Film etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Film etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

STEPHEN KING YAZMA SANATI

Yazarların yazma hikayelerini çok severim, merak ederim demek daha doğru olur belki de. Stephen King çok okuduğum bir yazar değildir ama kitaplarından senaryolaştırılan filmlerini izlediğim olmuştur. Hayvan Mezarlığı gibi..




Bu yaz kitaplarım arasında yazma serüvenini anlattığı Yazma Sanatı adlı kitabı vardı..Ve şöyle başlıyor...

"Bu bir otobiyografi değil. Daha ziyade bir çeşit curriculum Vitae, bir yazarın nasıl biçimlendiğini anlatma çabam. Burada bir yazarın nasıl yaratıldığını anlatmaya çalışmadım; yazarların şartlar ve iradeyle yaratabileceğine (bir zamanlar inansamda da) inanmıyorum. Mevcut donanım orijinal paketin içinde geliyor. Ancak bu kesinlikle olağan dışı bir donanım değil; ben birçok insanın yazar ve hikaye anlatıcı olarak bir yeteneğin güçlendirilip geliştirilebileceğine inanıyorum. Buna inanmasam, böyle bir kitap yazmak büyük bir zaman kaybı olurdu."

Güzel başladı..Zevkle okunacak gibi görünüyor...📖


STEPHEN KING           YAZMA SANATI         ALTIN KİTAPLAR            Çeviri GÖKÇE YAVAŞ


TRENDEKİ KIZ

Tesadüfen raflarda görüp kapak tasarımı ilgimi çektiği için aldığım ve iki günde bitirdiğim kitaptı Trendeki Kız...İlk başlarda hikayesi biraz karmaşık gelmesine rağmen ilerleyen sayfalarda taşlar yerine oturmaya başlayınca sonu da çorap söküğü gibi gelmişti..

Eşinden ayrılmış alkol sorunu olan Rachel her gün şehre indiği trenin penceresinden bir çifti izlemektedir. Tanımadığı bu mutlu çift hakkında hayaller kurmaya başlar..Adları, meslekleri, birlikte neler yaptıkları vs...Bir gün yine evlerinin önünden geçerken kadını bir başka erkekle evlerinin balkonunda öpüşürken görür. Kısa bir zaman sonra da kadının ortadan yok olduğu haberi çıkar. Şüpheli olarak kocası gösterilmektedir. Rachel kadının kocası ile temasa geçerek gördüklerini anlatır. Polise de ifade vermesine rağmen psikolojik durumunu göz önüne alan polis Rachel'in anlattıklarını dikkate almaz. Yapılan araştırmalar sonunda kadının ceseti bulunur ve olaylar bundan sonra hız kazanır.



Romanın filminin çıkacağını öğrendiğimde her zamanki gibi ön yargılı yaklaştım. Kitaplar mı filmleri mi diye sorduğumda kitaplar her zaman önceliklidir benim için. Onlarca sayfa 1.5 saate sığdırılmaya çalışılırken hikayenin tam olarak yansıtılamadığını düşünenlerdendim ki bunun örneklerini de çok görmüştüm.

Trendeki Kız için ise bu kez film diyeceğim. Karakterler, mekanlar, anlatım bu kez romanın önüne geçti bana göre..

Okumakla vakit kaybetmeyin, seyredin derim bu kez..


JULIETA

Hani hepimizin genetiğine işlemiş bir cümle vardır...Ülkede yaşayan tüm ergenlerin en az bir kere ailelerinden duyduğu ve gelecek nesillere ortak bir miras gibi aktarılan o meşhur cümle...

-Anne olduğunda anlarsın-

Tam da bu cümle üzerine yapılmış bir film Julieta...

Seyretmeden önce eleştirilerini okuduğumda gidip gitmemekte tereddüt etmiştim..Kimi çok beğenmişti kimi de Almodovar filmlerinin en hafifiydi diye yazıyordu. Gitmeli görmeli öyle karar vermeli dedim..İyi ki de gitmişim...Ben çok ama çok sevdim...



Renkler, manzaralar,mekanlar, oyuncular, doğallık...Tam bir kadın hikayesi...Almodovar kadınları..

Orta yaşlarında bir kadın olan Julieta sevgilisi ile Portekiz'e taşınma kararı almış ve hazırlıklarının son aşamasına gelmiştir. Bir gün yolda uzun süredir görmediği kızı Antia'nın çocukluk arkadaşı Beatriz ile karşılaşır. Beatriz, Antia'nın 3 çocuğu olduğunu ve İsviçre'de yaşadığını söyler.

Bu karşılaşma Julieta'nın kararını değiştirmiştir. Portekiz'e gitmekten vazgeçtiği gibi kızının bildiği ve yıllar önce birlikte yaşadıkları apartmana taşınma kararı alır. Burası kızından gelebilecek bir mektubun ulaşabileceği tek yerdir. Bu arada anılarını yazmaya başlar...Yazdıkça geçmişiyle hesaplaşır ve bir gün beklediği haber gelir...

Gitmediyseniz mutlaka görün derim..Özelliklede ergenlik çağında kızları olan annelerin görmesi gereken bir film...Mendillerinizi de unutmayın...

İyi seyirler...





ÇOK ÖZEL HABER...20 KURUŞA BİR EV...

Bugün Hürriyet'te ki bir haber tüm sosyal medyada paylaşıldı. Norveç'te 20 kuruşa satılık bir ev. Kuzey Kutup dairesinde 1970'den beri yerleşimin olmadığı Buoya Adasında yıkık dökük bir evi sahibi restorasyon şartı ile satışa çıkarmış. Üstelik habere göre sadece evin değil adanın da sahibi oluyorsunuz. Fotoğraflara baktığımda tam kafa dinlemelik dedim. Şehirden, trafikten, gürültüden patırtıdan, kalabalıktan kısacası her türlü kaostan uzak. İster resim yap ister roman yaz. Deli gibi esen rüzgarın sesiyle uyu, ertesi sabah mis gibi bir sabaha uyan.  Geceleri bir deniz fenerinin ışığında geçen gemileri seyret. Balığını tut, kitabını oku, şarabını iç, kahveni yudumla...Ev senin, ada senin, zevk senin...Dünyanın tepesinde neden, nasıl keyif alıyorsan onu yap...

