YENİ YILINIZ KUTLU OLSUN 




Sağlıklı mutlu huzurlu barış dolu bir yıl diliyorum...







"Bilir misin Vera, bu öldürülen kaçıncı çocuk
Bu kaçıncı kertik yüreğe atılan?
Eskisi gibi değil
Artık daha da sancılı yaşamak!"


-NAZIM HİKMET RAN-

ÜZGÜNÜZ...









"Saçlarım tutuştu önce,

Gözlerim yandı kavruldu.
Bir avuç kül oluverdim,
Külüm havaya savruldu."


-Nazım Hikmet-

SİS...









Ne büyük acılar ne de büyük sevinçler öldürür insanları; bu yüzden bu acı ve sevinçler, küçük küçük değersiz şeylerden oluşmuş muazzam bir sisle sarılı gözükürler. Evet, işte hayat dediğin; bir sis olup olacağı! Hayat bir sistir.




10 KASIM








İNGİLİZ HAYALET

Nasıl İstanbul'un taşı toprağı altınsa İngiltere'nin de taşı toprağı hayalettir. Avrupa'daki en iyi hatta biraz daha genişletirsek dünyadaki en iyi hayalet hikayeleri bu ülkeden çıkar..Cinler periler ülkesidir İngiltere..

İngilizlerin batıl inançlara, geçmişe, harabelere, antika kitaplara düşkünlüğünden kaynaklanır bu hayalet geleneği..Bir çok İngiliz yazar eserlerinde bu konuya yer vermiş,  1882'de ülkede kurulan Psişik Araştırmalar Derneği sayesinde ruhlarla ilgili araştırmalarda yapılmış.



Her bölgenin kendine has hayaletleri ve bu hayaletlerinde kendilerine göre bulundukları yerler ve davranışları varmış. Kimileri kulelerde, köprü altlarında saklanırken,  kimileri de terk edilmiş evleri kendilerine mekan tutarmış .Hayaletlerden bir kısmı bölge halkını korkutup rahatsız ederken, çiftliklere bağlanıp kalanların ise orada yaşayanlara yardım ettikleri gözlenmiş..

Peter Ackroyd Can Yayınlarından çıkan İngiliz Hayalet adlı eserinde geçmişten günümüze İngiltere'deki hayalet hikayelerini yazmış.. Esra Birkan'da dilimize çevirmiş..

Hayalet hikayelerine ilgi duyanlara tavsiye edebileceğim bir kitap.. Üstelik bu hayaletler sadece korkutmuyor içlerinde huzur arayanından eğlence peşinde koşanına kadar her türlüsü var..

Hoşça vakit geçireceğiniz güzel bir anlatı...





LUPİTA ÜTÜ YAPMAYI SEVİYORDU :)

Lupita Ütü Yapmayı Seviyordu..Bir Laura Esquivel kitabı daha...

Esquivel ile ilk tanışmam Acı Çikolata ile olmuştu...Okurken yemek kokuları içinde Tita'nın mutfağında oturmuş, tariflerini bir kenara not etmiştim. Kendim de pek meraklısı olduğumdan en çok ta kocakarı ilaçlarını sevmiştim..Grip mi oldum, nezle miyim ? Var mı ıhlamur, adaçayı, elma, limon, tarçın, zencefil, karanfil karışımından daha güzel bir ilaç ? Ahhhh şimdi aklıma Barış Manço'nun o güzel şarkısı geldi işte...

"Nane limon kabuğu bir güzel kaynasın aman
Ha ha ha İçine hatmi çiçeği, biraz tere otu katasın aman 
Ha ha hatta biraz tarçın bir tutam zencefil aman
Ha ha ha bin derde deva geliyor..."

Neyse dağıtmayalım konuyu bu sefer ki kitabında ise kadın polis Lupita ile tanışıyoruz. Lupita ütü yapmayı seviyor öyle ki hiç yorulmadan saatlerce bu işi yapabiliyor, bir çok kadının kabusu olan ütü onun için bir terapi...Lupita ütü yaparken sakinleşiyor, kırışıklıkları açmak ona  dünyayı düzene sokmanın bir yolu gibi geliyor. 



