Film etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Film etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Albatross





Emilia Conan Doyle yazma denemeleri yapan, kendinin Arthur Conan Doyle'un akrabası olduğunu sanan genç bir kızdır. Annesinin intiharından sonra büyük anne, büyük babasıyla yaşamakta ve Fisher ailesinin işlettiği The Cliff House adlı otelde temizlikçi olarak çalışmaktadır. Evin babası Jonathan Fisher 20 yıl önce The Cliff House adında bir kitap yazarak ünlenmiş bir yazardır. Günlerini yeni kitap yazma çabaları içinde çatı katındaki odasında geçirmekte ama ilk kitabının başarısını yakalayacak ilhamı bulamamaktadır. Anne Joa ise hem otelin işletmesi hemde iki kızıyla ilgilenen evliliğinde aradığını bulamayan mutsuz eski bir sanatçıdır. Büyük kızları Beth Oxford Üniversitesi'ne girmek için yapacağı mülakata hazırlanmakta diğer taraftan ailesinin bu durumundan etkilenmektedir. Emilia destek olmak ve cesaretlendirmek için Beth'in Oxford'daki mülakatına onunla beraber gider ve aralarında bir arkadaşlık oluşur. Emilia Beth için dış dünyaya açılan bir kapıdır. 

Bu arada Emilia'nın yazma isteği Jonathan'ın dikkatini çeker. Ona bu konuda yardımcı olacağını söyler ve Emilia'ya yaratıcı yazarlık dersleri vermeye başlar. Bir gün Emilia'yı Arthur Conan Doyle'un mezarına götürür ve aralarında romantik bir ilişki başlar. Filmin ilerleyen karelerinde Emilia ile Doyle'un akrabalık ilişkisindeki sır çözülür. Bu arada Beth babası ve Emilia arasındaki ilişkiyi fark eder ve aile ilişkileri iyice çıkmaza girer. 

Filmin sonunda...Hayır:) Ne kadar istesem de sonunu yazmayacağım ama küçük bir tüyo vereceğim Beth ve Emilia için çok güzel bir sonla bitiyor özellikle de Emilia için...

2011 yılında prömiyeri yapılan film Isle of Man adasında çekilmiş ve harika manzaraları var. Konusunu beğenmezseniz bile görüntüleri için seyredilir. Güzel bir film seyretmek isteyenlere tavsiye edilir:) 

Albatross...Spread your wings...














Roma'ya Sevgilerle:)

Tanınmış Amerikalı mimar yıllar önce öğrenci olduğu Roma'da tatildedir. Gençliğinin sokaklarında gezerken genç mimarlık öğrencisi Jack ile karşılaşır. Jack Roma'da kendi gibi öğrenci olan Amerikalı kız arkadaşı Sally ile yaşamaktadır ve Sally'nin erkek arkadaşından yeni ayrılan kız arkadaşı Monica'yı evlerinde misafir etmek üzeredirler. 

Hayley Roma'ya turist olarak gelmiş ve avukat Michelangelo'ya aşık olmuş ve evlenme kararı almışlardır. Hayley'in anne ve babası müstakbel damatları ve ailesi ile tanışmak için Roma'ya gelir. Michelangelo'nun babası Giancarlo cenaze levazımatçısıdır. Hayley'in babası ise yıllarını müzik sektörüne vermiş ve emekliliği ölümle eş tutan bazı takıntıları olan yaşlı bir adamdır. Bir gün Giancarlo'yu duşta arya söylerken duyar ve onun bu yeteneğini ilerletmesi için ısrar eder. 




Antonio ve Milly  akrabalarının fabrikasında çalışmak için taşradan Roma'ya gelirler ve bir otel odasına yerleşirler. Milly eşinin akrabalarına güzel görünmek için saçına fön çektirmek ister fakat otelin kuaförü dolu olduğundan dışarıda tarif edilen başka bir yere gider. Bu sırada otel odasında kalan Antonio'nun beklenmedik bir misafiri gelir. Anna. Antonio ne kadar yanlış yere geldiğini anlatmaya çalışsa da başarılı olamaz ve komik bir karşılaşma sonucunda Antonio'nun yaşlı akrabaları Anna'yı onun eşi zannederler. 

Bu arada kendi halinde bir memur olan Leopoldo'nun, bir gün işine gitmek üzere evden çıktığı sırada etrafı gazetecilerle çevrilir ve bir anda meşhur olur.

Londra Maç Sayısı, Barcelona Barcelona, Paris'te Bir Gece Yarısı ve Roma'ya Sevgilerle...Bir tercih yapmam gerekirse Paris'te Bir Gece Yarısı derim...

Woody Allen'ın Avrupa dörtlemesinin son filmi Roma'ya Sevgilerle Roma'nın birbirinden güzel manzaraları eşliğinde yanlış anlamalar, aşk hikayeleri, hayat dersleri ile devam ediyor ve seyircilerine hoşça vakit geçirtiyor. Güzel bir film seyretmek isteyenlere tavsiye edilir:)



Mutluyum Devam Et

Happy thank you more please - Mutluyum Devam Et.  İşte zaman zaman seyretmekten zevk aldığım filmlerden biri daha. 2010 yılı yapımı drama altı New York'lunun hayatından bir kesimi anlatıyor. İçlerinde en kahraman yok, dünyanın kurtaran birileri hiç yok, vurdu kırdı, kavga dövüş yok, patlayan arabalar, uçan tekmeler de yok. Eğer bu tür filmleri seviyorsanız kesinlikle sizin için değil ama hayatın içinden sıradan, abartısız insan hikayelerini seviyorsanız ve daha önce seyretmediyseniz alın kahvenizi elinize (sulu gözlüler için diğer elinize de mendilinizi) geçin tv karşısına. Film başlıyor...