Haberin detayı okumak için linke tıklayabilirsiniz.

http://www.hurriyet.com.tr/kelebek/hayat/28474852.asp?utm_term=post&utm_content=bufferb9217&utm_medium=social&utm_source=facebook.com&utm_campaign=buffer

Tabii bunlar benim hayalim ama kazın ayağı öyle değildir mutlaka...Hayalleri bırakıp gerçeğe dönersek manzara kararmaya başlıyor. Evin restore edilmesi için kim bilir kaç yerden izin alınması gerekir. Hadi izin alındı diyelim, kim bilir ne kadar kaç kamyon para lazım evi adam etmek için. Tamiri, dekorasyonu, vergisi derken..Boşuna değil sahibi 20 kuruştan satıyor. Bıkmış ki başından atıp kurtulmaya çalışıyor.

Bu habere nedense çok taktım bugün. Duyan da alacağım sanır :) Belli ki sıkılmışım şehirden...Kaçacak ufak, sakin yerler arıyorum...

Evi görür görmez yıllar önce seyrettiğim Çok Özel Haber filmi geldi aklıma. Kevin Spacey, Julianne Moore, Judi Dench ve Cate Blanchette'in oynadığı film böyle ıssız bir yerdeki eski ahşap bir evin çevresinde geçiyordu. Seyretmeyenlere tavsiye ederim. Newfoundland'ın birbirinden güzel manzaraları eşliğinde şehrin kaosundan uzaklaşarak güzel bir buçuk saat geçirebilirsiniz.








PEACE LOVE & MISUNDERSTANDING...




İstanbul'un koşuşturmalı hayatı içinde içimden şöyle güzel bir filme rastlasam da televizyonun karşısında sakin sakin dünyadan kopmuş bir halde battaniye-kahve keyfi yaparak günün yorgunluğunu atsam diye düşündüğüm günlerden birinde kanalları karıştırırken gördüm Peace Love & Misunderstanding'i. 2011 yapımı. Böyle deli dolu eğlenceli filmler ilgimi çekmiştir her zaman. Tam keyiflik. Başrolde Jane Fonda. Yılların çok ama çok bonkör davrandığı insanlardan biri. Minare yıkılmış mihrap yerinde diyeceğim ama minare de yerinde mihrap ta. Spor ve estetik mucizesi diyelim.

Filmin konusuna gelince Diane iki çocuklu, boşanma aşamasında bir avukattır. Yaz tatilinde çocuklarını annesinin yanına bırakır. Annesi Grace bir çiftlik evinde hayvanları ile hippi hayatı sürmektedir. Günlerini kendi gibi hippi arkadaşları ile halen bir şeyleri protesto ederek ve ay ayinleri yaparak geçirmektedir. Akıllı uslu kızına göre zıt bir hayat süren Grace'in torunları, arkadaşları ve kızıyla olan ilişkilerini komik bir dille anlatıyor film. Ne yalan söyleyeyim filmi seyrederken ara ara şöyle bir büyükannem olmadı ya ben ona yanarım diye geçirdim içimden. Bir aralarda La Boum'daki Vic'in çılgın anneannesine takmıştım. 80 yaşında çılgın gibi araba kullanan, torununa erkek arkadaş ayarlamaya çalışan. Benim öyle bir anneannem ve babaannem olmadı. Her ikisi de oldukça ağır hatunlardı ama çok güzel masal anlatırlardı rahmetliler. Kim bilir belki ben böyle büyükanne olurum torunlarıma çooookkkk uzun yıllar sonra. Tabii ufukta öyle birileri olursa. 

Benim gibi evde film keyfi yapmak isteyenlere tavsiye ederim Peace, Love & Misunderstanding'i...

Hayatın sıkıcı, üzücü ve karanlık tarafından biraz olsun uzaklaşıp gülümseyebilmek için...



EN İYİ ARKADAŞIM

Yine koltuğum, üşüdükçe sımsıkı sarıldığım şalım, kıpkırmızı burnum, sürekli yaşaran gözlerim, selpaklarım :( ve kendime göre yaptığım ıhlamur, kuşburnu vs karışımı çayımla başbaşa geçirdiğim bir hafta sonundayım. Kış günü ıslak kafayla dışarı çıkmanın ceremesini durmadan zonklayan başım, eskilerin deyimiyle karda yatmış gibi öksürüğüm ve onunla yarışan burnumla çekiyorum.  Kaloriferin dibinde, kah kitap okuyarak, kah televizyonun kanallarında gezinerek, ara sıra da halimi sormak için arayan arkadaşlarımla konuşarak vakit geçiriyorum. Televizyonu çok sevmesem de ara sıra güzel filmler yakalıyorum. Tercihim Avrupa filmlerinden yana, mümkünse en fit en kahraman Amerikan filmlerinden olmasın. Hele ki bu hasta halimle hiç katlanamam.




Bugün elimde kumanda gezinirken En İyi Arkadaşım filmine denk geldim. Başrollerini Daniel Auteuil ve Dany Boon'un zaman zaman gülümseten, zaman zaman düşündüren arkadaşlık üzerine bir film En İyi Arkadaşım.

Bir düşünün...Hiç arkadaşınız olmasa ya da arkadaşınız olduğu sandığınız kişilerin aslında arkadaşınız olmasa...Ne hissederdiniz?

