BİR CUMARTESİ GECESİ YALNIZLIĞI






 Atilla Birkiye'den...

Yüzünüzdeki gizemin ardına dokunmak
                                                         olanaklı mı?
Kötü bir rüya, yalnızlık
Yarım kalmış kitapları bitirdim
Tozlanmışlardı
Bir trompet eşliğinde
Gizeminin ardına düştüm
Cazın ritmi yüzünü belleğimden silemedi.

Arkamı döndüğümde, sır olup yitivermiştin

Kapının önü bir cumartesi gecesi yalnızlığı
Kapının önünü bir lamba aydınlatıyor
Kapının önünde yalnızca ayak izlerin
Kapının önündeki söylenmemiş bir çift söz

Gecenin karanlığı yüzünü belleğimden
                                                         silemedi.


American Horror Story

TV ve dizi seyretmeyen ben bu aralar bir diziye fena halde takmış durumdayım. Tesadüfen tanıtımını gördüm, hadi bu akşam uyuyakalmazsam seyrederim belki diye işaretlediğim günden beri benden hiç beklenmeyecek bir şekilde dizinin müdavimi oldum.  Genelde dizi özürlüyümdür. Gününü kaçırırım, sıkılırım bir şekilde bırakırım devamını getirmem. Hele ki bölümler birbirini takip ediyorsa hiç katlanamam. En son izlediğim dizi Avrupa Yakası idi, onunda son bölümlerini izlememiştim. 

American Horror Story'yi görünce tekrar dizi izlemeye başladım. Film üç kişilik Harmon ailesinin Boston'dan Los Angeles'a yerleşmesiyle başlıyor. Vivien psikiyatrist olan kocasını  bir kadınla yakaladıktan sonra olanları geride bırakıp yeni bir hayata başlamak için kızları Violet ile Los Angeles'ta benzerlerinden oldukça ucuza aldıkları eve taşınırlar. Evin ucuzluğu daha önceki sahiplerinin ölümü ve evde meydana gelen paranormal olaylardan kaynaklanıyor.

Evden çıkmayan garip komşular, bir görünüp bir kaybolan koşuşturup duran çocuklar, Ben'in hastaları, evin yaşlı ? hizmetcisi, Vivien'in beklediği bebeği, aile ilişkileri, hayaletler, gizemler, paranormal olaylarla örülmüş bir senaryo.

Oyunculara gelince evin babası Ben'i Dylan Mc Dermott canlandırıyor. Anne Vivien'i Connie Britton, kızları Violet'i ise Taissa Farmiga. Gizemli komşuları Costance rolünü ise benim sevdiğim oyunculardan Jessica Lange canlandırıyor.

Seyretmek isterseniz dizi FX kanalında yayınlanıyor. Bu türden hoşlanıyorsanız iyi seyirler:)

Türk resminin ilk çıplakları

Türk resminin ilk çıplakları

Sakıp Sabancı Müzesi’de ‘Bir Ülke Değişirken’ sergisi Türk resmindeki pek çok ilki günışığına çıkarıyor. Bunlardan biri de Halil Paşa’nın yaptığı çıplak eskiz çalışmaları.

Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi (SSM) bir salonunu bundan böyle kendi koleksiyonundaki eserlerden oluşturacağı tematik sergilere ayırıyor. Yarın başlayacak olan ‘Bir Ülke Değişirken - Tanzimattan Cumhuriyete Türk Resmi’ bunlardan ilki. Osman Hamdi Bey, Fikret Muallâ, Halil Paşa, Şehzade Abdülmecid Efendi ve İzzet Ziya gibi, Türk Resim Sanatı’nın önemli sanatçılarının eserlerini içeren koleksiyon, yeni yapılan bu özel galeride bundan böyle sürekli teşhir edilecek. Bilimsel danışmanlığını Prof. Dr. Semra Germaner ve Doç. Dr. Ahu Antmen’in üstlendiği sergide 26 sanatçının 90 eseri yer alıyor.
RESİM HEYKEL'İN MİSYONU
Dün müzede gerçekleştirilen basın toplantısıyla tanıtılan sergide konuşan Sakıp Sabancı Müzesi Müdürü Nazan Ölçer; “Resimler, farklı modernizm görünüm ve eğilimleriyle, Osmanlı ve Türk resminde ortaya çıkan sanat anlayışları ve bakış açılarının anlaşılabilmesi için sağlam bir zemin oluşturuyor” dedi. Prof. Germaner ise Sabancı Müzesi’nin özel koleksiyonundan hazırlanan bu sergi aracılığı ile Resim Heykel Müzesi’nin misyonunu yerine getirdiğini söyledi. Ahu Antmen de serginin dönemin atmosferine ve anlayışına göre hazırlandığının altını çizdi.
BİR KOLEKSİYONERİN GÖZÜYLE

