Yine Eylül İçin





Atilla Birkiye'den...

Mavi Bir Damla

Yaşlı adam şöyle der genç kıza: “Saçlarınızın teli neden bir özgürlük ipi!” Kız önce duralar ama sonra yanıtlar: “Ayın mavi olduğu gün vardır, işte o zaman saç tellerimin herbiri ‘mehtabın kırık dal uçları’dır.”
Yaşlı adam tatmin olmamıştır bu yanıttan ve yine sorar: “Peki, ya özgürlük!”

Kız şöyle der: “Özgürlük hiç yok ya da hep var!”

Yaşlı adam kıza “O zaman aşk nedir?” diye sorar. Kız da şöyle der: “Sabahları erkenden kalkıp buz gibi mavi suya girdin mi?”
“Evet” der, yaşlı adam; “gençken sabahları erken kalkar ve soğuk sulara girer, yüzer yüzerdim. Peki bunun konumuzla ne ilgisi var?”

Kız bir kez daha konuşmaz, yaşlı adam da başka bir soru sormaz. Birlikte güneşin batışını izlerler, sonra ardından mavi ay çıkar. Onu da izlerler.

Aslında adam çok da yaşlı değildir, ağır adımların arifesindedir, kız ise mavi bir damladır, Yunanca şarkıdan dökülen.
Adamın aklı tüm kederle dolar, yüreğine bir tembellik çöker, ardından bir Akdeniz hüznü basar, bulutlarla yarışan.
Adam, yolculuğa hiç çıkmamış bir yolcu, kız hatlarıyla karayeldir. Bedeni ayın hilalinden düşmüştür; bir şarkıyı gözleri kapalı söyler.
Adam dinledikçe içine çeker kızın parmaklarının inceliğini ve der ki: “Kalbim unutma Eylül sesini!”

Aradan yıllar geçer, genç kız olgun bir kadın olur; yaşlı adam da toprakla bütünleşir. Kadın her yıl ayın mavi olduğu gün, ki bu Eylül’dedir, yaşlı adamla oturdukları deniz kıyısındaki banka gelir, önce güneşin batışını izler; sonra  mavi ayın doğuşunu!

Sular yine soğuktur...

Ben Hep Seni Yazdım, Özgür yay. 2008.)

Filmlerdeki Kütüphaneler


Harry Potter 
Duke Humfrey- Bodleian Kütüphanesi- Oxford


                                                            Melekler ve Şeytanlar
                                                             Vatikan Kütüphanesi

                                               
                                                              Yarından Sonra
                                                    New York Halk Kütüphanesi


                                                                 Ghostbusters
                                                         Los Angeles Kütüphanesi


                                                                  Dokuzuncu Kapı

Çekimleri İspanya, Fransa ve Portekiz'de yapılan 1999 yapımı filmde bu şehirlerden kütüphaneler görebilirsiniz ...Konusu ise kısaca şöyle: Dean Corso, zengin koleksiyoncular için eski ve çok değerli kitapları araştıran ve bulan bir araştırmacıdır. Yaptığı görev kültürel birikim, hüner ve çelik gibi sinirler gerektirmektedir. Corso, ünlü bir kitapsever olan Boris Balkan için Satanik ayinleri anlatan bir seri kitabın sonuncusunun peşine düşer. Rivayete göre bu kitap Karanlıklar Krallığının dokuz kapısını açacak bir el yazmasıdır. Geri kalan iki kopyası Avrupa’dadır. New York’tan Toledo’ya, Portekiz’den Paris’e giden yollarda Corso labirent gibi tuzaklarla, vahşi ve gizemli ölümlerle karşılaşır. Kendisini koruyan güçler yardımı ile kendisinden çok daha güçlü bir varlığa karşı adım adım yaklaşmaktadır. Zamanla asıl görevinin bir kitabı bulmaktan çok daha farklı olduğunu anlar.





                                                                     Gülün Adı

Bunlar benim ilk aklıma gelen filmlerdeki kütüphaneler...Listeye başka filmlerde eklenebilir. Düşündükçe aklıma geliyor mesela Indiana Jones, Mumya, Joe Black, Miranda, eskilerden My Fair Lady...

Şimdilik film karelerindeki kütüphanelerden bu kadar...Hepinize bol kitaplı günler dilerim. 

