13.Cuma

Birçok kişi 13.Cuma'yı uğursuz kabul eder. Hatta bazı ülkelerde bile bugün için alınmış tedbirler vardır. Bir sürü filme, romana konu olmuştur. Peki ama neden uğursuzdur 13. Cuma. Nette araştırırken HaberTürk'den Özgür Uğur'un haberini gördüm ve paylaşmak istedim. İşte 13. Cuma'nın uğursuz sayılmasının nedenleri.

Sizce de öyle mi?

Eğer 13.Cuma'nın uğursuzluğuna inanıyorsanız aman dikkat! Kapınızı pencerenizi sıkı sıkıya kapatın bugün ne olur ne olmaz. Belki gecenin bir yarısında Jason'u karşısınızda buluverirsiniz:)


13. Cuma neden uğursuz kabul edilir?
Twitter'da trend konular listesine giren 13. Cuma korkusu, dünyanın en yaygın batıl inançlarından biri. 13 sayısının uğursuzluğuna olan inanç, herkesçe malum. Cuma günü ise bazı kesimlerde uğursuz kabul edilir. İşte bugün, ayın 13'ü olması ve Cuma gününe denk gelmesi, 13. Cuma inanışını yeniden gündeme getirdi.
Peki 13. Cuma neden uğursuz kabul ediliyor? Tarihi ve mitolojik kaynaklar ne diyor? Bu inanış ilk ne zaman ortaya çıktı? Hangi insanların yaşamlarını ne kadar etkiliyor? Hep birlikte inceleyelim...
"TRAFİK KAZALARI ARTIYOR"
“13.Cuma Sağlığınız İçin Zararlı Mı?” başlıklı 1993’te yapılmış bir tıp araştırmasının özetinde; 13.Cuma’yı çevreleyen sağlık, davranış ve batıl inançlar arasındaki bağlantıların gözden geçirildiğinden bahsediliyor. Araştırmayı yapan kişi 6.Cuma ve 13. Cuma günlerinde gerçekleşen kazaların listesini birkaç sene boyunca tutmuş. Elde edilen sonuçlara göre insanlar 13.Cuma’da araçlarıyla dışarı çıkmayı tercih etmezken hastanelerde araba kazaları yüzünden bulunan insan sayısı, diğer Cuma günlerinde olan kazalara göre çok daha fazla. Böylece çıkartılan sonuç da şu: “13.Cuma kimileri için uğursuzdur. Araba kazalarından hastaneye gitme olasılığı %52’lere kadar çıkabiliyor. O gün evden çıkmamak tavsiye ediliyor.”

İsterseniz gelin öncelikle 13 sayısının neden 'uğursuz' kabul edildiğine bir göz atalım...

Dünyada 13 sayısının uğursuz olduğu inancı çok yaygın. Bazı ülkelerde evlerin kapılarına 13 numarası verilmiyor. Bu inanç bir fobi, yani bir çeşit korku hastalığı olarak da kabul ediliyor ve adına da "triskaidekaphobia" deniliyor. Triskaidekafobi Yunanca’da "üç ve on, fobi" sözcüklerinden oluşuyor. Sözcüğe, yazılı kaynaklarda ilk kez 1911 yılında I. H. Coriat’ın "Abnormal Psychology" adlı yapıtında rastlandı.

Hz. İsa’nın çarmıha gerilmesinden önceki son yemeğinde toplam 13 kişi bulunuyordu; İsa ve 12 Havari. Sonraları 13 sayısını çağrıştıran bu sayının geçtiği herşey lanetli, kötü, korkunç olarak nitelendirilmeye başlandı. İbraniler’e göre 13 sayısının uğursuz olmasının nedeni İbrani alfabesinin 13’üncü harfinin "mavet" (ölüm) sözcüğünün ilk harfi olan "m" olmasıydı. Hammurabi kanunları listesinde ise 13 sayısı atlanmıştı. Kimi ülkelerdeki bir çok otel müşterisi 13 numaralı odada kalmayı reddeder; bu nedenle kimi otellerde oda numaraları 12, 12A, 14 olarak devam eder.

Kimi toplumlarda ise 13 sayısının uğuruna inanılıyor. Örneğin Meksika’da, Keltik ve Germen toplumlarında bu sayı genelin tam tersine önemli, kutsal ve şans getiren bir sayı olarak görülüyor. İslam dünyasında da genel inanışın aksine 13 rakamına ayrı bir değer veriliyor. Müslümanlar için önem taşıyan bazı önemli tarihlere ait rakamların toplamının 13 çıkması bunun nedeni olarak gösteriliyor. Örneğin Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in doğduğu yıl olan 571 tarihide bu örnekler arasında yer alıyor.