Haberin devamını okumak için linki tıklayınız

CARLOS FUENTES - Bir kitap ne başlar ne biter...



HASAN ALİ TOPTAŞ

Bir metnin gerisinde neler olup bittiğini düşündünüz mü hiç? İşte size bunun en çarpıcı örneği: Carlos Fuentes ve "Aura".

ZAMAN zaman bazı hikâyeleri, diğerlerine göre daha çok severiz. Durup dururken neden bizi o kadar derinden etkilediklerini, içimizde uyuklayan hangi karanlığı aydınlattıklarını ya da ruhumuzun yırtılan yerlerini nasıl tamir ettiklerini hiç mi hiç bilemeyiz ama eşsiz bir hazine bulmuşçasına, eşe dosta büyük bir heyecanla anlatır dururuz onları. Sadece anlatıp durmakla da kalmayız hatta, herkes tarafından mutlaka ve mutlaka okusunlar isteriz. Sonra, gün gelir heyecanımız balon gibi birdenbire söner ve dilimize dolanan bu hikâyeleri de atarız zihnimizdeki hikâyeler mezarlığına. Hem de öyle bir atarız ki, zihin denen o daracık genişliğin hangi parseline gömüldüler diye, bir kez olsun dönüp bakmak aklımıza bile gelmez. Böylece, geçmişte bizim iç denizlerimizde fırtınalar koparan bu hikâyecikler orada, unutuşun tozları arasında çürümeye başlar. Bir süre sonra, gözümüze ne adına kurgu denen iskeletlerinin cazibesi görünür ne de üslûplarının tadı. İnanılmaz bir hızla, bize feleğimizi şaşırtan derinlikleri de solar tabii bütün bunlarla birlikte, biçimleri miçimleri de ölür ve geriye kalsa kalsa, uzaklığın şeklini alan bir üfürümlük toz kalır. Uzun lafın kısası, adları bile hatırlanmaz artık.
Hiç kuşkusuz, gönlümüze hızla girip çıkıveren bu tür hikâyeler, bizi günlük koşuşturmalarımızın içinde gafil avlayan hikâyelerdir. Başka bir deyişle, bizim gelip geçici yanlarımıza seslenen hikayeler. Ya da, bizim bütün tellerimize değil de, o an hangi telimiz gerginse, sadece o telin en hassas noktasına dokunan hikayeler.
Bir de, geniş dokunuşlarla çocuksu yanlarımızı okşayarak içimizdeki ezeli tedirginliğin içine doğru seslenen, her daim baş tacı ettiğimiz hikâyeler vardır. Yirmi yıl, otuz yıl önce okumuş olsak da hiç unutamayız onları. Hatırladıkça varlığımızın temel taşlarını titreten, hatırladıkça gözlerimizdeki ışıltıları çoğaltıp yüreğimizi genişleten, hatta bizim dünyaya bakışımızı her defasında yeniden yıkıp yeniden kuran bu tür hikâyeler asla eskimezler çünkü; hayatımızdaki yerlerini ilk günkü gibi korurlar. Başkaları nasıl bakarsa baksın, onlar bizim hikayelerimizdir. Aramıza ne başka hikayeler girebilir, ne başka insanlar, ne de başka zamanlar. Doğrusunu söylemek gerekirse, hayali damarlarla bu hikâyelere nasıl bağlandığımızı da bilemeyiz aslında. Biri kalkıp, bunlar benim hikâyelerim diyorsa, orada zınk diye durmak gerekir zaten; ötesine gitmemek, ayrıntılarını bilmemek, nedenini sormamak gerekir.