Sam Wexler kitap yazmaya çalışan ve yazdıklarını bastırmaya uğraşan genç bir yazardır.  Bir gün metroda ufak bir çocukla karşılaşır. Rasheen adlı bu çocuk gidecek yeri olmadığı ve koruyucu aileden kaçtığını söyleyerek Sam'in peşine takılır. Sam ilk başta bu olaya hiç sıcak bakmasa da Rasheen'in çaresizliği karşısında çocuğu alıp evine götürür. Bu güne kadar hiç çocuk bakmamış olan Sam'ın hayatında böylelikle yeni bir sayfa açılır. Bu arada Rasheen'in sayesinde kitabının basılma şansını kaçırır. Hayatının fırsatını kaçırmasına çok kızmasına rağmen diğer taraftan da kitap yazarken Sam'ın çok güzel resimlerini çizen bu sevimli çocuğa bağlanır.
Annie ilişkilerinde sorunlar yaşayan, Sam'ın en sevdiği ve güvendiği arkadaşıdır. Birbirleriyle tüm sırlarını paylaşırlar. Charlie ve Mary Catherine ise Los Angeles'a yerleşmek isteyen ve ilişkilerini sorgulayan bir çifttir. Ve Mississippi. Barlarda şarkıcılık yapan genç güzel Mississippi ile Sam'ın arasında bir aşk doğar.
Filme adını veren cümle ise happy thank you more please Annie'nin bindiği taksinin şoförü ile yaptığı konuşmadan alınma. Taksi şoförü kendisine teşekkür etmesini söylüyor. Teşekkürler ve daha lütfen. Şükredip teşekkür edersen evren sana daha fazlasını verir.
Filmin büyüsünü bozmamak için daha fazlasını anlatmayacağım. Hayatın içinden insan hikayelerini konu alan filmleri seviyorsanız bunu da sevecekseniz. 
İyi seyirler ve okuduğunuz için teşekkürler:)

Filmlerdeki Kütüphaneler


Harry Potter 
Duke Humfrey- Bodleian Kütüphanesi- Oxford


                                                            Melekler ve Şeytanlar
                                                             Vatikan Kütüphanesi

                                               
                                                              Yarından Sonra
                                                    New York Halk Kütüphanesi


                                                                 Ghostbusters
                                                         Los Angeles Kütüphanesi


                                                                  Dokuzuncu Kapı

Çekimleri İspanya, Fransa ve Portekiz'de yapılan 1999 yapımı filmde bu şehirlerden kütüphaneler görebilirsiniz ...Konusu ise kısaca şöyle: Dean Corso, zengin koleksiyoncular için eski ve çok değerli kitapları araştıran ve bulan bir araştırmacıdır. Yaptığı görev kültürel birikim, hüner ve çelik gibi sinirler gerektirmektedir. Corso, ünlü bir kitapsever olan Boris Balkan için Satanik ayinleri anlatan bir seri kitabın sonuncusunun peşine düşer. Rivayete göre bu kitap Karanlıklar Krallığının dokuz kapısını açacak bir el yazmasıdır. Geri kalan iki kopyası Avrupa’dadır. New York’tan Toledo’ya, Portekiz’den Paris’e giden yollarda Corso labirent gibi tuzaklarla, vahşi ve gizemli ölümlerle karşılaşır. Kendisini koruyan güçler yardımı ile kendisinden çok daha güçlü bir varlığa karşı adım adım yaklaşmaktadır. Zamanla asıl görevinin bir kitabı bulmaktan çok daha farklı olduğunu anlar.





                                                                     Gülün Adı

Bunlar benim ilk aklıma gelen filmlerdeki kütüphaneler...Listeye başka filmlerde eklenebilir. Düşündükçe aklıma geliyor mesela Indiana Jones, Mumya, Joe Black, Miranda, eskilerden My Fair Lady...

Şimdilik film karelerindeki kütüphanelerden bu kadar...Hepinize bol kitaplı günler dilerim. 

Daha çok okuyan bir toplum olmamız dileği ile 8 Eylül Dünya Okuma ve Yazma Günü kutlu olsun:)

Jane Austen Kitap Kulübü




Karen Joy Fowler'ın aynı adlı eserinden sinemaya uyarlanan Jane Austen Kitap Kulübü çok severek izlediğim filmlerden biridir. Bir kaç kez seyretmeme rağmen evde yalnız kaldığım keyif günlerimde güzel bir film seyretmek istediğimde kahve eşliğinde büyük bir zevkle sıkılmadan seyrederim. 

Film, California'da yaşayan beş kadın ve bir erkeğin Jane Austen kitapları etrafında birleşmesini anlatır. Altı kişilik bu grup her ay seçtikleri bir Jane Austen kitabını tartışmak için bir araya gelirler. Bu toplantıları sırasında kitapların konuları yanı sıra kendi yaşantılarını da paylaşırlar. Yaptıklarını yorumlarda kendilerini açığa çıkartırlar. Okudukları Jane Austen kitaplarının 21.yy versiyonunu ilişkilerinde yaşamaya başlarlar. 

         
Sylvie uzun süren bir evlilikten sonra kocası tarafından terk edilir. Bu zor durumu arkadaşlarının desteği ile atlatmaya çalışmaktadır. Kızı Allegra ise lezbiyen bir ilişki yaşamaktadır. Fransızca öğretmeni Prudie öğrencisi ile yakınlaşmakta ve evliliğinde bir takım sorunlar yaşamaktadır. Kulübün diğer üyelerinden bilim-kurgu düşkünü Grigg grubun bir başka üyesi Jocelyn ile ilgilenmektedir. Bir çok kez ilişki yaşamış Bernadette ise yeni bir mutluluğun peşinden gitmektedir.  Filmin en beğendiğim karelerinden biri, bir ay içinde bitirmeleri gereken kitabı her ortamda okumaya çalışmaları. Abartı olsa bile diş fırçalarken dahi okumaya çalışan kulüp üyesi  var içlerinde:)                                                                                                                                                                           2007 yapımı bu filmi eğer hala izlemediyseniz tavsiye ederim. Bir fincan kahveyle iyi gidiyor doğrusu:) 

Dünyanın Bütün Sabahları



Kitabın orjinal adı 'Tous les matins du monde' Tous les matins du monde sont sans retour' Kitabın 76. sayfasındaki 'dünyanın bütün sabahları bir daha geri gelmez' cümlesi esere adını vermiş. 

Roman, 17.yy Fransa'sında eşini kaybettikten sonra çiftliğinde iki kızıyla beraber yaşayan besteci viyola da gamba sanatçısı Sainte-Colombe'un hikayesini anlatmaktadır. Colombe sanatta ün değil şiiri ve huzuru arayan bir müzik dehasıdır. Versaille Sarayında çalması ve saray müzisyenlerine katılması için kral tarafından gönderilen elçiyi 'ben yaşamımı bir dut ağacının içindeki kül rengi tahtalara, bir viyolanın yedi telinden çıkan seslere, iki kızıma adadım. Dostlarımda anılarımdır. Sarayım şu gördüğünüz söğütler, akan su, sazan balıkları ve mürver çiçekleridir. Yüce kralımıza söyleyin ben yalnızca kendime ait bir yabanım' diyerek geri gönderir. 

