Bizden kaçırdığınız eserleri geri vermeyin!




Hürriyet yazarlarından Melis Alphan'ın bugün köşesinde böyle bir başlık vardı. Okumuşsunuzdur gazetelerde, son zamanlarda bir moda çıktı Türkiye'den yurt dışına kaçırılan eserlerin istenmesi. Bu yeni bir şey değil her zaman yapılıyor. Ülkemizden yurt dışına çeşitli yollarla tarihi eserlerimiz kaçırılıyor ve biz istiyoruz. Tekrar kaçırılıyor, tekrar istiyoruz. Sonu gelmez diziler gibi. Son zamanlarda bu haberler gazetelerde boy boy yer almaya başladı. Şurdan şunu istedik, burdan bunu istedik diye. Kültür Bakanlığı iş başında, iz üstünde olduğunu göstermeye çalışıyor. Biz çalışıyoruz eserlerimizi geri istiyoruz. (da o eserler kaçırılırken neredesiniz acaba?)

Bende basında çıkan haberleri bir kaç kez  facebook'ta 'gittikleri ülkelerde kalsınlar, oralardaki müzeler bizim eserlerimize daha çok değer veriyor. Bizde çanak çömlek muamelesi gören arkeolojik eserlerimiz oralarda dünya mirası gözüyle bizden daha iyi korunuyor' diye paylaşmıştım. 

Kimi arkadaşlarım bu fikrime katılmış, kimiyse hem arkeoloji eğitimi aldın hemde böyle yazıyorsun diye beni eleştiri yağmuruna tutmuştu. Bende onlara tv programlarına konu olan müzelerin bodrumlarında çürütülen eserlerimizden, geçen yıllarda gazetelerde haber olan, plastik oyuncak kalıbı olarak Atatürk Havalimanından yurt dışına çıkarılan 1.5 tonluk lahitten ve benzeri olaylardan bahsetmiştim. Bilmem anladılar mı ama kim ne derse desin ben yurt dışına çıkarılan eserlerin Türkiye'ye getirilmesini istemeyenlerdenim. Evet bizim topraklarımızdan çıkan paha biçilmez eserlerimize yabancılar bizden çok daha fazla sahip çıkıyor ve en önemlisi dünya mirası gözüyle koruyorlar. 

Melis Alphan'da bu günkü Hürriyet'teki köşesinde bu konuyu kaleme almıştı. Yurtdışına kaçırılan eserlerimizle, arkeolojiyle ilgilenenlere...Bizden kaçırdığınız eserleri geri vermeyin...

Haberi okumak için linki tıklayınız...

LÖSEV Gönüllüsü Olmak Bir Ayrıcalıktır...


Büyük LÖSEV Ailesi, lösemili&kanserli çocuk ve ailelerin bu zorlu mücadelede yalnız olmadıklarını göstermek için sevgi ve azimle çalışan bir vakıftır. LÖSEV kurulduğu 1998 yılından bugüne dek faaliyetlerini duyarlı kişi ve kuruluşların destekleri ve binlerce GÖNÜLLÜSÜ’nün katkılarıyla gerçekleştirmiş; Türk halkının konu hakkında daha bilinçli ve duyarlı olmasıyla beraber tedavide %91'lere çıkardığı başarısını %100’e çıkartmayı hedeflemiştir.



LÖSEV'e gönlünü veren gönüllüler LÖSEV’in her etkinliğinde aktif rol almakta, vakıf çalışmalarına aktif katılım göstererek çocukları hayata bağlamaktadırlar.

Yüreğinde paylaşım ve sevgiye yer olan herkesi Lösev gönüllüsü olmaya davet ediyoruz.


Lösev gönüllüsü olabilmek için aşağıdaki formu doldurmanız yeterli: http://bit.ly/losevgonullusu
Lösev’i Facebook’ta takip etmek için: www.facebook.com/losev0660
Lösev’i Twitter’da da @losev1998 hesabından takip edebilir, #LosevHayatVerir hashtag’i ile  paylaşımlarınızla destekleyebilirsiniz.

Bir bumads sosyal sorumluluk içeriğidir.

