KAKTÜS CAFE VE KİTAP KULÜBÜ

Tanrım ne kadar tembelim. Daha Londra yazısının müzeler kısmını bitirmedim hatta başlamadım bile. Bazen benden iyi blog yazarı olmayacağını düşünüyorum ama hala kendimle ilgili ümidimi kaybetmedim doğrusu. Biraz disiplin gerekli o kadar. Neyse amacım tembelliğimden bahsetmek değildi ama günah çıkararak başladım nedense. Kendi kendime ufak bir serzeniş.
View Image
Bugün kitap kulübümüzün ilk toplantısını yaptık. Beyoğlu Kaktüs'de. Kitap kulübü derken öyle çok fazla kişi var zannetmeyin. Üç kişiden oluşuyor. İlk toplantımız bundan yaklaşık bir buçuk ay önce The House Cafe'de idi. Hangi kitabı okuyacağımızı belirledik. İlk okuduğumuz kitap Mine Söğüt'ün Madam Arthur Bey ve Hayatındaki Herşey oldu. Kitap 'Falcı kadın elinde kahve fincanı, otelin lobisinde tahta bir tabureye kuş gibi tünemiş, belli belirsiz dudaklarını oynatıyor. Nagehan, gözlerini kahve fincanına diken kadının ellerine bakıyor. Kadının ellerinin üzerinde dövmeler var. Tuhaf dövmeler. Kayıp bir kavmin büyüleri gibi. Az önce anlattı. O dövmeleri küçükken eline anneannesi yorgan iğnesi ile yapmış. Loğusa sütü,idare lambasının isi ve koyunun öd sıvısı...Canı çok yanmış. aynı dövmeler anneannesinde de varmış. Ona da kendi anneannesi yapmışmış. Anneannesi şamanmış. Köyde hastaları, delileri ve kadınları yatıştırırmış' diye başlayarak Madam Arthur Bey, Kedileş, Maria, Keşşaf gibi ilginç kişiliklerle Kara Yalı'nın içinde ve çevresinde gelişiyor. İlk satırlara bakıldığında kitap git gide daha güzel bir hal alacak derken Kara Yalı gibi insanın içini karartan, bitse de kurtulsam denecek bir hal alıyor. ha o ilk satırlarda ki şaman falcı kadın mı? O daha sonraki sayfalarda bir daha ortaya çıkmıyor. Sadece okurun kitaba ilgisini çekmek için ilk sayfalarda yerini almış figüran olarak olduğu yerde kala kalıyor. Cumhuriyet ve Radikal'ın kitap eklerinde kitapla ilgili yazıları ve Mine Söğüt'le yapılan röportajları okuduktan sonra bunu okuyalım diye ben tavsiye ettim ve bu seçimim sayesinde neredeyse kitap kulübümüz başlamadan bitiyordu. Üçümüzün genel kanısı ilk kitap olarak iyi bir seçim olmadığı yönündeydi. Sonunda kitap hakkında konuşmayı bitirip bu ay okuyacağımız kitabı seçtik. Ayfer Tunç'un Yeşil Peri Gecesi. Ocak ayının beşinde buluşup bu kitabı tartışacağız. Kitabı okumaya başladım bile, İlk 32 sayfasını dolmuşta eve dönerken okudum. Detaylar daha sonra :)

Kaktüs'e gitmeden önce Fransız Konsolosluğunda Agence Press - Anadolu Ajansının açmış olduğu İstanbul Fotoğrafları sergisini gezdim. Çok güzel fotoğraflar. Eğer bugünlerde yolunuz Beyoğlu tarafına düşerse ve vaktiniz varsa mutlaka görün. Karlı İstanbul, yağmurlu İstanbul, güneşli İstanbul, gündoğarken, batarken, martılar, Boğaz Köprüsünün altından geçen gemiler, havada yüzlerce sığırcık kuşu, Aya İrini'de Semah gösterisi, şehirhatları vapuru, Kızkulesi ve daha niceleri. Çok büyük bir sergi değil ama insanı gülümseten bir sergi.

Go to fullsize image
Kaktüs'e gelince, bana göre Beyoğlu'nun, üç hanımın rahatça oturup, kimse rahatsız etmeden sohbet edip, bir şeyler yiyip içebileceği nadir  yerlerinden biri. Açıldığından beri ki benim üniversite yıllarıma denk gelir çizgisini hiç kaybetmemiş, hep aynı şekilde devam eden bir yer. Aaa kedilerini de unutmamak lazım tabii. Müşterilerle kaynaşmış vaziyetteler. Siz nefis kahvenizi veya bir kadeh içkinizi yudumlarken onlar yanı başınıza kıvrılıverir ya da arkanızdan nazlı nazlı geçiverirler. Uzun süredir gece gitmedim ama Kaktüs'ün geceleri de bir başka oluyor.

Şimdilik bu kadar. Kitap kulübüne ise devam:))                                

LONDRA GÜNLÜĞÜM


Yağmurlu bir havada kaldırımlarda yürürken ve yolun kenarında bizde olduğu gibi sular birikmesine rağmen kimse üzerimize su sıçratmadı. Sürücüler yayaların üzerine su sıçratmamak için özellikle dikkat ediyorlar ve birikintilere girmiyorlar. Ayrıca trafik ışığı olmayan yerde yaya geçitinde karşıdan karşıya geçmeye kalkan yayalara durup yol veriyorlar. Kaldığım bir hafta içinde duramayan iki araç gördüm onlarında milliyetini merak ettim...Küçük çocukların hepsinde scooter var. Okula onunla gidip geliyorlar. Bazılarının anneleri de scootera biniyor. Gördüğüm kadarıyla okul servisi diye bir kavram yok. Okula ya yürüyerek anneleri, babaları veya bakıcılarıyla gidiyorlar ya da aileler arabalarla bırakıyor. Yollarda sakin sakin ailelerinin yanında okula gidip geliyorlar.

Sabahları bisikletle işe giden kadınlar ve erkekler var. Araçların dikkatini çekmek için üzerlerine fosforlu yeşil yelek giyiyorlar. Kimi ellerinde kahve ve sigarayla, kimi kruvasanlarını yiyerek, kimi sadece sigara içerek hızlı hızlı işlerine, okullarına yetişmeye çalışıyorlar. Kimi ise sabah sporunu yapıyor. Kısa mesafelerde işe gidiş gelişler daha kolay ama metroya binmek zorunda kalanlar için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Sabah ve akşamları işe gidiş gelişler tam bir işkenceye dönüşüyor. Yerin üstü kadar yerin altında da bir sürü insan bir yerden bir yere ulaşmaya çalışıyor. Trenler şehir içinde hınca hınç dolu. Eskiden iki katlı otobüsler ayakta çok az yolcu alırken şimdi artık bizim otobüslere dönmüşler. Merkezden uzaklaştıkça araçlar biraz daha tenhalaşıyor. Yirmi yıl önce öğrenci olduğum dönemlerde Londra daha tenha ve ulaşımı daha kolay bir yerdi. Aldığı göçler sayesinde nüfus artışıyla birlikte ulaşım ve yaşam da zorlaşmış. Göçler dedimde, aldığı göçler sayesinde bazı bölgelerde İngilize rastlamak mümkün değil. İspanyolu, İtalyanı, Çinlisi, Hintlisi, Fransızı, Pakistanlısı kısacası 72.5 millet doluşmuş Londra'ya ve yerli halk banliyölere yönelmiş. Publardaki, lokantalardaki garsonlar, mağazalardaki tezgahtarların çoğu yabancı.