Kızları viyola çalmak için uygun boya gelinde onlara da viyola da gamba çalmasını öğretir ve birlikte konserler vermeye başlarlar. On beş günde bir verdikleri bu konserlere katılmak için soylular birbirleriyle yarışır.  

Bahçesindeki küçük tahta kulübesinde kırmızı kaplı defterine yeni bestelerini yazar ama bunları bastırmamakta ve halkın yargısına sunmakta direnir. Sanatı sanat için yapmayı tercih eder. 

Hayatını besteleri, kızları, verdiği konserleri ve kayığı ile paylaşırken horozibiği gibi kıpkırmızı on yedi yaşlarında bir çocuk bir gün kapılarını çalar. Sainte-Colombe'dan viyola hocası olmasını rica eder. Sainte-Colombe önce kabul etmese de daha sonra Marin Marais'yi öğrencisi olarak kabul eder ve birlikte çalışmaya başlarlar. Bu arada Colombe'un büyük kızı Madeleine ile Marais arasındaki yakınlaşma aşka dönüşür. Bir gün Marais Colombe'a Versaille Sarayına kabul edildiğini ve kralın huzurunda çalacağını söylediğinde evde büyük bir olay çıkar ve Colombe Marais'i evden kovar. Marais evi terk eder ama aklı her zaman Madeleine'de ve Sainte-Colombe'un bestelerinde kalır. Gizli gizli eve gelerek Colombe'un çaldıklarını dinler ve kardeşinden Madeleine hakkında bilgi alır. 

Madeleine hamiledir ve ölü bir çocuk doğurduktan sonra hastalanmıştır. Marais gizli gizli sevgilisini ziyaret etmeye devam eder. Bu ziyaretlerinin birinde Madeleine sevgilisinden 'Düş gören kız'ı çalmasını ister. Marais, Madeleine'in isteğini yerini getirir. Marin Marais sevgilisinin bu son istediğini yerine getirdikten sonra Versaille'a dönmek üzere arabaya bindikten sonra Madeleine hasta yatağından kalkar, Marais'in biraz önce oturup viyola çaldığı taburenin üzerine çıkar, ipi kirişin üzerinden geçirir, bir düğüm yapar, boynuna geçirir ve intihar eder.

Aradan yıllar geçer, Sainte-Colombe kendi deyimiyle artık gölgelerle konuşan yalnız bir adamdır. Çok ender çalmaktadır. Marin Marais ise gizli ziyaretlerini sürdürmekte hocası öldükten sonra eserlerinin tamamen kaybolacağı korkusunu yaşayarak geceleri onu gizli gizli dinlemeye devam etmektedir. Sonunda bir kış gecesi Colombe'un kendi kendine konuştuğu bir sırada yine evine gelir ve kapısını çalar. Ondan son bir ders rica eder. Birlikte Madeleine'in viyolasını alırlar ve gözyaşları içinde sabahın ilk ışıklarına kadar çalarlar.

Okuduğum kitapların sonunu genelde yazmamaya ve okuyucuya bırakmayı tercih ederim ama bu kitabın sonunu yazmak istedim. 

Dünyanın Bütün Sabahları benim çok sevdiğim kitaplardan biridir. Kitabı ikinci okuyuşum. Kitapta  ve filmde Colombe'un Özlemler Ağıtı adını verdiği eserini çaldığı an en sevdiğim bölümlerden biridir.

'Nota defterine bakmaya gerek bile görmedi. Eli çalgı tuşu üstünde kendiliğinden gidip geliyordu, gözyaşlarını tutamadı. O anda ezgiler yükselirken, solgun benizli bir kadın kapının yanı başında göründü, gülümseyen dudaklarının üstüne parmaklarını koyarak konuşmayacağını ve yapmakta olduğu işi bırakmamasını işaret etti. Mösyö de Sainte Colombe'un nota sehpasının çevresinde sessizce dolaştı. Masanın ve şarap şişesinin yanı başında köşede duran müzik sandığının üstüne ilişti ve dinlemeye koyuldu. 

Bu, karısının ta kendisiydi ve gözlerinden yaşlar boşanıyordu. Çaldığı parçayı tamamladıktan sonra gözlerini açınca artık onun orada olmadığını gördü. Viyolasını yerine bıraktı, şarap sürahisinin yanındaki tabağa elini uzatırken hemen hemen dibine inmiş bardağı gördü ve onun yanında mavi örtüsünün üstünde duran yarısı ısırılmış pastaya gözü takılınca şaşırdı kaldı.Bu ziyareti başkaları izledi.'


Filmin müzikleri ünlü viyola da gamba sanatçısı Jordi Savall tarafından yapılmış. Viyola da Gamba ve Jordi Savall demişken onun bir eserini de paylaşmadan olmaz:) İşte sevdiğim parçalarından biri...
Güzel bir kitap okumak isteyenlere tavsiye edilir...                                                                             DÜNYANIN BÜTÜN SABAHLARI     PASCAL QUINARD      CAN YAYINLARI




"Küçük bir kızken hep evin tepesinde uçmak isterdim. Geceleri gözlerimi kapatıp çatıda olduğumu ve annemle babamı yatakta seyrettiğimi hayal ederdim. Sonra çatıdan sıçrayıp...uçardım...Bütün komşular uyurken ben havada süzülerek camlarından içeriye bakardım. Uçardım ve...ağaçlarda dinlenirdim. Yapabileceğimi biliyordum ama onlara hiç söylemedim. Birileri bir kez öğrenince...seni düşürebilirler...."