Ben yerle bir olurdum herhalde. Çok mu arkadaşım var? Hayır yok. Telefon listemde yüzlerce isim yok ama imdat dediğimde yanımda olacak en az beş arkadaşım var. Bazılarınız gülüyordur oooo beş mi o kadar mı diye? Evet en az beş. En fazla altı. O kadar. Az ama öz.  Çünkü ben böyle istiyorum. Seçimim bu beş kişi üzerine. Bu bana yetiyor. Ben de ihtiyaçları olduğu anda onlara. Bu beş arkadaş içinde aralarında kilometrelerce uzakta, denizaşırı ülkede olanda var  dibimde olanda. Kilometreler önemli değildir benim için...Bu işin telefonu var, skype'ı var...Yanında olduğu hissettirecek her türlü teknoloji olduktan sonra...

Neyse konuyu dağıtmayım...Aldım başımı gidiyorum yine...



François orta yaşlı antikacılık yapan, antipatik, kibirli, bencil biridir. Bu hali insanlarla olan ilişkisine de yansımakta dolayısıyla insanlarla diyalog kuramamaktadır. İş ortağı Catherine François'nın bu durumunun farkındadır ve bir gün ona on gün içinde eğer kendine en iyi arkaşını getirirse müzayededen ortak aldıkları çok değerli Yunan vazosunu ona vereceğini söyler. Başarılı olmazsa vazo Catherine'ın olacaktır. François bu teklif üzerine ilk olarak adres defterine başvurur. Eski sınıf arkadaşlarına ulaşmaya çalışır. İlk hamlesi başarısızlıkla sonuçlanır. Bir gün taksisine bindiği geveze Bruno ile karşılaşır ve film başlar...

Seyretmeyenlere tavsiye edeceğim bir film...Hastayken iyi gelen, insanın içini ısıtan...


Bugün ziyaretime gelen çok sevdiğim bir arkadaşımdan...En sevdiğim çiçekler...Arkadaşlar....
İyi ki varlar...
Filmin repliği gibi -Friendship's a myth-
-Arkadaşlık Efsanedir-

SON KİTABEVİ...TÜM KİTAPSEVERLERE...





20 Dakikanızı ayırıp seyreder misiniz ? Tüm kitapseverlere...



The Last Bookshop / Son Kitabevi (Türkçe altyazı)



KIŞ UYKUSU



Tebrikler Nuri Bilge Ceylan ve Kış Uykusu'nda emeği geçen herkese...





Son günlerde yaşadığımız acı olaylardan sonra kaskatı buz kesmiş yüreğimi ısıttınız. Bir nebze de olsa başarınızla gülümsetebildiniz...

Bu ülkede bireysel de olsa güzel şeyler olduğunu gösterdiniz...

Teşekkürler...








BÖYLE GEÇTİ KOCA BİR HAFTA....

Nasıl mı? Hepimizin ki gibi çarçabuk, göz açıp kapayıncaya kadar, bazı şeyleri yakalayamadan...Küçük mutluluklar, canımızı acıtan mutsuzluklar, yüzümüzü güldüren başarılar, astıran başarısızlıklar, şehrin dezavantajı içinde nefes nefese bir yere yetişirken veya hayatın getirdiği tüm koşuşturmacanın içinde zamanının duraklat düğmesine bir süre için basarak, şehrin avantajlarından küçük bir kafede bazen bir arkadaşım ile bazen de günlük gazeteler ve illaki vazgeçilmezlerimden biri olan kitap ekleri eşliğinde kahvemi yudumlarken soluklanarak.

Ve yeni şeyler öğrenerek, bu ülkede olan güzel şeyleri görmeye çalışarak...

Yeni şeyler öğrenerek dedim de;

Biliyorsunuz dünya edebiyatının en büyük yazarlarından büyülü gerçekçilik akımının en önemli ismi Marquez hayata veda etti. Ölümü ile birlikte benimde blogumda paylaştığım "veda mektubu" sosyal paylaşım sitelerinde patlama yaptı. Bu kadar patlama yapan veda mektubunun aslında Gabriel Garcia Marquez ile ilgisi yokmuş meğerse. Şiir Johnny Welch adında biri tarafından kuklasına yazılmış. Şiirin başlığı da "Kukla"imiş

Haberi okumak isteyenler için...

http://kitap.radikal.com.tr/Makale/sonsuz-bir-bosluk-birakarak-gitti-396060

Bu hafta gazetelerde en çok beğendiğim habere gelince...

Ben sokak müzisyenlerini, ressamlarını, çiçeklilerini çok severim. Şehrin rengidir onlar...Bana göre kesinlikle olması gereken. Şehrin kötülükleri örten, gülümseten yüzü olan...

Gündüzleri bir şirkette satış yöneticiliği yapan, geceleri ise sprey boya ile duvarlara hayvan resimleri çizen No More Lies'ın hikayesi dikkatimi çekti Hürriyet'in sayfaları arasında. Sirkeci'deki dalgakıranda yaptığı kutup ayısı iki yıldır orada duruyormuş. Bir gün özel olarak onu görmeye gideceğim.Acaba önünden daha önce geçtim de ıskaladım mı ? Yok yok mutlaka dikkatimi çekerdi...Çok uzak ta değil Karaköy, tarihi yarım ada ve Beyazıt taraflarını mekan tutmuş kendine. Güzel bir havada izini sürmeli No More Lies'ın hayvanlarının...

No More Lies'la tanışmak isteyenler için...

http://www.hurriyet.com.tr/kultur-sanat/26288644.asp

Bu hafta dikkatimi çeken yazılardan biri de Aydınlık Kitap'ta Damla Yazıcı'nın "Artık kitap dünyamız yok kitap piyasamız var" yazısı oldu. Yayıncılık piyasasını anlatıyor yazısında. "Dandik içerikler yüksek dozda görüntüyle sunuluyor, kaliteli misiniz, yoksa kalitelileştirebildiklerimizden misiniz? diye soruyor ve devam ediyor...Devamı mı? 