Hoşuma giden taraflarından biri ise gençlerin giyim tarzları oldu. Londra'nın soğuk ve yağışlı havasında kısa kollu tişört ve şort giyende var, paltoda. Paltonun altına yazlık ayakkabı giyeni de var çizmede. O gün akıllarına ne esmişse, dolaptan ellerine ne gelmişse giymiş çıkmış gibiler. Türkiye'de görmeye alışık olmadığım bu tezatlık ve serbestlik çok ama çok hoşuma gitti. Orta yaş ve üstü kıyafetlerine daha dikkat ediyor hatta şık giyiniyorlar diyebilirim. Yaşlı hanımlar makyajlı ve bakımlı. Tabii bu anlatmaya çalıştığım giyim tarzı bölgesine göre farklılık gösterebiliyor. New Bond Street ve St.James Street'dekilerle Oxford Street'dekiler arasında ciddi tarz farkı bulunuyor. Londra'nın ve dünyanın ünlü moda tasarımcılarının giyim ve mücevher mağazalarının olduğu St.James Street ve çevresinde insan profilide tamamen değişiyor. Buradan sörler, üst tabakadan ve eski gelenekleri sürdüren insanlar alışveriş yapıyor. Ayrıca Londra'nın en eski giyim mağazası ve eczanesi burada bulunuyor. Bahsettiğim bu iki yerde eskiye sadık kalarak dükkanlarını yenilemişler.

Alışveriş merkezi yerine çok katlı mağazaları tercih etmiş İngilizler. Bizdeki gibi adım başı bilmem kaç tane  mağazanın toplandığı, havasız, kapalı ve sevimsiz alışveriş merkezi yerine buralardan alışveriş yapıyorlar. John Lewis, Debenhams, M&S, Selfridge, çocuk cenneti Hamley's, Harrod's, Boot's gibi ünlü mağazaların yanında ufak butikler ne tabikii bolca hediyelik eşya dükkanları var. Oxford Street, Bond Street, Regent Street en ünlü alışveriş caddelerinden bir kaçı ama kalabalık olmalarından dolayı ben High South Kensington'u tercih ederim. Çok daha tenha ve bu caddelerdeki mağazaların çoğu burada da var. Üstelik kaldığım otele de bir istasyon uzaklıktaydı. Dolayısıyla deli gibi alışveriş yapmak yerine Londra'yı gezmeyi tercih ettiğim için bu bölge ufak tefek alışverişler için bana yetti de arttı bile.

III Bölümde müzeler, tarihi yerler var...

LONDRA GÜNLÜĞÜM

11 Kasım'da TK 1979 nolu uçuşla Londra Heathrow havaalanına indiğimizde derin bir soluk aldım. Saat 08.10'da kalması gereken THY bir saat rötarla 09.10'da kalktı. Biraz kitap okuma, biraz televizyon seyretme, yemek derken son saat daralmama rağmen üç buçuk saat geçiverdi. Uçuş sorunsuzdu ama eskiden çok sevmeme rağmen artık uçak yolculuklarından hoşlanmaz oldum. Dar alanda kısa paslaşmalar vaziyetinde üç buçuk saat koltukta oturmak beni sıktı açıkçası. İnerken uçağın içi tam bir rezillikti. Çoğu koltukların altlarına, üstlerine gazeteler, THY'nin dağıttı şallar öylesine fırlatılmış atılmıştı. Yemedikleri ekmekler koltukların arkasındaki dergi konulan yerlere sıkıştırılmıştı. Afrika ve arap ülkeleri dışında başka hangi ülkenin uçağı böyle pis bırakılır acaba? O uçaktan inen biri olarak utandım doğrusu. Acaba bunları yapanlarda utanmışlarmıdır çok merak ediyorum ? Bagajları aldıkdan sonra pasaport kontrolünde çocuklu aileler için ayrı bir bölüm açarak hızlı bir çıkış yapmamızı sağladılar. Pasaport polisi arkeolog olduğumuzu görünce Efes'i sordu. ayrıca cumartesi günü Londra'da yapılacak olan çocuk şenliğine çocukları götürün diye de tavsiyede bulundu.

Pasaporttan çıkınca doğru metro istasyonuna gittik. Heathrow'un en güzel yanlarından biri de şehrin her yerine ulaşan metro ağının olması. Bir haftalık Oyster kartlarımızı aldıktan ve bu sayede gelirken İş Bankasından almış olduğum sterlinlerin bir kısmının tedavülden kaldırıldığını öğrendikten sonra metroya metroya binip otelin bulunduğu Gloucester Road'a 45 dakikada ulaştık. Bardaktan boşanırcasına yağan yağmurun altında taksi bulamadığımız için yağmurun dinmesini biraz bekleyip sonunda yürüyerek 10 dakikada otele vardık.

Abba Queen's Gate otele Booking.com'dan rezervasyon yapmıştım. Otel Londra'nın iyi bir bölgesi olan South Kensington'da Knightsbridge ve Natural History Museum'a yakın bir yerdeydi. Buradan diğer yerlere otobüs ve metro sayesinde ulaşım çok kolaydı. İş Bankasından sonra ikinci şoku otelde yaşadık. Booking.com'da rezervasyon yaparken gördüğüm oda ile farklı bir oda verildi. Booking.com oda şekillerinin farklı olabileceğini yazıyordu ama bu kadar fark ta biraz fazlaydı. Bir daha mı Booking.com'dan rezervasyon ASLA!!

Neyse ki verdikleri oda 4 kişinin kalabileceği temiz, içinde televizyonu, çay kahve makinesi, mini barı olan bir odaydı. Resepsiyon her konuda yardımcı oluyordu. Resepsiyonun yardımcı olması, otelin temizliği, mekanı Booking.com'un rezervasyonunu telafi etti ama bu yazıyı okuyan kimseye Booking.com'u tavsiye etmiyorum. Ayrıca ufak bir not bizim dört yıldızlı otellerin standartları daha yüksek.

Odaya yerleştikten sonra İş Bankasının kakaladığı sterlinleri değiştirmek için dışarı çıktık. Neyse ki sorun çıkartmadan eski banknotları alıp yenilerini verdiler. İş Bankasından döviz alacaklar özellikle sterlin alacaklar dikkat. Size de bize yaptıkları gibi eski banknotları kakalayabilirler. Ayrıca havaalanındaki loungelarını beğenmedim. Öyle Japon, Kızılderili, İspanyol kostümü asmakla olmuyor bu işler. Bir önceki seyahatimde onun karşısındaki HSBC'de oturmuştum çok daha iyiydi.

Bankadan çıktıktan sonra sakin sakin yağan yağmurun altında, kaldırımlara düşmüş yeşilli kahverengili çınar yapraklarının üzerinde mis gibi yağmur kokusunu içimize çekerek yürümek çok iyi geldi doğrusu. Bu şehri çok seviyorum. Bu güne kadar gördüğüm bir çok şehirden daha özel bir yeri var benim için. Yüzlerce kez gelsem de sıkılmam ve her gelişimde de yeni bir şeyler keşfederim. Beni en çok çeken özelliklerinden biri eskiliği. Evler eski, yollar eski, otobüsler eski, her şey eski ama iyi korunmuş. Eski diye kaldırımları kırıp yerine yenisini yapmamışlar aksine bozulan yerleri onarmışlar, eski diye evleri yıkıp yerlerine yeni şekilsiz binalar yapmamışlar, içlerini modernleştirip dışlarını olduğu gibi korumuşlar, parkları boş alan gereksiz konut yapalım demek yerine halkına nefes alacak çok güzel ve geniş alanlar sağlamışlar. Medeniyet bu olsa gerek biz İstanbulluların aradan asırlarda geçse artık bulamayacağımız bir şey.....

