Öykü etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Öykü etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

FAHRİYE KAFE'DE YAZMAK...OKUMAK...


Hava soğuk mu soğuk ellerim ceplerimde ya da ne güzel komşumuzdun sen Fahriye Abla.

Bugün günlerden Kafe Fahriye. Yine Kadıköy'deyim.Moda'da bu kez. Durup dinlenecek nefeslenecek bir yer lazım. Moda'nın şirin mi şirin kitap kafesinin sıcacık kapısından içeri girip yukarı çıkıyorum. Kendime bir filtre kahve bir de cevizli tarçınlı kek söylüyorum. Arka masada üç genç kız oturmuş, aşk hikayeleri dönüyor kelimelerinde. Birazda arkadaş 
dedikoduları.




Yanımdaki masada güzeller güzeli kedicik kıvrılmış uyuyor sandalyede. Hayvan dostu Fahriye. Kedisi bir yanda kitapları bir yanda. İster yaz ister oku diye tanımladığım  tam benlik bir mekan. 

Bu arada çocuk yakışıklıymış ama galiba bazı tikleri varmış.

Dışarıda hafif hafif kar atıştırıyor. Meteoroloji alarm vermeye başlamıştı evden çıkarken. Onun başlangıcı mı acaba? İlerleyen saatlerde göreceğiz ne olacağını. Çocuklar okuldan çıkmış, ellerinde karneler. Yaşasın sömestr tatili. 

Bu sene bana olduysa her kar tatilinde bende çocuklar gibi sevindim. Facede paylaşmalar falan filan. Arkadaşımın dediğine göre ruhumuza işlemiş söküp atamıyoruz :) Niye atayım ki?


Kedili masaya iki genç daha geldi. Yanındaki sandalyeye usulca oturdular. Lise öğrencisi olabilirler. Daha yukarısı değil. Belli ki flört aşamasındalar. Mırıl mırıl fısıl fısıl. Tam olması gerektiği gibi. Ne mutlu yaşlarının onlara getirdiği güzellikleri, değerleri yaşayabilenlere...Parayla pulla alınacak şey değil bunlar. Dünyaya güzel bakış açısı yeterli...Sağlıklı olan da bu bence.

Bugün dedikoducu günümde miyim? Değilim. Böyle yerlerde çevremdekilerin ne konuştukları, ne yaptıkları, ne giydikleri, kimle oldukları beni hiç ilgilendirmez aslında. Tam tersine kahvem, kitabım ve not defterimle çok mutluyumdur -Bana da bakan dinleyen olursa çok rahatsız olurum- ama bugün eğitimdeyim, stajdayım ne derseniz o durumdayım.

Okuduğum bir yaratıcı yazarlık sitesinde dışarı çıkın diyor. Mesela bir kafede yazmaya çalışın. Etrafınızdaki kişileri inceleyin, konuştuklarına kulak kabartın, not alın. (Ne yalan söyleyim pek sevmedim  bu durumu ama yaptım işte. Milletin özel hayatına girmek gibi oldu. Kendimi paparazi gibi hissettim. Bünyeye ters geldi...). Sonrada bu aldığınız notlarla belki bir hikaye çıkabilirsiniz veya hikayenizin içinde kullanabilirsiniz. 


Çok sevdiğim yazarlardan Nazlı Eray CKM'deki söyleşisinde ara sıra Ankara'da bir pastanede yazılarını yazdığını söylemişti. Sesten rahatsız olup olmadığını sorduklarında bazen dedi. Bazen de su şişesinin açılışı ve o suyun bardağa dökülürken çıkardığı ses bile ilham oluyor diye cevaplamıştı.

Geçtiğimiz yıllarda Ayfer Tunç'a rastlamıştım bir kafede. Elindeki not defterine bir şeyler yazıyordu. O da çok sevdiğim yazarlardan biridir...Hele ki Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek kitabı...Okumayanlara tavsiye ederim. Geçmiş bu kadar mı tatlı anlatılır...Ayfer Tunç'un kalemiyle anlatılırmış...

İşte ben de bugün bunu deneyimledim. Mekan olarak Fahriye'yi özellikle seçtim. 

Hımmm kız cep telefonundan çocuğa bir şeyler gösteriyor. Dur bakiim fotoğraf mı onlar? Evet,
Doğum günü fotoğrafları. Yorumlar, gülüşmeler...




Arka taraftaki kızlar konuşmaya devam ediyor. "Gerçekten bana çok baktı. Bir de bana dedi ki sana umut vermek istemiyorum." Hadi bakalım hayırlısı...Bence iş çıkmaz ondan diyemedim tabii.

Artık gitme vakti. Sonuç olarak, evet, yazdıkları gibi biraz daha kalabalık yerde daha çok yazılacak konu çıkar ama ben sevmedim bu insanlara kulak kabartma işini. Neyse...

Uğrarsanız cevizli tarçınlı ev yapımı kekini tavsiye ederim. Filtre kahvenin yanında iyi gidiyor.

Fahriye Abla yapmış...Güzel komşumuz :) 















HİKAYEDE BÜYÜK BOŞLUKLAR VAR








Şehir beyaz örtüsünü bürünmüş, okullar tatil olmuş...En sevdiğim sahnelerden biri işte. Bana ne oluyorsa sanki okula gideceğim. Evde yapılacak iş yok. Bir gün önceden yapmışım her şeyi...Çocuklar kendi aleminde nasılsa. Demek ki keyif günü...