Lupita çamaşır yıkamayı da seviyor. Suyun içinde kutsal bir varlığın olduğuna inanıyor ve korkunç hatalarının pis suyla birlikte akıp gittiğini hissediyor. 

Lupita çıngar çıkartmayı da seviyor. Sadece içip körkütük olduğunda değil kendisini hor gördüklerinde yokmuş gibi davrandıklarında anında saldırıya geçiyor. 

Lupita dans etmeyi, örgü örmeyi, geceleri gök cisimlerini seyretmeyi, yalnızlığı, sessizliği, toprağı ekmeyi de seviyor...

Derken bir gün gözlerinin önünde ilçenin belediye başkanı öldürülüyor.. Lupita bu işi çözmek için canına dişine takıyor ve roman akıp gidiyor... 

Orta ve Güney Amerika yazarlarının çoğunun özelliği olan ve  romanın içine serpiştirilmiş halk efsaneleri ise ayrı bir tat veriyor..

Okurken Lupita Ütü Yapmayı Seviyordu film olsa Lupita'yı beyaz perdeye en iyi kim yansıtabilir diye düşündüğümde aklıma gelen ilk isim çok ama çok sevdiğim Whoopy Goldberg oldu. Kim bilir belki bir gün Goldberg'i Lupita rolünde izleyebilirim.. Fena da olmaz hani :) 

Son bir not...Yazar kadar kitaba emeği geçen çevirmeni de atlamadan geçmeyeceğim..Güzel Türkçesi ile dilimizde zevkle okumamızı sağlayan bir İnci Kut çevirisi..

Eğlenceli bir roman okumak isteyenlere tavsiye ederim..



TRENDEKİ KIZ

Tesadüfen raflarda görüp kapak tasarımı ilgimi çektiği için aldığım ve iki günde bitirdiğim kitaptı Trendeki Kız...İlk başlarda hikayesi biraz karmaşık gelmesine rağmen ilerleyen sayfalarda taşlar yerine oturmaya başlayınca sonu da çorap söküğü gibi gelmişti..

Eşinden ayrılmış alkol sorunu olan Rachel her gün şehre indiği trenin penceresinden bir çifti izlemektedir. Tanımadığı bu mutlu çift hakkında hayaller kurmaya başlar..Adları, meslekleri, birlikte neler yaptıkları vs...Bir gün yine evlerinin önünden geçerken kadını bir başka erkekle evlerinin balkonunda öpüşürken görür. Kısa bir zaman sonra da kadının ortadan yok olduğu haberi çıkar. Şüpheli olarak kocası gösterilmektedir. Rachel kadının kocası ile temasa geçerek gördüklerini anlatır. Polise de ifade vermesine rağmen psikolojik durumunu göz önüne alan polis Rachel'in anlattıklarını dikkate almaz. Yapılan araştırmalar sonunda kadının ceseti bulunur ve olaylar bundan sonra hız kazanır.



Romanın filminin çıkacağını öğrendiğimde her zamanki gibi ön yargılı yaklaştım. Kitaplar mı filmleri mi diye sorduğumda kitaplar her zaman önceliklidir benim için. Onlarca sayfa 1.5 saate sığdırılmaya çalışılırken hikayenin tam olarak yansıtılamadığını düşünenlerdendim ki bunun örneklerini de çok görmüştüm.

Trendeki Kız için ise bu kez film diyeceğim. Karakterler, mekanlar, anlatım bu kez romanın önüne geçti bana göre..

Okumakla vakit kaybetmeyin, seyredin derim bu kez..


ŞEHİRDEN UFAK BİR SERGİ...

Hafta sonu yolu Fenerbahçe'ye düşecek olanlara ufak bir not...İki günlük mini minnacık bir fotoğraf sergisi..Khalkedon Fenerbahçe'nin bahçesinde...



Cide Gideros koyundan Kaş'a oradan da Sinop'a insanın içini açan, şimdi orada olmak vardı dedirten fotoğraflar...Üstelik bir kısmı da sadece I-Phone5 ile çekilmiş...





Görülmeye değer...