Haberin tümünü okumak isteyenler için...

http://www.aydinlikgazete.com/mansetler/39058-qartik-kitap-dunyamiz-yok-kitap-piyasamiz-varq.html

Büyük kitap evlerine diyeceğim bir şey yok. Bana kendimi buğday ambarında gibi hissettirirler. Aç tavuk da ben oluyorum bu arada. Bir çok yazımda belirttiğim gibi saatlerce çıkmak istemem. Her ne kadar almayacaksın okuyacak o kadar kitap seni evde bekliyor diye kendimle kavga da etsem yine de dayanamam ve kendi kendime küçük bir çocuğun annesine yaptığı gibi "noooolur alıyım yaaa" :) diyerek en almadığım zaman bile elimde bir kitapla çıkarım. 

Büyüklerin yanında sahaflar ve sayıları parmakla gösterilecek kadar az da olsa küçük kitapçıları da çok severim. Onlarda bu şehrin sokaklarına arasına saklamış küçük renklerdir benim için. Mutlaka olması gereken, hiç beklemediniz anda sokağın sonunda gülümseyerek karşınıza çıkan...

İşte böyle bir kitapçı, Moda'nın 25 yıllık kitapçısı kapanma tehlikesi altında imiş. Müdavimleri arasında Buket Uzuner, İdil Biret, Cahit Kayra ve bir çok müzisyen ve yazarın bulunduğu kitapçı habere göre yükseltilen kirasını ödeyemeyeceği için yakında kapanacak. Moda'nın 25 yıllık kitapçısının kapanmaması dileği ile haberi okumak isteyenler için...

http://www.hurriyet.com.tr/gundem/26299051.asp

İstanbul deyince artık aklıma gri bir renk geliyor. Gökyüzüne yükselen şekilsiz gökdelenler ve artık iyice yok olmaya yüz tutmuş yeşil alanlar. Kesilen ağaçların yerini alan binalar, sevimsiz AVM'ler. Neredeyse her gün bir yeşil alanın talanını duyar olduk. Nefes alacak alan kalmadı artık bu şehirde...Boğuluyorum desem yeridir.  Bu hafta gazetelere düşen bir haberde Kuzguncuk Bostanı ile ilgili idi. İlk önce ağaçları budadılar (?) sonra halkın tepsi ile bıraktılar. Neyse ki sonu tatlıya bağlandı gibi gözüyor şimdilik. Son bir emre kadar değildir umarım. Okumayanlar için haberin devamı...

http://www.hurriyet.com.tr/gundem/26295644.asp

Çok mu uzattım bu kez? Hadi bu da son olsun. Vizyona girdiği zaman yanlış hatırlamıyorsam, haziran ayında, seyredemediğim çok uzun zamandır seyretmek istediğim filmi sonunda bu hafta yeni çıkan DVD'sini alarak seyrettim. "Rüzgarlar". Gökçeada deyince benim için akan sular durur. Çok severim o adayı. Sakin sessiz olduğu kadar hüzünlüdür Gökçeada nam-ı diyar İmroz benim için. Hüznünden gelir sessizliği, geçmişte yaşadıklarından...Kaleköy'ü, Tepeköy'ü ve boynu bükük Dereköy'ü, kekik kokulu yolları ile kalbimde her zaman ayrı bir yeri vardır. 

Filmler için ses kayıtları yapan Murat Gökçeada'da ses kayıtları yapıp fotoğraflar çekmektedir. Bu sırada adada tek başına yaşayan Madam Styliani ile karşılaşır ve onun anlattıklarını kayda alır. Madam Styliani ona kendisinin ve adanın geçmişi hakkında bilgiler verir. Ve bir gün...
Devamı filmde...Gökçeada sevdalılarına seyretmelerini tavsiye edebileceğim bir film. Bazı yerlerinde sıkılabilirsiniz özellikle Murat ile Styliani'nın torunun durup uzun süre manasızca birbirlerine baktıkları yerlerde ama yine de İmroz manzaraları için seyredilebilir. Bu arada filmin senaryo yazarlarından biri de Murat Yaykın..."Imros-Burada Yalnız Ölüm Var " kitabının yazarı ve içindeki birbirinden güzel fotoğrafları çeken ve İFSAK fotoğraf günleri kapsamında sergileyen kişi...

Bunlar oltama takılanlar mutlaka kaçırdığım güzel haberler var ama şimdilik bu kadar...







EYVAH EYVAH 3

Uzun süredir vakitsizlikten sinemaya gidememiştim. Görmek istediğim bir çok filmi kaçırdım. Olmadı işlerin arasında araya sıkıştıramadım film keyfini. Koşturmacanın arasına da nefes nefese bir seansa girmek istemedim doğrusu. Sinemaya gideceksem geniş bir zaman lazım bana. Önce film seyredeceğim sonra biraz gezeceğim belki ufak tefek bir şeyler atıştırıp belki de film üstüne bir keyif kahvesi içeceğim. O gün bana ait olacak yani öncesi sonrası başka iş olmayacak ve sonuna kadar günün zevkini çıkarmam lazım. Uzun süredir böyle bir gün denk gelmedi sonunda cumartesi günü fırsat kapımı çaldı ve soluğu Eyvah Eyvah 3 de aldım. Neredeyse 3. haftasında...

Eyvah Eyvah 2'nin sonunda Hüseyin Badem hem babasına hem de hayatının aşkı Müjgan'a kavuşmuş düğün sahnesi ile film bitmişti. 