Okuduğum onca hikâyeye rağmen, benim hikâyelerim de neredeyse yirmi yıldan bu yana hiç değişmedi. Bu konuda bana bir soru sorulduğunda ya da cesaret edip eş dost meclisinde kendiliğimden konuşmaya başladığımda hep aynı hikâyelerin adını saydım: Gabriel Garcia Marquez'den, "Boğularak Ölenlerin En Yakışıklısı"; Borges'ten, "Yolları Çatallanan Bahçe"; Carlos Fuentes'ten, "Aura"; Kafka'dan, "Kanun Önünde", "İmparatorun Haberi", "Ceza Sömürgesi", "Kovalı Süvari", "Çiftlik Kapısına Vuruş" ve ille de "Avcı Gracchus"...
Hepi topu, dokuz hikâye.
Yıllardır, döner döner okurum bu hikâyeleri; kapımı döven gürültüler yüzünden bunaldığımda, zihnim çalışmaktan duracak gibi olduğunda, kalemim yorulduğunda ya da kendi yazdıklarımı beğenmeyip gözlerime şöyle doğru dürüst bir edebi ziyafet çekmek istediğimde hep onlara başvururum. Kimi zaman sırf kendi paşa keyfim için bu dokuz hikâyeyi, "Kendiceğizimin Bayıldığı Hikâyeler" adlı bir kitapta toplamayı düşünür, kimi zaman devasa kağıtlara onların fotokopilerini çektirip evimin duvarlarına yapıştırmayı hayal eder, kimi zaman da -ne yalan söyleyeyim- bu hikâyeler hakkında şöyle dört başı mamur, taş gibi bir kitap yazmayı tasarlarım. Bunları yapar mıyım, yapamaz mıyım bilemiyorum tabii. Benim bildiğim şu ki, olanaklar elverir de bir gün oturup hayalimdeki kitabı yazmaya kalkarsam, artık "Aura" adlı hikâyeyi bu işin dışında tutmam gerekecek.
Birkaç hafta önce, Carlos Fuentes'in "Kendim ve Ötekiler" adlı denemelerini okudum çünkü ve orada, dünyanın en güzel hikâyelerinden biri olan "Aura" hakkında tamı tamına yirmi bir sayfalık bir bölümle karşılaştım. "Kitaplarımdan Birini Nasıl Yazdım" adını taşıyan (Calvino da, ünlü romanı "Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu"nun yazım serüvenini anlattığı, çizimlerle dolu küçük kitabına aynı adı vermişti) bu bölüm, itiraf edeyim, en az "Aura" kadar ilginç geldi bana.
Daha ilk sayfalarda, "Aura"nın gerçek yazarının 17 Eylül l580'de Madrid'de doğmuş olan ve 8 Eylül 1645'te Villanueva de los Infantes'de öldüğü varsayılan Quevedo y Villegas olduğunu söylüyor Fuentes. Ardından da, "Bu dünyada babasız bir kitap, öksüz bir cilt var mıdır?" diyerek, büyük bir alçakgönüllülükle, "Aura"nın yüzyıllar önce başka başka yazarlar tarafından kaleme alınan farklı biçimlerine değiniyor. "Aura"yı yazdıktan dört yıl sonra Roma'da, Rafael Alberti ile Maria Teresa Leon'un önerisiyle gittiği eski bir kitapçıda, Hiosuişi Şoun tarafından yazılıp 1666'da yayımlanan Japon masallarına değiniyor sözgelimi ve orada anlatılan "Fahişe Miyagino" adlı hikâyeyi görünce fena halde şaşırdığını söylüyor.