JULIETA

Hani hepimizin genetiğine işlemiş bir cümle vardır...Ülkede yaşayan tüm ergenlerin en az bir kere ailelerinden duyduğu ve gelecek nesillere ortak bir miras gibi aktarılan o meşhur cümle...

-Anne olduğunda anlarsın-

Tam da bu cümle üzerine yapılmış bir film Julieta...

Seyretmeden önce eleştirilerini okuduğumda gidip gitmemekte tereddüt etmiştim..Kimi çok beğenmişti kimi de Almodovar filmlerinin en hafifiydi diye yazıyordu. Gitmeli görmeli öyle karar vermeli dedim..İyi ki de gitmişim...Ben çok ama çok sevdim...



Renkler, manzaralar,mekanlar, oyuncular, doğallık...Tam bir kadın hikayesi...Almodovar kadınları..

Orta yaşlarında bir kadın olan Julieta sevgilisi ile Portekiz'e taşınma kararı almış ve hazırlıklarının son aşamasına gelmiştir. Bir gün yolda uzun süredir görmediği kızı Antia'nın çocukluk arkadaşı Beatriz ile karşılaşır. Beatriz, Antia'nın 3 çocuğu olduğunu ve İsviçre'de yaşadığını söyler.

Bu karşılaşma Julieta'nın kararını değiştirmiştir. Portekiz'e gitmekten vazgeçtiği gibi kızının bildiği ve yıllar önce birlikte yaşadıkları apartmana taşınma kararı alır. Burası kızından gelebilecek bir mektubun ulaşabileceği tek yerdir. Bu arada anılarını yazmaya başlar...Yazdıkça geçmişiyle hesaplaşır ve bir gün beklediği haber gelir...

Gitmediyseniz mutlaka görün derim..Özelliklede ergenlik çağında kızları olan annelerin görmesi gereken bir film...Mendillerinizi de unutmayın...

İyi seyirler...





İŞTE GELDİM BURADAYIM :)

Biliyorum çok uzun süredir yazmadım...Tembellik boyutlarımı fazlası ile aştım ama bu arada bir köşede elimde kitap kahve oturmadım tabii ki..Ha onu da yaptım ayrı..Zaten kitaplar hayatımın ayrılmaz parçası..Olmazsa olmazı..
Kitap fuarlarına gittim..Her gidişimde kendi kendime söz verdiğim üzere..Elinde okunacak boyunca kitabın varken almayacaksın..Sadece bakacaksın..Elindekiler bittiğinde alınmak üzere not alacaksın..Diye gitmeme rağmen tabii ki böyle yapmadım..Torbaları doldurup döndüm..


Tebdili mekanda ferahlık vardır diyerek bindim bir kuşun kanadına biraz uzaklara gittim biraz yakınlarda dolaştım..Güzeldi..Gezmek olur da güzel olmaz mı..Oldu tabii..Yıllar sonra tren sesiyle uyumak güzeldi..Sabah bisikletle işlerine giden insanları seyretmekte öyle...Sabahın soğuğu ile hiç bilmediğim bir şehrin sakin sokaklarında yürümekte..


Filmleri de ihmal etmedim bu arada..Kah sinemada kah evde..Bu sene biraz daha film diyorum...Ve tiyatro..Ve söyleşi...

İşte geldim buradayım...

Görüşmek üzere...Kalın sağlıcakla...




KELİMELER...








Hayal kurmak kolaydır...

Kelimelere dökmek zor...

Beğendirmek ise en zoru...

Y.K.E

FAHRİYE KAFE'DE YAZMAK...OKUMAK...


Hava soğuk mu soğuk ellerim ceplerimde ya da ne güzel komşumuzdun sen Fahriye Abla.

Bugün günlerden Kafe Fahriye. Yine Kadıköy'deyim.Moda'da bu kez. Durup dinlenecek nefeslenecek bir yer lazım. Moda'nın şirin mi şirin kitap kafesinin sıcacık kapısından içeri girip yukarı çıkıyorum. Kendime bir filtre kahve bir de cevizli tarçınlı kek söylüyorum. Arka masada üç genç kız oturmuş, aşk hikayeleri dönüyor kelimelerinde. Birazda arkadaş 
dedikoduları.