Elaine Stalker (Faye Dunaway) Arizona Dream 1993 Emir Kusturica

Madagaskar 3

Sinemada 3 boyutlu animasyon deyince aklıma Madagaskar ve Buz Devri geliyor.  İlk filmlerini mecburiyetten zoraki seyretmiş olsamda ikinci ve üçüncü filmlerine gönüllü olarak gittim. Bugünde Madagaskar 3'e gittik. Her zamanki gibi ilk seans. Sinemada ilk seans veya son seansları tercih ederim her zaman çünkü boşturlar ve bana göre sinema seyretmenin zevki böyle çıkar. Kimse dip bipe değildir. Biri bir uçta diğeri bir uçta oturur ve boş olmanın avantıjını kullanıp istediğin yerde oturulur. Bugün de öyleydik. 6 çocuk 3 büyük film seyrettik. 
Neyse gelelim Madagaskar'a. Filmdeki favori kahramanlarım her türlü hinliği yapan penguenlerdir ama bu sefer onlar bile durumu kurtaramamışlar. Madagaskar 3 malesef ilk ikisine göre sıkıcıydı. 
Hayvanlar bu kez hayvan kontrolörlerinin elinden kaçmaya çalışırken tesadüfen karşılaştıkları bir sirke katılarak New York'a dönmeye çalışıyorlar. Peşlerini bırakmayan yüzbaşı Chantel Dubois'ya karşı büyük bir savaş verirken aynı zamanda artık monotonlaşmış sirk numaralarınada renk katmaya çalışırlar. Bu kez filmin öne çıkan kahramanı piskopat Chantel Dubois idi. Hayvanları yakalamak için yaptığı çeşitli atraksiyonları ve vazgeçemeği kırmızı rujuyla filme damgasını vurdu bana göre. Ayrıca Bubois'ya çok iyi bir seslendirme yapılmış fransız aksanıyla Türkçe konuşması filmi biraz olsun sıkıcılıktan kurtamış ama yinede ilk ikisinin yerini tutamıyor. 
Görmek isteyenlere duyurulur...



Oyun yarım kaldı

CÜNEYT TÜREL'İN ANISINA
Oyun yarım kaldı

Türk tiyatrosu son günlerde protesto gösterileriyle gündemdeyken büyük bir ustanın kaybıyla bir kez daha yıkıldı. Türk tiyatrosunun 'şiir sesli, beyefendi' aktörü Cüneyt Türel, uzun süredir üzerinde çalıştığı projeyi tamamlayamadan yaşama veda etti.

70 yaşındaki Türel, 18.Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali için Elin Elimde adlı oyunu hazırlıyordu. Uzun süredir hayat arkadaşı olan Tilbe Saran ile aynı sahneyi paylaşacaktı bu projede. Sahne arkasında ise yönetmen Başar Sabuncu ve sahne tasarımcısı Metin Deniz yer alacaktı.
Bu projenin en büyük özelliği Türel, Sabuncu ve Deniz üçlüsünü tam 50 yıl sonra Küçük Sahne'de yeniden biraraya getirecek olmasıydı. Ama, Cüneyt Türel'in hayatının son günlerinde üzerinde çalıştığı bu proje yarım kaldı.
Yaklaşık 1 yıldır kanser tedavisi gören Cüneyt Türel, Anton Çehov ile Olga Knipper'ın mektuplarından uyarlanan bu oyun ile Tiyatro Festivali seyircisinin karşısına çıkmaya hazırlanıyordu. Onun ölümüyle proje de rafa kalktı.
"BU OYUN SON GÜNLERİNDE ONUN İÇİN İTİCİ BİR GÜÇTÜ"
Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali Direktörü Dikmen Gürün, Türel'in ölümü ve projenin yarım kalmasıyla ilgili olarak şunları söyledi: "Ne diyebilirim ki? Üzüldüm. Çok üzüldüm. Çok güçlü bir oyuncuydu. Lafını anlatan, sözünü dinleten bir sanatçıydı... İnsan adamdı. Onu 1960’lı yıllarda, Gençlik Festivalleri’nde tanıdım ve o günden bu güne oynadığı hiç bir oyunu kaçırmadım sanki... Bu yıl, 18 İstanbul Tiyatro Festivali için Tilbe Saran’la oynayacağı ‘Elin Elimde’ adlı oyun onu çok heyecanlandırıyordu. Tilbe’nin yanısıra, Başar Sabuncu, Metin Deniz gibi eski dostlar bir kez daha Küçük Sahne’yi paylaşacaklardı bu oyunla... Sanki ‘Elin Elimde’ itici bir güçtü son günlerinde soluk alıp vermesini sağlayan. Olmadı, olamadı..."

Haberin devamını okumak için linki tıklayınız...

Cüneyt Türel'in oynadığını Gökçeada'da geçen bir film Rina'dan ufak bir bölüm...Anısına...





ÖBÜR DÜNYADAN - THE AWAKENING

Bahar tembelliğini üzerimden attım sonunda ama garipliklerim bitmedi. Yeni ilgi alanım cinayet, fantastik kitaplar ve gerilim filmleri oldu bu kez. Milan Kundera'nın Ayrılık Valsi'ni bitirir bitirmez kendimi kitapçıya attım sanki çıktığım varmış gibi. Bu kez ayaklarım beni direkt olarak polisiye ve fantastik kitapların standına sürükledi. Uzunca bir süre rafları karıştırıp kitapların arka sayfalarını okuduktan sonra iki tane alıp çıktım ve bir kafede kuytu bir köşeye oturup okumaya başladım. Onbeş yirmi sayfa okuduktan sonra bir haftadır görmek istediğim Öbür Dünyadan filmine gitmek üzere sinemanın yolunu tuttum. Gerilime sarmış durumdayım bu aralar.

Florence Cathcart paranormal aktiviteler üzerine çalışan, nişanlısını savaşta kaybetmiş genç bir yazar. Film, yatılı okulda öğretmenlik yapan Robert Malary'nin Florence'dan okulda meydana gelen bir çocuğun ölümü sonunuda öğrencilerin gördüklerini iddia ettikleri hayaletle ilgili yardım istemesiyle başlıyor. Florence ilk başta olaya sıcak bakmasada tüm malzemelerini alıp okula gidiyor. İlk önce hayalet bir öğrencinin oyunu gibi gözüksede ilerleyen dakikalarda bunun bir çocuk oyunu olmadığı ortaya çıkıyor. Bu arada okul bir haftalık tatile giriyor ve bir tanesi hariç diğer öğrenciler evlerine dönüyor. Okulda Florence, Robert, hizmetçi Maud ve Tom adındaki öğrenci kalıyor. Paranormal olaylar okulun tatile girmesiyle hız kazanıyor. Florence okulun kullanılmayan odasında bulduğu bebek evinin minyatür odalarında okulda yaşanan olayların canlandırıldığını görüyor ve bu arada ormanda okuldaki garip davranışları olan erkek hizmetlinin saldırısına uğruyor. Robert ve Maud'un yardımıyla bu kötü durumdan kurtuluyor ama bu kez de hayalet çocuk sık sık Florence'a görünmeye başlıyor.  