Uzun süredir okumak istediğim Hakan Bıçakcı'nın "hikayede büyük boşluklar var" kitabını alıp çekiliyorum pencerenin kenarındaki koltuğa. Dışarıda lapa lapa kar yağıyor elimde hikayeler akıp gidiyor. Arada bir kalkıp dolaşıyorum, oturamam ki sürekli...Böyle de bir özürüm var. Kar topu oynamaya da çıkacağım daha. Hiç kaçmaz..

İstanbul'u anlatmış Hakan Bıçakcı...Hepimizin her gün yaşadıklarımızı...Metrobüsü, metroyu, planları, hayalleri...Mesela Metrobüste Candy Crush öyküsünü çok sevdim. 
"Ömrümün en güzel yılları metrobüste Candy Crush oynayarak geçti." diye başlıyor cümlesine. 
"Rekor üstüne rekor kırdım, hasretinden iPad'ler eskittim." diye devam ediyor. 
Candy Crush oynamasak bile çoğumuz otobüste, metroda ya da metrobüste yer bulduğumuzda ilk işimiz cep telefonumuzu çıkarmak oluyor. Ya biriyle konuşuluyor, ya mesajlaşılıyor, ya facebook, mailler veya müzik dinleniyor. Benim gibi tek tük insanda kitap okuyor. 

Metrobüsten sonra bir düğüne götürdü yada düğüne metrobüsle gittik diyelim. Bir Düğün Metalcisi...Kahkahayla okudum. Hangimiz zorla sürüklenmedik ki komşunun kızının ya da bir akrabanın oğlunun düğününe. Allah'ım ne işkencedir o öyle. Teyzeler gelir öper, oynamaya kaldırmak için çekiştirirler baygınlık geçirtene kadar uğraşırlar. İşte o cinnet anlarını anlatıyor bu öyküsünde de. 

İyi gitti bu karlı günde...Güzel hikayeler okumak isteyenlere tavsiye ederim...

Ben kaçtım. Nerede atkım, şapkam, eldivenlerim...

HİKAYEDE BÜYÜK BOŞLUKLAR VAR   HAKAN BIÇAKCI  İLETİŞİM YAYINLARI



KUTUP DAİRESİNDE BİR EV




İşte ön kapak resmi elimin rafa uzanmasına neden olan bir kitap daha. Benim gibi soğuk, kar, kış seven biri için üzerinde kar resmi olması dikkatimi çekmesi için yeterli bir nedendi. İsmi de ayrı cezbedici; Kutup Dairesinde Bir Ev...Her ne kadar orjinal ismi "A Summer of Drowning" olsa da :)

Hikaye ressam annesi Anne ile birlikte Kutup Dairesine yakın bir evde yaşayan Liv'in okul arkadaşlarından iki gencin boğulması ile başlar. Kimse durgun denizde çocukların nasıl boğulduğuna anlam veremez. Zamanla herkes kendi yaşamına geri döner ve olay unutulur.

Anne, günlerini, evindeki ufak atölyesinde portre dışı resimler yaparak, yaptığı resimleri şehirdeki galeride satışa sunarak, her cumartesi saat on birde gelip öğleden sonra ikiye kadar çay içip sohbet ettiği, Liv'e göre - yıllar içinde kolay idare edebildiği- erkek grubuyla ve ara sıra röportaj yapmak için gazetecilerle geçirmektedir.

Liv ise günlerini tek arkadaşı olarak gördüğü, ona cinli perili hikayelerle kuzeyin vahşi efsanelerini anlatarak vakit geçirten yaşlı Kyrre Opdahl'ın yanında geçirir.

Liv İngiltere'den aldığı bir mektupla o güne kadar hiç tanımadı babasının hasta olduğunu ve onu görmek istediğini öğrenir. Uçak biletini alır, İngiltere'ye uçar fakat yetişemez. Babası ile arasındaki tek bağ ona mektubu yazan Kate Thomson'dur. Kate ona babasını son kez görmesini önerirse de Liv artık çok geç olduğunu düşünerek kabul etmez ve geri döner. Anne ise zaten babası hakkında konuşmamayı tercih etmektedir.  Yazar John Burside kitap boyunca kuzeyin soğukluğunu anne kızın ilişkisine irkiltici bir şekilde yansıtır.

İki gencin boğulması henüz unutulmuşken kasabada yeni bir boğulma olayı yaşanır. Bu kez kurban Kyrre'nin yazı geçirmek için kiralık kulübesine gelen Martin Crosbie'dir  veeeee....diyerek burada kesiyorum.

Her zamanki gibi kitaptan bir kaç tadımlıkla şimdilik bu kadar diyorum...Tabii ki yeni bir kitaba kadar...

"Gözetlemek- ve belki de müdahale etmek. İnsanlar müdahale etmeyi severler. Hep bir şeyler yapıyor olmaları gerektiğini düşünürler."

"Dünyada çok fazla temas var. Çok fazla iç içe geçmişlik var. Belki birbirimizle bağımlı olduğumuz, dünyadaki her şeyin bir başka şeye bağımlı olduğu doğrudur- ama biz aynı zamanda aralardaki mesafelere de bağımlıyız. Mesafelere ihtiyacımız var, çünkü düzeni mesafeler sağlar."