Eyvah Eyvah 3'de kaldığı yerden devam ediyor ve aileye Bayram Badem'in katılması ile başlıyor. Hüseyin Badem ailesini geçindirmek için bölgedeki bir pavyonda çalgıcılık yapmakta Müjgan'da belli etmemeye çalışsa da bu durumdan pek hoşlanmamaktadır. Bebeğin gelmesi ile maddi açıdan dara düşen Hüseyin bir gece pavyonda meydana gelen bir olay sonunda işinden de olunca kayınpederinin ısrarı ve desteği ile belediyeye zabıta olarak girer ama bu işi de ağzına burnuna bulaştırır. Belediyedeki işinden olur ama bir anda kendini büyük bir festival organizasyonu içinde bulur.

Bu arada Firuzan ününe ün katmış İspanyolla evlilik yolunda yürümeye başlamıştır ama ortaya bir engel çıkmış bu da Firuzan'ın tüm moralini alt üst etmiştir. İspanyol evlidir ve karısından boşanmak üzeredir. Bu olay üzerine Firuzan soluğu Badem ailesinin yanında alır. Hüseyin ve Müjgan her zaman olduğu gibi kapılarını açar. Firuzan'ın peşinden İspanyol ve ayrılmak üzere olan karısı da Geyikli'ye gelir ve olaylar başlar. Firuzan ve Hüseyin yine bir maceranın içine atılırlar.  

İlk iki filmden tanıdığımız oyunculara bu kez İspanyol'un karısı rolü ile Serra Yılmaz katılmış. Ferzan Özpetek filmlerinde ve televizyonlarda yaptığı programlarda görmeye  alıştığım ve çok sevdiğim Serra Yılmaz bu filmde biraz harcanmış gibi geldi bana. Tam oturmamış havada kalmış bir şeyler vardı. Öylesine perdenin arasından filme girmiş gibi :) 

Esprileri ile, müzikleri ile yine çok güzeldi Eyvah Eyvah...Defalarca seyretsem bıkmam dediğim filmlerden...Küfürsüz komedinin en güzel örneği. Eh artık Eyvah Eyvah 4'ü bekliyorum. Fazla bekletme seyircilerini Ata Demirer :) Bence şimdiden kolları sıva yeni senaryo için.





JACEK YERKA VE ZAHRADA... FENA HALDE SURREALİSTİM BU ARALAR...





Jacek Yerka...Bir çoğunuz bu ismi duymuşsunuzdur. 1952 Polonya Torun doğumlu sürrealist ressam. Sanatçı bir anne ve babanın oğlu olan Yerka'nın çocukluğu boya kalemleri, silgiler, fırçalar ve kağıtlar arasında geçmiş. Dışarıda oynamayı sevmeyen sınıfta oturarak kendi iç dünyasını yansıtan resimler çizmeyi tercih etmiş ve durum onda anti-sosyalliğe sebep olsada geleceğin surrealist ressamının ilk adımlarını atmasını sağlamış.   Astronomi veya tıp eğitimi almak isterken bitirme sınavlarına bir sene kala yaptığı U dönüşü sayesinde ailesinin izinden giderek akademiye girmiş. Torun'da bulunan Copernicus Üniversitesi baskı bölümünden mezun olmuş. Üniversite hayatı boyunca akşamları yaptığı resimleri yalnızca ailesine ve arkadaşlarına göstermiş. Başkasının görmesine izin vermemiş. 






1980 yılından itibaren Varşova'daki bir çok galeri ile çalışmış. Çalışmalarında Pieter Bruegel, Jan Van Eyck, Cagliostro gibi sanatçılardan esinlenmiş. Eserlerine gizemli olağanüstü yapılar, tuhaf manzaralar ve çocukluğundan kalan görüntüleri yansıtır özellikle de büyükannesinin mutfağını. 1950'leri onu etkileyen altın yıllar olarak adlandıran sanatçı bugüne kadar Polonya, Monaco, Almanya, Fransa, ve Amerika'da sergiler açmış. 






Jacek Yerka'nın eserlerini ne zaman görsem aklıma yıllar önce seyrettiğim Zahrada filmi gelir. Yerka'nın tabloları mı yoksa Zahrada'mı daha uçuk yoksa başa baş mı gelirler bilemedim ama bu iki isim nedense her zaman birbirini çağrıştırıyor. Yerka'nın çılgın bahçelerini anımsatan bir bahçe filmi olmasından olsa gerek...Adı üstünde Zahrada...Bahçe...




Filmin konusuna gelince ; Babasının bir müşterisi ile ilişkiye giren Jakup babasına yakalanınca babası ona ölen büyükbabasının bahçeli evini satarak kendine bir ev almasını söyler. Metruk bahçeli eve giden Jakup orada büyükbabasına ait bir günlük bulur. Günlük tersten yazılmıştır ve ancak ayna yardımıyla okunabilmektedir. Jakup bahçeli eve yerleşip bir yandan büyükbabasının günlüğünü okurken diğer yandan karşılaştığı bir melek sayesinde gerçek aşkı keşfetmeye başlar. 

Eğer bugüne kadar seyretmediyseniz ve uçuk kaçık filmleri seviyorsanız kaçırmamanız gereken bir film derim. İyi seyirler :)


MARİGOLD HOTEL...BİR HİNDİSTAN HİKAYESİ...

Marigold Hotel...Hımmmm işte en sevdiğim filmlerden biri daha. Hani şu defalarca seyretsem de bıkmam dediklerimden. 

Bu gece yine seyrettim. Hindistan'ın egzotik manzaraları eşliğinde izleyenini sarıp sarmalıyor. Bir grup insanın aşklarını, umutlarını, hayal kırıklıklarını ve aralarındaki sımsıcak insan ilişkilerini anlatan bir film.