Hayalet görüntüleriyle birlikte Florence kendi geçmişiyle ilgili bazı olayları hatırlamaya başlıyor ve okulun aslında çocukken ailesi ile yaşadığı ev olduğunu fark ediyor. Geçmişini hatırladıkça hayalet çocukla olan ilişkisi de ortaya çıkıyor ve ölümün kıyısından dönüyor. Sonunu yazmayacağım. Gerilim türününden hoşlananların severek izleyeceği bir film diyerek noktayı koyuyorum. Son bir not; İngiliz yapımı olan film oyuncuların doğallığı ve görselliği ile amerikan filmlerine fark atıyor.


SİYAHLI KADIN

Avukat Arthur Kipps müvekkili Alice Drablow'un ölümü üzerine miras işlerini halletmek, Eel Marsh Malikanesini satmak için oğlunu ve dadısını evde bırakarak Londra dışında bir kasabaya gider. Kasabalıların misafirperver olmadığını ve kasabada istenmediğini anlar fakat işlerini bitirmek için hafta sonuna kadar kalmak zorundadır. Trende tanıştığı adamın yardımıyla gelgitlerlerin ortasında kalmış Eel Marsh malikanesine ulaşır. Burada bulduğu bir takım yazılarda Alice Drablow'un oğlunun zorla evlatlık verildiğini ve çocuğun bataklıkta öldüğünü öğrenir. Araştırmalarını ilerlettikçe malikanede yalnız olmadığının farkına varır. Siyahlı kadın ve çocuklar tarafından izlenmektedir.

Bu arada kasabada garip çocuk ölümleri meydana gelmeye başlar. Kipps Alice Drablow'un ve oğlunun trajik ölümü yanı sıra çocuk ölümlerini de araştırmaya başlar ve tüm yollar siyahlı kadına çıkar. Sonunda Kipps siyahlı kadının istediğini ona verir ama her şeyin bir bedeli vardır. Ve o bedeli filmin sonunda öder.


Siyahlı Kadın karanlık, gotik bir film. Beklenmedik anda ortaya çıkan hayaletleri, sallanan sandalyeleri, nerden geldiği bilinmeyen sesleri, kendi kendine çalışan oyuncakları, mezarları, ölüleri ile tipik bir korku filmi. Son zamanlarda seyrettiğim en güzel korku filmi diyebilirim. Bu arada manzaraları çok hoşuma gitti. Filmin geneli Essex bölgesinde Osea adasında çekilmiş. Filmin başrolü Arthur Kipps karakterini Daniel Radcliffe canlandırıyor ama bana göre biraz daha Harry Potter olarak kalsaymış daha iyi olurmuş:) Nedense bu rol onun üzerinde eğreti durmuş gibi geldi bana. Radcliffe'i Harry Potter olarak görmeye olarak alışmışım ki büyümesini kabullenemedim herhalde:)) Şaka bir yana eski bir kasabada, eski evlerin arasında geçen karanlık bir korku filmi seyretmek isterseniz kaçırmayın derim...

DÜN BİR FİLM SEYRETTİM - MY HOUSE IN UMBRIA

                                                                                                                                  
Birbirlerini daha önce hiç görmemiş dört kişi. İtalya Umbria'da yaşayan görmüş geçirmiş İngiliz yazar Emily Delahunty, İngiliz ordusundan emekli general, Alman gazeteci Werner ile genç ve güzel tercüman sevgilisi, yanlarında ufak kızlarıyla Amerikalı bir aile aynı trene binerler. Kompartımanda birbirleriyle sohbet ederlerken inecekleri istasyona doğru ilerlerleyen trende aniden meydana gelen patlama hayatlarının dönüm noktası olur. Kimi sevdiklerini kaybetmiş, kimi de ağır yaralı olarak gözlerini hastanede açar.



Hastaneden çıktıktan sonra general, patlamada sevgilisini kaybeden Werner ve anne babasını kaybeden küçük Aimee, Emily'nin Umbria'daki evinde kalmaya başlarlar. Yaşadıkları travmayı üzerlerinden atmaya çalışırken birbirlerine destek olurlar. Yapılan araştırmada trenin terörist saldırıya uğradığı ve bombanın başka bir yere sevkiyatı sırasında yalnışlıkta trende patladığı saptanır. Şüphelilerin trende olduğu belirlenir ve polis bilgi almak için Emily'nin evine gidip gelmeye başlar.

Bu arada evin sakinleri günlük hayatlarına devam etmekte ve kazanın yaralarını sarmaya çalışmaktadırlar. Aimee kaza sırasında duyma yetisini kaybeder. Günleri çok resimler ve çevrede geziler yaparak geçirmektedir. Geceleri gördüğü kabuslaru ise onu kucaklayarak sakinleştirmeye çalışan Emily'nin sayesinde atlatmaya çalışmaktadır. Tam bu sırada Amerika'da yaşayan ama kızı hiç tanımayan amca ortaya çıkar. Aimee'yi yanına almak için Umbria'ya gelir. Bu soğuk, karıncaları inceleyen itici profesörden Aimee ve Emily hiç hoşlanmaz ama yapabilecekleri bir şey yoktur. Aimee ne kadar istemesede dönmek zorundadır. Emily bu dönüşün küçük kız için bir yıkım olacağını görmesine rağmen ona bir şey belli etmemeye çalışırken bir taraftan da göndermemenin yollarını arar. Ve Aimee ile aralarında şöyle bir konuşma geçer:

'Belki bir daha buraya hayatım boyunca gelemeyeceğim, umarım benim hikayemde senin romanlarındaki gibi mutlu sonla biter' der Aimee.

'Benim hayatıma bak...Fas'taki hayatım, buradaki hayatım. Hayat harika bir kitap okur gibi, bir sonraki bölümde ne olacağını bilemezsin' diye karşılık verir Emily küçük kıza.

Karısı istemediği için çocuğu olmayan amca da Aimee'yi almaya çokta gönüllü değildir. Sonunda Emily amcayla öyle bir konuşma yapar ki ertesi gün uyandığında amcanın Amerika'ya yalnız döndüğünü ve Aimee'nin kaldığını görür.



Aimee'nin hikayesi tam da istediği gibi Emily'nin romanlarındaki mutlu sonla noktalanırken Werner'in bir takım kişilerle tartıştığı görülür ve ertesi gün eve tekrar gelen polis Werner'in merkeze gelmesini ister. Genç gazeteci treni havaya uçurmaktan suçlanmaktadır. Tartıştığı kişilerin arabasına biner ve bir daha görünmez.

Eşsiz güzellikteki bahçede çiçeklerle uğraşırken General Emily'ye 'Carpe Diem' der. 'Carpe Diem, Günü yakala, hediyeyi kucakla ve hala şansın varken dünyadan zevk al'

Ve film biter...