DÜNYAYI SEYRETMEK İÇİN BİR YER DENİZ FENERLERİ

Yine Ertuğ Uçar ve yine Deniz Fenerleri. 'Yalnızlığın 17 Hali'den sonra deniz fenerleri ile ilgili benim bildiğim ikinci kitabı.

Ertuğ Uçar deniz fenerlerini sadece bir yalnızlık elçisi, romantik bir figür olarak değil, dünü bugünü ve yarınıyla, edebi bir disiplin içinde kalarak anlamlandırıyor, araştırmalarına dayalı ayrıntılı notlar eşliğinde, bu pek bilinmeyen, yüzü denize dönük varlıkların ışığını yakıp yarı kurgu / kurgu öyküleriyle menzili tarıyor.
Dünyayı seyretmek için çok yükseğe tırmanmak gerekmiyor diye düşünür, dünyayı seyre koyulursun. Zamanın bizim dışımızda da akıp gittiği burada anlaşılır. Gün burada saatler olmasa bile döner. Zaman burada oluşur, buradan dağılır. Onu burada yakalamak, geri çevirmek, bir fırsatını bulup başka zamanlara süzülmek mümkündür. Yağmurun toprağa düştüğü, taşın kayanın arasından sızıp yeraltı yollarında birleşip ırmaklara karıştığı, ırmakların denize döküldüğü, deniz suyunun ısınıp buharlaştığı, bulut olduğu bu burunda görülebilir. Seyrettikçe korkmaya başlayabilirsin; korkma, altında uzanan: Dünya’dır.

“Giriş” yazısından…

Antalya’nın ılık kış pazarlarında babam bizi Lara kumsalının arkasındaki çam ormanlarına pikniğe götürürdü. Bunu en çok akşam dönüş yolu için severdim. Biz yanından geçerken, hava kararmaya yüz tutmuş, Bababurnu Feneri çalışmaya başlamış olurdu. Sayardım. Onbir olunca bir daha yanıp sönerdi. Bense fener gözden kaybolduğunda bile arabanın arka camından gökyüzüne bakar, fenerin yanıp söndüğünü, ışığının vurduğu ağaçlardan, denizden, telefon direklerinden anlamaya çalışır, sayardım: On olunca yeniden yanıp sönerdi. Sonra, şehirden Bababurnu’na taşındık. Falezlere yürüme mesafesindeydi evimiz. Geceleri odamda uykuya dalmaya çalışırken fenerin ışığı solumdaki duvarda doğrama kaydının gölgesini hareket ettirirdi. Uykuyla uyanıklık arasındaki o gizemli aralıkta tanıdık tanımadık yüzler, komşular, okuldaki kız, arabalar, artistler fenerin ritmik ışığıyla bir görünüp bir kaybolurdu. Denize onu oluşturan, onun çağırdığı objelerin, olayların gözünden bakabiliriz: dalgalar ve adalar, oltalar ve balıkçılar, deniz fenerleri ve limanlar, akıntılar ve tekneler, süngerler ve rüzgârlar, haritalar ve savaşlar, kaptanlar ve pusulalar, palmiyeler ve korsanlar, yarımadalar ve koylar, batıklar ve balıklar. Sonu gelmeyen bu diziden birini çekip çıkaralım: deniz fenerleri. Bugün dünyada bulunduğu tahmin edilen 50.000’e yakın irili ufaklı, renkli renksiz deniz feneri, denizin tümüyle kavranması imkânsız görünen kalabalık tarihinde küçük piyonlardır.

Deniz fenerleri en basit anlamıyla, denizcilere geceleri yol gösterecek bir ışık kaynağını hava şartlarından korumak amacıyla inşa edilmiş yapılardır. Bekçiler ışığı yakar ve sönmesin diye beklerler. Işık yoksa fener de yoktur. Deniz fenerlerine de tıpkı denize baktığımız gibi birçok pencereden bakabiliriz. Çeşitli uçlarından tutabilir, değişik tarihler ve öyküler yazabiliriz. Mesela onları, içlerine yerleştirilen teknolojinin geçirdiği evrimle inceleyebiliriz. Böyle bir tarihin içine İskenderiyeli bilginler Ktesibios ve Heron, İsviçreli bilim adamı Gustaf Dalen, İsveçli Ami Argand, Fransız Auguste Fresnel ve Edinburghlu mühendis aile Stevensonlar girer. Önce doğa şartlarına dayanacak sağlam kuleler inşa etmeye çalıştılar. Taşı kesmek, kaldırmak, taşımak ve örmek için teknikler geliştirdiler. Kolay bulunan, kolay taşınan bir yakıt aradılar. Işığın verimi, kalitesi ve gücü için çalıştılar. Onu kıyıdaki diğerleri arasında tanınabilir kılmak için ışığa bir karakter verdiler. Çoğaltıp net bir hüzme haline getirdikleri ışığı ufukta dolaştırdılar. Fenerleri tepesinde kömür yanan taş sütunlardan endüstri devriminin pek bilinmeyen anıtları haline getirdiler. Kuleleri zarifçe dönen merdivenler, makaralı sistemler, aynalar, perdahlanmış kurşun levhalar, lensler, vinçler, kurma kolları ve dişli kutuları ile donattılar. Yüzyılın başı deniz fenerlerinin altın çağıydı. Varolan deniz fenerlerinin büyük bir çoğunluğu 1850-1925 yılları arasında yapıldı. Sayıları giderek artarken, yön bulma teknolojileri gelişti. Onlara duyulan ihtiyaç azaldı. Şimdi efsanevi kurtarma hikâyeleri yerine romantik kartpostalları süslüyorlar.
Fenerlerin kendilerine has ışık karakterleri vardır. Kimisi eşit aralıklarla yanıp söner. Bazısı sabit ışığını ufukta şu veya bu açılarda olmak üzere dolaştırır. Işıklarını endişeyle titreten fenerler yakın tehlikelere karşı uyarırlar. Beyaz, kırmızı, yeşil yanan veya bunların hepsini duruma göre yakıp söndüren fenerler de vardır. Sınır fenerleri ufka uzattığı sabit düz çizgiyle, karadaki sınırı, denizde de devam ettirir. Rengine göre liman girişini gösterenler, gemicileri başka bir fenere yönlendirenler, üçü bir arada görülüp bir hizaya dizilince ancak bir mesaj veren fenerler vardır. Işık alfabedir. Fener onu heceler, anlaşılır bir dil haline getirir.