Yanımdaki masada güzeller güzeli kedicik kıvrılmış uyuyor sandalyede. Hayvan dostu Fahriye. Kedisi bir yanda kitapları bir yanda. İster yaz ister oku diye tanımladığım  tam benlik bir mekan. 

Bu arada çocuk yakışıklıymış ama galiba bazı tikleri varmış.

Dışarıda hafif hafif kar atıştırıyor. Meteoroloji alarm vermeye başlamıştı evden çıkarken. Onun başlangıcı mı acaba? İlerleyen saatlerde göreceğiz ne olacağını. Çocuklar okuldan çıkmış, ellerinde karneler. Yaşasın sömestr tatili. 

Bu sene bana olduysa her kar tatilinde bende çocuklar gibi sevindim. Facede paylaşmalar falan filan. Arkadaşımın dediğine göre ruhumuza işlemiş söküp atamıyoruz :) Niye atayım ki?


Kedili masaya iki genç daha geldi. Yanındaki sandalyeye usulca oturdular. Lise öğrencisi olabilirler. Daha yukarısı değil. Belli ki flört aşamasındalar. Mırıl mırıl fısıl fısıl. Tam olması gerektiği gibi. Ne mutlu yaşlarının onlara getirdiği güzellikleri, değerleri yaşayabilenlere...Parayla pulla alınacak şey değil bunlar. Dünyaya güzel bakış açısı yeterli...Sağlıklı olan da bu bence.

Bugün dedikoducu günümde miyim? Değilim. Böyle yerlerde çevremdekilerin ne konuştukları, ne yaptıkları, ne giydikleri, kimle oldukları beni hiç ilgilendirmez aslında. Tam tersine kahvem, kitabım ve not defterimle çok mutluyumdur -Bana da bakan dinleyen olursa çok rahatsız olurum- ama bugün eğitimdeyim, stajdayım ne derseniz o durumdayım.

Okuduğum bir yaratıcı yazarlık sitesinde dışarı çıkın diyor. Mesela bir kafede yazmaya çalışın. Etrafınızdaki kişileri inceleyin, konuştuklarına kulak kabartın, not alın. (Ne yalan söyleyim pek sevmedim  bu durumu ama yaptım işte. Milletin özel hayatına girmek gibi oldu. Kendimi paparazi gibi hissettim. Bünyeye ters geldi...). Sonrada bu aldığınız notlarla belki bir hikaye çıkabilirsiniz veya hikayenizin içinde kullanabilirsiniz. 


Çok sevdiğim yazarlardan Nazlı Eray CKM'deki söyleşisinde ara sıra Ankara'da bir pastanede yazılarını yazdığını söylemişti. Sesten rahatsız olup olmadığını sorduklarında bazen dedi. Bazen de su şişesinin açılışı ve o suyun bardağa dökülürken çıkardığı ses bile ilham oluyor diye cevaplamıştı.

Geçtiğimiz yıllarda Ayfer Tunç'a rastlamıştım bir kafede. Elindeki not defterine bir şeyler yazıyordu. O da çok sevdiğim yazarlardan biridir...Hele ki Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek kitabı...Okumayanlara tavsiye ederim. Geçmiş bu kadar mı tatlı anlatılır...Ayfer Tunç'un kalemiyle anlatılırmış...

İşte ben de bugün bunu deneyimledim. Mekan olarak Fahriye'yi özellikle seçtim. 

Hımmm kız cep telefonundan çocuğa bir şeyler gösteriyor. Dur bakiim fotoğraf mı onlar? Evet,
Doğum günü fotoğrafları. Yorumlar, gülüşmeler...




Arka taraftaki kızlar konuşmaya devam ediyor. "Gerçekten bana çok baktı. Bir de bana dedi ki sana umut vermek istemiyorum." Hadi bakalım hayırlısı...Bence iş çıkmaz ondan diyemedim tabii.

Artık gitme vakti. Sonuç olarak, evet, yazdıkları gibi biraz daha kalabalık yerde daha çok yazılacak konu çıkar ama ben sevmedim bu insanlara kulak kabartma işini. Neyse...