Eğer görmediyseniz mutlaka görmenizi tavsiye ederim 'My House in Umbria'yı. Büyüleyici manzaralarla süslenmiş duygu yüklü bir film.



    'Bazen hepimizin hergün geçtikçe yazılan bir hikayede olduğumuzu düşünüyorum' My House in Umbria

KARAKÖY, MARTILAR VE ÇANLAR II


Geçen gün bir sergiye gitmek için Karaköy'e gittim. Kadıköy'den motorlara binip Galata Köprüsü'nün altından geçip martıların karşıladığı Karaköy iskelesinde inip yürümeye başladım.



Karaköy eski binaları, camileri, yamuk yumuk arnavut kaldırımlı inişli çıkışları sokakları, Kemeraltı Caddesi, limanı, İstanbul Modern'i, Antrepoları, Tophanesi, aralara berelere saklanmış kiliseleri, okulları ile İstanbul'un en eski semtlerinden biri.

Galata Köprüsünün altından geçip Karaköy motor iskelesine vardığınızda etrafınızı martılar çevreler. Karşınızda uzaktan binaların arasından Galata Kulesi kendini gösterir tüm asaletiyle yıllardır.



Başlar kendi hikayesini anlatmaya;

Dünyanın en eski kulelerinden biriyim der kendisine bakanlara. 528 yılında Bizans  İmparatoru Anastasius tarafaından fener kulesi olarak yatırılmış, 1348 yılında Cenevizli'ler tarafından İsa Kulesi olarak tekrar inşaa edilmiş. Eski sur duvarlarına bağlanmış ve etrafına hendek kazılmış fakat 1861 yılındaki imar çalışmaları sırasında hendek doldurulmuş.  

1875 yılında kuvvetli bir fırtına sırasında kulesi yıkılmış ve tamir edilmiş ama bu tamirat sırasında kuşemin dış görünümü kısmen değişmiş. Çıkan yangınlar, fırtınalar, kullanımdan doğan yıpranmalar sonucu tamir edilerek günümüze kadar ulaşan Galata Kulesi yapılışından bu yana rasathane, yangın gözetleme kulesi, Kasımpaşa tersanelerinde çalışan harp esirlerinin barınağı olarak kullanılmıştır. Bodrumu zindan olarak olarak kullanılmış yapılan araştırmalarda bir çok kafatası ve ve kemik bulunmuş.

XVI yy Hazerfan Ahmet Çelebi'nin kollarına kanat takarak kuleden Üsküdar Doğancılar'a kadar uçtuğu söylenmektedir.

Kulede bir çok intihar olayıda yaşanmıştır. Bunlardan biride Ümit Yaşar Oğuzcan'ın 15 yaşındaki oğludur. Oğuzcan oğlunun intiharı üzerine Galata Kulesi adlı şiirini yazmıştır. 

Galata Kulesi
6 Haziran 1973
Pırıl pırıl bir yaz günüydü
Aydınlıktı, güzeldi dünya
Bir adam düştü o gün Galata Kulesi’nden
Kendini bir anda bıraktı boşluğa
Ömrünün baharında
Bütün umutlarıyla birlikte
Paramparça oldu
Bir adam benim oğlumdu...

Gencecikti Vedat
Işıl ışıldı gözleri
İçi
Bütün insanlar için sevgiyle doluydu
Çıktı apansız o dönülmez yolculuğa
Kendini bir anda bıraktı boşluğa
Söndü güneş, karardı yeryüzü bütün
Zaman durdu
Bir adam düştü Galata Kulesi’nden
Bu adam benim oğlumdu

“Açarken ufkunda güller alevden”
Çıktı, her günkü gibi gülerek evden
Kimseye belli etmedi içindeki yangını
Yürüdü, kendinden emin
Sonsuzluğa doğru
Galata Kulesi’nde bekliyordu ecel
Bir fincan kahve, bir kadeh konyak
Ölüm yolcusunun son arzusu buydu
Bir adam düştü Galata Kulesi’nden
Bu adam benim oğlumdu

Küçüktü bir zaman
Kucağıma alır ninniler söylerdim ona
“Uyu oğlum, uyu oğlum, ninni”
Bir daha uyanmamak üzere uyudu Vedat

6 Haziran 1973
Galata Kulesi’nden bir adam attı kendini
Bu nankör insanlara
Bu kalleş dünyaya inat
Şimdi yine bir ninni söylüyorum ona
“Uyan oğlum, uyan oğlum, uyan Vedat”... 

Kimse böyle bir acı yaşamasın diyerek Galata Kulesini geride bırakıp Karaköy'ün ara sokaklarından birine saklanmış olan Türk Ortodoks Kilisesi'ne giriyorum. Kapılar sonuna kadar açık, ortalıkta kimsecikler yok. Dolayısıyle kilise hakkında bilgi verebilecek  kimseyi göremiyorum ama içeri girip resim çekiyorum. Kilisenin bahçe ve giriş kısmı açıktı. Asıl ayin yapılan yeri kapalıydı. Bende elimdekilerle yetinmek zorunda kaldım. 



Meryem Ana Türk Ortodoks Kilisesi'nin geçmişi 1921 Kayseri'ye dayanıyormuş. 1921 yılında Kayseri'de Türk bağımsızlık mücadelesini destekleyen Pavlos Karahisarithis tarafından kurulmuş.



1924 yılında Karahisarithis ayinleri (Papa Eftim I) yönetmeye başlamış daha sonra adını Zeki Erenerol olarak değiştirmiş. Günümüzde ise Papa Eftim IV Paşa Ümit Erenerol görevini sürdürmektedir.

Şimdi sırada güzel bir sergi ziyareti ve biraz daha fotoğraf çekip eve dönüş var. Hangi sergi mi? Bir daha ki sefere onu da anlatacağım.

Şimdi hoşçakalın....

Mutluluk ve sağlıkla kalın:)

YAĞMURLU VE ŞEMSİYELİ BİR GÜN:)


Dün gece elimdeki kitabı bırakıp uyumadan önce bir süre sessizlikte cama çarpan yağmur damlalarını seyrettim. Huzurun sesiydi kulağıma gelen. Sokak tek tük geçen araba farlarının ışığında pırıl pırıl parlıyordu. Yer yer oluşan su birikintileri bir gölgeyi andırıyordu ıssız sokakta. Oluklardan nazlı nazlı süzülerek inen sular beni uykunun en koyu derinliğine, rüyaların kuytularına sürükledi.