İnsan fenerlerde bildiği tüm yakıtları denemiştir: Balina yağı, kuyruk yağı, zeytinyağı, zeytin küspesi, parafin, odun, kömür, linyit, petrol, doğalgaz, asetilen gazı ve nihayet elektrik enerjisi. Günümüzde güneş enerjisiyle çalışan fenerlerin sayısı giderek artıyor. İskoçya ve İrlanda’da rüzgâr türbinlerinden güç alan örnekler var. Belki de dünyanın en huysuz denizlerine sahip olduklarından İskoçlar, İngilizler ve İskandinavlar deniz feneri teknolojilerini geliştiriyorlar. Zamanında özellikle açık deniz fenerlerinin inşa edilmesini zorlaştıran gelgit ve dalgalar, yakında faaliyete geçecek sistemlerde enerji kaynağı olacaklar. Deniz fenerlerine bir de şahit oldukları kazalar açısından bakabiliriz. Tüm fenerlerin kötü anıları vardır. Manş ve Kuzey Denizi’ndekilerin daha çok. İstanbul fenerleri içinse, birbiriyle çarpışan, yanan, patlayan tankerler artık sıradan olaylar haline gelmiştir. Bu da şunu gösterir: Düzenli yanan bir fener her zaman kurtuluş anlamına gelmez. İşlerine kendini adamış bekçilerin ve şaşmaz elektronik sistemlerin güvenilirliği yanında her zaman inatçı, tecrübesiz ya da şaşkın kaptanlar, yaşlı gemiler ve en önemlisi deniz vardır. Son kararı deniz verir. Formları, yapım teknikleri ve malzemelerine bakarak fenerleri sınıflandırmaya kalkarsak çok zorlanırız. Çünkü dünyadaki birçok ülkenin bu konuda doğru dürüst bir envanteri yoktur. Buna Türkiye dahildir. Bir Akdeniz feneri, en yakın köydeki evlerin teknik ve malzemesiyle yapılır. Beşik çatılar, renkli panjurlar, kireç badana ve boru çiçekleri. Kumluklara yapılan fenerler deyim yerindeyse çakılır. Kazık temeller veya demir pilonlar kullanılır. Bu yüzden kumul fenerleri daha şeffaf olur. Bazı eski örnekleri, kumulda yürüyen dev örümceklere benzer. Deniz ortasına yapılan fenerler en ileri inşaat teknolojilerini gerektirir. Burada sualtı yapım tekniklerinden, robot denizaltılardan, kesonlardan, uzman dalgıçlardan ve kıyıda yapılıp açığa yüzdürülen teleskopik fenerlerden bahsetmek gerekir. Yüzer fenerler, kıyı fenerleri, iskelet fenerler, ada fenerleri, ahşap fenerler, betonarme fenerler, taş fenerler, boğaz fenerleri. Bu dizi uzar gider. Fenerlerin yapılma şekillerini ve formlarını kenarında durduğu denizin ve onu kullananların huyu suyu belirler.


 Yapı Kredi Yayınları web sayfasından alınmıştır

Dünyayı Seyretmek İçin Bir Yer -  Ertuğ Uçar - Yapı Kredi Yayınları  


DÜRÜSTLÜK


         A.Şerif İzgören anlatıyor


        "İzgören Akın'a toplantıya gideceğim. Baktım genç kalma ihtimalim var, bindim bir taksiye, muhabbetçi bir arkadaş. O anlatıyor ben dinliyorum. Tam işyerinin önüne geldik. Ankara'da Bakanlıklar. Diyelim ki. taksi parası 9.75 TL tuttu, ben 10 TL uzattım. Hani hepimizin yaşadığı sahne vardır ya, taksici üstünü arıyormuş gibi yapar, siz de para üstünü alabılmek için bir ayak dışarda, inmemek için debelenirsiniz. Tam o sahne olacak. Şoför, para üstü varmı diye aranmaya başladı.
        "Üstü kalsın kardeşim"dedim.
        Döndü bana doğru
        "Vaktin varmı ağabey?" dedi.
        "Evet" dedim (tek ayağım hala dışarda)
         Dörtlülere bastı, trafik dört şerit akıyor, indi araçtan. Önde bir büfe var. Gitti oraya, bir şeyler konuşup geldi. Bana 25 kuruş uzattı. Belli ki para bozdurmuş.
         "Birader" dedim,"9.75 değil, 10.50 yazsa istermiydin 50 krş.benden?"
         -Niye alacağım ağabey 50 kuruşu?
         -Peki niye gittin 25 kuruş için o kadar uğraştın. Üstü kalsın demiştim.
          Döndü bana, attı kolunu arkaya :
         -Vaktin varmı ağabey
         -Var
         -Çek kapıyı o zaman
         Muhabbetçi bir taksici ile karşı karşıyayız.
         5 dk.konuştuk. İngiltere'de profösüründen, bilmem kiminden eğitimler aldım. O taksicinin 5 dk.da öğrettiklerini, ingiliz hocalar haftalarca verdikleri derslerde öğretemediler.
        Ağabey biz Keçiören'de 5 kardeşiz. Babam rençberdi benim, günlük yevmiyeye giderdi; artık inşaat falan bulursa çalışır gelir, o gün iş bulamamışsa, biz eve gelişinden, yüzünden anlardık. Durumumuz hiç iyi olmadı. Akşam yer sofrasında yemek yerdik. Yemek bitince babam bize"Durun kalkmayın" derdi. Önce dua ederdik sonra babam bize sofrada konuşma yapardı.
          "Aha" dedim,"Bizim meslek", seminerci.
          - Ne anlatırdı baban?
          - Hayattta nasıl başarılı olunur ?  

            O gün inşaata çağırmazlarsa eve para getiremiyor, sonra çocuklarına hayatta başarı teknikleri anlatıyor.
            -Babam işe gidince büyük ağabeyimiz onu taklit ederdi, delik bir çorapla pantalonun ceplerini çıkarır, dört kardeşi karşısına alıp "Dürüst olun, evinize haram lokma sokmayın" diye anlatırken, biz de gülerdik. Annem kızardı, "Babanızla alay etmeyin. O, hem dürüst hem de çalışkandır" derdi. Yan evde iki kardeş var, onların babası zengin. Babaları  birahane işletiyor, ama adamda her numara vardı, kumar falan oynatırdı. Bizim yeni hiç bir şeyimiz olmadı, hep o ikisinin eskilerini kullandık. O amca mahalleden geçerken biz 5 kardeş ayağa kalkardık, çünkü bize bahşiş verirdi. Babam eve gelince ayağa kalkmazdık. Çünkü hediye, para falan hak getire. Ağabey biz babamı kaybettik. Altı ay içinde yandaki baba da öldü. Yandaki baba iki çocuğa 5 katlı bir apartıman, işleyen birahane, dövizler ve araziler bıraktı. Bizim baba ne bıraktı biliyormusunuz ?
            -Ne bıraktı?
            -Bakkal veresiyesi ve konuşmalarını bıraktı :
"Evladım işinizi dürüst yapın, hakkınız olmayan parayı almayın..."falan filan.
Ağabey aradan 15 yıl geçti, diğer 2 kardeş cezaevindeler, ne ev kaldı ne birahane. Ailesi dağıldı. Biz 5 kardeş, beşimizin Keçiören de taksi durağında birer taksisi var hepimizin birer ailesi, çoluk çocuğu, hepimizin birer dairesi var. Geçenlerde büyük ağabeyimiz bizi topladı ve dedi ki :
             "Asıl mirası bizim baba bırakmış."
              Hepimiz ağladık. 5 kardeş taksiciliğe başladığımızdan beri, taksimetrenin yazmadığı 10 kuruşu evimize sokmadık. Her şeyimiz var Allah'a şükür.
               Çok duygulandım,veda ettim, tam ineceğim :
               -Dur ağabey, asıl bomba şimdi.
               -Nedir bomban ?
               -Nerede oturuyoruz biliyormusun? O iki kardeşin oturduğu 5 katlı apartmanı biz aldık. 5 kardeş orada oturuyoruz.