Bu arada, biz de şaşırıyoruz tabii. İtalyancaya çevrilen bu Japon masallarında rastladığı "Aura"nın ayak izlerini takip eden Fuentes, bu kez de, "erken Hıristiyanlık dönemi rahipleriyle Ortaçağ safsatacıları üzerine yazılan yüz seksen cildi okuyarak "Samanyolu" filminin senaryo hazırlıklarını yapmakta olan" kadim dostu Bunuel'e koşuyor çünkü ve ondan, Paris'teki Ulusal Kütüphane'de bulunan bibliyografi bölümüne girebilmesi için ne yapıp edip bir yol bulmasını istiyor. Bunuel, "bir 15. yy. Japon bakiresinin bekaretine ya da aynı çağ ve ulustan bir fahişenin cesedine nüfuz etmekten daha zor" girilebilen bu bölüme, bir gün karanlıkta gizlice sokuyor onu. Fuentes, Japon masallarının izini sürerek burada, hikâyenin asıl kaynağının "Ai'King'in Yaşamöyküsü" başlıklı bir Çin masalı olduğunu keşfediyor.
Ardından, Henry James, Charles Dickens ve Puşkin'in bazı yapıtlarıyla "Aura" arasındaki bazı bağlantılara geçiyor yazar ve 'Her şey aslını yitirmeksizin bir başkası oluyor,' dedikten sonra 1976'nın Eylül'üne dönerek, bir yemek masasında, opera sahnelerinin büyük sopranosu Maria Callas ile karşılaşmasını anlatıyor. Masada, bir efsaneyle yan yana oturmuştur ama sahnede en berrak ve en görkemli sesleri çıkaran bu efsane o sırada, Altıncı Cadde'deki Sam Goody's dükkanında Maria Callas plakları satan bir kızın sesiyle konuşmaktadır. Hatta, beyaz çiçek yapraklarıyla nemli zeytinlerin oluşturduğu bir fırtınada ışıl ışıl yanan iki siyah deniz fenerine benzeyen gözlerini çevirip konuşurken sesini yaşlı bir kadının sesine dönüştürmekte ve bu eskil sese, çılgınlığın iniş çıkışlarını da katmaktadır.
'O an "Aura"nın asıl kaynağını keşfettim,' diyor Fuentes.
Daha sonra da, oğul Alexandre Dumas'nın "Kamelyalı Kadın"ını yeniden okuyor ve romanda yer alan trajik bir sahneyle "Aura" hakkındaki bölümü bitiriyor.
Doğrusu, Fuentes'in bu baş döndürücü gezintiyi yapması, yazmadan önce ve yazdıktan sonra kendi hikayesinin tematik ve kurgusal geçmişini bu denli derinlerde arayıp bulması ve bulduğu her şeyi büyük bir titizlikle tek tek sergilemesi "Aura"nın tadını hiç mi hiç bozmuyor. Başka bir deyişle, ne artırıyor ne de eksiltiyor onun değerini. Gene de, bir metnin gerisinde neler olup bittiğine dair bize müthiş örnekler sunuyor.
Aynı zamanda, Mallarme'nin şu cümlesini bir kez daha doğruluyor: "Bir kitap ne başlar, ne biter; olsa olsa öyle görünür."
 