Sabah dışarı çıktığımda elinde şemsiyeyle yürüyen insanları görünce ki buna bende dahilim aklıma Mary Poppins filmi geldi. Hani şu şemsiyeli sihirli uçan dadı.

Film 1910 yılının Londra'sında geçiyordu. Banks ailesinin iki yaramaz çocuğuyla başa çıkamayan dadıları evden kaçınca aile gazeteye yeni bir dadı bulmak için ilan verirler. Eve gelen dadı adayları tuhaf bir biçimde rüzgara kapılarak giderlerken Mary Poppins Banks ailesine gökyüzünden iniverir ve çocukların yeni dadısı olur. Bir parmak şıklatmasıyla odayı toplayabilen, şemsiyesini açarak uçabilen bu sihirli dadı çocukları bambaşka büyülü bir dünyaya doğru yolculuğa çıkarır. Müzik ve danslar eşliğinde bu büyülü dünyada eğlenen çocuklar büyüklerini yaptıkları yolculuğa inandıramazlar ve film böyle devam eder.



Sonra aklıma çok sevdiğim şarkılardan biri geldi. Singing in the rain. Gene Kelly'nin yağmurun altında şarkı söyleyerek dans ettiği meşhur film. Bir yağmur klasiği. İçimden avazım çıktığı kadar şarkıyı söyleyerek ve çocuklar gibi su birkintilerinin tam ortasını hedefleyerek şehri kaplayan gri bulutların altında diğer şemsiyelerin arasına karışıp yürümeye başladım.


"I'm singing in the rain
        Just singing in the rain
               What a glorious feelin'
                               I'm happy again"



KAR VE FİLMLER

Kar halen var gücüyle etrafı beyaza boyamaya, geceyi aydınlatmaya devam ediyor. Buzzz gibi havada ufak bir yürüyüşten sonra tarçınlı çayımı yudumlarken aklıma içinden kar geçen filmler geldi. Parmaklarım kendini hissetmeye başlayınca hayat paylaşınca güzel diyerek başladım yazmaya.

Hmmmm ilk aklıma gelen Dr. Jivago oldu. Omar Sherif ve Julie Christie'nin başrollerini paylaştığı 1965 yapımı film. Boris Pasternak'ın aynı adlı eserinden sinemaya uyarlanan yaklaşık 3.5 saatlik görsel şölen. Hatıralardan silinmeyen o meşhur müziği ise bestecisi Maurice Jarre'a en iyi film müziği dalında Oscar ve Grammy ödülü getirmiş o zamanlar. Uçsuz bucaksız karlı sahneleri içeren romantik ve destansı film Rus ihtilali sırasında yaşanan bir aşk hikayesini anlatıyor.



Rusya'nın karlı steplerinden Amerika'ya gidiyoruz ve bu kez perde de "Love Story" var.
Ryan O'Neil ve Ali Mc Graw'ın başrollerini paylaştığı dramatik aşk öyküsü. Francis Lai tarafından bestelenen filmin unutulmaz müziği En iyi Orjinal Müzik Oscar'ına layık görülmüş.



Sırada 1862 yılında yazılmış Victor Hugo'nun ünlü Sefiller adlı eseri var. Ekmek çaldığı için beş yıl kürek cezasına çarptırılan Jean Valjean'ın dramatik öyküsünü anlatıyor film.




Biraz daha günümüze yaklaşıyoruz. 2005 yapımı Kar Mucize'si yansımış beyaz perdeye.
Noel arifesinde yağan kar sonucu yaşanan küçük mucizeleri anlatıyor bu kez. İçinde biraz dram, biraz komedi çokça romatizm var. Kar olur da romantizm olmaz mı:)



Uzak diyarlardan ülkemize geliyoruz ve son yıllarda en çok beğendim filmlerden biri var bu kez.
Reha Erdem'in Kosmos'u. Kars'ın büyülü atmosferi içinde mucizeler yaratan bir hırsızın hikayesini anlatıyor film.

                                      

Ve son filmim Tarık Akan'ın Deli Deli Olma. O da Kars'ta geçiyor. Çarlık Rusya'dan kaçıp Kars'a yerleşen Malakan'ların öyküsü var filmde. Son Malakan'ın öyküsü dersem daha doğru olur. Karlar içinde geçen yıllar ötesinden günümüze uzanan bir aşk filmi.




Ufakta olsa bir gezinti yaptım içinden kar geçen filmler arasında...Şimdi içlerinden biri iyi gider doğrusu. Sizce:)

En bağımsız festival için geri sayım başladı

En bağımsız festival için geri sayım başladı

!f İstanbul, 11. yılında heyacan verici bir programla sinemaseverleri karşılıyor.

Yılın en çok konuşulan ödüllü bağımsız filmleri ve yönetmenlerini izleyiciler ile buluşturacak olan festival, her zamanki gibi ilginç konukları, renkli partileri ve eylem-odaklı atölye çalışmaları ile dolu bir program sunuyor. Üstelik filmler bu yıl İstanbul ve Ankara’nın ardından İzmir’e de gidiyor!

The Descendants, Take Shelter ve Bellflower gibi yılın en çok konuşulan bol ödüllü filmleri Hit Filmler bölümünde yerini aldı. 2012 senesine özel yeni bölümleri arasında People Power/Arka Bahçe, Yol var. !f İstanbul klasiklerinden olan Fantastik Filmleri de izleme imkanınız var.

!f İstanbul’un bu seneki sürprizlerinden biri ise müzik filmleri, partileri ve etkinliklerini !f Music başlığı altında toplaması ve ünlü İngiliz besteci Micheal Nyman gibi konukların da katılımıyla genişletmesi.

Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali !f, 11. yılında bu sene 16 - 26 Şubat arasında İstanbul’da, ardından 1- 4 Mart’ta Ankara’da ve ilk defa 2 - 4 Mart arasında İzmir’de takipçileriyle buluşacak.

İŞTE 2012 FESTİVALİNDE BAZI ANA BAŞLIKLAR /_np/8195/15618195.jpg
Robert Redford’un bağımsız filmlere ve yönetmenlere bir yuva olarak yarattığı Sundance Enstitüsü !f İstanbul ile olan ortaklığının 2. senesinde yine Sundance Lab’in senaryo yazım eğitimlerini, taze Sundance filmlerinden bazıları ile birlikte !f İstanbul’a getiriyor.