13. CUMA KORKUSU

Kelimenin kökenine bakacak olursak 13. Cuma’dan korkmaya “paraskevidekatriaphobia” deniyor. Bu da Yunanca Cuma anlamına gelen Paraskeví (Παρασκευή), 13 anlamına gelen dekatreís (δεκατρείς) kelimelerinin fobi anlamına gelen phobía (φοβία) kelimesine eklenmesiyle ortaya çıkıyor.

En Yaygın Batıl İnanç

Hristiyan inanışına göre haftanın altıncı günü olan Cuma ve 13 sayısı, eski zamanlardan kaldığı söylenilen bir üne sahiptir. Bazı kaynaklara göre Amerika’daki en yaygın inanış 13.Cuma inanışı. Bazı insanlar o gün işe gitmezken bazıları restoranlarda yemek yemiyor, bir çoğu da böyle bir günde evlenmek istemiyor. Bu batıl inanışın ne kadar eski olduğunu söylemek mümkün değil çünkü kökeni konusunda ancak tahminlerle bulunulabilir.

Efsaneye göre 13 kişi yemek yemek için aynı sofraya oturursa içlerinden biri bir sene içinde ölür. Pek çok kentte 13.Cadde ya da 13.Bulvar gibi yerler yoktur. Çoğu binanın 13.katı olmaz. İsminize 13 mektup gelmişse şeytanın şansı sizin olur. Bir cadılar toplantısında 13 cadı olur.

İnsanların 13 sayısını talihsizlikle neden ve nasıl bağdaştırdıkları tam olarak bilinemese de bu batıl inanışın oldukça eski olduğu söyleniyor. Fakat bu konuyla ilgili pek çok teori var. Örneğin bunlardan birinde 13 korkusunun sayı sayma becerisinin başlangıcıyla ilgili olduğu söylenir. İlkel insanlar 10 parmakları ve iki elleri olduğundan 12’ye kadar sayabiliyor ve 13 ile gerisinden, gizeminden korkuyorlardı. Tabii bu teorinin eksik bir tarafı da var: İlkel insanların ayak parmakları yok muydu?

CUMA GÜNÜ NE YATAK YAPIN NE DENİZE AÇILIN
Cuma gününe dair batıl inançlara gelince ise eğer Cuma günü yatağınızı değiştirirseniz, gece kabus görürsünüz. Cuma günü başlayacağınız bir yolculuk size kötü şans getirecektir. Eğer Cuma günü tırnaklarınızı keserseniz, onları kederden kesersiniz. Eğer Cuma günü bir gemi denize açılırsa kötü şansa sahip olur. Tıpkı 19. yüzyılda Cuma günü denize açılıp bir daha hiç haber alınamayan H.M.S. Friday gemisi gibi.

İngiltere Cuma denize açılmanın uğursuzluğuna dair batıl inancı kırmak için H.M.S. Friday gemisinin omurgasını Cuma günü çattı, mürettebatını Cuma günü seçti, Jim Friday adlı bir kaptan atadı ve Cuma günü denize açılmasını sağladı. Ve anlaşılan o ki bütün bunlar kötü bir fikirdi...

Dolayısıyla Cuma günü ve ayın 13’ünün birleşimi şu ana kadar bütün inançlardan birçok insana uğursuzluk getirmiştir. Bu konuda daha çok sözel bir tarih olduğu söylense de 13. Cuma’nın 13 sayısının ve Cuma gününü uğursuzluklarının birleşiminden doğduğuna inanılıyor.

İnanışa göre eğer 13. Cuma'da saçınızı keserseniz, ailenizden biri ölür. 13. Cuma'da doğan bir çocuk hayatı boyunca şanssız olur. Eğer 13. Cuma'da bir cenaze kortje önünüzden geçerse, bir sonraki cenaze sizinki olur. 13. Cuma'nın uğursuzluğu ile de değişik şekillerde savaşmaya çalışanlar olmuş. Mesela Indiana'da bir kasaba 13 Ekim Cuma günü bütün kara kedilerin boynuna küçük çanlardan takmış. O gün kötü bir şey olmadığını görünce de bu geleneğe üç yıl daha devam etmişler.