Rüzgar



Var gücüyle kıyıyı döven dalgaların sesi yaprakların sesiyle dans ediyor bu gece. Deli rüzgar bomboş sokaklarda evlerin duvarlarına çarparak dolaşıyor. Rüzgar çanı fazla mesaide. Gecenin tüm olumsuzluklarını evden uzak tutmaya çalışıyor sanki. 

Yıldızlar pırıl pırıl parlıyor gökyüzünde. Sakin, sessiz...

Dün gecenin boğucu sıcağı yerini rüzgara bırakmış kaçmış. Uzaklardan bir pencere çarpması geliyor kulağıma. Terk edilmiş evin etrafında yarasalar uçuşuyor. Elektrik direğinin üzerindeki baykuş geceyi bölen bir çığlık atıyor. Ve bir araba geçiyor aheste aheste arkasında toz bulutu bırakarak. 

Kopan yapraklar sürükleniyor çimlerin üzerinde, duvarın kenarına sıkışıp kalıyorlar. Karşı tarafta sazlar rüzgarın ritmine ayak uydurmuş salsa yapıyorlar. 

Rüzgar tanrılarının gecesi bu gece. Sahneyi Boreas, Poseidon, Zephyrus, Zeus paylaşıyor. Poseidon elindeki asasıyla dalgaları yükseltiyor, Zeus kalkanına vurarak fırtınayı başlatıyor, batı rüzgarı Zephyrus ve kardeşi Boreas Trakya'daki saraylarından çıkarak rüzgarın hızıyla yarışan atlarının üzerinde dört nala gidiyorlar. Ve rüzgar çanı daha da hızlanıyor. Büyülü bir şeyler fısıldıyor   geceye.


Sahnenin diğer köşesinde ise ben rüzgarın kollarında uykuya dalıyorum. Çanın tınıları, rüzgarın uğultusu ve dalgaların sesi eşlik ediyor rüyama. Denizin, çoktan uykuya dalmış bir köyün, teker teker ışıkları sönmeye başlayan şehrin, çatıların, kapkara bir ormanın üzerinden uçuyorum...Ve perde kapanıyor yarın gün doğumuna kadar...

Basit Yaşamak




Basit yaşayacaksın basit,

Mesela, susayınca, su içecek kadar basit.
Dört çıkacak, ikiyle ikiyi çarptığında.
Tek düğmesi olacak elindeki cihazın;
Tek bir düğme, tek bir cümle gibi;
Sevince lafı dolandırmadan söylediğin
“Seni seviyorum” gibi.

Basit bir öpücük yetecek sana;
Basit sıcak bir öpücük ve o öpücükle dolacak tüm günlerin, tüm düşlerin.
O öpücük için yapacaksın hayatının kavgasını,
O öpücük için yiyeceksin hayatının dayağını.
Kabak çekirdeği verecek sana, rakamların veremediği mutluluğu.

El yazısıyla yazılmış eğri büğrü bir mektup olacak.
En değerli kağıdın; hep yanında taşıdığın, atmaya kıyamadığın.

İki harekette giyiniverecek, iki harekette soyunuvereceksin.
Kısacık olacak uyanman ve yola çıkman arasında geçen süre;
Kısacık olacak
Sıcacık kollara dolanman
ve yolculuklara çıkman arasında geçen süre.

Kendin bile anlayabileceksin yazdıklarını;
Bakışların bile anlatabilecek kendini.

Beklentilerin de basit olacak.
Kaf Dağı’nın önünde bekleyecek mutluluklar.
Bir ıslıkta bulabileceksin en uzun dostluk romanını;
Ya da bir damla gözyaşı yaşatacak sana en ucuz aşk romanını.

Pankreasının sağlığına dua edeceksin kapatırken gözlerini.
Zafer işareti yapacaksın tuvaletten çıkarken.

Bir kaşarlı tost olacak aradığın nasıl oturacağını bilemediğin sofrada;
Parmakların olacak en kıymetli çatalın.
Yine, aynı parmaklar çözecek en karmaşık denklemleri.
İskender’in kılıcı duracak avukat rehberinin yanında.

Bir filarmoni orkestrası veremeyecek sana
Kontrplak bir gitarda, doğru basılmış bir “Fa diyez”in mutluluğunu.

Makyajın ilk “a” sına kadar bilmen yetecek.
Temizlik kokacak en pahalı parfümün.