 Milliyet Kitap'tan alıntıdır...


Noel Baba'ya yazılmış 100 yıllık mektup bulundu:)

Çocuk her yerde her dönemde çocuk...
Gülümseten haberlerden biri daha:)
"Sevgili Noel Baba..."

İrlanda'nın başkenti Dublin'de bir evin bacasında Noel Baba'ya yazılmış 100 yıllık mektup bulundu.

Terenure mahallesinde yaşayan John Byrne'ın, evine merkezi ısıtma sistemi yerleştirirken eski şömine bacasının gizli bölmesinde yıllar önce bulup sakladığı mektup, 1911'de, biri kız diğeri erkek iki çocuk tarafından kaleme alınmış.
Mektup zaman içinde şömine dumanından biraz zarar görse de hala okunabiliyor ve çocukların hediye istekleriyle Noel Baba'ya iyi şans dileklerini içeriyor.
H. ve A. Howard, çizimlerle süsledikleri mektuplarında, "Noel Baba"dan oyuncak bebek, yağmurluk, eldiven, elma şekeri ile altın ve gümüş paralar istiyor.
Haberin devamını okumak için linki tıklayınız...

AB standartları sürücülerin ezberini bozdu:))

                                                        Seç, beğen, al...
 
Bu haberi okuyunca çok güldüm. AB uyum sürecinde değiştirilen bazı trafik işaret levhalarının yanlış anlaşıldığı ortaya çıkmışşşş:))))
 
Ahhh Aziz Nesin neredesin, tam senlik bir vaka. Kalk ta gör:)
 
Aslında haklılar. Trafikteki bütün keşmekeş yeni levhalardan kaynaklanıyor. Bugüne kadar herşey ne kadar düzenliydi. Kimse kimseyi sollanmayacak yerde sollamaz, girilmezden girilmez, dönülmezden dönülmez, yayalara yol verilir, kaç km yazılıyorsa o kadar sürat yapılır, emniyet şeridi asla kullanılmaz. Park edilmezde park edenide gördük, sol şeridi tıkayıp telefonda sohbet edeninide, levhaları kurşunlayanlarıda, yükseklik levhasına aldırmayıp 'arkadaşlar geçersin dedi' diyerek koca otobüsü köprünün altına sıkıştıranınıda. Ne var ki şurada biz bize gül gibi geçinip gidiyorduk trafikte. Nerden çıktı bu AB levhaları anlamadım gitti. Ortalığı birbirine kattı. 
 
 
 
Şaka bir yana bir önceki levhalarla AB süreci çerçevesinde kullanılan levhalar arasında farklılık olsada tersini çağrıştıracak kadar bir farklılık olmasa gerek ama fırsattan istifade levha değişti ya anlamadım ayağına yatar cezadan kurtulursun kuralı trafikte en geçerli kural bu aralar herhalde. 
 
Sonuç biz trafiğinde, levhalarında, saygısız sürücülerinde eski halini biliyoruz. Eskisi neydi ki yenisi ne olsun...
 
Aziz Nesin haklıydı galiba...Ne dersiniz:))  
Sürücülerin ezberi bozuldu

Ankara'da yapılan bir araştırmada, Avrupa Birliği'ne (AB) uyum sürecinde değiştirilen bazı trafik işaret levhalarının tam tersi anlam çağrıştırdığı ortaya çıktı.

Orta Doğu Teknik Üniversitesi İnşaat Mühendisliği Bölümü Ulaşım Araştırma Merkezi'nden Dr. Hediye Tüydeş Yaman ve Erkut Kırmızıoğlu tarafından Emniyet Genel Müdürlüğü Trafik Eğitim Araştırma Daire Başkanlığının desteğiyle Karayolu Trafik Güvenliği Kurulu Alt Çalışma Grubu'nun seçtiği, trafik güvenliğine etkisi yüksek olması beklenen ve AB uyum süreci kapsamında değişen levhaları da içeren 39 trafik işaret levhasının bilinirlik düzeyi araştırıldı.

Araştırma kapsamında hazırlanan ankete, büyük çoğunluğu üniversite mezunu, sürücü belgesi olan, bin 134'ü erkek, 327'si kadın olmak üzere toplam bin 478 sürücü katıldı. Ankete katılanların 271'i otobüs ve taksi şoförü gibi profesyonel sürücü olduğunu ifade ederken, bin 160 katılımcı ise profesyonel olarak sürücü olmadığını belirterek ankette trafik levhalarıyla ilgili soruları yanıtladı.

Anket formunda yer alan her levhanın anlamı için verilen yanıtlar, “ters, yanlış, yorumsuz, kısmen doğru, yanıtlar doğru” şeklinde kodlandı.

Katılımcıların verdiği yanıtlara göre, bazı trafik işaret levhalarının tam doğru olarak bilinmesine rağmen,bazılarının hiç bilinmediği yada yanlış bilindiği, hatta bazıların ters anlam çağrıştırdığı görüldü.

Haberin devamını okumak için linki tıklayınız:)

İşte insan beynini geliştiren on roman

İşte insan beynini geliştiren on roman

Bilim dünyası sonunda edebiyata da el attı ve insan beynini farklı bir biçimde etkileyen on romanı tespit etti. Listede Tolstoy da var Virgina Woolf da.

EDEBİYATIN ‘iyileştirici’ niteliğinden yola çıkan bir grup bilim insanı, nitelikli romanların insan beynini geliştirip keskinleştirdiğini, sosyal bağları güçlendirerek kişiliği değiştirdiğini ve ilişki kurmayı kolaylaştırdığını koydu ortaya. Toronto Üniversitesi öğretim üyesi psikiyatr Keith Oatley ve Ingrid Wickelgren tarafından Scientific American’da yazılan makaleye göre, roman kahramanlarıyla özdeşleşmek, hem hayal dünyasını zenginleştiriyor, hem de sosyal bağları güçlendiriyor.