İLK YAZILI METİN 1869'A AİT
13. Cuma’nın uğursuzluğuna dair ilk yazılı metin ise Gioachino Rossini’nin 1869’daki biyografisinde rastlanmıştı: “Rossini sonuna kadar sevecen arkadaşlarıyla çevrelenmişti; ve eğer doğruysa, birçok İtalyan gibi Cuma’yı ve 13’ü uğursuz olarak adlederdi, 13. Cuma gününde ölmesi de dikkat çekiciydi.”

13. Cuma ile ilgili bir başka hikaye ise Tapınak Şövalyeleri’ne ait. Nathaniel Lachenmeyer’in “13: Dünyanın En Meşhur Batıl İnancı” kitabında şöyle yazar: “Tapınak Şövalyeleri 1118’de Kudüs’te manastırın ordusu olarak kuruldu. Haçlı Seferleri sırasında Hıristiyan hacıları koruyacaklardı. Sonraki iki yüzyıl boyunca Tapınak Şövalyeleri aşırı derecede güçlü ve zengin oldu. Bu güç karşısında kendini tehdit altında hisseden ve servetlerini ele geçirmek isteyen Kral Philip, Fransa’da 13 Ekim 1307 Cuma günü şövalyelerin topluca tutuklanmasını istedi.”  Şövalyeler daha sonra yakılmıştı.

SAYILARLA 13. CUMA
Britanya'da British Medical Journal'ın ayın 6'sına denk gelen Cuma ve 13'üne denk gelen Cuma'ları karşılaştırarak yaptığı bir araştırma 13. Cuma günlerinde trafik kazalarında yüzde 52'lik bir artış olduğunu ortaya koymuş. Fakat Alman Sigorta İstatistikleri Merkezi ise 12 Haziran 2008'de bir açıklama yayınlayarak 13. Cuma'larda daha az kaza, yangın ve hırsızlık olduğunu söyledi. Bunun sebebi ise insanların korkudan evden çıkmamalarına bağlanıyor. Hollanda'da ise 13. Cuma'da araç sürmek daha güvenli. Çünkü normalde ortalama 7.800 kaza olurkan 13. Cuma'da 7.500 kaza bildirilmiş.

Kuzey Carolina'daki Stressle Başa Çıkma ve Gobi Enstitüsü'nün araştırmasına göre ise Amerika'da her yıl 17 ila 21 milyon kişi bugünden korktuğu için gündelik işlerini yerine getiremiyor.

KAYNAKLAR: AA - NTV

Bir Kış Günü Adada:)

                                                               Bomboş Sokaklar



                                                             Ve Evler                                                             







Nostaljik Bilet Gişesi



                                                      Bisikletler Nerede Sahipleri?



Hava soğuk mu?




                                            Heybeliada Eski Panorama Hotel

Büyükada'dan geçtim bugün


Büyükada'dan geçtim bugün. Bomboştu sokakları. Yazdan geriye pek bir şey kalmamıştı. Tek tük insanlar ve adanın zevkini çıkaran kediler, köpekler.

Sabah erkenden bindim motora. İşe okula gidenlerle bir de benim gibi günübirlik işi olanlarla demir aldı İstanbul'un onuncu adası Vordonisi'nin yanından prens adalarına doğru. İçeride kimi gazete okuyor, kimi yanındakiyle konuşuyor, kimi içini ısıtmak için çay kahve içiyordu. Bense Cadı'nın ilk sayfalarında adanın sokaklarında dolaşmaya başlamıştım bile. İlk durak Heybeliada. İnenler, binenler ve yola devam. Motora eşlik eden martılar donuk mavi kış denizinin üstünde süzülüyor. Pike yapıyor sonra aniden yükseliyor. Uzaktan güzeller ama yaklaşınca çirkin denizin nazlı kızları.