"Rüyalar dünyayı anlamlandırmak için kendimize anlattığımız öykülerdir, der. Akıllı ile deli arasındaki tek fark, delilerin yeterince rüya görmemeleridir."

"Delilik, gizem ve efsane yaratımı birbiriyle çarpışıyor" - Adam O'Riordan- Financial Times

Bence romanı en güzel özetleyen cümleydi bu....

KUTUP DAİRESİNDE BİR EV  JOHN BURSIDE  YKY YAYINLARI   ÇEV : ÖZLEM YÜKSEL




MÖNÜDE AŞK VAR...






Bir gün okuduğunuz kitapta sizden bahsedildiğini görürseniz ne yaparsınız? Herkesin kendine göre cevabı vardır. Hiç aldırmayan da çıkabilir belki. Tesadüf der geçer. 

Aurélie sevgilisinin kendini terk ettiğini öğrendiği yağmurlu ve karanlık bir Kasım gecesinde, kendisini takip eden polis memurundan kurtulmak için Paris'in ara sokaklarından birinde girdiği küçük kitapçı dükkanında Kadınlar Gülümseyince adlı kitabı alır. Eve gelir. Okumaya başlar. Sabah saat altıyı gösterirken 320 sayfalık kitabın son sayfasını "orası benim restoranım" diyerek kapatır. Üstelik romanda ki kadın kahramanda tıpa tıp kendine benzemektedir. Bu kadar özellik bir tesadüf olabilir mi? diye düşünür ve yazara iletilmesi üzere yayınevine bir mektup yazar. Bu arada yayınevi de ortaya çıkmak istemeyen (?) gizemli yazarın peşindedir. Mektubun editörlerden birinin eline geçmesiyle olaylar başlar...

Yılbaşı arifesinde okuyucularını Paris sokaklarında, kafelerinde, kitapçılarında, meşhur Fransız yemeklerinin kokusu eşliğinde dolaştıran bir kitap Mönüde Aşk Var. Hikayeyle ilgili daha fazla bir şeyler yazmayacağım ama her zaman ki gibi kitaptan ufak tadımlıklarla bitireceğim;

"İnsan ne zaman bir mektup yazsa yeni bir süreç işlemeye başlar. Bir diyalog kurulur. Mektuplarda insanlar kendilerini, hayatlarındaki yenilikleri, başlarından geçenleri, duygularını karşılarındakilerle paylaşmak ister ve geri dönüşlerini beklerler. Mektupların hep bir göndereni be bir de alıcısı vardır. Normalde yanıtlanmak üzere yazılırlar, veda mektupları bile böyledir."

"Yazmak böyle bir şeydi. Yazarlar hikayelerini nereden bulurlardı? Rüyalarında gördükleri arasından bazılarını rastgele seçerek mi yazıyorlardı, yoksa hepsini kafadan mı uyduruyorlardı. Kim bilir belki de gerçek insanların başından geçenleri kağıda döküyorlardı. Yazdıklarının ne kadarı gerçek ne kadarı kurguydu? Bahsettiklerinden kaçı gerçek yaşamda karşımıza çıkabilirdi, ne kadarı aslında hiç var olmamıştı? Kurgu gerçek yaşamı etkiler miydi? Yoksa tam aksi mi söz konusuydu?"

"Bu yönde geliştirdiğim teoriye göre roman yazan, hikayeler anlatan insanları üç gruba toplamak mümkün.

Birinci gruptakiler sadece kendileri hakkında yazarlar. Bunlar arasında edebiyat dünyasının önemli isimleri de yer alır. 

İkinci grupta yer alanların hikaye uydurmak konusunda kıskanılmaya değer bir yeteneği bulunmaktadır. Trende giderken camdan bakarlar ve hop akıllarına bir fikir geliverir.

Üçüncü gruptakiler empresyonistlerdir. Onların yetenekleri hikaye bulup çıkartmaktır. Gündelik hayatın içinden, ağaçtan kiraz toplar gibi, çeşitli durumları, ruh hallerini ve kısa olayları biriktirirler.Bu, kimi zaman bir yüz ifadesi, bir gülümseme, kimi zaman birinin saçını geriye atışı ya da ayakkabılarını bağlayış şeklidir. Hepsi de arka planda biricik öyküler barındıran anlık görüntülerdir. Öyküye dönüşmeye hazır fotoğraflardır." 

"Şu Noel'in öyle bir tarafı var: İnsana kendi geçmişini hatırlatıyor; hatıralarını, isteklerini, sanki mucizevi diyarlara açılacakmış gibi hissettiren esrarengiz kapıların önünde, heyecanlı ve meraklı gözlerle bekleyen çocuksu ruhunu anımsatıyordu."

Noel demişken Mönüde Aşk Var okumayı sevenler için güzel bir yılbaşı hediyesi olabilir. Listenizin bir köşesine ekleyin derim. Yanında belki güzel bir CD ile...