Daha çok okuyan bir toplum olmamız dileği ile 8 Eylül Dünya Okuma ve Yazma Günü kutlu olsun:)

Okulla Barışmak






Bir daha mı asla dedim. Kapısından adım atmam. Elimde diplomam arkama bakmadan çıktım ve o gün dediğimi yaptım. Bir daha kapısına uğramadım. Pilav günlerine gitmedim. Bilmem kaçıncı mezunlar gününe plaketimi almaya gitmedim. Çöpe atsalar umurumda değildi doğrusu. Yıllarca arabayla önünden geçerken o tarafa bakmamaya çalıştım.

Okula ilk adımımı attığım günden mezun olduğum güne kadar sevmedim, sevemedim. Evet çok zordu, evet çok disiplinliydi, bizi çok zorlamışlardı, okurken suyumuzu sıkıp, posamızı çıkarmışlardı ama...Yiğidi öldür hakkını yeme derler ya işte öyle bir şeydi bu okul. Tek kelime yabancı dil bilmeden kapısından adım atmıştım ama ana dilim gibi konuşarak çıkmıştım. Gerek iş hayatıma gerek özel hayatıma etki etmişti o okulda öğretilenler. Yine bir gün çocuğum olsa asla o okullardan birine vermem diyordum. Hatta sınıf arkadaşlarım biz  yandık çocuğumuzu da yakmayız diyorlardı ve haklıydılar ben de çocuğumu bu cendereye sokamazdım. Nasıl olsa iyi bir okulda okuyordu orada devam ederdi. 

Her sene kabusumuz olan SBS sınavlarına teker teker girdi. İlk sene orta, ikinci sene biraz daha yüksek ve son sene oldukça yüksek bir puan aldı. Aldığı puan kendine ciddi bir başarı bursu sağladı. Gururu okşandı. Okulların kayıtları başladığı  gün karşıma geldi. "Ben" dedi ben o okullardan birini istiyorum. "Tamam çok iyi bir başarı kazandım, kendi okulum bunu değerlendirdi, bana değer verdiğini gösterdi ve onun sayesinde bu puanı aldım ama puanımı o okulların birinde değerlendirmek istiyorum. Biliyorum çok zorlar ama ben başarırım." Kalakaldım. Nefessiz kaldım. Tepemden aşağı sular döküldü...Önce kaynar sonra buzzzz. Kabus başlıyor diye geçirdim içimden. Çocukluk travmam geri döndü. Gecenin bir yarılarına kadar ders çalışmam, olmadı sabahın köründe kalkıp o günkü sınav için konuları yarı uyur yarı uyanık tekrar etmeye çalışmam. Hepsi birer birer geri geldi. İçimden nah başarırsın diyorum. İnek olmak lazım inek sadece 5 almak için. Sen inek değilsin ki...Sen normal bir öğrencisin dahası bende senin öyle olmanı istiyorum. 

Emin misin diye sordum? Cevabın olumsuz olmasını, arasıra yaptığı gibi hayıırrr şaka yaptım demesini beklerken eminim deyiverdi. Emin, gidecek, vermiş kararını. Hatta okulu bile seçmiş ama çocuğum beni üzmemek için benimkini değilde şu anda çok revaçta olan bir başkasına göz dikmiş meğerse. Lütfetmiş. 

Tamam mı diye sordu? Tamam dedim. Emin misin? Evveettt!!! (Ben hala hayır bekliyorum cevap olarak diyemedim)

Puan takibine geçtik. Tamam puan bizimkine geldi. Önkayıt. Okulu gezme. Belki vazgeçer diye gözünün içine bakarken bizimkinden  peş peşe like işareti geliyor...Nuh diyor peygamber demiyor. Okulun müdür muavini okulun ciddiyetini, disiplinini ve zorluğunu anlatıyor ama koymuş kafaya bir kere gidecek. 

Kayıt Bürosuna gidiyoruz. Elimize kağıtları tutuşturuyorlar. Başlıyoruz dosyayı yazmaya. Ağzı kulaklarında. Veriyoruz dosyayı, tamam bitti. İstediği oldu. Artık o kafasına koyduğu okulun öğrencisi. Hayırlı olsun diyorum. Birlikte ağır ağır caddeye çıkıp yürümeye başlıyoruz. Gel diyor bir kahve içelim. Vayyy bir anda büyüdü adam, beni kahve içmeye davet ediyor. Girdi havalara.
Önümüze gelen cafe'ye oturuyoruz. Bir filtre kahve bir ice bilmem ne...Aklım hala kayıtta. İçeceklerimizi yudumlarken "okuluna gidecek misin" diyor bana? Birden nereden geldi aklına bunu sormak anlamıyorum. 