Nitelikli bir roman, bu etkileriyle insan beynini de keskinleştiriyor ve insan davranışlarına ilişkin sağlam ipuçları veriyor. İki bilim insanı, insan beynini en fazla geliştiren on romanı da tespit etmişler. Listede Tolstoy’un Anna Karenina veya Virginia Woolf’un Bayan Dalloway’ın yanı sıra Muhsin Hamid’in 2007 yılında yazdığı ‘The Reluctant Fundamentalist / Gönülsüz Köktendinci’ isimli romanı da yer alıyor. Bakın bakalım, siz ne kadar etkilendiniz bu romanlardan...

Listede yer alan on roman

- Johann von Goethe / Genç Werther’in Çektikleri (1787)
- Jane Austen / Aşk ve Gurur (1813)
Haberin devamını okumak için linki tıklayınız...

NARDUGAN'DAN ÇAM AĞACINA



Yılbaşı yaklaşıyor. Caddeler, mağazalar ışıl ışıl. Çam ağaçları süslenmeye başladı. Yılın en sevdiğim dönemi. Yeni yıl, yeni umutlar, yeniden doğuş...Herkesin farklı istedikleri vardır gelecek yıldan ama ben her yıl aynı şeyi dilerim saat 24.00 vurduğunda. Sağlık, huzur, mutluluk ve şükrederim böyle geçirdiğim her dakika için.

Her yıl evin bir köşesine çamımızı kurarız. Kıpkırmızı narlarımız evin masasında yerini alır. Kırmızı ve yeşildir benim için yılın bu döneminin renkleri.

Noel Baba vardır hani bu ülkenin topraklarında Demre'de doğupta yabancılara kaptırdığımız Santa Clause. Ufak tefek hediyeler bırakır çamın altına 31 Aralıkta açılmak üzere ev halkına.

Ağaç süsleme geleneğinin geçmişini Sümerolog Muazzez İlmiye Çığ'dan dinleyelim. Bakın neler anlatıyor Çığ yılbaşında süslenen ağaçlarla ilgili...

Daha çok erken ama hepinize mutlu, sağlıklı, huzurlu ve nar taneleri kadar bereketli bir yıl dilerim. Her şey gönlünüzce olsun:)





HIRİSTİYANLARIN İsa’nın doğuşu olarak kutladığı Noel, çok eski Türklerin yeniden doğuş bayramıdır.

Türklerin, tektanrılı dinlere girmesinden önceki inançlarına göre, yeryüzünün tam ortasında bir akçam ağacı bulunuyor. Buna ‘hayat ağacı’ diyorlar. Bu ağacı, motif olarak bizim bütün halı, kilim ve işlemelerimizde görebiliriz.

Türklerde Güneş çok önemli. İnançlarına göre gecelerin kısalıp gündüzlerin uzamaya başladığı 22 Aralık’ta gece gündüzle savaşıyor. Uzun bir savaştan sonra gün geceyi yenerek zafer kazanıyor. İşte bu Güneş’in zaferini, yeniden doğuşu, Türkler büyük şenliklerle akçam ağacı altında kutluyorlar. Güneş’in yeniden doğuşu, bir yeni doğum olarak algılanıyor.

Bayramın adı NARDUGAN (nar=güneş, tugan, dugan=doğan) doğan güneş.

Güneşi geri verdi diye Tanrı Ülgen’e dualar ediyorlar. Duaları Tanrı’ya gitsin diye ağacın altına hediyeler koyuyorlar, dallarına bantlar bağlayarak o yıl için dilekler diliyorlar Tanrı’dan. Bu bayram için, evler temizleniyor. Güzel giysiler giyiliyor. Ağacın etrafında şarkılar söyleyip oyunlar oynuyorlar. Yaşlılar, büyükbabalar, nineler ziyaret ediliyor, aileler bir araya gelerek birlikte yiyip içiyorlar. Yedikleri, yaş ve kuru meyveler, özel yemek ve şekerleme. Bayram, aile ve dostlar bir araya gelerek kutlanırsa ömür çoğalır, uğur gelirmiş. Akçam ağacı yalnız Orta Asya’da yetişiyormuş. Filistin’de bu ağacı bilmezlermiş.