Kahve ve battaniye ikilisi eşliğinde zevkle okunacak bir kitap...Fena halde tavsiye edilir :)

MÖNÜDE AŞK VAR   NICOLAS BARREAU   DOĞAN KİTAP   GÜL GÜRTUNCA çevirisi




ODASINDA KALMAYI BAŞARABİLENLERE...PARİS SIKINTISI...




"La Bruyere bir yerlerde, "Yalnız olamamanın büyük mutsuzluğu!" der, kendi kendine katlanamamaktan korkarak kalabalıkta kendilerini unutmaya koşanları uyandırmak ister sanki. 
Bir başka bilge, yanılmıyorsam Pascal, "Neredeyse tüm mutsuzluklarımız odamızda kalmayı bilememiş olmamızdan geliyor başımıza," der, böylece, içe kapanış hücresinde, mutluluğu deviniminde, bir de yüzyılımın güzel diliyle konuşmam gerekirse, kardeşçil diye adlandırabileceğim bir fuhuşta arayanları getirir aklımıza."

Paris Sıkıntısı - Charles Baudlaire

Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları... 

ROMAN KAHRAMANLARI GÜNÜ...




"Roman Kahramanları Günü" bu yıl 21 Aralık'ta Zonguldak'ta gerçekleştiriliyor... Şimdi Zonguldak'ta olmak vardı diyorum ve haberin devamını paylaşıyorum...


TÜRKİYE’DEN DÜNYAYA ARMAĞAN !
"21 Aralık Roman Kahramanları Günü" 

Roman Kahramanları Günü” tüm yurtta kutlanmasının yanı sıra, bu yıl Zonguldak’ta gerçekleştiriliyor. Bülent Ecevit Üniversitesi’nde Zonguldak İl Halk Kütüphanesi ve Zonguldak Fotoğraf Sanatçıları Derneği’nin katkıları, Zonguldak Mehmet Çelikel Lisesi, Bülent Ecevit Üniversitesi, Zonguldak Endüstri Meslek Lisesi, Tiyatro Arın (özel Tiyatro), öğrenci ve öğretmenlerin katılımıyla Roman Kahramanları sahnede canlandırılarak, geniş çaplı bir etkinlikle kutlanıyor.

Festival sırasında Roman Kahramanlarının fotoğrafları Zonguldak Fotoğraf Sanatçıları tarafından çekilerek yılın anısına bir albüm kitap hazırlanacak. Ayrıca Roman Kahramanlarına yazılan mektuplar da etkinlikte ve albüm kitapta yer alacak. Toplamda yüz roman ve kahramanın yansıtılması amaçlanan etkinlikte yirmi beş roman kahramanı sahnede 3-5’er dakika dramatize edilecektir. Geriye kalan kahramanlar ise sahnede gösterilecek ve yıl boyunca il çapında sergilenecektir.

Dünya Roman Kahramanları Günü Edebiyat Festivali’nin ilki 21 Aralık 2012 tarihinde Maltepe Üniversitesi kampusunda gerçekleşti. Kültür ve Turizm Bakanlığı desteğiyle gerçekleşen etkinliğin konusu ise Balkan Savaşı’nın 100. yılı olması sebebiyle “Balkan Barışı” olarak belirlenmişti. Bu anlamda; Türkiye, Bulgaristan, Romanya, Kosova, Karadağ, Makedonya, Sırbistan, Yunanistan, Arnavutluk, Hırvatistan’ın Kültür Bakanları, bu ülkelerin ünlü romancıları, eleştirmen ve gazetecileri festivale katılmıştı.

Roman Kahramanları Edebiyat Parkı

Roman Kahramanları Dergisi Yayın Yönetmeni Ömer Asan bu günle ilgili olarak : “Bugün artık insanlığın on binlerce roman kahramanı var. Ancak hızla değişen gündem ve sürekli artan roman yazımı, yaratılan roman kahramanlarının kısa zamanda unutulmasına, edebiyat tarihinin derinliklerinde kaybolmasına neden oluyor. Öyle ki, sayılı dünya klasiklerinde yaratılan roman kahramanlarının bile bir miras olarak devredilememe tehlikesi artık söz konusu. Bu nedenle; bugüne kadar yaratılmış roman kahramanlarının ait oldukları yerlerde, ülkelerde, yazarlarının tasvir ettiği mekânlarda, en azından her yıl anılmasını sağlayacağız. Bu amaçla ülkemizde üzerine en çok roman yazılan kent olan İstanbul’da roman kahramanlarının yer alacağı bir edebiyat parkı oluşturulması için girişimde bulunmak üzere proje hazırlıklarımızı sürdürmekteyiz. Bu yılkı etkinlik için Bülent Ecevit Üniversitesi’ne ayrıca teşekkür ediyoruz.” dedi.

Zonguldak’ta Etkinlik İletişim:

21 ARALIK, CUMARTESİ
Bülent Ecevit Üniversitesi, Prof. Dr. Arif Amirov Konferans Salonu, Saat 16

Koordinatörler:

Şenay Koca, Zonguldak Mehmet Çelikel Lisesi Edebiyat Öğretmeni / tlf: 0 505 807 60 36
Müzeyyen Yeten Aksoy, Zonguldak İl Halk Kütüphanesi Müdürü / tlf: 0 530 3231540


21 Aralık - İletişim:

Ömer Asan
Roman Kahramanları Dergisi
0216 371 17 37
0554 857 74 50
omer.asan@heyamola.net

www.romankahramanlari.com
www.21aralik.com

ÖZGÜR EDEBİYAT'A VEDA EDERKEN...