"Neden gideyim" diye soruyorum. 
"Barışmak için" diyor. 
"Barışmak için? Okulla mı?"
"Evet, okulla barışmak için. Çok zorlandığını hiç sevmediğini biliyorum ama bence bir dene. Sence zamanı gelmedi mi? 

"Eyvah ne oldu buna böyle. Çocuk gidiyor elden. Evladım iyi misin sen?" diye soramıyorum tabii.
Bir yandan da bana bilmişçe verdiği bu fikir hoşuma gidiyor. 

"Tamam" diyorum "Gidiyor muyuz buradan sonra?" 
"Tamam gidiyoruz" diyor. 

Kahvelerimizi içiyoruz. Biniyoruz bir taksiye okulun önündeyiz. Yıllar öncesinde olduğu gibi merdivenleri yine tepemden bakıyor. Ağır demir kapının bir kanadı sonuna kadar açık. İçime bir sıkıntı çöküyor öğrenciyken her sabah olduğu gibi. Hadi çıkalım diyorum. Ben gelmiyorum sen kendin git diyor. Bu sefer yalnız git. Sonra birlikte gezeriz. 

Merdivenin basamağına oturuyor. Rolleri değiştik galiba o büyük ben çocuk. Niye aklına uyup geldim ki? Söyleniyorum kendi kendime. Yavaş yavaş merdivenleri çıkmaya başlıyorum. Kapıya güvenlik konmuş. Bizim zamanımızda görevliler dururdu ve kuş uçurtmazlardı. Kimliğimi verip içeri giriyorum. Ufak tefek değişikliklerle her şey aynı. Aynı eski yıldız karolar, aynı devasa beyaz pencereler, aynı odalar, idare, müdür odası, öğretmenler odası, sekreterlik köşeyi dönünce ahşap döşemeli tebeşir kokulu sınıflar. Kayıt için veliler toplanmış. Aralarından geçip avluya gidiyorum. Okulu modernleştirmişler. Bahçeye yeni bölümler eklenmiş. Çınar ağaçları olduğu gibi duruyor.  

"Hoşgeldin, geleceğini biliyordum" diyor bir ses. "Pilav günlerinde gelmeyeceğini bile bile gözlerim seni aradı. Bir gün geleceğini biliyordum ve yanılmadım. İşte buradasın." 

"Evet" diyorum gülümseyerek, hatırladın mı beni? 

"Unutur muyum. Kötü not aldığında, ikmale kaldığında az ağlamadın dibimde. Ağlama duvarına çevirmiştiniz beni arkadaşlarınla. Çantalarınıza, eşofmanlarınıza az bekçilik etmedim. Pencerelerden fırlattığınız şeyler bazen dallarıma takılı kalırdı. Ceza alırdınız. Gölgeme sığınıp öğlen yemeklerinizi atıştırırdınız. Az öğretmen dedikodusu dinlemedim sizden. Bazen car car kafamı öyle şişirirdiniz ki okul tatil olsun diye bakardım ama hafta sonları da sessizlikten sıkılır pazartesi günü zilini dört gözle beklerdim."



"Kaç yıl oldu? On mu, yirmi mi? Kimler geldi kimler geçti. Hatırlar mısın çok sevdiğin bir edebiyat öğretmenin vardı. Dibinden ayrılmazdın. Okuldan sonra hiç gördün mü? Peki ya tarihçiyi? Deli matematikçinin başına gelenleri duydun mu? Kıt not çoğrafyacıyı. Hepinizin pek beğendiği örnek aldığı dünya güzeli kibar ingilizceciyi, yumurtayı anlatmak için bir yumurtlamadığı kalan fransızcacıyı, voleybolcu kimyacıyı, hepinizi azarlayan yaşlı sekreteri?  "Evet ya bu okulda sevdiğim öğretmenlerim de vardı benim. Hatırlatman iyi oldu."

Hepsi teker önüme geliyorlar. Zaman tünelinin içindeyim şimdi. Avlu bir anda öğrencilerle doluyor. Kantinin önünde simit, gazoz almak için sıraya girenler, elinde defteri bir sonraki sınava çalışanlar, basket potasına top sokmaya çalışanlar, gülüp eğlenenler, bunalım takılanlar, öğretmenlerle konuşanlar, kenarda toplanmış dedikodu yapanlar, hafta sonu programları, sevgililer, dershane... 

Ne o pencereden kalem kutusu mu fırlattılar yaşlı çınarın kafasına yine?  Despot müdür çıkıyor dışarı. "Kim attı bunu?" diye cırtlak bir ses çıkartıyor. Kimseden çıt yok. "İşte" diyorum "yine başlıyoruz." Kabus geri döndü. Biraz sonra elinde sınav kağıtları ile fenci geçiyor. "Şimdiki derste açıklayacağım sonuçları ama pek parlak değil."  Ne zaman oldu ki? 