               Evladınıza ne araba bırakırsınız, ne ev, ne de başka bir miras. Evlada sadece değer kavramları bırakırsınız. Bakın iki baba da evlatlarına değer kavramları bırakmışlar.


A.Şerif İZGÖREN'in kitabından aktarılmıştır.
 


İDARE LAMBASI

Bağbozumuydu hiç unutmam
Lambanın ışığı vuruyordu yüzüne
Üzümlere vurur gibi
Sonra sesin,ışıkla aynı rekteydi
Nedense bal demek geliyor içimden
İkisini birden düşündüğümde
'Kendi içiyle ilişkisi kopmuş biri
Başkalarına gerek duymaz bir daha'
Demiştin.
Susup seni dinlemiştik.

O yılın şarabı bambaşkaydı.

Duyguları çektik kıyıya
Hiçbir fırtınaya gücü kalmamış
Yorgun tekneler tekliyor
Gün günden çürüyen
Bir iç denizde kirleniyoruz
Son büyük dalgayı kaptırmamak için
Serseri bir vurguna
Bütün güvencemiz bu liman
Yatıştırılmış bir denizin çalkantısını
İdare ediyoruz
İdare lambası altında

O yılın şarabını hiç unutmam!

 Murathan Mungan

KIRILGAN

Kırılgan bir çocuğum ben
Yüreğim cam kırığı.
Bütün duygulardan önce
Öğrendim ayrılığı.
Saldırgan diyorlar bana
Oysa kırılganım ben.
Gözyaşlarım mücevher
Saklıyorum herkesten.
Ürküyorlar gözümdeki ateşten.
Ürküyorlar dilimdeki zehirden.
Ürküyorlar o dur durak bilmeyen gözü kara cesaretimden.
Diyorlar: Bir yanı sarp bir uçurum,
Bir yanı çılgın dağ doruğu.
Oysa böyle yapmasam ben
Nasıl korurum
İçimdeki çocuğu?
Bir yanım çılgın nar ağacı,
Bir yanım buz sarayı.

Murathan Mungan

ANTİK KENT


Mutlu günlerimizdi...
Deniz tuzu,dövme gül
Yanık tarçın gibiydik
Rüzgarın saçlarımızı taradığı yamaçlarda
İkimizden bir bayrak dalgalanırdı
Birbirine bakan
Tarihin ve otların
Arasında
Adı yoktu yaşadığımız şeyin
Bir boşluk bile değildi bu
Onca boşluğun içinde
Yontulmamış birkaç harf
Taşlar kadar tarihe kefil
Günler gibi düşünülmeden akıp giden
Otların gölgesindeki gece kadar derin
Ay ışığıydı her şeyi sessizce bütünleyen

Bir dönüş biletiyle kırıldı gece
Kırıldı mevsim
Kalakaldık
Birbirine bakan sunaklarda
Zehiri giz olan otlar boyverdi
Kırık heykel parçaları dağılmış ten
Zaman tarihe geri çekildi
Kalıntıları ne kadar ipucuysa bir antik kentin
O kadar biliyoruz nedenlerini ve sonuçlarını
Ayrılınca adını aşk koyduğumuz o şeyin.

Murathan Mungan

HUZURSUZLUĞUN KİTABI

Huzursuz olmayan insan var mıdır hayatta? Ya da çok çok huzurluyum diyebilen kaç kişidir acaba? Gün içinde bile ufak ta olsa canımızı sıkacak, keyfimizi kaçıracak, huzurumuzu bozacak olaylarla karşılaşmıyor muyuz? Birimiz, ikimiz değil hepimiz yaşıyoruz veya yaşatıyoruz.

Bernardo Soares imzalı 'Huzursuzluğun Kitabı' tarihten, mitolojiden, edebiyattan, ruhbilimden haberdar bir 20.yy insanının gerçekliği yadsıyışının, kendini hayallere hapsedişinin güncesi. Gündüzleri bir kumaş mağazasında çalışan, geceleri yağmurun sesinde, ayak seslerinde yalnızlığı duyumsayan bir Lizbonluydu Bernardo Soares ya da Fernando Pessoa. Bugün Portekiz edebiyatının en önemli eseri olan kabul edilen bu kitapdaki her metin, kırık bir aynanın, gerçekliğin bir yanını yansıtan ve sonsuzca çoğaltan bir parçası. 

Fernando Pessoa'nın yazımı ve Saadet Özen'in çevirisiyle Can Yayınlarından bir anlatı...

KESİŞEN YAZGILAR ŞATOSU







Tarot sever misiniz? Açılan her kart ayrı bir hikaye anlatıyor. Kimi 'Ruhunu Satan Bir Simyacı'nın kimi ise 'Lanetli Bir Gelin'in öyküsünü. 

Sık bir ormanın ortasında bir şato, gece bastırdığı için yolculuklarına devam edemeyenler için barınak olur. Yolcular konuşma yeteneklerini kaybettikleri için tarot kartlarını kullanarak birbirleriyle iletişim kurarlar. Her birinin kader yolu bir diğerininkine açılmaktadır. 

Italo Calvino'nun anlatımıyla, kendinizi kartların gizemli dünyasında bir öyküden diğer öyküye sürüklenirken  buluyorsunuz.

Semin Sayıt'ın çevirisiyle Yapı Kredi Yayınları'ndan

UNUTKANLIK

MADAM ARTHUR BEY VE HAYATINDAKİ HER ŞEY

'Falcı kadın elinde kahve fincanı, otelin lobisinde tahta bir tabureye kuş gibi tünemiş, belli belirsiz dudaklarını oynatıyor. Nagehan, gözlerini kahve fincanına diken kadının ellerine bakıyor. Kadının ellerinin üzerinde dövmeler var. Tuhaf dövmeler. Kayıp bir kavmin büyüleri gibi. Az önce anlattı, O dövmeleri küçükken eline anneannesi yorgan iğnesiyle yapmış. Loğusa sütü, idare lambasının isi ve koyunun öd sıvısı...Canı çok yanmış. aynı dövmeler anneannesinde de varmış. Ona da anneannesi yapmışmış. Anneannesi şamanmış. Köyde hastaları, delileri ve kadınları o yatıştırırmış' diye masalsı bir anlatımla başlıyor Mine Söğüt Madam Arthur Bey Hayatındaki her Şey adlı kitabına.

Kara yalıda gizlenen Madam Arthur Bay, eski fotoğrafların izinde romanını yazan Olcayto Ran, yangınların ve ölümlerin dilsiz kadını Maria, eski sevgili Keşşaf Hanuman, her şeyi bilen hayat kadını Nagehan, Kimliğini arayan Şehnaz Hanuman, bütün cinayetlerin tanığı antikacı Kedileş, Kara Yalı'da kaybolmuş baba Ruhat Ran...Burada herkes kendine yeni bir hayat arar. Herkes hayatından kurtulmak, olanları unutmak ister.

Mine Söğüt'ün kaleminden yaşamın gizlerinde dolanan tuhaf bir roman.

Yapı Kredi Yayınları'ndan...

ADALARI SEVEN ADAM

'Evet, bir adaydı burası. Kayaların dibindeki Kelt denizi her zaman ama her zaman adanın uçuk bozukluğunu emmiş, yıkamış, silikleştirmişti. Ne kadar çok sesi vardı denizin! Derinlerdeki patlamalar, gümbürtüler, uzayıp giden iç çekmeler, ıslık sesleri; sonra suların altında gerçek insan sesleri, sanki bir pazar yeri şamatası.'

