak istedim yaşadığımız şehirden bir insan öyküsü olarak...

 

Belediye, sığındığı evin giriş kapısını kaynakla kapatmış; kentsel dönüşüm faaliyetleri, yol genişletme, yol değiştirme... Fakat Alev Ateş'e kimse oradan çık dememiş çünkü kağıt üstünde orada yaşayan kimse yok artık!

"Bir 'Alev' gibi yandım söndüm"
Alev Ateş, 64 yaşında.
Tarlabaşı Bulvarı’nda ışıklar bir bir sönerken yağmurlu bir günde tanıştım Alev’le. Ben durağının yeri kim bilir kaçıncı kez değiştirilen otobüsün peşinden koşuyordum, o ise ayakta zor duran bir apartmanın brandalar ve öteberiyle kapatılmaya çalışılmış uzaktan ancak kömürlük penceresi sanılabilecek girişine paslı bir merdiven dayamaya çalışıyordu. Belediye, sığındığı evin giriş kapısını kaynakla kapatmış; kentsel dönüşüm faaliyetleri, yol genişletme, yol değiştirme... Fakat Alev’e kimse oradan çık dememiş çünkü kağıt üstünde orada yaşayan kimse yok artık! En son kayıtlı kimseler de kim bilir ne kadar zaman olmuş orayı terk edeli... Birkaç kez daha gittim, etraftakilere, güvenlik görevlilerine sordum. Kimse böyle bir kadını ne görmüş ne de duymuştu, Alev adı gibi sanki sadece geceleri daha belirgin olan bir varlıktı artık benim için.
Fatih’te doğup büyümüş Alev. Annesi o üç yaşındayken, babası ise hemen ardından bir trafik kazasıyla yalnız bırakmışlar onu. Tek başına. Kardeşi yok. Ardından hatırladığı en net anı pavyonlar... Gerçek adını kendisi de unutmuş. Bitmek üzere olan muma bakarak “Alev Ateş” diye tekrarlıyor sahne adını. Boşluğa belki en çok bu kez yaklaştığını söylüyor. Yarın ne olacağına dair en ufak bir fikri yok. Çünkü hep sorgusuzca yaşamaya devam etmiş, boşluğu pek umursamamış halk müziği, potporiler ve aranjmanlar arasında. Derken aşık olduğu adamla evlenmiş; mahallenin berberi. İki çocukları olmuş. Sonra bir gün çocukları da alıp gitmiş “Tipi Orhan Gencebay gibiydi ama fena çok fena bir adamdı” dediği kocası. “Bıçaklara gelesice!” diye kapatıyor bu bahsi hızlıca, gözleri büyüyor, bakışları, nefes alış verişi değişiyor, astım ilacına uzanıyor.

“Burada her yol var”
“Sokaklar...” diye devam ediyor; okuyuculuk dediği şarkıcılık işini icra ettiği mekanların yakınındaki otellerde uzun süre kalmış. Yaşı ilerleyip işler kesatlaşınca hep uğradığı esnaf lokantasının sahibi ona bugünlerde kaldığı evi göstermiş. O bina ki yenileme projesi kapsamında boşaltılmış fakat hemen ardından elbette dolmuş yine defaatle, “işe çıkan kızlar”, “dayıları”, “serbest meslekten çocuklar” ile. Belki de bu toplumsal sınıflandırmalar, “daha büyük adamlar” yüzünden sığındıkları birer göz odalardan, saçak altlarından, merdiven boşluklarından, çatı katlarından çıkarılmak istediklerini söylüyor. Buna inanmak istiyor çünkü yaptıklarının sadece en insani ihtiyaçlarını karşılamaya çalışmak olduğunu söylüyor; “Bize yatacak yer lazım, aş lazım. Bu kadarcık” diyor. “Bunun için burada her yol vardır, yaşamak istiyorsan bu işler böyledir.” “Ama sen hep gel” diyor. “Evin yakın olsa ben sana gelirdim” diyor saçlarımı okşarayak, “Gel saçını tarayayım dağılmış gene, seni deli kız!” diyor. Saçlarımı tarıyor, yatağının kenarına sapladığı ve dışarı çıkarken taktığı küpelerinden takıyor bana da. “İşte şimdi kıza benzedin hadi çıkar şu gözlükleri de” diyor. Onun da gözleri bozuk ama hiçbir sosyal güvencesi yok. 64 yaşında Alev Ateş. Bir gün gözünü karartıp gittiği Darülaceze ise geri çevirmiş kendisini, kefil istemişler, “Ne kefili, ben kendime kefil olamam, şu halime bak!” diyor. Tam ağlamaklı oluyor, bir kelimemi bahane ederek gözlerinden yaşlar gelesiye gülüyor. İçten içe de o denli güçlü ki!