Uğrarsanız cevizli tarçınlı ev yapımı kekini tavsiye ederim. Filtre kahvenin yanında iyi gidiyor.

Fahriye Abla yapmış...Güzel komşumuz :) 















HİKAYEDE BÜYÜK BOŞLUKLAR VAR








Şehir beyaz örtüsünü bürünmüş, okullar tatil olmuş...En sevdiğim sahnelerden biri işte. Bana ne oluyorsa sanki okula gideceğim. Evde yapılacak iş yok. Bir gün önceden yapmışım her şeyi...Çocuklar kendi aleminde nasılsa. Demek ki keyif günü...

Uzun süredir okumak istediğim Hakan Bıçakcı'nın "hikayede büyük boşluklar var" kitabını alıp çekiliyorum pencerenin kenarındaki koltuğa. Dışarıda lapa lapa kar yağıyor elimde hikayeler akıp gidiyor. Arada bir kalkıp dolaşıyorum, oturamam ki sürekli...Böyle de bir özürüm var. Kar topu oynamaya da çıkacağım daha. Hiç kaçmaz..

İstanbul'u anlatmış Hakan Bıçakcı...Hepimizin her gün yaşadıklarımızı...Metrobüsü, metroyu, planları, hayalleri...Mesela Metrobüste Candy Crush öyküsünü çok sevdim. 
"Ömrümün en güzel yılları metrobüste Candy Crush oynayarak geçti." diye başlıyor cümlesine. 
"Rekor üstüne rekor kırdım, hasretinden iPad'ler eskittim." diye devam ediyor. 
Candy Crush oynamasak bile çoğumuz otobüste, metroda ya da metrobüste yer bulduğumuzda ilk işimiz cep telefonumuzu çıkarmak oluyor. Ya biriyle konuşuluyor, ya mesajlaşılıyor, ya facebook, mailler veya müzik dinleniyor. Benim gibi tek tük insanda kitap okuyor. 

Metrobüsten sonra bir düğüne götürdü yada düğüne metrobüsle gittik diyelim. Bir Düğün Metalcisi...Kahkahayla okudum. Hangimiz zorla sürüklenmedik ki komşunun kızının ya da bir akrabanın oğlunun düğününe. Allah'ım ne işkencedir o öyle. Teyzeler gelir öper, oynamaya kaldırmak için çekiştirirler baygınlık geçirtene kadar uğraşırlar. İşte o cinnet anlarını anlatıyor bu öyküsünde de. 

İyi gitti bu karlı günde...Güzel hikayeler okumak isteyenlere tavsiye ederim...

Ben kaçtım. Nerede atkım, şapkam, eldivenlerim...

HİKAYEDE BÜYÜK BOŞLUKLAR VAR   HAKAN BIÇAKCI  İLETİŞİM YAYINLARI



DAİRE 16





-Bazı kapıların kapalı kalması gerekir.-

Romanın arka kapağını gördüğüm zaman okuyabileceğim bir roman olarak almıştım. Eski bir bina, binanın geçmişi ve mekan olarak Londra'nın seçilmesi ilgimi çekmişti. Okudum da...

Adam Nevill daha önce okumadığım bir yazardı. Farklı bir hayata kapı açabilirdi.

Londra'nın zengin bir bölgesinde yaşayan Lilian ölünce dairesi yeğeni Apryl'e kalır. Genç kız kalan mirası almak için Londra'ya gelir. Apryl için ilk başta çok büyük şans olarak görünen ev ilerde bir o kadar da büyük sorunlara gebedir. Yaşadıkları sonucunda Apryl Barrington House'un geçmişini araştırmaya başlar ama görünen o ki binada yıllardır oturan kişilerin ona yardım etmeye hiç niyetleri olmadığı gibi ona da bu işten bir önce vazgeçmesini tavsiye ederler.

Apryl'in vazgeçmeye niyeti yoktur ve olayların üstüne gider. Sonunda açmaması gereken kapıyı aralar...