Birbirlerini daha önce tanımayan bir grup yaşlı İngiliz çeşitli nedenlerle Hindistan'a gitmeye karar verir. Marigold Hotel'in sunduğu imkanların büyüsüne kapılan insanlar otele rezervasyonlarını yaptırır. Önce kocasını daha sonra ondan kalan borçlarını ödemek için evini kaybeden Evelyn, yıllarca bir ailenin yanında çalışıp onların çocuklarına bakan fakat bir süre sonra yaşlılığından dolayı yerine genç birini aldıkları için işinden çıkarılan suratsız Muriel, gençlik aşkının peşinden Hindistan'a gelen Douglas, zengin bir koca arayan Madge, sevdiği kıza kavuşmak için annesini razı etmeye aynı zamanda da babasından kalan oteli satılmaktan kurtarmak için var gücüyle çalışan Sonny...Uzunca bir yolcuktan sonra Marigold Hotel'in avlusunda buluşurlar. Hotel onlara vadettiği konforu sunamaz ama hayatlarına farklı bir renk getirir. Sonuç; onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine...

Güzel bir film seyretmek isteyenlere tavsiye edilir :) 




LOST IN AUSTEN

Günün birinde sevdiğiniz roman kahramanını evinizin banyosunda bulursanız ne yapardınız? Üstüne üstlük birde banyonuzda geçmişe açılan gizli bir kapı keşfederseniz...Bu roman kahramanınızın size bugüne kadar hiç bilmediğiniz bu kapıdan ulaştığını görürseniz ne hissedersiniz? 

Ve bir anda kendinizi bir anda elinizden düşüremediğiniz Jane Austen romanlarından birinin tam ortasında bulsaydınız :)

Sevgilisi ile problemler yaşayan Amanda Price kötü geçen bir gecenin sonunda banyosunda çok sevdiği roman kahramanı Elizabeth Bennet'i bulmasıyla fantastik bir dünyaya adım atmış olur. Hammersmith'li Price Elizabeth Bennet ile yer değiştirir. 2000'li yılların genç bir kadının Jane Austen'ın Aşk ve Gurur'unun içine sızmasıyla traji komik olaylar başlar :)

Seyretmeyenler için zevkle seyredilecek bir film daha...



SİBİRYA'DA KAYIP

Ben değil, Matthias :)

Bugün öğleden sonra evde otururken televizyon kanalları arasında dolaşmaya başladım. Bir sürü dizi, magazin programı, film derken bir tanesini ilgimi çekti. Lost in Siberia. Alel acele bir kahve yapıp yayıldım koltuğa. Güzel bir öğleden sonra keyfi oldu benim için. 

Utangaç Matthias Bluel patronu tarafından işlerini geliştirmek üzere Sibirya Kemerovo'ya gönderilir. Dil ve bölge halkının adetlerini bilmeyen Matthias'ın başına trajikomik olaylar gelir. Genç tercümanı sayesinde bunlardan sıyrılmayı başarır. Bir gün birlikte gittikleri panayırda şarkı söyleyen Saya'yı görür ve aşık olur. Saya Kemerovo'da yaşayan Şorlardandır ve şamandır. Gelenekleri ve görenekleri Matthias'ın ilgisini çeker ama vizesi bittiği için Almanya'ya dönmek zorundadır. İstemeden de olsa gözü arkada kalarak ülkesine döner. Bir süre sonra Matthias Saya'nın aşkına dayanamayarak tekrar yollara düşer. Bu kez farklı bir Matthias olarak...

Uçsuz bucaksız güzel manzaralar eşliğinde içinde biraz şamanizm çokça aşk, sevgi barındıran bir film. Gülümseyerek seyredeceksiniz. Bu aralar Dijitürk Festival'de oynuyor...





KELEBEĞİN RÜYASI

Dün akşam Kelebeğin Rüyasını seyretmeye karar verdim. Genelde hep sabah ilk seansları tercih ederim. Her zaman boştur. Ben dahil üç kişi film izlediğim olmuştur. Bugün yine her zamanki gibi 11.00 seansına gittim ama ilk kez bu kadar kalabalık bir sabah filmi seyrettim. Kadınlar matinesi gibiydi. Etrafımdaki konuşmaları dinleyince nedeni sonradan ortaya çıktı tabii:).

Film 1940'lı yıllarda Zonguldak'ta yaşayan şiire, edebiyata düşkün iki genç şairin Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu'nun hikayesini anlatıyor. Şiir yazmaları, yazdıkları şiirleri yayınlatmak için verdikleri çaba, umutları, hayal kırıklıkları, dostlukları, aşkları ve o dönemde çoğu kişinin başına bela olan hastalıkları : ince hastalık- verem. 

Bir yandan iki şairin zorlu hayatını anlatırken diğer yandan da Zonguldak'taki maden ocaklarında o dönemde yaşananları perdeye yansıtmış Yılmaz Erdoğan.  1940 yıllarda Zonguldak kömür madenlerinde zorla çalıştırılan insanların dramını, mükellefiyet dönemini anlatmış. II. Dünya Savaşının getirdiği güçlüklerin aşılabilmesi için Zonguldak kömür havzasında yaşayan insanlara kömür ocağına girme zorunluluğu getirilmesi konu edilmiş. 

Film Zonguldak Valisinin kızının şehre gelmesi ile başlıyor. Muzaffer Tayyip'in genç güzel aşık olması, kızın da onu karşılıksız bırakmamasıyla devam ediyor ama Muzaffer Tayyip'in hastalanması ile babası araya giriyor ve arkadaşlıklarına son vermesini istiyor. Diğer taraftan arkadaşı Rüştü Onur'un hastalığı gün be gün daha da ilerleyince Behçet Necatigil tarafından Heybeliada Sanatoryumuna gönderiliyor. Orada bir kıza aşık oluyor ve daha sonra evleniyor. Bir süre sonra yanına aynı hastalıktan muzdarip olan arkadaşı Muzaffer Tayyip'te geliyor ve beraber tedavileri sürüyor.