Bu yüzden bu olayın Türklerden Hıristiyanlara geçtiği ve bunu da Hunların Avrupa’ya gelişlerinden sonra onlardan görerek aldıkları söyleniyor.

İsa’nın doğumu ile hiç ilgisi yok.

“Doğum, güneşin yeniden doğuşu.”
Muazzez İlmiye ÇIĞ Sümerolog



 

Efsanevi lider hayatını kaybetti

Efsanevi Çek lider hayatını kaybetti

Çekoslovakya'daki sosyalist rejimin "kadife devrimle" sona ermesinde, ülkenin Çek Cumhuriyeti ve Slovakya olarak ikiye bölünmesinde kilit rol oynayan, demokratik seçimle göreve gelen ilk Cumhurbaşkanı Çek lider Vaclav Havel, bugün hayatını kaybetti.

Çek televizyonunun duyurduğu haberde, bu sabah hayata gözlerini yuman 75 yaşındaki Vaclav Havel'in ölümünün birden çok hastalığa bağlı olduğu belirtildi.
Havel'in basın danışmanı Sabina Tancevova, yaptığı açıklamada, eski başkanın uykusunda öldüğünü söyledi. Havel'in sağlık sorunlarının, 1980 yılında hapisanede geçirdiği ve iyi tedavi edilmeyen zatürreye ve yakalandığı akciğer kanserine bağlı olduğu açıklandı.
1989'daki Komünizm karşıtı "Kadife Devrim"in lideri olarak tanınan Havel, 1989'dan 2003'e kadar önce Çekoslovakya'yı, ardından Çek Cumhuriyeti'ni yönetti. Havel, ülkesinde 1989'da gerçekleştirilen şiddet içermeyen devrim sonrasında, demokratik bir seçimle göreve gelen ilk Cumhurbaşkanıydı.
AİLECE DÜŞMAN İLAN EDİLDİLER
5 Ekim 1936'da Prag'da dünyaya gelen Vaclav Havel, ülkede işadamı olarak çalışan, hümanizm savunucusu bireylerden oluşan varlıklı bir ailede büyüdü. Ailece, komünistler tarafından "Almanlarla beraber çalışmak"la suçlandılar ve "düşman sınıf" ilan edildiler. Bu yüzden, genç Havel'in okula gitmesi, o dönemin hükümetince engellendi. Bunun üzerine, dört yıl boyunca bir kimya laboratuvarında yardımcı teknisyen olarak çalışan Havel, bir yandan da bir lisede akşam derslerine katılarak üniversite sınavına hazırlandı. Böylece, Prag Yüksek Teknik Okulu'nda ekonomi okumaya hak kazandı.
Ailesi sayesinde edindiği insan hakları savunuculuğu onu, 1950'lilerde komünizmin yıprattığı veya yok ettiği Çekoslovakya Cumhuriyeti'nin insani değerleri üzerine yazılar yazmaya yönlendirdi. Henüz 19 yaşındayken makaleler, haberler yayımlamaya başladı. 

Haberin devamını okumak için linki tıklayınız....

Aragon ile Elsa




Paris sokaklarında pırıl pırıl bir yağmur,
oradan oraya sürükleniyor yapraklar, 
kuşlar saçak altlarına sığınıyor.
kahvede
camın ardında bir çift göz
çiçek satıcısının çiçeklerine bakıyor
birdenbire açılan rengarenk şemsiyelere

Paris’in düşüşünü unutmuyor hiçbir zaman
direnmenin çoklu günlerini
gözleri parlıyor Elsa’nınki gibi
kapıdan içeri girince beklediği

Paris bu yağmurlu günde daha da güzel
eğilip bakıyor gözlerine Elsa’nın
yüreği aşk bozgunuyla yıkık
kaygılı, tedirgin düşünceler içinde

Paris’in bu yağmurlu gününde
ikiyi bölüyor bir damlayı
güzel havalar için bir yarısı
öbür yarısı derin gözleri için Elsa’nın

Ahmet Ada