Özgür Edebiyat dergisi ile tanışmam Türkiye Pen Yazarlar Derneğinin öykü atölyesine katılmamla olmuştu. Önce derginin hikaye danışmanı yazar İbrahim Yıldırım'la tanıştım sonra da onun önerisi ile Özgür Edebiyat'la. 

Dergiyi ilk okumaya başladığım günden itibaren kesintisiz her sayısını aldım. İki ayda bir yayınlanan hikayeleri, şiirleri, eleştiri ve denemeleri ile dolu dolu ve kaliteli bir edebiyat dergisi idi. 

İlk başlarda iyi bir okuyucusu oldum sonra biraz çekinerekte olsa yazdığım bir hikayeyi gönderdim kendilerine. "Metrodaki Vivaldi". Pazar günleri PEN'e giderken kullandığım metrodaki müzisyenlerden esinlenerek yazmıştım bu yazıyı. Kısa bir süre sonra ufak tefek düzeltmeler sonucunda yazıyı yayın programlarına aldıkları haberi geldi ve 2011 yılında 25. sayılarında hikayemi yayınladılar. Çok sevinmiştim. Dile kolay Atilla Birkiye, Özdemir İnce, İbrahim Yıldırım, Kemal Bek gibi Türk Edebiyatı'nın hatırı sayılır yazarlarının arasında benim de öyküm yayınlanmıştı. Yayınlanan ilk öyküm idi. 

Daha sonraları tembellik yapmadığım zamanlarda yazdığım bazı öyküleri yine kendilerine gönderdim. Gönderdiğim iki öykümü daha yayın programına aldıklarını yazdılar." Yalnızlar pansiyonu" adlı öykümü de bu son sayılarında yayınlayarak bana da veda ettiler. 

Ve bugün facebook sayfamı açtığımda Özgür Edebiyat'ın yayın yönetmeni Metin Celal'den  bir gönderi geldiği gördüm. Tıkladım, ilk üç satır...İki, üç kere okudum herhalde. Her defasında boğazımdaki düğümler biraz daha arttı;

"Özgür Edebiyat 42. Sayı Çıktı!
Tadında bırakıyoruz...
Özgür Edebiyat 42. Sayı ile okurlarına veda ediyor."


Ahhhh dedim bu olmadı işte. Böyle bir dergi yayın hayatına son vermemeli. Yazık olur. Ve oldu da. Aklıma Metin Celal'in bu senenin başındaki yazısı geldi. "Yedinci yıla girerken". Derginin 37. sayısında şöyle yazmıştı : "Özgür Edebiyat bir çok edebiyat dergisi gibi kendi yağıyla kavruluyor. Bütçemizin neredeyse tamamını dergi satışlarıyla sağlıyoruz."

"Özgür Edebiyat tamamen kişisel ve kurumsal fedakarlıklarla yayınlanıyor. Dergiden mali gelir elde eden hemen hiç kimse yok. Hiç bir yazarımız, çevirmenimiz telif ücreti almıyor. Ben dahil dergiyi hazırlayanlar da bir ücret almıyorlar. Yayın Kurulu'nda bugüne dek emek veren Atilla Birkiye'nin, Adnan Özer'in, hikaye danışmanımız İbrahim Yıldırım'ın emeklerinin karşılığını ne yapsak ödeyemeyiz. Özgür Yayınları başta Erol Ulu olmak üzere tüm kadrosuyla ilk günden beri dergiye teknik destek veriyor. Biz de elimizden geldiğince onlara yük olmamaya çalışıyoruz. Sonuç olarak, bir bütçemiz olmadığı için bütçeyi denk getirmek gibi bir derdimiz yok. Özgür Edebiyat, okurlarının ilgisiyle yaşayan bir dergi. Satışlar yayınevini zarar ettirecek düzeye düşmediği müddetçe yayını sürdürmek dileğindeyiz." 

Yazısına reklam, dağıtım gibi bir takım sorunlarla devam ediyor yazıları, şiirleri ve öyküleriyle dergiyi destekleyenlere teşekkür ederek bitiriyordu. Belkide sonun başlangıcının ilk sinyallerini veriyordu okuyucularına. 

Kim bilir kaç edebiyat dergisi kapılarına kilit vurdu şimdiye kadar ve vurmaya devam edecek. 70 milyonluk ülkemizde okuyan, yazan, sorgulayan bir avuç insana karşı sabahtan akşama kadar tv karşılarında göbek atıp, yemek masalarında onun tuzu eksik, bunun şekeri fazla diyerek kavga eden, kim kimle evleniyor ve ya birbirinden kötü çoğu Amerikan takliti dizileri gözünü kırpmadan izleyen insanlar biraz da okumaya zaman ayırsalar belki bir şeyler değişir şu ülkede...

Özgür Edebiyat'a veda ederken bazı insanlara şöyle demek geçiyor içimden;


                                              
                                    


KİTAP KOKMALI EVİM




Güzel kokmalı evim. Vazodaki çiçekten mis gibi kokular yayılmalı salona mümkünse demet demet fulya olmalı. Balkon kapısını açınca güneşin altında rengarenk açmış çiçeklerin kokusu karışmalı evden çıkan fulya kokusuna. 