“Bilmiyorum” diyebileceksin bilmediğinde ve çok normal olacak onu da bilmeyişin.
Tek dereden su getirmen yetecek, bir “istemiyorum” diyebilmeye.

Ne durduğu farketmeyecek abanın altında.

Saatin, sadece saati gösterecek;
Telefonunu sadece telefon etmek için kullanacaksın.
Küçük bir not defteri olacak bilgini en hızlı sayan.

Basit yaşayacaksın, basit.
Sanki yaşamın bir gün sona erecekmiş gibi basit.

Yalçın Ergir - Düş Hekimi

(Herkesin Can Yücel veya Nazım Hikmet sandığı şair)  

Nedenini okumak isterseniz http://www.ergir.com/nesinlik_hikaye.htm tıklayınız...


Ölüme Yakın Deneyimler ve Şeytan Yemini



Ölüme yakın deneyimler (ÖYD) veya Near Death Experience (NDE) tıbbi anlamda kalbin durup daha sonra tekrar hayata dönen insanların geçirdiği tecrübelere verilen isimdir. 


Bu olayı yaşayanların çoğu vücutlarından yükseldiklerini, kendilerini yukarıdan seyrettiklerini anlatmaktadırlar. Uzun karanlık bir tünelin sonunda parlak bir ışık gördüklerini, içlerini büyük bir huzurun kapladığını, kendilerinden önce ölmüş yakınlarının onları karşıladıklarını ve o ışığa doğru gittiklerini söylerler.


Mathieu Durey komadaki meslektaşı Lou Soberas'ı ziyaretiyle başlıyor Şeytan Yemini. Mat ve Luc'un okul yıllarından başlayan arkadaşlıkları meslek yaşamlarında da devam etmektedir. İkiside emniyette kendi alanlarında başarılı polisler olmuşlardır. Luc bir cinayet soruşturması sırasında beline taş bağlayarak nehirde intihar etmeye çalışmış ve komaya girmiştir. Mat arkadaşının bu hareketinin altındaki nedenleri araştırırken elindeki bulgular onu yıllar önce işlenmiş Manon Simonis cinayetine götürür. 8 yaşındaki kız okul çıkışı oynadığı evinin önünden kaybolmuş ve bir süre sonra Rozé Tepesindeki dağıtım istasyonu kuyularının birinin dibinde bulunmuştur. Bulunduğunda Manon için yapacak bir şey kalmamıştır. Cinayet sorumlusu olarak saat tamircisi olan annesi Sylvie'nin çocukluk arkadaşı Cazeviel tutuklanır ama olay çözüme kavuşturulamaz.   


Bu olaydan 12 yıl sonra Notre-Dame de Bienfaisance doğal parkında bir kadının cesedi bulunur. Çürümeye yüz tutmuş cesetin bir kısmı larvalar tarafından delik deşik olmasına rağmen kafasına bir şey olmamış ama kadının duyduğu acı yüzüne yansımıştır. Cesetin üzerinde çeşitli böcekler  ve göğüs kısmında ise nereden geldiği belli olmayan parlamaya devam eden liken bulunmuştur. Öldürülen kadının ismi Sylvie Simonis'dir. 12 yıl önce öldürülen Manon Simonis'in annesi. Böceklerin ölüm mangası olarak kullanıldığı cinayete kimilerine göre şeytani güçler karışmıştır. Cinayetteki en ilgi çekici nokta ise cesetin konumu ve vajinasına yerleştirilmiş baş aşağı haçtır. Bacakları açık manastıra dönük olarak bulunmuş ceset satanik bir cinayeti mi işaret etmektedir?


Araştırma ilerledikçe benzeri cinayetlerin farklı ülkelerde işlendiği ortaya çıkar. İtalya'da azize ilan edilen bir hemşire kocasını aynı şekilde öldürmüştür. Mat İtalya'ya giderek kadını sorguya çeker. Elindeki veriler Mat'ı Vatikan'a götürür. Vatikan ise onu daha bir kaç yerde karşısına çıkan  'ışıksızlar' ile tanıştırır. Kimdir bu 'ışıksızlar'? Neden onlara 'ışıksızlar' denmektedir?  