“Ara sıra su lazım”
Alev, tam olarak Tarlabaşı Bulvarı’nı gören, şu sıralar önünde bariyerler, demirler, tahtalar olan bina topluluğunda kaçak göçek yaşayan kimselerden sadece biri. Gündüzleri genelde uyuyor ya da sokaklardan topladığı satılabilir ne varsa onları satmak için etraftaki hurdacılara ve geri dönüşüm işlerine hepimizden fazla haiz olan kimselere gidiyor. Evden çok çıkmamaya çalışıyor mesela gece “büyük adamlar”dan astım ilacı için istediği para ertesi güne çıkmaya yetecekse hemen eve gelip kuytuya sakladığı (ki şimdilerde o da çalınmış) merdiveni dayayıp girmeye çalışıyor tek göz, emanet odasına. “Kiminden bir lira, kiminden on lira istiyorum, astım ilacı almam lazım, bulmaca çözüyorum beynimi yitirmemek için, gazete almam lazım, ekmek arası kuru yaş ne varsa onlardan almam lazım… Elektrik yok, mum lazım, ara sıra su lazım” diye anlatıyor bu durumu da.
Sokağa çıkıyoruz birlikte, ben çok görünmüyorum; “Her gün yaptığım bu, sen varsın diye vazgeçemem! Bugün var, yarın yoksun, herkes öyleydi ama bilemedim…” diyor. Yoldan geçen kimselerden bazen para alabiliyor, bazen alamıyor, küfür yiyor, azar işitiyor, daha fazla soru soran olursa daha fazla para istiyor, lüks otomobiller kırmızı ışıklarda durunca gözleri parlıyor fakat onlardan pek para çıkmıyor, böyle olunca kiminin camına tükürüyor, kimine ise küfrediyor… Kilometrelerce yürüyoruz gecenin karanlığında; Beyoğlu, Elmadağ, Harbiye, Kurtuluş… Aradığı çok net, kimden gelirse gelsin biraz para ya da para edebilecek herhangi bir şeyler; kağıt, teneke, plastik, yenebilecek bir şeyler, sıcak tutacak bir şeyler...

Akıllarda hep aynı soru...
Bugün yarın yıkılıp yerine yepyenileri dikilecek binalarda akla hayale gelmeyecek hikayeler var. Her kırık camın altında bir kırık anı. Ve burada kimsenin kimseye güveni yok, belki dışardan gelen benim gibi katalizörlerden başka. Ben ki bir garip yolcu, hep sığındıkları şarkılarındaki gibi… Zira her gün biri eksiliyor hayatlarından; dün gözleri neredeyse hiç görmediği halde hamile haliyle köşebaşında yatan Meczup Hülya, bugün Ökkeş amca, yarın Korsan Adnan… Ve akıllarda hep aynı soru, şiddetle, uyutmayacak kadar yüksek sesli; “Buralar ne zaman yıkılacak, kim gelecek, ne diyecek, bir sonraki sığınak neresi, yarın hangimiz yok olacağız?”

Gece

Okuduğum kitabı koltuğun üzerine bırakıp mutfağa kahve yapmaya gidiyorum. Çaydanlıktaki suyu ocağın üstüne koyup kaynamasını beklerken pencereden dışarıya bakıyorum. Karanlık ve ona eşlik eden puslu soğuk kaplamış ortalığı. Sokak lambaları aydınlatmaya çalışsa da nemli dar sokağı pek başarılı olamıyorlar bu konuda. Camı açtığımda önce soğuk çarpıyor yüzüme sonra is kokusu doluyor içeri. Işık huzmeleri ilerliyor cadde boyunca, kayboluyorlar karanlığın sonunda.

Sesler geliyor kulağıma, ellerine kabanının cebine sokmuş hızlı adımlarla yürüyen bir adamın ayak sesleri. Bir an önce gideceği yere varabilmek için koşarcasına dönüyor köşeyi. Uzaktan çok uzaktan bir ambulans sireni yetişiyor ayak seslerinin peşinden benimde acelem var dercesine. Peşinden bir araba geçiyor sokaktan, bir başkası cep telefonuyla konuşarak devam ediyor yoluna. Ne konuştuğu anlaşılmasa da sesi katları tırmana tırmana çıkıyor yukarıya. Bir uçak geçiyor, ses var görüntü yok. Bulutlar kaplamış gökyüzünü göstermiyorlar, saklıyorlar uçağı, yıldızları ve ayı.

Evlerden sarı, beyaz ışıklar süzülüyor dışarı. Kiminin perdeleri sonuna kadar açık, ekran tam görünmesede televizyonun ışığı görülüyor uzaktan. Kiminin perdeleri sıkı sıkıya kapalı. Kimi kapkaranlık, ışıksız, kimsesiz.