Kapı aralandıktan sonra çok farklı bir son beklediğimden olsa gerek bu noktada kitap tüm büyüsünü kaybetti.

İlk sayfadan itibaren olay kurgusu, mekan tasvirleri ve temposu ile güzel ilerleyen roman bir anda 3. sınıf korku filmlerine dönüştü. Finali beklentimi karşılamadı diyebilirim. Hadi bu sayfaya kadar geldim bitsin artık bırakmayım -ne kadar sıkılsam da okuduğum kitabı bırakmama gibi bir huyum var maalesef- dediğim bir kitap oldu Daire 16...

DAİRE 16         ADAM NEVILL    PEGASUS YAYINLARI   CEM DEMİRKAN- ÇEVİRİSİ




LOVE IS IN THE AIR...





Çalıyordu Café Rea'nın kapısından içeri girerken. Huzuru içime çektim...

Kış güneşinin altında bahar havasının hakim olduğu Kadıköy'ün dar sokaklarının sunduğu sürprizlerden biri daha. İster okuyun, ister yazın kendinizle baş başa kalabiliyorsunuz burada. Dekorasyonuna bayıldığım, yolum düştüğünde bir kahve için uğradığım ve nedense Paris'in ara sokaklarındaki ufak kafelerin havasını bulduğum içimi sımsıcak ısıtan bir mekan. (Bu arada Paris'in ufak kafeleri dedim ama karşılaştırma yaptığımda şunu da yazmadan geçemeyeceğim biz bu işi birçok Avrupa ülkesinden daha iyi kıvırmaya başladık galiba.)

İşte öyle bir yer orası...

Önümde çantamdan asla ayırmadığım not defterim ve kalemim...Elimde Stefan Zweig'in yeni okumaya başladığım Karmaşık Duygular kitabı, burnumda mis gibi filtre kahve kokusu...Tam çaprazındaki Ayia Triada Kilisesi... Ortama ayrı bir büyü katıyor. Tam keyifle oturup öykü yazılacak mekan... Bu kez tembellik edip yazmadım. Okumayı tercih ettim. Belki gelecek sefere bir şeyler karalarım not defterime...Başlığını da Çilekli Cheese Cake koyarım.



Tam çıkarken don't worry be happy çalmaya başladı...

Evet dedim...Tabii...Ara sıra öyle olmak lazım..

Don't worry be happy...

Herkese iyi haftalar....

Ben Roman Kahramanları ve 14 Şubat Dünyanın Öyküsü'nü almaya gidiyorum...Bakalım neler varmış bu sayılarında...Okumadan olmaz dimi ? Olmaz...

Bendeniz...Kitap Kurdu...






BAYAN PEREGRINE'NİN TUHAF ÇOCUKLARI




"Hepimiz kendi masallarımıza tutunuruz; ta ki onlara inanmanın bedelini ağır ödeyene dek."






Bayan Peregrine'nin Tuhaf Çocukları'nı ilk aldığımda kitaptaki fotoğraflar ilgimi çekti. Hele ki eskicilerden toplanmış - on koleksiyoncunun kişisel arşivi -  bu fotoğrafların hepsinin orijinal ve üzerinde oynamamış olması konuya ayrı bir değer kattı diyebilirim.  

Konusunu kısaca şöyle özetleyebilirim...

Bugüne kadar büyükbabasının anlattığı tuhaf hikayelerle büyüyen 16 yaşındaki Jakob büyük babasının aynı hikayelerdeki gibi garip bir şekilde ölümüne şahit olur. Bu durum onda büyük bir travmaya neden olur. Ölümünden sonra yaşlı adamın eşyaları arasında daha önce hiç görmediği fotoğraflara rastlar. Bu arada halası Jakob'a bir kitap hediye eder. Aslında büyükbabasından gelen bir hediyedir. Jakob kitabı açar, içinden büyükbabaya yazılmış bir mektup çıkar. Bu mektup maceranın başlangıcıdır. Terapistinin de onaylamasıyla kuşlar üzerinde araştırma yapmak isteyen babasıyla birlikte adaya doğru yola çıkarlar. Adada Jacob'u Bayan Peregrine'in büyülü ve bir kadar da hüzünlü dünyası beklemektedir.