Aheste aheste iskele yaklaşıyoruz. Son durak herkes yerini yeni yolculara bırakarak iniyor ve adanın sokaklarında kayboluyor. İnsanın içini titreten bir soğuk kaplamıştı ortalığı. Gözüme açık bir kafe kestiriyorum. İşim bitsin şurada bir çay ve poğaça iyi gider diye geçiriyorum aklımdan. Biraz yürüyorum, bir kaç fotoğraf çekiyorum terk edilmiş caddelerde. Kediler köpekler oynaşıyor ayaklarımın dibinde. Çarçabuk hallediyorum işimi. Doğru kafeye. Camın kenarındaki koltuğa yayılıyorum. Sabahın tek müşterisine hizmet kusursuz. Duruma bakılırsa belkide günün ilk ve son müşterisiyim bugün. Bir bardak çay ve poğaça lütfen.
Karşıdaki otelin yosun tutmuş çatısında martılar etrafı süzüyorlar. Aşayiş berkemal rahat edebilir ada halkı dercesine. Hımmm taze sıcacık poğaça ve çay iyi gidiyor. İçim ısınıyor.
Elimi çantama atıyorum bakalım Ümran ne durumda bıraktığımdan beri. İyi saatte olsunlar neler karıştırıyor acaba? Biraz okuyorum. Adanın kiliselerinde, manastırında gezinirken aklıma uğultulu Hristos Tepesindeki (Manastır Tepesi) Rum Yetimhanesi geliyor. Geçtiğimiz mayıs ayında Fransız Kültür Merkezi'nde yetimhaneyi konu alan Enis Batur'un yazılarıyla taçlanmış Hayalet adlı sergiye gitmiştim. Dönemin ünlü mimarı Alexandre Vallaury tarafından yapılan devasa ahşap binanın ilk günlerinden son zamanına insanın hem içini acıtan hemde ürperten fotoğrafları sergilenmişti. Bina ilk önce otel olarak tasarlanmış fakat izin alınamamış. Daha sonra yetimhane olarak kullanılmış bir süre Kuleli Askeri Lisesine'de ev sahipliği yaptıktan sonra tamamen terk
edilmiş. Şimdi değil belki ilkbahar veya yazın geldiğimde ufak bir gezinti fena olmaz manastıra doğru.



Saatime bakıyorum. Eh vakit gelmiş. Motorun anakaraya kalkmasına az kalmış. Topluyorum çantamı, kitabımı iskeleye doğru inmeye başlıyorum. Yazın kalabalıktan adım atılmayan meydan bugün bana kalmış. Sakinliğin tadını çıkarıyorum. Yetimhaneyi, bomboş sokakları, bir resim karesinde donakalmış gibi duran faytonları Prinkipo'da bırakıp motora biniyorum İstanbul'a doğru. Heybeli'den birkaç fotoğraf daha çekip  istemesemde karışıyorum şehrin koasuna gözüm arkada adaların sakinliğinde kalarak.

Alışveriş Yapmamak


Bugün maillerimi okurken bir arkadaşımın gönderdiği mail çok hoşuma gitti. Buna benzer bir yazıyı daha öncede okumuştum ve neden olmasın demiştim. Kendi yaşantımda da buna benzer şeyler yapıyorum. Pahalı bir çantanın yerine bir kitap, ya da güzel bir film, ihtiyaç dışı alacağım bir giysi yerine bir iki saat seyredeceğim bir tiyatro oyunu veya konser  beni daha çok mutlu ediyor. Son model cep telefonu olayına hiç girmiyorum zaten:) Bu güzel yazıyı sizlerle paylaşmak istedim. Temel ihtiyaçlar haricinde mümkün olduğunca alışveriş yapmamak...Umarım severseniz:)

Amerika'nın son alışveriş trendi: Alışveriş yapmamak!

Hatta eldeki mallardan da kurtulup, hayatı sadeleştirmek! Kriz sonrası, çalışanlar, gelirlerinin daha büyük bir bölümünü harcamayıp biriktirmeye başlayınca, ABD'li üreticilerin etekleri tutuşmuş! Şu ara yapılan çoğu tüketici araştırmaları "Bu adamlar ne satın alırlarsa mutlu olurlar?" la ilgili.

Ortaya çıkmış ki bir servis almak, mal almaktan daha faydalı insan doğasına.
Yani bir ayakkabı yerine kutu oyunu, pahalı bir çanta yerine spor salonu üyeliği, araba yerine seyahat, ruj yerine sinema bileti, insanları daha mutlu ediyor! Bir tecrübe satın almak, kişiye daha yoğun ve uzun süreli bir tatmin sağlıyor. Üstelik 'Mal edinmenin mutluluk getirmediğini öğrenen 'dünyanın en çok satın alan halkı', kocaman otomobillerini, dört oda bir salon evlerini, 48 parçalık yemek takımlarını, doğrayan parçalayan karıştıran onlarca mutfak aletlerini satıp, ayrı bir oda haline gelmiş gardıroplar dolusu giysilerini fakirlere bağışlayıp hayatlarını sadeleştiriyor. Bazı aileler 40 metrekare bir evde, dört tabak, dört bardakla ve işe bisikletle gidip gelerek yaşamanın onları hiç olmadıkları kadar mesut ettiğini iddia ediyor. Bu esnada biriktirdikleri parayı yoga derslerine ve tatillere harcıyorlar.