Sadece 63 sayfadan oluşan D.H.Lawrence'nın Adaları Seven Adam adlı mini kitabını okurken kendinizi ada hayatının içinde hissedeceksiniz.

Celal Üster'in çevirisiyle...K Kitaplığı...

YALNIZLIĞIN 17 TÜRÜ

Deniz fenerlerini severmisiniz? Gerçeklerini tabikii. Hani geceleri ışığıyla gemilere yol gösteren yalnız ve mağrur yapıları.

Eğer seviyorsanız Ertuğ Uçar'ın 'Yalnızlığın 17 Türü' adlı kitabını okumanızı öneririm. 17 öyküden oluşuyor kitap. Denizden, iklimlerden, insanın doğayla karşılaşmasından ve seçilen mekanın sonsuz doğadaki duruşundan söz ediyorlar. Öykülerin kahramanları ise sadece insanlar değil, deniz, kule, iklim, coğrafya hepsi bir beden olmuş.

Ufku aydınlatan ışık dibini unutur mu hep? başlıklı dördüncü öyküsü ise deniz fenerlerinin geçmişten günümüze değişimini dramatik bir biçimde anlatıyor.

Ayrıca kitap çok güzel deniz feneri çizimleri ile süslenmiş...

Alef  Yayınevinden

SON RIHTIM

'...ve bir koku, eski gemiden bir gürültü, çürümüş tahtalardan ve paslanmış demirden ve uluyan ve ağlayan makinelerden, çarpıyor pruvaya, çiğniyor geminin böğrünü, ağır ağır yiyor ağıtları, yutuyor, uzaklıkları biteviye, acı sudan bir gürültü yapıyor acı suda ve sürüklüyor öteler o eski gemiyi eski sularda.' diyerek, Pablo Neruda'nın 'Yük Gemisinin Hayaleti' isimli eserinden bir alıntı ile başlıyor. 

Son Rıhtım harap, başıboş ve yorgun yük gemisi Tramp Steamer´ın, kaptanı Iturri´nin ve güzeller güzeli Varda´nın aşk dolu öyküsünü anlatır. Anlatıcı Tramp Steamer´ı ilk gördüğü andan itibaren bu garip geminin benzersiz bir hikâye barındırdığını anlar ve şans eseri geminin tüm geçmişini öğrenir? Cervantes ödüllü yazar Álvaro Mutis bu kitabında aşkın bambaşka bir halini anlatıyor ve ustalığının verdiği güçle onu ölümsüz kılıyor.

Bir yük gemisinin peşinde yaşanan hayatlar...Denizi, gemileri sevenlere...

Turkuvaz Kitap'dan...

MACERA

Küçüktüm, küçücüktüm,
Oltayı attım denize;
Bir üşüşüverdi balıklar,
Denizi gördüm.

Bir uçurtma yaptım, telli duvaklı;
Kuyruğu ebemkuşagı renginde;
Bir salıverdim gökyüzüne;
Gökyüzünü gördüm.

Büyüdüm, işsiz kaldım, aç kaldım;
Para kazanmak gerekti;
Girdim insanların içine,
İnsanları gördüm.

Ne yardan geçerim, ne serden;
Ne denizden, ne gökyüzünden ama...
Bırakmıyor son gördüğüm,
Bırakmıyor geçim derdi.

Oymuş, diyorum, zavallı şairin
Görüp göreceği.

Orhan Veli

KAYIP GÖLGELER KENTİ

Ankara'da soğuk bir akşam üstünden Kafka'nın şehri Prag'a yapılan büyülü bir yolculuk...Üstelik otel odanıza gelip giden Mucha Kızları ve Sarah Bernhardt.  Bu da yetmiyormuş gibi soluklanmak için oturduğunuz kafede Cafe Europa'da  Rusya'nın efsanevi lideri Joseph Stalin'in karısı Nadya ve Kafka'nın nişanlısı Felice ile yapılan sohbetler...Oradan Seul'a uzanan bir yolculuk. Buğulu tapınaklar, tuhaf rahipler, içinde ölülerin saklandığı kavanozlar ve ölülere yazılan mektuplar. Moskova'da işkenceler hapishanesi, idam listeleri, Stalin'in ilk aşkı ve son gecesi akıp gidiyor Nazlı Eray'ın büyülü kaleminden...   

Prag'a gitmeden de kahvenizi keyifle yudumlarken Kayıp Gölgeler Kenti'nin satırları arasında Prag sokaklarında gezinebilirsiniz. Hemde çevrenizi kuşatan geçmişten gelen kahramanlar eşliğinde...

Nazlı Eray'ın okumaya doyamayacağınız anlatımıyla Turkuvaz Kitap'dan...

MAVİ YUNUSLAR SARAYI

Girit'in Efsanevi Minos Uygarlığının Romanı

'Girit'in üzerindeki gökyüzü karamaya başlamıştı bile. Kor halindeki sünger taşları adanın üzerine sağanak gibi yağıyordu. Denizin üzerini dolduran yüzen kaya parçaları, gitgide artan bir süratle birleşip yanan setler oluşturuyordu. Kabaran sular önlerinde oluşan bu doğal engele balyoz gibi darbeler indirmeye başlamıştı. Uğultular yeri göğü dolduruyordu. Devasa su sütunları yıldırımlar eşliğinde fışkırmaya başlamıştı. Sel baskını, büyük sel baskını.

...Büyük Ana'nın rahibi çift ağızlı Balta tapınağında diz çökmüştü. Önünde kireç taşından yapılma iki tören boynuzu ve yılan tanrıçanın küçük bir heykeli vardı. Sol elinde kutsal yağla dolu kulplu bir testi tutuyordu., suratını ise deri bir boğa maskesi örtmekteydi.  Ellerini yukarı kaldırdı ve duyulur duyulmaz bir sesle yakarmaya başladı.'

Girit'in ünlü labirent söylencesi. Theseus ve Minotaurus'un hikayesi. Brigitte Riebe'nin kaleme aldığı bu efsane Kraliçe Pasiphae ve bir boğa cambazının oğlu olan Asterios, kehanete göre, Girit'i yok olmaktan kurtaracak ilk erkek rahiptir.Fakat yarı kardeşi Ariadne ile arasındaki aşk ve Attika veliahdı Theseus ile yaptığı bir kavgada neredeyse ölüme çok yaklaşması, ne kadar ağır bir görev yüklendiğini göstermektedir.

Mitolojiye ilgi duyanların sıkılmadan okuyabileceği bir kitap. Atilla Dirim'in çevirisiyle Yurt Yayınlarından...

KARS VİLAYETİ

Kars'ın Çarlık dönemindeki 'kayıp tarihi' Rus, Ermeni ve Osmanlı arşivleriyle aydınlatıldı.

Tarihçi Dr. Candan Badem'in 'Çarlık Rusyası Yönetiminde Kars Vilayeti' isimli kitabı Birzamanlar Yayıncılık tarafından yayınlandı.

'Ben burada Kars'ın renklerini oluşturan bütün kültürel, etnik ve dinsel gruplara karşı önyargısız ve tarafgielikten uzak hareket etmeye çalıştım. Hiç bir grup için mağdurluklarla veya zaferlerle dolu görkemli bir tarih yazmaya çalışmadım, sadece hakikati anlatmaya çalıştım' diyor yazar Oktay Ekinci'nin Cumhuiyet Gazetesinde yayınlanan 'Uygarlıkların İzinde' köşesinde.