Filmi izlemek isteyenler için anlatmayı burada kesiyorum. Benim filme gitmek istememin sebebi iki şairin hayatı ve Zonguldak'ta geçmiş olması idi. Konusu ilgimi çekti. Yılmaz Erdoğan 1940'ların Zonguldak'ını canlandırmaya çalışmış. Bu konuda fazla bir yorum yapmayacağım ama görüntüler güzeldi. Bir ara filmdeki kısa diyaloglardan çok sıkıldım. Dramın verdiği ağırlıkla bazı sahnelerde içim şişti de diyebilirim ama filmi beğendim.  

Gelelim filmin bu sabah ki seyircilerine. Başta da yazdığım gibi kadınlar matinesi gibiydi. Sabah seansları boş geçtiğinden edebiyata, şiire meraklı kişilerin geldiğini düşündüm ilk başta ama etrafımda konuşulanları duyunca gelenlerin çoğunun Kıvanç Tatlıtuğ'u seyretmek için gelenler olduğunu anladım. Herkesin ağzında Kıvanç Tatlıtuğ'un adı :) Sabah akşam bugün Kıvanç'ı seyredeceğiz ne güzel diyenler, ne güzel oynamış diyenler...Seyircilerin çoğunun filmin konusu filan umurunda değildi. Varsa yoksa Kıvanç Tatlıtuğ. Çıkarken şunu düşündüm bu filmde Kıvanç Tatlıtuğ oynamasaydı bugün bu salon yine bu kadar dolu olur muydu acaba? Cevabım hayır. Bu da Yılmaz Erdoğan'la Kıvanç Tatlıtuğ'un ortak başarısı diyelim. 

Sonuç olarak bana göre iki şairin 1940'larda zorluk içinde Zonguldak'ta geçen dramatik yaşamını seyretmek istiyorsanız gidin derim. Kıvanç Tatlıtuğ hayranıysanız zaten gidecekseniz demektir ama ne dram isterim ne de Kıvanç beni ilgilendiriyor derseniz size göre bir film değil boşuna vaktinizi harcamayın derim. 



TAMARA DREWE

Dün gece ortalık sakinleşip sessizlik çökünce bir süre kitap okudum sonra elime kumandayı alıp seyredecek bir şeyler aradım. Bir sürü dizi film, film, sohbet, magazin derken gözüme Tamara Drewe adı çarptı. 2010 yılı İngiltere yapımı film. Tamam dedim bunu seyrediyorum ve keyif içinde bir buçuk saat geçirdim. 

Tamara gazetecilik yapan çekici bir kızdır. Annesinin ölümü üzerine eskiden yaşadığı kasabaya tekrar döner amacı bir süre orada kalıp evi düzene sokmak hatta müşteri bulduğu takdirde satmak niyetindedir. 

Kasabada roman yazmak için sakin bir yer arayan yazarların konakladığı bir çiftlik vardır. Çiftliği yine bir yazar olan Nicholas ve eşi işletmektedir. Nicholas ufak kulübesinde bütün gün yazılarını yazarken eşi Beth ise sabahtan akşama kadar çiftlik işleri ve mutfak işleri ile uğraşmakta aynı zamanda Nicholas'ın romanlarına yardım etmektedir. En ünlü romanın kahramanın yaratıcısı yine Beth'dir. 

Bu arada kasaba yaşantısından sıkılmış iki ergen kız kendi aralarında ortalığı karıştırarak eğlenmektedirler. (Bu iki karakter çok hoşuma gitti). İnsanları gizli gizli izlemek, resimlerini çekmek, yoldan geçen arabaların camlarına yumurta fırlatmak, kendilerine göre insanların psikolojik çözümlemelerini yapmak ve...devamı yok burada kesiyorum yaptıklarını :)

Tamara'nın kasabaya dönmesi evin eski sahibi ve Tamara'nın gençlik aşkı Andy'yi hem sevindirir hem de rahatsız eder. Tamara'nın istediği üzerine evinin tamir işlerini yüklenir. 

Bir gün kasabaya ünlü bir rock grubunun gelmesiyle işler karışır. Tamara, Andy ve rock grubunun bateristi Ben'in aşk üçgeni bir yandan, çiftlikte ki yazar grubu, Nicholas, Beth üçgeni bir yandan, araya kızların hınzırlıkları da girince film iyice keyifli bir hal alır. 

Bu tür filmlerden hoşlanıyorsanız izlemenizi tavsiye ederim. Muhteşem manzaralar içinde keyifli bir buçuk saat geçirirsiniz. Benden paylaşması:)



Lizbon'a Gece Treni beyazperdede


Lizbon'a Gece Treni geçen yıl okuduğum en güzel kitaplardan bir idi. Çok zevkle okuduğum bu romanın filmi şubat ayında beyazperdede okuyucuları ve sinema izleyicileri ile buluşacakmış.  Filminini sabırsızlıkla beklerken, Sabitfikir'in haberini de sizlerle paylaşmadan edemedim:)


Pascal Mercier’in on beş dile çevrilen romanı Lizbon'a Gece Treni, sinema izleyicisiyle buluşuyor. Başrollerinde Jeremy Irons, Jack Huston, Christopher Lee, Charlotte Rampling gibi oyuncuların yer aldığı film, Şubat ayında yapılacak prömiyerle sinema izleyicisiyle buluşacak.