YÜZ EŞYAYLA YAŞAMAYA DAVET!
Bir internet sitesi, tüketicileri sadece ve sadece 100 adet kişisel eşyayla yaşamaya davet ediyor! Yani kıyafet, kozmetik, ayakkabı, kitap, kalem, her şey toplam 100 parça edecek. Sitenin çağrısı büyük ilgi görüyor ve internet kullanıcılarından hatırı sayılır sayıda bir grup, kişisel eşyalarını hayır derneklerine bağışlayıp hayatlarındaki kalabalıktan kurtuluyor.

Hikâye, psikologlara göre şu: İnsanlar, iyi ya da berbat, yaşamlarındaki tüm değişikliklere çabucak alışıyor ve doğalarında var olan sabit mutluluk seviyesine bir an önce ulaşmaya çalışıyorlar.

Ebeveynlerinden birini kaybeden bir insanın bir süre sonra eski mutluluk ve neşesine kavuşması da bu yüzden, yalı alanın birkaç yıl sonra yalıda oturmayı kanıksayıp eskisi kadar 'mutsuz' olması da! Yani para mutluluk getirmiyor denemez ama parayla satın alınan mallar mutluluk getirmiyor! Şan dersleri, seyahatler, piknikler, tiyatro oyunları filansa başka! Farklı tecrübeler hayatı zenginleştirip memnuniyeti yükseltiyor! Los Angeles’lı filmci Roko Belic dünyayı dolaşıp *Happy *(*Mutlu*) isimli bir belgesel üzerinde çalışıyor.
New York Times gazetesinin haberine göre San Fransisco'nun kalburüstü semtlerinden birindeki evini bırakıp, hayatını tamamen değiştirip, Malibu plajında bir karavana taşınmış! Haftada üç dört gün sörf yapabildiği için şu anda ufacık karavanda çok daha mutlu bir hayat yaşadığını anlatmış.
AVUCUNUZU AÇMAYI DENEDİNİZ Mİ?
Asya'da maymun yakalamak için kullanılan bir çeşit tuzak vardır: Bir Hindistan cevizi oyulur ve iple bir ağaca veya yerdeki bir kazığa bağlanır. Hindistan cevizinin altına ince bir yarık açılır ve oradan içine tatlı bir yiyecek konur. Bu yarık sadece maymunun elini açıkken sokacağı büyüklüktedir. Yumruk yaptığında elini dışarı çıkaramaz. Maymun tatlının kokusunu alır, yiyeceği yakalamak için elini içeri sokar, ama yiyecek elindeyken elini dışarı çıkarması olanaksızdır. Sıkıca yumruk yapılmış el, bu yarıktan dışarı çıkmaz. Avcılar geldiğinde maymun çılgına döner, ama kaçamaz. Aslında bu maymunu tutsak eden hiçbir şey yoktur. Onu sadece, kendi bağımlılığının gücü tutsak etmiştir. Yapması gereken tek şey, elini açıp yiyeceği bırakmaktır. Ama zihninde açgözlülüğü o kadar güçlüdür ki bu tuzaktan kurtulan maymun çok nadir görülür
.

Bizleri de tuzağa düşüren ve orada kalmamıza neden olan şey, arzularımız ve zihnimizde onlara bağımlı oluşumuzdur. Tüm yapmamız gereken; elimizi açıp benliğimizi, bağımlı olduğumuz şeyleri serbest bırakmak ve dolayısıyla özgür olmaktır! Bu örnekle benzeştirirsek; ben, sahip olduğumuzu düşündüğümüz her şeyin bizim için birer tuzak olduğunu fark etmediğimizi düşünüyorum:

— Çoğunlukla konuşmaktan fazla bir özelliğini kullanmadığımız son model cep telefonlarına sahip olmak,
— Ortalama 15 m2´sini kullandığımız ama kullandığımız alandan 10–20 kat büyük evlere sahip olmak,
— Belki bir kez giydikten sonra çok uzun sure dolabımızın bir köşesinde unuttuğumuz günün modasına uygun giysilere sahip olmak,
— Okumadığımız kitaplara sahip olmak,
Asla kadranın gösterdiği sürate ulaşamayacağımız en süratli arabaya sahip olmak,
— Bize günde 3–5 kez zamanı, başkalarına sürekli zenginliğimizi gösteren kol saatlerine sahip olmak,
— Vakit bulup gidilemeyen, gidilse bile dinlendirmekten çok uzak; tabiri caizse yorgunluktan haşatımızı çıkaracak deniz kenarına yakın bir yazlık, bir dinlence evine sahip olmak,
— Vaktimize, nakdimize, aklımıza, çenemize zarar verse bile bir futbol takımı taraftarlığına sahip olmak,
— Oturmadığımız koltuk takımları, izlemediğimiz dev ekran televizyonlar; kullanmadığımız, faydalanmadığımız daha nelere sahip olmak… Ya da sahip olduğumuzu sanmak…
— Sadece çevre olsun diye bulunduğumuz ortamlar ve arkadaşlıklar!

O maymun gibi; avucumuzda tuttuğumuz sürece (faydalanamasak bile) sahip olduğumuzu sanmıyor muyuz? Ve ancak parmaklarımızı gevşetip bunlardan vazgeçtiğimiz zaman gerçekten özgür olup tüm yeteneklerimizi kullanabilir hale gelmeyecek miyiz?
Aslında biz bu dünyaya sahip olmaya değil, şahit olmaya gelmişiz. Ah bunu bir anlayabilsek...

Doç. Dr. Erol ERÇAĞ 




Halfeti'nin Siyah Gülü






Yeni roman "Halfeti'nin Siyah Gülü" bu hafta raflarda.
*****
Aşkın siyah kadife gülü avucunuzun içinde Mardin’desiniz…

Aşk bir rüya mı? İnsanın yüreğini titreten, içine girmek için heyecanla, bir uçak körüğünde bekler gibi beklediği, sonra koşarak içeriye girdiği bir başka dünya mı? Sanki ana karnına yeniden dönüş, orada dünyadaki ruh eşini bulmak mı?

Büyülü şehir Mardin. İnsanın görüp geçirdiği her şeyi tuhaf bir mikserin içinde eritip bambaşka bir dünya yaratan bir uygarlığın beşiği. Antik çağların ulaşılmaz kralı Darius’un, Konservatuvar Kadınlar Korosu’ndaki sarışın tombul Meserret’e gönlünü kaptırması… Ünlü İspanyol yönetmen Luis Buñuel’e çılgınca âşık olan, Halfeti’nin siyah bir gülünün göbeğinden çıkmış eşsiz güzellikteki Rüya Kadın: Halfeti’nin Siyah Gülü.

Bir ihtiyarın yazıp geceyarısı bir kutuya bıraktığı inanılmaz bir aşk, arzu ve tutku mektubu. Bir ihtiras mazbatası… Dört yaşlı adamın hayatın ucuna tutunup belleklerini kaybetmemek ve özgür yaşayabilmek için verdikleri olağanüstü savaş.

Servili dar yollarında sevdanın delice koştuğu eski bir Katalan mezarlığı…
Aldatılan bir kadının acı feryadı ve bilinmeyen dünyalardaki bir çerçevenin içindeki tutsak Paşa.

Aşkın siyah kadife gülü avucunuzun içinde Mardin’desiniz… Nazlı Eray’ın yeni romanı Halfeti’nin Siyah Gülü’nde...



-Nazlı Eray'ın facebook sayfasından alınmıştır-

Yazarken nelere dikkat etmeli?




Böyle bir başlık atıldığında, sanki yazmakla ilgili ortada evrensel kurallar varmış izlenimi uyanabilir. Elbette ki durum öyle değil. Yalnızca, bazı önemli yazarların yazmakla ilgili olarak verdikleri ipuçlarını ve önerilerini biraraya getirelim istedik. Belki sizin de bunlara ekleyecek birkaç şeyiniz vardır, kim bilir!

Elmore Leonard
  1. Bir kitaba, asla havadan söz ederek başlamayın.
  2. Hesapsız ünlem kullanmayın. 100.000 kelimelik bir düzyazıda en fazla iki ya da üç tane ünlem olmalı.
  3. “Birdenbire” sözcüğünü asla kullanmayın.
  4. Margaret Atwood değilseniz, bir yeri ya da bir şeyi tasvir ederken aşırı ayrıntıya girmeyin.

Diana Athill
  1. Cümlelerinizin ritmini kontrol etmek için, yazdıklarınızı sesli bir şekilde kendinize okuyun.
  2. Silin (hatta SİLİN): ancak olmazsa olmaz sözcükleri tutarak, gerekli sözcükler anlamlı hale gelebilir.