Ünlü Mısırlı Aktivist ve Oyuncu Khaled Abdol Naga Keşif Jürisinde

Festivalin uluslararası yarışması Keş!f yine genç yönetmenlerin ilham veren filmlerinden oluşan bir seçki ve bu senenin jüri üyeleri Yeşim Ustaoğlu, Andrea Picard, Mark Adams, Jonathan Cauoette, Khaled Abdol Naga ile cesaret ve yenilik dolu filmlerle İstanbul’da olacak. Bağımsız sinemanın yeni yeteneklerini, sinemanın ustalarıyla bir araya getiren !f İstanbul festivalin son hafta sonunda dünyanın farklı yerlerinden genç sinemacıları ve sinema duayeni ustaları buluşturuyor.

Jacques Nolot İstanbul’da! Fransız L’ACID 20. Yılını !f İstanbul ile Kutluyor

Bağımsız sinemanın Paris merkezli kuruluşu L’ACID 20.  yılını kutlarken gözden kaçmış modern klasiklerden ve yeni yapımlardan oluşan bir seçkiyi !f İstanbul ortaklığında festival kapsamında bağımsız sinema severlere ulaştıracak.

Seçkide yer alan filmler bol ödüllü Blissfully Yours (Apichatpong Weerasethakul), aykırı İsrailli yönetmen Avi Mograbi’den Avenge But One of My Two Eyes, Locarno'da Gümüş Leopar ödüllü Curling (Denis Côté) ve Cannes En İyi Film, En İyi Kadın Oyuncu, En İyi Erkek Oyuncu ödüllü  L’humanite (Bruno Dumont).

Program kapsamında ayrıca ünlü oyuncu Jacques Nolot, Avant Que J’oublie adlı meşhur filmini sunmak üzere İstanbul’da olacak.

Haberin devamını okumak için linki tıklayınız....

ÇİZMELİ KEDİ NEŞELİ AYAKLARI YEDİ:)

İki gündür çocuk filmlerine gidiyorum. Malum sömestr dönemindeyiz. Yeni bir film, yeni bir eğlence, yeni bir kitap sömestri geçirecek aktivite lazım:)

İlk filmimiz Çizmeli Kedi idi. Çizmeli Kedi'nin El Mariachi versiyonu:) Sevimli kedimiz bir aksiyon filmiyle çıkmış seyircilerinin karşısına. Yıllar öncesinden tanıdığı üç kağıtçı yumurta Humpy Dumpty ve hırsızlar kraliçesi seksi Kitty Yumuşak Pati ile altın yumurtlayan kazın peşine düşüyorlar. Humpy Dumpty binbir dümenle Çizmeli Kedi'yi bu maceranın içine sürüklüyor ve sonrasında içinde aşk, macera, dram,aksiyon karışımı müzikleriyle, esprileri ile nasıl geçtiği anlaşılamayan bir 90 dakika başlıyor. Çizmeli Kedi'nin koskocaman gözleri ve Kitty ile yaptığı dans görülmeye değer. Eğer görmediyseniz tavsiye ederim. Filmin 3D olması ki artık bütün çizgi filmler üç boyutlu yansıyor beyazperdeye filmi daha da zevkli hale getiriyor. TV'de çizgi film seyretmesini sevmeyen ben Çizmeli Kedi'yi severek izledim. Bu arada 2012 yazında Madagaskar geliyormuş:) Fragmanı gösterildi. Madagaskar ve Buz Devri... Benim kült animasyonlarım...Hele ki Madagaskar'daki penguenler ve Buz Devri'ndeki meşe palamutunun peşindeki sincap Scrat:))



Bugün ise Neşeli Ayaklar 2'ye gittik. Neşeli'den çok Sıkıcı Ayaklar deselermiş isim çuk otururmuş. İlk yarı baydı da baydı sıkıntıdan patladık. İkinci yarı nispeten daha iyiydi ama Çizmeli Kedi Neşeli ayakları yedi:) Filmde sözden çok müzik var. Şarkıyla ve danslarla filmi geçiştirmeye çalışmışlar ama olmamış. Ortaya çocukları bile sıkan sevimsiz bir film çıkmış. Çizmeli Kedi'yi ne kadar öneriyorsam Neşeli Ayaklar'ı da o kadar önermiyorum. Çocuklar bu filmde geçirecekleri zamanı daha farklı bir film veya aktiviteyle değerlendirebilirler.
Seçim sizin... İyi seyirler, iyi eğlenceler:)



İçinde Yaşadığım Deri

"İçinde Yaşadığım Deri" Pedro Almodovar'ın Antonio Banderas'la yirmi yıl aradan sonra tekrar birlikte çalıştıkları ve şu anda vizyonda olan filmi.

Film Dr.Robert Ledgard'ın trafik kazası sonucunda tamamen yanan karısını iyileştirmek için yaptığı çalışmalarla başlıyor. Bu süreç içinde karısının kendini görmemesi için evdeki tüm aynaları kaldırıyor. Bir gün hasta yatağında kızının bahçede oynarken söylediği şarkıyı duyunca pencereyi açıyor ve cama yansayan aksini görünce kendini camdan atarak intihar ediyor. Annesinin intiharını gören kızları ise bunalıma giriyor.

Dr. Ledgard yaşadığı bu trajik olayın sonucunda araştırmalarına daha da hız veriyor. Baba kızın bir gece gittikleri parti genç kızın tecavüze uğramasıyla ve akıl hastanesindeki psikolojik tedavi sırasında annesi gibi intihar etmesiyle sonuçlanıyor.

Bu noktadan sonra olaylar hız kazanıyor ve Dr.Ledgard'ın kızına tecavüz eden genci bulup evine getirmesiyle devam ediyor.

Film Thierry Jonquet'in Tarantula isimli eserinden beyazperdeye uyarlanmış. Dr.Ledgard'ın deneğinin tecavüze uğrama sahnesi gibi insanın içini acıtan, rahatsız eden, seyirciyi koltuğa çakan sert sahneleri var. Çarpık aile ilişkileri, uyuşturucu, homoseksüalite gibi olaylarıda filmin içine serpiştirmiş Almodovar. Şiddeti film boyunca içinizde hissediyorsunuz. Sonlarına doğru artık böyle biter diye düşünmeye başladığınız anda olaylar birden yön değiştirmeye başlıyor.

Ve son sahne. Benim için en etkiliyici  sahneydi. İnsanın boğazına bir şey gelip tıkanıyor ve film bitiyor.