Kitabın kahramanı, Bern’de tekdüze bir hayat süren antik diller öğretmeni Gregorius, tuhaf bir tesadüfler silsilesi sonucunda kurulu düzenini, mesleğini terk ederek hiç tanımadığı Portekizli bir yazarın izinde Lizbon’a doğru tekinsiz bir yolculuğa çıkar. Kendisine yabancı bir insanı tanımak, onla aynı havayı solumak için atıldığı bu serüven, kendisini keşfetmesine olanak verirken, kendini Salazar döneminin acımasız diktatörlüğünün karanlık sayfalarında bulmasına da neden olur. Bir solukta okunan bu kitap, okuyucuyu Gregorius’la beraber bilinmeyenin peşinden gitmeye davet ederken, içerdiği hayat, dostluk, cesaret, direniş gibi konulardaki derinlikli düşüncelerle de ilgi çekiyor.


007 James Bond SKYFALL

Pazar günü aile bireylerinin ısrarları üzerine 007 James Bond Skyfall'a gittik. Filmin çekimlerinin bir kısmı Kapalıçarşı'da gerçekleştirilmiş ve bir takım tartışmalara neden olmuştu. Vizyona girdikten sonra ise İstanbul'u ve insanları Araplara benzettiğine dair eleştiriler almıştı. 

Film bilindiği üzere İstanbul'da Kapalıçarşı ve civarında kaçma kovalamacayla başlıyor. James Bond ve yardımcısı Eve bütün bölgeyi birbirine katarak kötü adamı kovalıyorlar. İki araba peşpeşe deli gibi Eminönü, Sultanahmet'in yollarında büyük bir hızla tezgahları ve diğer araçları havalandırarak uçuruyor, yolda yürüyen insanları çil yavrusu gibi dağıtıyor. Sonra o meşhur sahne geliyor James Bond motosikletle Kapalıçarşı'nın kiremitlerinin üzerinde yol alıyor. Daha sonra James Bond'u ve kötü adamı trenin üzerinde kavga ederken görüyoruz. Sonunda kötü adam galip geliyor ve James Bond metrelerce yükseklikteki bir köprüden aşağıya uçuyor ama 007 kedi gibi dokuz canlı olduğu için doğanın tüm kanunlarına karşı gelerek yaşamaya devam ediyor. Filmin başındaki bu kadar aksiyon bile bana fazla geldi zaten. Fazla gelen aksiyon değil   daha baştan başlayan saçmalıktı. Neyse tabii daha bununla bitmedi. Bond'un başına gelmedik kalmadı ama filmin sonunda hala yaşıyordu:) Hele bir sahnesi vardı ki içimden imdaaattttt diye bağırmak geldi. Kendinin iki katı bir adamla önce dövüştü, sonra su altında mücadele etti ve adamı alt etti. Sözün bittiği andı benim için:))

Neyse her filmde mantık aramak doğru değil tabi ki:) Bende belli ki aksiyon günümde değildim. Filmin sahneleri bir yana konusu kısaca şöyle: Yaşadığı saldırı sonucunda uzun bir süre sonra ortaya çıkan Bond'un  M'e karşı sadakatı sınanır. Bu arada MI6 ciddi bir saldırıya maruz kalır. Bu olay sonunda MI6'yı zora sokan gözü kara Silva'yı bulma ve yok etme işi 007 James Bond'a kalır.  

Bol aksiyonlu bir pazar günü filmiydi 007 James Bond Skyfall. Hoşça geçirilmiş 2 saat 23 dakika diyelim. Ben yine de Roger Moore'lu ve Sean Connery'li James Bond'ları tercih ediyorum desem çok mu klasiğe kaçmış olurum acaba?




Sevgililer - Les Biens-Aimés...

Son zamanlarda en sevdiğim filmlerden biri oldu 2011 yapımı Sevgililer filmi. TV yerine sinema perdesinde seyretmeyi tercih ederdim ama kaçırmışım:(

Les Biens-Aimés Paris'te yaşayan Madeleine'in 1964'den 2007 yılına kadar geçen hayatını anlatıyor. 

Medeleine Jaromil adında bir doktora aşık oluyor ve onunla Prag'a gidiyor. Kızları Vera dünyaya geliyor ama bir gece Madeleine aldatıldığını öğreniyor. Kızını da alıp Paris'e geri dönüyor ve bir jandarma ile evleniyor. Yıllar sonra tekrar Jaromil ile karşılaşıyor ve iki adam arasında kalıyor. Tercih yapmak mı? Hayır o tercih yapmıyor her ikisini de idare etmeye başlıyor. Hem kocası François hem de eski kocası Jaromil ile birbirlerinin haberi olamadan birlikte oluyor. Bu ilişikiden bir tek Vera'nın haberi oluyor. Vera ise Londra'da bir bateriste aşık oluyor ama aşkının karşılığını bulamıyor. Bu arada Clement ile fırtınalı bir ilişki yaşıyor ama sonunda ayrılıyorlar ve ayrılığın sıkıntısını atmak için New York'a baterist sevgilisini görmeye gidiyor. Fakat Henderson Vera'yı erkek arkadaşıyla karşılamaya geliyor. Eşcinsel ve aids olduğunu açıklamasına rağmen Vera ondan çocuk sahibi olmakta ısrar ediyor. Henderson'un onun bu isteğini kabul etmemesi Vera'yı bunalıma sürüklüyor ve...



Film boyunca Madeleine ve kızı birbirlerine fırtınalı aşk hayatlarını anlatıyorlar. Kimi zaman eğlenceli kimi zaman hüzünlü sahneleriyle  ve müzikleriyle hoş bir 2 saat 15 dakika geçirttiriyor seyircilerine.

Madeline rolünde Catherine Deneuve, Vera rolünde Chiara Mastroianni çok güzel bir iki olmuş anne kız rollerinde. 

Güzel bir pazar öğleden sonrası filmiydi benim için. Boş vaktiniz varsa kaçırmayın derim...Özellikle anne kızlar birlikte seyredin. Belki sizinde paylaşacağınız bir şeyler olur filmin sonunda...