Margaret Atwood
  1. Uçaklarda yazmak için kurşunkalem kullanın. Tükenmezkalemler akabilir. Peki, ya kurşunkalem de kırılırsa? Kalemi açamazsınız, çünkü uçaklarda kesici alet bulunduramazsınız. O zaman: Yanınıza iki kalem alın.
  2. İki kalemin de ucu kırılırsa, metal ya da cam tırnak törpüsüyle ucunu açabilirsiniz.
  3. Üzerine yazacak bir şey alın. Kâğıt olabilir. Olmadı, bir tahtanın ya da kolunuzun üzerine de yazabilirsiniz.
  4. Bilgisayar kullanıyorsanız, yazdığınız her şeyi yedekleyin.
  5. Sırt egzersizleri yapın.
  6. Kitabınızı, okuyup fikirlerini söylemeleri için bir ya da iki arkadaşınıza verin. Asla, duygusal ilişki yaşadığınız kişiye vermeyin, tabii ayrılmayı planlamıyorsanız.
  7. Ormanın ortasında oturup durmayın. Kaybolduysanız ya da tıkandıysanız, geldiğiniz yoldan geri dönüp başka bir yola girin. Karakteri değiştirin, zamanı değiştirin, açılış sayfasını değiştirin.

Roddy Doyle
  1. Masanızın üstünde, sevdiğiniz yazarın bir fotoğrafı olmasın; hele ki o yazar, intihar etmiş bir yazarsa.
  2. Kendinize nazik davranın. Sayfaları olabildiğince hızlı doldurun: çift boşluklu yazın, iki satırda bir yazın ve her sayfa bittiğinde, bunu bir zafer olarak görün.
  3. 50. sayfaya geldiğinizde sakinleşin, niteliği düşünmeye başlayın. Gerginleşin– budur.
  4. Günde sadece birkaç web sayfasına girin.
  5. Yazmadığınız kitabı gidip de Amazon’da aratmayın!
Richard Ford
  1. Sevdiğiniz ve yazar olmanın iyi bir fikir olduğunu düşünen biriyle evlenin.
  2. Çocuk yapmayın.
  3. Kitabınızla ilgili yazılan değerlendirmeleri okumayın.
  4. Kitaplarla ilgili değerlendirmeler yazmayın.
  5. Sabah sabah ya da gece geç vakitte eşinizle tartışmayın.
  6. Yazarken bir şey içmeyin.
  7. Editörlere mektup/e-posta atmayın (Kimse sallamaz).

Jonathan Frenzen
  1. Okur bir arkadaştır; rakip ya da taraftar değildir.
  2. Yazarken “Sonra” sözcüğünü kullanmayın. Bunun için “ve” sözcüğü var(Notos: Bilge Karasu’nun “ve” sözcüğünü asla kullanmamış olması geldi aklımıza!)
  3. Çok bariz bir birinci şahıs ağzı kendini karşı konulamaz şekilde ortaya koymadığı takdirde üçüncü ağızdan yazın.
  4. Bilgiye erişim ücretsiz ve evrensel olduğu için, roman yazarken kapsamlı bir araştırma yapmak da şart oldu.

Bunlar, yazarların öneri niteliğinde uyarılarının bir dökümü, özeti. Yalnızca bu kadar. Biraz eğlendirici, belki biraz da yol gösterici.
"Notos Hayal Adası"ndan alıntıdır
Kaynak: guardian.co.uk

SARI YAĞMUR

Pirene dağlarında Sobrepuerto denilen yerde terk edilmiş Ainelle'de son kalan kişidir yaşlı adam. Köpeği ile birlikte kendine bu bomboş yerde bir yaşam kurmuştur.

Okuyucuya, köyün yok oluşunun tek tanığı olarak tanıtır kendini.

"Önceleri yavaşça ama sonra neredeyse aceleyle diğer bir çok Pirene köyünün halkları gibi Ainelle halkı da taşıyabilecekleri ne varsa arabalarına yükleyip evlerinin kapılarını kapadılar ve vadiden aşağı inen patikalarda ve yollarda sessizce yok oldular." diye anlatıyor köyün terk edilişini.

"Sanki dağlardan birden garip bir rüzgar esmiş her kalpte ve her evde bir fırtınayı dürtüklemişti....Ainielle giderek insansız, sonsuza kadar yalnız ve boş kalmıştı." diye devam ediyor anlatısına okuyucusunuda yalnızlığının içine çekerek.