Günün her saatinde içimi açacak temizliği anımsatacak hafif bir deterjan kokusu yayılmalı etrafa. 

Çiçek kokmalı parfümüm. Öyle yanımdan geçenleri bayıltacak gibi ağır değil hafif baharın her anını anımsatan bir koku. Hem bahar yağmuru olmalı içinde, hem güneşin gülümseyen ışınları. Bir tutam vanilya da katılabilir içine.

Güzel kokmalı odam. Mesela mutfaktan buram buram kahve kokuları gelmeli, kütüphaneden kitap. Ve bir mum yanmalı geceleri bu şölene eşlik eden. Lavanta kokulu olabilir mesela.
Veya kışkırtıcı bir çikolata kokusu...




Ve kitaplarımın içinden dünyanın dört bir yanından toplanmış bin bir türlü koku yayılmalı evin her köşesine. Hint Okyanusundan baharat kokularını, Alpler'den bol oksijenli dağ havasını solumalıyım, öyle ki Taklamakan Çölü'nün kuru havasını bile kabul edebilirim. 

Satırlar arasından çıkan tariflerin kokusu yayılmalı mutfağıma...Mesela Laura Esquivel ceviz soslu biber dolması yapmalı mutfağımda veya Joanna Harris böğürtlen şarabı. Karlı bir kış gecesinde Dostoyevski mis gibi bir çay demleyebilir semaverde. Rengarenk giysili bir şamanın büyülü sözler mırıldanarak kaynattığı şifalı otların rayihası ulaşmalı tüm hastalara. 

İşte böyle olmalı evim. Çiçek, kahve ve kitap kokmalı... Ve ben tüm kokuları satır satır doyasıya içime çekebilmeliyim sağlıkla, huzurla, mutlulukla...





SİNDİRELLA'DAN HABER VAR :)

Pamuk Prenses'e ne oldu? diye bir yazı yazmıştım. Çocukluğumuzda ağzımız açık dinlediğimiz masal kahramanlarına neler olduğunu sormuştum. Sindirella okumuş yazdıklarımı cevap gönderdi. Bir de resim eklemiş mesajına. Aynen böyle yazmış;

"Beni merak etmeyin. İyiyim. Öyküm hala anlatılıyor ama hiç bir şey eskisi gibi değil. Artık peşimden koşan romantik prens yok. Onun yerine apartman görevlisi peşimde. Nasıl mı? Fotoğrafımı gönderiyorum. Artık böyleyim :) Sevgiler...Sindirella"


(Çiğdem Demir'in güzel çizgisiyle) 

Yüzünüzden gülümsemenin hiç eksilmemesi dileği ile sevgiyle ve  mutlulukla kalın :)



AYIŞIĞI SONATI

Herkesin müzik anlayışı ve zevki farklıdır. Ben her türlü müziği dinlerim. İçlerinde defalarca dinlediğim çok sevdiğim parçalarda çıkar hiç beğenmediklerimde. Kitaplar gibi müzikte hayatımın vazgeçilmez bir paçası olmuştur her zaman. 

Akşamları el ayak çekildiğinde, bir elimde kahvem diğer elimde kitabım koltuğa yayıldığımda notaların sözcüklere karışması hoşuma gidiyor. CD'den yükselen bazen hafif bir piano, bazen viyolonsel, çello tınıları gecenin sessizliğinde günün yorgunluğunu attıran terapi oluyor benim için. Vivaldi, Strauss, Mozart, Janacek, Beethowen vs. onlar konser veriyor ben dinliyorum. 

Beethowen demişken bilirsiniz en ünlü eserlerinden biri Ayışığı Sonatıdır. Bugün Ayışığı Sonatı ile ilgili bir yazı geldi bana. Ayışığı Sonatı'nın doğuşunu anlatıyordu. Gerçekten yaşanmış mı yoksa bir şehir efsanesi mi bilmiyorum ama bu hüzünlü hikayeyi paylaşmak istedim. 

''Bir gün Beethoven, bir arkadaşı ile birlikte Viyana sokaklarında dolaşmaktadır. Tam bu sırada bir apartmandan piyano sesi geldiğini duyar ve kafasını kaldırıp bakar. Apartmanın ikinci katındaki cam açıktır ve ses oradan gelmektedir. Arkadaşına, çalan kişinin muhteşem çaldığını ve onu görmesi gerektiğini söyler. İkisi birlikte ikinci kata çıkıp kapıyı çalarlar. Kapıyı açan kadın, Beethoven’ı hemen tanır ve şok olur. Beethoven, piyano sesine geldiğini ve muhakkak çalan kişiyi görmek istediğini söyler. Kadın, piyanoyu çalanın kızı olduğunu ve tanışmaktan mutlu olacağını belirterek onları içeri alır. Beethoven, piyano çalan kızın olduğu odaya girer. annesi kıza, Beethoven’ın geldiğini söyler ve kız çok heyecanlanır, hemen ayağa kalkar, fakat kız kördür. Bunu gören Beethoven, “lütfen benden birşey isteyin” der, maddi bir şey isteyeceklerini düşünerek. Kızın cevabı şu olur; “ben hiç ayışığı görmedim, bana ayışığını anlatır mısınız?”
Bunun üzerine Beethoven piyanonun başına geçerek, ayışığı sonatını, doğaçlama olarak besteler.''