"Sana neler verdim diyor başka bir ses kulağımın dibinde. Kazandırdıklarımın farkında mısın? Evet derslerden, sınavlardan, kıt notlardan sıkılıyordunuz. Merak etme şimdikilerde öyle. Sövüp sayıyordunuz. Şimdikilerde aynı. Hep aynı idi. Senden öncekiler, sen ve sonrakiler. Hayatında hiç mi işine yaramadı benim öğrettiklerim. Hiç mi övgü almadın konuştuğun insanlardan, çalıştığın yerlerden. Kim seni böyle şekillendirdi. Bir düşün bakalım kimin sayesinde buralara geldin?"

"Ailemin, başarmak için gece gündüz eşek gibi çalışan kendimin ve duymak istediğin buysa evet kabul ediyorum senin. Ama bu kadar zorlaman gerekiyor muydu? Kendinden nefret ettirecek kadar. Daha eğlenceli olamaz mıydın? Biraz daha esnek mesela? 

"Evet haklısın diyor belki biraz daha anlayışlı olabilirdim bende." Ve yaptığını kabullenerek dalga dalga avlunun gürültüsü içinde kayboluyor. 

Hesaplaşma bitti galiba diye geçiriyorum içimden. Bu kadar sene beklemek gereksizmiş. 

Zil çalıyor herkes sınıflara dağılıyor. Avlu boşalıyor. Zaman tüneli kayboluyor. 

Birkaç veli kayıt için hala sıra bekliyor. Oturduğum basamaktan kalkıyorum. Yine gel diye göz kırpıyor çınar arkamdan. Kırdın artık şeytanın bacağını. Gülümseyerek bakıyorum eski dostuma, elimle bir öpücük gönderiyorum. 

Kimliğimi alıyorum kapıdan, çıktığım gibi iniyorum merdivenlerden. Tekrar dönüp bakıyorum okula. Bu kez daha farklı görünüyor gözüme. Barıştık galiba diyorum. Evet barıştık artık. Hafif bir rüzgar esiyor ve bir ses  tarih tekerrürden ibaretmiş diye usulca fısıldıyor kulağıma. Gülümsüyorum ve yoluma devam ediyorum. 

Yeşim Kuşçu Ermutlu

Jane Austen Kitap Kulübü




Karen Joy Fowler'ın aynı adlı eserinden sinemaya uyarlanan Jane Austen Kitap Kulübü çok severek izlediğim filmlerden biridir. Bir kaç kez seyretmeme rağmen evde yalnız kaldığım keyif günlerimde güzel bir film seyretmek istediğimde kahve eşliğinde büyük bir zevkle sıkılmadan seyrederim. 

Film, California'da yaşayan beş kadın ve bir erkeğin Jane Austen kitapları etrafında birleşmesini anlatır. Altı kişilik bu grup her ay seçtikleri bir Jane Austen kitabını tartışmak için bir araya gelirler. Bu toplantıları sırasında kitapların konuları yanı sıra kendi yaşantılarını da paylaşırlar. Yaptıklarını yorumlarda kendilerini açığa çıkartırlar. Okudukları Jane Austen kitaplarının 21.yy versiyonunu ilişkilerinde yaşamaya başlarlar. 

         
Sylvie uzun süren bir evlilikten sonra kocası tarafından terk edilir. Bu zor durumu arkadaşlarının desteği ile atlatmaya çalışmaktadır. Kızı Allegra ise lezbiyen bir ilişki yaşamaktadır. Fransızca öğretmeni Prudie öğrencisi ile yakınlaşmakta ve evliliğinde bir takım sorunlar yaşamaktadır. Kulübün diğer üyelerinden bilim-kurgu düşkünü Grigg grubun bir başka üyesi Jocelyn ile ilgilenmektedir. Bir çok kez ilişki yaşamış Bernadette ise yeni bir mutluluğun peşinden gitmektedir.  Filmin en beğendiğim karelerinden biri, bir ay içinde bitirmeleri gereken kitabı her ortamda okumaya çalışmaları. Abartı olsa bile diş fırçalarken dahi okumaya çalışan kulüp üyesi  var içlerinde:)                                                                                                                                                                           2007 yapımı bu filmi eğer hala izlemediyseniz tavsiye ederim. Bir fincan kahveyle iyi gidiyor doğrusu:)