1878'den 1918'e kadar kırk yıllık bir sürede Kars belgeseli...

ARZU MEYHANESİ

Sorma bana meyhaneci nereden geldiğimi
Sorma doldur kadehimi
Gelen fakir yabancı
Methini duydumda geldim arzu meyhanesinin
Lezzeti başkaymış burada içkinin
İçmeğe geldim

Her masası neşeli kendi aleminde yaşlısıyla genciyle
Bazen değişik yaşanır kendine has gecesiyle
Binbir ahenk bulunur tefinde zilinde çingenenin
Ver ahbap ver bir duble daha ver içmeğe geldim.

Ali Haydar Ertan

YİRMİLER KIZI

Sıkıcı bir cenaze, kayıp bir kolye, sürtük bir ruh :)

Yirmilerinde bir kız ve Yirmiler'den kalma başka güzel bir kızın güzel ve komik hikayesi. Yeni bir kahkaha makinesi.

Lara hep uçuk bir kızdı. Lara'nın büyük teyzesi Sadie ise sürekli çarliston dansı yapan yirmilerde yaşamış bir çılgın. Bir gün Lara'ya musallat oluyor ve macera başlıyor. Sadie'nin ruhunun huzura kavuşmasının tek yolu biricik ve kayıp kolyesinin bulunması.

Acaba Sadie'nin hayaleti, Lara'nın dertlerine deva olabilir mi ve farklı çağlardan iki kız süper bir ikili eder mi?

Sophie Kinsella'dan hepimizin içindeki Sadie'yi ortaya çıkaran bir roman...Artemis yayınları

KEŞKE GERÇEK OLSA

İşten eve yorgun döndüğünüz bir gün banyo dolabınızın içinde bir kadın bulsanız ne yaparsınız? Hele bu kadını sizden başka kimse görüp sesini duyamıyorsa? Genç ve güzel bir doktor olan Lauren bir trafik kazası sonucu bitk,sel yaşama girer ve çalıştığı hastaneye getirilir. Lauren hastanede yatarken ruhu özgürce dolaşmaya başlar. Lauren'in ruhunun en önce gittiği yer yıllarca oturmuş olduğu, ama bitkisel yaşama girdikten sonra genç Amerikalı mimar Arthur'a kiralanmış olan apartman dairesidir...Hikayenin devamı kitabın sayfalarında...

Marc Levy'den hoşça vakit geçirebileceğiniz bir roman. Can yayınlarından...

SEN BANA MEVSİMLERDEN SÖZ ET

Arjantin Pampalarından Yunanistan'ın Akdeniz güneşinde kavrulan topraklarına uzanan, dünya kadar yaşlı bir saplantının öyküsü: bir kadını arayan erkeğin hikayesi. tek farkla; Ricardo Vacarezza, Sara'yı üç bin yıl önce tanıdığını söylüyor...
"-Yoksa bana geleceği görmek mümkün mü demeye çalışıyordun?
- Geleceği ve geçmişi.
- Geçmişimizi hepimiz biliyoruz. Bunda ilginç olan ne?
- Benim sözümü ettiğim geçmiş, geçmişten ve diğer bütün geçmişlerden önceki geçmiş. Yoksa insanın tek bir hayat yaşadığına inanacak kadar saf mısın?
Doğuyorsun, ölüyorsun, hepsi bu mu? Hayır, doğarsın, ölürsün, doğarsın, ölürsün...Sonsuza dek."

Gilbert Sinoué'den...

KUTSAL YALANLAR

Joanna Harris'den bir kitap daha 'KUTSAL YALANLAR'

Onyedinci yy. Fransası'nda tam bir kaos yaşanmaktadır. Cadı avı, suikastlar ve dinsel tutuculuk çılgınlık sınırındadır. Tüm bu karmaşa içinde bir tiyatrocu ve ip cambazı olan Juliette, kendi yaşam savaşını vermektedir.

Yaşadığı zorluklardan kurtulup yeni bir hayat kurmak isteyen Juliette, kurtuluşu Azize Marie de la Mer Manastırına sığınmakta bulur.

Adını Rahibe Auguste olarak değiştiren genç kadın, kendi ve küçük kızı Fleur'a yeni bir hayat kurar. Artık her şeyin daha farklı olacağına inanmaktadır.

'Böyle başlıyor : Oyuncularla, LeMerle'le ve uğursuz kuşla. Annem her zaman şans tıpkı gelgit gibi gelir ve gider derdi. Belki de kaderlerimizin yeni bir yön almasının zamanı gelmişti yanlızca. Bazı kafirlerin iddia ettikleri gibi dünya dönüyor ve daha önce aydınlık olan yerlerde tüyler ürpertici gölgeler oluşuyor. Oyuncular sahnede sıçrayarak şarkılar söylerken, kıpkırmızı boyalı ağızlarıyla alev püskürtürken, maskelerinin arkasında sırıtarak dönüp dururken, tef ve flütten yükselen namelere uyarak altın renkli tozların içinde dans ederken, gölgenin iyice yaklaştığını, kanatlarını rengarenk kostümlerin, uzun uzun tınlayan tefin, çığlıklar atan maymunun, maskelerin ve Isabelle ile Scaramouche'un üzerine örttüğünü hissedebiliyorum.'

Altın Kitaplardan...

BÖĞÜRTLEN ŞARABI

'Çikolata' nın yazarı Joanna Harris'in Böğürtlen Şarabı'nı tatmak isterseniz mutlaka okuyun...

Jay Makintosh'un çocukluk anıları belleğinden silinmemiştir. O unutulmaz büyüleyici günlere dönebilmenin özlemini çekmektedir. Çoktan kayıplara karışmış bir dostun vermiş olduğu bir şişe şarap Jay'e eski günlerin ve başka bir dünyanın kapısını açar.

'Şarap konuşur. Bunu bilmeyen yok. Etrafınıza şöyle bir bakın. Sokak köşesindeki kahine; düğün şölenine davetsiz gelen konuğa; kutsal soytarıya sorun. Konuşur. Vantrilok gibi sesini duyurur. Bir milyon sesi vardır. Dili çözer, açıklamak niyetinde olmadığınız, hatta belki bilmediğiniz sırları dışarı sızdırır. Bağırır, atıp tutar, fısıldar. Büyük şeylerden, müthiş planlardan, trajik aşklardan ve korkunç ihanetlerden söz eder. Kendi kendine yavaşça kıkırdar. Haykıra haykıra güler. Kendi yansımasının karşısında ağlar. Çoktan tarih olmuş yazları ve unutulmaları yeğlenen anıları geri getirir. Her şişe başka zamanlardan, başka yerlerden bir nefestir' diyerek devam ediyor...