İnsanların ardına bakmadan terk ettiği bu köyde hiçliğin ıssızlığın içinde tek dostu köpeği ile yaşamaya çalışıyor. İçinde bulunduğu ıssızlığı, yalnızlığı ve her an hissetiği ölümü hissettiriyor satırları arasında. Ölüm ve yalnızlık her yere o kadar çok işlemiş ki ağaçların özsularına bile sızıyor hikaye boyunca.

Her geçen gün fırtınadan veya kardan bir ev çöküyor köyde. Dolaşmaya çıktığı bomboş sokaklarda sahibinin dönüşünü umutsuzca bekleyen her evden bir anı çıkıyor önüne. Gece çanlar çalmadan gömülen hasta çocuk, gitmek istemediği topraklardan çocukları tarafından sürüklenircesine koparılan Amor, kasabanın eski sakinlerinin hayaletleri.

Günün birinde evin eski sakinlerinin hayalleriyle muhabbete oturuyor ve sarı yağmur dalga dalga her yeri kaplıyor.

İspanyol yazar Julio Llamazares'in kitabı Sarı Yağmur. İnci Yankı tarafından dilimize çevrilmiş. Kitabı okurken kendinizi o yalnızlığın ve boşluğun içinde hissediyorsunuz. Bomboş köy, eski evler, her tarafı kaplayan bembeyaz kar, etrafı kavuran sıcak, uğuldayarak köyün sokaklarında dolaşan öfkeli rüzgar, geceyi bile sarıya boyayabilen yağmur ve bu ortamın içinden insan hikayeleri.

Gördüğüm kadarıyla Llamazares'in türkçeye çevrilen tek kitabı Sarı Yağmur. Çok güzel bir türkçeyle dilimize çevrilmiş. Okumak isteyenlere son bir not:  kitapla ilgili tek sorun basımının tükenmesi ve kitapçılarda bulunamaması. İnternet üzerinden satışı halen devam ediyor (Can Yayınları, İdefix, Kitap Yurdu ).
Okumayı sevenlerin kaçırmaması ve kütüphanesinde yer alması gereken bir eser...
Benden söylemesi:)

SARI YAĞMUR          JULIO LLAMAZARES                      CAN YAYINLARI

Annem haklıymış



Annem derdi ki: “Terli terli su içme.”İçten içe kızardım ona
Oyunun en tatlı yerinde
Bu müdahale de niye?
Hastalanınca anlardım ki!
Annem haklıymış.
Annem derdi ki: “Sakın geç kalma.”
Meraklanırmış sonra
İçten içe hayıflanırdım ona
Gidenin dönmesini beklerken anladım ki!

Annem haklıymış.
Annem derdi ki: “Odanı dağıtma.”
İçten içe karşı gelirdim ona
Toparlamayı erteleyip dururken
Hayatımı dağıttığım anlarımda anladım ki!
Annem haklıymış.
Annem derdi ki: “Öfkende fakir ol, sevginde zengin.”
İçten içe önemsemezdim bakışlarımla
Kırdığım kalpleri telafi edemediğimde anladım ki!
Annem haklıymış.
Annem derdi ki: “Tek kişilik yaşama.”
Diğer türlüsü bencillik olur
Sevilmezmişim sonra
İçten içe güler geçerdim bu kelâma
Yalnızlık ağır gelmeye başlayınca anladım ki!
Annem haklıymış.
Annem derdi ki: “Doğal ol, yapmacık olma.”
İçten içe burun kıvırırdım ona
Ezberlediğim yaşam biçiminin tatsızlığını fark edip
Rollerimi karıştırmaya başlayınca anladım ki!
Annem haklıymış.
Annem derdi ki: “Gençliğinin kıymetini bil, geri gelmez bir daha.”
İçten içe sitemkâr davranırdım ona
Yüzümdeki çizgiler
Saçımdaki beyazlar zafer kazandıkça anladım ki!
Annem haklıymış.
Annem derdi ki: “Bir dilek tut, gerçek olana kadar çabala.”
İçten içe söylemesi kolay, yapması zor derdim ona
Hayatımı sorgulamaya başlayıp
Sürekli yapamadıklarım aklıma geldiğinde anladım ki!
Annem haklıymış.
Annem derdi ki: “Bu sözlerimi kullan, yabana atma.”
Şimdi…
İçten içe teşekkür ediyorum ona
Çünkü…!
Ben de bir anneyim…
Bana miras kalan bu cümleleri sarf ederken bileceğim ki!
Ben haklıyım…
-Alıntı-