İşte Beethoven'ın genç kıza anlattığı ayışığı...İyi dinlemeler...



Gönderilmemiş mektuplar





Bir sürü mektup geçiyor elime. Kimi zarfın içinde üzerine adresi bile yazılmış, kimi katlanmış öylesine kalakalmış. 

Gönderilmemiş. 

Birini açıyorum. Üzerinde 80'lerin tarihi var. 

El yazım değişmemiş, o günden bu güne hala aynı. Aynı kargacık burgacık harfler...

Göndereceğim kişiye o günlerde yaptıklarımı anlatmışım. Sorduklarını cevaplamışım, sonuna sevgilerimle yazıp imzalamışım ama göndermemişim nedense. Yıllarca çekmecede gelen mektuplarla bir kutunun içine hapsetmişim. 

Yıllar sonra bugün pandoranın kutusu açılıyor. Efsanedeki gibi kötülükler saçılmıyor dünyaya tam tersine birbirlerine arkadaşlarını, aşklarını, okullarını, şehirlerini, ailelerini, hayatlarını anlatan naif çocuklar buluyorum satırların arasında. 

Ardı ardına açılmaya başlıyor zarflar. Bir kahve yapıyorum kendime ve zaman tünelinde geçmişe yolculuk başlıyor bir anda. Siyah beyaz vesikalıklar, renkli fotoğraflar, polaroidler hepsi kendini gösterme yarışına giriyor. Kiminde gülüyorum, kiminde boğazımdan bir şeyler düğümleniyor ve gözlerimden yaşlar boşalıyor. Keşkelerim de var, iyi ki yapmışlarım da içlerinde.

"Sevgili kendim, bugün yedi yaşıma basıyorum ve bu mektubu sana, Mantık Yaşı'nda verdiğim sözleri ve ne olmak istediğimi hatırlatmak için yazıyorum..." diyen Age de Raison filmindeki Margaret'i yaşıyorum bugün. Hani çocukken kendine yazdığı mektupları bir bir okurken kendinden bile gizlediği anıları canlanan, geçmişte yaptığı tüm seçimlerden şüphe duymaya, hayatının tüm doğrularını sorgulamaya başlayan Margaret'i. 

Ve iyikilere bir tane daha ekleyerek tekrar yerlerine kaldırıyorum hepsini...

İyi ki saklamışım...





Neler oluyor bu gece?






Neler yaşanıyor şehirde şu anda? Kaç kişi yeşil peri gecesini yaşıyor acaba? 

Kaç kişi İstanbul gizemleri içinde kayboluyor?

Kimler küçük aptalın büyük dünyasında hüsranla biten aşklar yaşıyor bu gece?

Kaç kişi kanser koğuşunda şifa bulmayı bekliyor ve kimler mucizeler dükkanından medet umuyor?

Kimler söylemeyeceğine söz ver diyerek mis kokulu Türk kahvesi eşliğinde dedikodu yapıyor?

Kaç kişi ayışığı sofrasında demleniyor?

Kimler neşeli bir sohbet eşliğinde böğürtlen şarabını yudumluyor?

Kaç kişi tarot ve çikolatanın zevkini çıkarıyor?

Kimler yıldızlı ve yağmurlu gecelerde ıslanmış Arnavut kaldırımlı sokaklarda el ele yürüyor? 

Kaç kişi taş bina ve diğerlerinin arasında elleri ceplerinde hızlı adımlarla evine ulaşmaya çalışıyor?

Kimler benim sinemalarımda güzel bir film seyretmenin rehavetini yaşıyor?.

Kaç kişi kesişen yazgılar şatosunda oturmuş kitabını okuyor?

Ne hayatlar yaşanıyor bu gece şehirde? 

Ne mutluluklar, ne hüzünler, ne korkular, ne heyecanlar, ne çılgınlıklar, ne zevkler?












Okulla Barışmak






Bir daha mı asla dedim. Kapısından adım atmam. Elimde diplomam arkama bakmadan çıktım ve o gün dediğimi yaptım. Bir daha kapısına uğramadım. Pilav günlerine gitmedim. Bilmem kaçıncı mezunlar gününe plaketimi almaya gitmedim. Çöpe atsalar umurumda değildi doğrusu. Yıllarca arabayla önünden geçerken o tarafa bakmamaya çalıştım.

Okula ilk adımımı attığım günden mezun olduğum güne kadar sevmedim, sevemedim. Evet çok zordu, evet çok disiplinliydi, bizi çok zorlamışlardı, okurken suyumuzu sıkıp, posamızı çıkarmışlardı ama...Yiğidi öldür hakkını yeme derler ya işte öyle bir şeydi bu okul. Tek kelime yabancı dil bilmeden kapısından adım atmıştım ama ana dilim gibi konuşarak çıkmıştım. Gerek iş hayatıma gerek özel hayatıma etki etmişti o okulda öğretilenler. Yine bir gün çocuğum olsa asla o okullardan birine vermem diyordum. Hatta sınıf arkadaşlarım biz  yandık çocuğumuzu da yakmayız diyorlardı ve haklıydılar ben de çocuğumu bu cendereye sokamazdım. Nasıl olsa iyi bir okulda okuyordu orada devam ederdi. 