Altın Kitaplar'dan Meral Gaspıralı'nın çok güzel çevirisiyle...Sağlığınıza :)

İKİ HASTALIĞIM VAR BENİM

İki hastalığım var benim.
Biri yoksulluk, biri aşk
Yoksulluğa katlanırım ama
Dayanamam aşk ateşine

Biliyorum yoksul olduğumu;
Ne adımı hatırlatın bana,
Ne hangi gün olduğunu.
Bir yere götürmez bizi bütün bu acılar.
Sen hamsileri yıka
Ben şarap koyayım.
Çıplak ve sarhoş
Biz zenginiz yatakta


(Antik Çağda Anadolu Şiiri Antolojisi ' adlı kitaptan alınmıştır. Derleyen Alova)

MAYA

Seninle gül gibi yaşarız
Geçinip gideriz diye düşünüyorum
Sen benim yaralarımı temizlersin ben oltaları,
Perşembe pazarından aynalar alırız
Renkli gösteren
Gemilere bakarız.
Sen süvariye aşık olursun, ben karısına.
Tekneye atlar Lisbon boğazına gideriz.
Oltaları sallandırır yeni aşklar bekleriz.
En fazla iki şarkı ezberleriz.
Gelene gidene söyleriz.
Kaptan karısına döner.
Oltamızı toplar bir yan şehre döneriz.

Salih Ecer
('Beni Yutkunmaya Sevk Eden Bir Erkeklik Hali Sezdim' adlı kitabından) 

VEFA TOROSLU'DAN DENİZ FENERLERİNİN HİKAYESİ



Karanlığın sessiz tanıkları, denizcilerin kader arkadaşları... Vefa Toroslu, Türkiye’nin dört bir yanını gezip deniz fenerlerini fotoğrafladı. Önce bir sergi açtı, sonra çektiklerini kitaplaştırdı. “Deniz Fenerleri” sadece taş yapıların tarihlerini değil, aynı zamanda yıllardır içinde barındırdığı insan hikayelerini etkileyici bir dille anlatmayı başarıyor.

Denizcileri, gemicileri ve deniz meraklılarını bilgilendirici birçok bilginin bulunduğu “Deniz Fenerleri” kitabı bir kılavuz niteliğinde. Dört kısıma ayrılmış olan kitabın ilk bölümü “Genel Olarak Deniz Fenerleri”... Burada fenerlerin sınıflandırılmasından karakteristiklerine kadar birçok konuda bilgi veriyor.

Kitabın ikinci bölümü ise dünyadaki deniz fenerlerine bir bakış atar nitelikte. Tabii ki bu bölümde tanıtılan ilk fener İskenderiye. “Kesin olarak varlığı bilinen ilk deniz feneri dünyanın antik çağdaki yedi harikasından biri olan İskenderiye Feneri’dir. Fener, Mısır’da İskenderiye Limanı’nın Pharos Adası üzerine yapılmıştır. Romalılar Mısır’ı ele geçirdikten sonra burada Batlamyus olarak anılan bir devlet kurmuşlardır.”

“Deniz Fenerleri” adlı kitapta İskenderiye dışında, İtalya’dan, İngiltere’den, Fransa’dan, Amerika’dan Almanya’dan birçok fener de anlatılıyor.

Toroslu kitabında ağırlıklı olarak Türkiye’de bulunan günümüz fenerlerine ve tarihi fenerlere yer vermiş. Osmanlı döneminde ilk inşa edilen fener Fenerbahçe’den anlatmaya başlayan Toroslu, o zamanlarda 12 bölgede toplanan fenerleri detaylandırmış. Daha sonrasında ise Cumhuriyet döneminde inşa edilen fenerler anlatılıyor kitapta.

“Deniz Fenerleri”nde en çok sayfa Tarihi Deniz Fenerleri bölümüne ayrılmış. Vefa Toroslu’nun gezip, fotoğraflandırdığı fenerlerin hepsinin tarihçesi de kitapta bulunuyor. Kerpe’den Şile’ye, Hopa’dan Çanakkale’ye, İzmir’den Aydın’a kadar tüm fenerler, tüm ihtişamlarıyla kitapta karşınıza çıkıyor.

Kaynak: Vatan

CARLOS RUIZ ZAFON MELEĞİN OYUNU





İSPANYA’DA DON QUIXOTE’TAN SONRA EN ÇOK SATAN RÜZGÂRIN GÖLGESİ YAZARINDAN,
ULUSLARARASI BESTSELLER LİSTELERİNDE 1 NUMARA OLAN YENİ BİR KİTAP DAHA…
Barselona’da berbat bir pansiyonda yaşamakta olan genç David Martín, gecelerini, yaşadığı kentin yeraltı dünyası hakkında öyküler yazarak geçirmektedir. Takma bir isimle yazdığı polisiye romanlar ve öykülerle hayatını kazanan David’in günün birinde, önünden geçmekte olduğu eski bir ev, nedenini bilmediği bir içgüdüyle ilgisini çeker ve David kısa bir süre sonra bu eve yerleşir. David’in kilitli bir odada bulduğu fotoğraflar ve mektuplar evin bir önceki sahibinin esrarengiz ölümüne ışık tutmaktadır. Genç yazarın içinde yaşadığı evin gizemlerle dolu öyküsü zaman içinde etkili bir zehir gibi kemiklerine kadar işler. Genç yazar bir gün, Andreas Corelli adındaki esrarengiz bir yayıncıdan bir mektup alır. Adam, ona müthiş bir teklif yapmaktadır. Ondan, o güne dek benzeri olmayan, kalpleri ve akılları yerinden hoplatacak güçlü bir roman yazmasını ister. David çalışmaya başladığı zaman, romanı ile yaşadığı evi saran gölgeler arasında bir bağ olduğunu fark eder...

ELİM SENDE...

Bu belge ile resmi olarak yetişkinlikten istifa ettiğimi bildiririm.

Tekrar 8 yaşın tüm sorumluluklarını kabul etmeye hazırım.

Yağmur sonrası çamurlu sularda tahta parçası yüzdürmek, kayalarda yürümek istiyorum.

Çikolatanın paradan daha iyi olduğunu çünkü daha tatlı ve yenilebilir olduğunu düşünmek istiyorum. Sıcak bir yaz gününde bir meşe ağacının gölgesinde oturup arkadaşlarımla limonata satmak istiyorum. Hayatın daha basit olduğu zamana dönmek istiyorum. Bütün bildiğin renkler, çarpım tablosu ve ninniler ama bu kadar az bilmek beni rahatsız etmiyor. çünkü ne bilmediğini bilmiyorsun ve umurunda da değil.

Bildiğin tek şey mutlu olmak çünkü seni üzecek veya kızdıracak şeylerden tamamen bihabersin. Dünyanın adil olduğunu, herkesi iyi ve dürüst olduğunu düşünmek istiyorum. Herşeye mümkün olduğunca inanmak istiyorum. Yaşamın karmaşıklığını unutup, yeniden küçük şeylerden fazlasıyla heyecanlanmak, zevk almak istiyorum. Tekrar basit yaşamak istiyorum.

Günümün bilgisayar arızaları, kağıt yığınları, üzücü haberler, bankada para olmadan, ay sonunu getirme kaygıları, doktor faturaları, dedikodu, hastalık ve sevdiklerin kaybedilmesinden ibaret olmasını istemiyorum.

Aşkın varlığını (daha doğrusu yalan olduğunu) bilmek dahi istemiyorum.

Gülümseme, kuçaklaşma, tatlı bir söz, doğruluk, adalet, barış, rüyalar, hayaller ve kardan adam yapmanın gücüne inanmak istiyorum.

İşte, çek defterim ve arabamın anahtarları, kredi kartlarımın ekstreleri, gelir belgelerim…
Resmi olarak yetişkinlikten istifa ediyorum.

Eğer bu konuda benimle daha fazla konuşmak istiyorsanız, önce beni yakalaman lazım çünküüüü;

Ebeeee, elim sendeeeeee!