Daha uzaklara bakıyorum. Cadde boyunca ilerliyorum gözlerimle, ara sokaklara dalıyorum. Issızlık ve sessizlik çökmüş. 1945'lerden kalma casus filmlerinden bir sahne seyrediyor gibi oluyorum. Puslu bir hava, ıssız sokaklar. Başında şapkası, ağzında sigarası uzun paltolu yüzü görünmeyen adam eksik bu sahnede. Onuda ben yerleştiriyorum katran karası gecenin tam ortasına kendine eşlik eden gölgesiyle ve ikisinide orada bırakıp kaynayan suyu boca ediyorum kupanın içine.

Tekrar salona dönüyorum, kaldığım yerden devam ediyorum Prag Mezarlığının absent dumanlı çıkmaz sokağındaki eskicinin kalın toz tabakası kaplı vitrininden içeri bakmaya...

Yeşim Ermutlu

Gölgesizler


Hikaye muhtar seçimlerinin ertesi günü köyün sakinlerinden Çıngıl Nuri'nin karısının iki gözü iki çeşme Nuri'nin kaybolduğunu haber vermek için muhtarın kapısına dayanmasıyla başlıyor. Köy halkı Nuri'nin nereye gitmiş olabileceğini düşünürken ikinci bir kayıp haberi gelir muhtara. Bu kez kaybolan köyün genç kızlarından Güvercin'dir. O da Nuri gibi ardında hiç bir iz bırakmadan kaybolmuştur.

Güvercin'in ortadan yok olmasında, Cennet'in 'kaar neden yağaar kaaar' diye bağırarak, insanların korkarak kaçtıkları yılanlarla oyuncakmış gibi oynayan garip oğlundan kuşkulanırlar ve her fırsatta kızı nereye kaçırdın diyerek köşeye sıkıştırmaya çalışırlar.

Köydeki kayıplarla ilgili bilgi vermek ve yardım istemeye şehre giden muhtar ise dönene kadar köyü bekçiye emanet eder. Ve muhtar da kayıplara karışır. Hikaye kayıplarla devam ediyor ve süpriz bir sonla bitiyor.

'Cennet'in oğlu kendini kendi varlığında yok etmişken, gerçekten kadının dediği gibi bir kez daha yok olmuşsa durum kötüydü. Bu işin sonu yavaş yavaş köyün tamamen yok olmasına dek gidebilirdi. belki köy zaten yoktu da bunu kimse anlamıyordu henüz; köylülerin hepsi alışmıştı yokun varlığına...' yazıyor kitabın tanıtım yazısında.

Roman Hasan Ali Toptaş tarafından kaleme alınmış ve filmi yapılmış.

'Metinlerini varoluş ve yokoluş üzerine kurarak varoluşçuluğu taşraya taşımasıyla özgünlük kazanan, sade dilinden yükselen müzikle giderek hayatı yazıya, yazıyı ise büyülü bir hayata benzeten yazar' diye tanımlıyorlar Hasan Ali Toptaş'ı.

Bir büyülü gerçeklik daha...Tavsiye ederim:)

Gölgesizler                                 Hasan Ali Toptaş                          İletişim Yayınları


Yine De İyimserlik

Günaydın:)

Yeni yılın ilk gününe günaydın, yeni seneye günaydın, yeni umutlara günaydın, yeni mutluluklara günaydın, yeni hüzünlere günaydın, yeni güzelliklere ve yeni kötülüklere günaydın, geleceğe günaydın, bilinmeyene günaydın...

Yeni yılın bu ilk sayfasına Nazım Hikmet'in çok sevdiğim bir şiiri ile başlamak istedim "Yine de iyimserlik"
Her şeye rağmen iyimserlik...Bazen karamsarlığa düşüp, ruhumun karalara büründüğü, gelecekten ümidimi kestiğim zamanlarda bile yin yang felsefesinde olduğu gibi her kötülüğün içinde bir iyilik vardır diye iyimserlikle düşünmeye çalışırımki her şey iyi olsun. Dönüşüm yaşansın. Safça olduğunu bile bile tür Pollyanna'cılık oynarım kendi kendime içim açılsın, ruhumdaki kara bulutlar dağılsın diye. Bazen amacına ulaşan bazende ulaşamayan bir tür terapi. Ve güzel şeyler seyretmeye, okumaya çalışırım Nazım'ın şiirindeki gibi sonu tatlıya bağlanan, iyi biten...

İşte Nazım Hikmet'in sihirli kaleminden çıkan mısralar...Yine de iyimserlik


kardeşim
sonu tatlıya bağlanan kitaplar yollayın bana
uçak sağ salim inebilsin meydana
doktor gülerek çıksın ameliyattan
kör çocuğun açılsın gözleri
delikanlı kurtarılsın kurşuna dizilirken
birbirine kavuşsun yavuklular
düğün dernek yapılsın hem de
susuzluk da suya kavuşsun
ekmek de hürriyete
kardeşim
sonu tatlıya bağlanan kitaplar yollayın bana
onların dediği çıkacak
eninde de sonunda da...


Nazım Hikmet Ran

Sevgi ve mutlulukla kalın:)