İşte burada ölüme yakın deneyim yaşayanların anlattıkları ortaya çıkar. Bu deneyimi yaşayanların çoğu uyandıklarında tünelin sonunda beyaz bir ışık gördüklerini söylemektedir. Bir kısmı ise tünelin ucunda kırmızı bir ışık gördüğünü. Kırmızı ışığı görenler için kullanılan bir deyimdir 'Işıksızlar'. Işıksızlar bundan sonraki hayatlarında şeytanın esiri olarak yaşamaktadırlar. Kırmızı ışık  ve kiminin de anlattığı gözler şeytanın gözleridir. 


Peki bu ışıksızların Manon ve Sylvie Simonis cinayetiyle ne ilgisi vardır? Luc ve Mathieu'ya ne olacak? Luc komadan çıkabilecek mi?


İşte bunların hepsinin cevabı Jean Christophe Grangé'nin soluk soluğa okuduğum 'Şeytan Yemini'nin sonunda aydınlanıyor. 


Şeytan Yemini konusu, kurgusu ve çevirisiyle elinizden bırakamayacağız bir solukta okuyacağız bir kitap. Eğer bugüne kadar okumadıysanız şiddetle tavsiye ediyorum. Yaz günlerinde iyi gidiyor doğrusu. 


Ayrıca bu kitabı okurken nedense sürekli Dan Brown'la karşılaştırdım. İki yazarı da okuyanlar hangisini tercih eder bilemiyorum ama ben Grangé'yi tek geçerim:) 


Vee her zaman olduğu gibi kitaptan tadımlıklar...


"Teybi ararken Mariotte'un kütüphanesinde bölgenin gelenekleriyle ilgili bir de kitap bulmuştum: Jura Hikayeleri ve Efsaneleri. 12. Bölüm'ün bir kısmı ünlü Saat Evi'yle ilgiliydi.


XVIII. yy başında, diye anlatıyordu yazar, bir saatçi ailesi bu evi, kuzeyli fırtınalardan korunmak ve sabır isteyen işlerini icra edebilmek için bir tepenin yamacına inşaa etmişti. Aslında, meraklı gözlerden saklanmak istiyorlardı. Bu zanaatkarlar simyacıydı. Büyüleyici etkiye sahip sihirli pandüller yapmayı başarmışlardı. Şaşmaz çark takımları, hassas mekanizmalar... 


Efsanenin başka versiyonları da vardı. Bunlardan birine göre, saatçiler bir büyücü soyundan geliyordu."


"Çok ender de olsa, kişinin güçlü bir sıkıntı ve korku duyduğu deneyimlerde vardır. Gördüklerinden ürker, ölüme yaklaşmak onu korkutur ve bu deneyimden yıpranmış ve korkmuş olarak çıkar. Bu deneyimler içinde, küçük bir grup bilinen klasik NDE'nin tam tersini bile yaşar. Kişi vücudundan ayrıldığını hisseder, ancak tünelin sonunda ışık yoktur. Sadece kızılımsı bir karanlık. Gördüğü yüzlerde tanıdıkları değildir, acı çeken, inleyen, biçimsiz figürlerdir. Sevgi ve merhamete gelince, onların yerini, korku, sıkıntı ve düşmanlık almıştır. Hasta uyandığında, kişiliği tamamıyla değişmiştir. Kaygılı, agresif ve tehlikeli..."


"Listedeki ikinci ismin üstüne tıkladım. Bir freskin fotoğrafıydı. Altındaki yazıya göre bunlar, Sudan'ın kuzeyinde, Nil üzerinde bulunan kutsal Kent Napata'da ortaya çıkarılmış, bir kraliçeye ait mezar odasını süsleyen resimlerdi. Kuşi uygarlığı MÖ VI yy civarında Mısırlıların gölgesinde gelişmişti. Açıklamalarda "Kara Firavunlar" olarak adlandırılan ve tarihte pek tanınmayan bir kraliyet hanedanından söz ediliyordu. Ancak fresk, "Işıksızları" gayet iyi anlatıyordu.


Işıksızları Koruyorum ... Orada, Her Şeyin Başladığı Yerde... 




Şeytan Yemini       Jean-Christophe Grangé     Doğan Kitap


* Çeviri ise, bendeki kitabın (29.baskı) kapağında Tankut Gökçe olarak yazılırken iç sayfada Şevket Deniz olarak yazılmış.