Jacob Bayan Peregrine'in yetimhanesinde tuhaf çocuklarla ve olaylarla uğraşırken bende burada kendi dünyama daldım. Romanın ada da geçmesinden olsa gerek bazı betimlemeler beni adalar da dolaştırdı. İlk önce Heybeliada Terk-i Dünya Manastırına oradan da Büyükada'daki Rum Yetimhanesine götürdü. Okurken ben de kendi hayallerimin, kendi romanımın içinde dolaştım. Mesela çocukların sergiledikleri oyunda kullandıkları "külüstüre dönmüş bir trombon" beni Büyükada yetimhanesinin içindeki kırık dökük piyanonun başına götürdü. Adanın bir ucunda bulun Peregrine'nin yetimhanesi ise Terk-i Dünya Manastırına... 

Kitabın güzel bir kurgusu var...Ben ilk çıktığında okumuştum. Biraz zaman geçti üstünden. Oldukça zaman geçti demek daha doğru olur :) 

Halen okumadıysanız okumanızı tavsiye ederim. 


"Dünyanın her tarafında tuhaf ruhlar var." dedi, "her ne kadar sayımız eskisine göre epeyce azalmış olsa da. Hala hayatta olanlar, tıpkı bizim gibi saklanıyorlar."







BAYAN PEREGRINE'İN TUHAF ÇOCUKLARI   RANSOM RIGGS     İTHAKİ YAYINLARI

KADIKÖY'Ü NEDEN Mİ SEVİYORUM...

Ne demiş şair satırlarında...

"Bir güzellik yap kendine...
....Şımart kendini olabildiğince..."

Beni bu şehirde şımartan yerlerden biridir Kadıköy...Kitapçısıyla, sahafıyla, balıkçısıyla, baharatçısıyla, iskeledeki gazetecileri ve rengarenk çiçekçileriyle, sokak aralarındaki ufak kafeleriyle, ufacık butikleriyle, sayamadığım karşıma çıkan çeşitli sürprizleriyle...

Ve hayvanlarıyla...Evet yanlış okumadınız hayvanlarıyla...

Şu hemen hemen her mağazanın kapısında yatan müşterileri karşılayan kedi ve köpekleriyle...

Hayvan dostu bir semt olduğu için de farklıdır Kadıköy benim için.

Çok acele işim yoksa ilk uğradığım yer Nezih ve Alkım olur...

Nezih'te oturup kitapları incelemek, bir kaç sayfa okumak ritüellerim arasındadır. Alkım'da aynı idi "bir zamanlar" diyeceğim çünkü son gittiğimde yapılan yeni düzenleme ile bana inşaat alanı hissini verdi. Eskiden kitabımı alıp içindeki kafede mis gibi Türk kahvesi eşliğinde zevkle okurdum. Eski büyüsünü kaybetti gözümde ama tabii ki ben yine de uğramadan geçemem oraya.


İşte Nezih'in Köpeği...Genelde kapısında yatar :)

Çarşıda ilerlediğinizde yukarıdaki manzara ile sık sık karşılaşırsınız. Hemen yanındaki Özgür Kırtasiyenin tepelerde dolaşan kedisi de hayvan sevenlerin gözünden kaçmaz. Kitap ayraçlarının üzerinde gezinmeyi pek sever kendileri...



Beni verdiği pozlarıyla en çok güldüren Garanti Bankasının kedisidir. O ne hava öyle...O ne sahiplenme öyle :) 



Biraz ötede Penti'nin kedisi yatar kapısında...

Bahariye'ye doğru çıkarken Tefal'in köpeği çıkar karşıma. Uzanmış yatıyor sereserpe...Olmaz ki! Böyle de yatılmaz ki! der geçerim yanından. Her ne kadar başını okşamak geçse de içimden keyfini bozmak istemem. 



Ve son olarak ta OXXO'nun kedisi...Vitrinde ışıkların altında sıcacık uyuyakalmış :)




Kadıköy'den hayvan manzaralı bu kadar olsun şimdilik :) Sırada başka güzellikler var...