Her sene kabusumuz olan SBS sınavlarına teker teker girdi. İlk sene orta, ikinci sene biraz daha yüksek ve son sene oldukça yüksek bir puan aldı. Aldığı puan kendine ciddi bir başarı bursu sağladı. Gururu okşandı. Okulların kayıtları başladığı  gün karşıma geldi. "Ben" dedi ben o okullardan birini istiyorum. "Tamam çok iyi bir başarı kazandım, kendi okulum bunu değerlendirdi, bana değer verdiğini gösterdi ve onun sayesinde bu puanı aldım ama puanımı o okulların birinde değerlendirmek istiyorum. Biliyorum çok zorlar ama ben başarırım." Kalakaldım. Nefessiz kaldım. Tepemden aşağı sular döküldü...Önce kaynar sonra buzzzz. Kabus başlıyor diye geçirdim içimden. Çocukluk travmam geri döndü. Gecenin bir yarılarına kadar ders çalışmam, olmadı sabahın köründe kalkıp o günkü sınav için konuları yarı uyur yarı uyanık tekrar etmeye çalışmam. Hepsi birer birer geri geldi. İçimden nah başarırsın diyorum. İnek olmak lazım inek sadece 5 almak için. Sen inek değilsin ki...Sen normal bir öğrencisin dahası bende senin öyle olmanı istiyorum. 

Emin misin diye sordum? Cevabın olumsuz olmasını, arasıra yaptığı gibi hayıırrr şaka yaptım demesini beklerken eminim deyiverdi. Emin, gidecek, vermiş kararını. Hatta okulu bile seçmiş ama çocuğum beni üzmemek için benimkini değilde şu anda çok revaçta olan bir başkasına göz dikmiş meğerse. Lütfetmiş. 

Tamam mı diye sordu? Tamam dedim. Emin misin? Evveettt!!! (Ben hala hayır bekliyorum cevap olarak diyemedim)

Puan takibine geçtik. Tamam puan bizimkine geldi. Önkayıt. Okulu gezme. Belki vazgeçer diye gözünün içine bakarken bizimkinden  peş peşe like işareti geliyor...Nuh diyor peygamber demiyor. Okulun müdür muavini okulun ciddiyetini, disiplinini ve zorluğunu anlatıyor ama koymuş kafaya bir kere gidecek. 

Kayıt Bürosuna gidiyoruz. Elimize kağıtları tutuşturuyorlar. Başlıyoruz dosyayı yazmaya. Ağzı kulaklarında. Veriyoruz dosyayı, tamam bitti. İstediği oldu. Artık o kafasına koyduğu okulun öğrencisi. Hayırlı olsun diyorum. Birlikte ağır ağır caddeye çıkıp yürümeye başlıyoruz. Gel diyor bir kahve içelim. Vayyy bir anda büyüdü adam, beni kahve içmeye davet ediyor. Girdi havalara.
Önümüze gelen cafe'ye oturuyoruz. Bir filtre kahve bir ice bilmem ne...Aklım hala kayıtta. İçeceklerimizi yudumlarken "okuluna gidecek misin" diyor bana? Birden nereden geldi aklına bunu sormak anlamıyorum. 

"Neden gideyim" diye soruyorum. 
"Barışmak için" diyor. 
"Barışmak için? Okulla mı?"
"Evet, okulla barışmak için. Çok zorlandığını hiç sevmediğini biliyorum ama bence bir dene. Sence zamanı gelmedi mi? 

"Eyvah ne oldu buna böyle. Çocuk gidiyor elden. Evladım iyi misin sen?" diye soramıyorum tabii.
Bir yandan da bana bilmişçe verdiği bu fikir hoşuma gidiyor. 

"Tamam" diyorum "Gidiyor muyuz buradan sonra?" 
"Tamam gidiyoruz" diyor. 

Kahvelerimizi içiyoruz. Biniyoruz bir taksiye okulun önündeyiz. Yıllar öncesinde olduğu gibi merdivenleri yine tepemden bakıyor. Ağır demir kapının bir kanadı sonuna kadar açık. İçime bir sıkıntı çöküyor öğrenciyken her sabah olduğu gibi. Hadi çıkalım diyorum. Ben gelmiyorum sen kendin git diyor. Bu sefer yalnız git. Sonra birlikte gezeriz. 

Merdivenin basamağına oturuyor. Rolleri değiştik galiba o büyük ben çocuk. Niye aklına uyup geldim ki? Söyleniyorum kendi kendime. Yavaş yavaş merdivenleri çıkmaya başlıyorum. Kapıya güvenlik konmuş. Bizim zamanımızda görevliler dururdu ve kuş uçurtmazlardı. Kimliğimi verip içeri giriyorum. Ufak tefek değişikliklerle her şey aynı. Aynı eski yıldız karolar, aynı devasa beyaz pencereler, aynı odalar, idare, müdür odası, öğretmenler odası, sekreterlik köşeyi dönünce ahşap döşemeli tebeşir kokulu sınıflar. Kayıt için veliler toplanmış. Aralarından geçip avluya gidiyorum. Okulu modernleştirmişler. Bahçeye yeni bölümler eklenmiş. Çınar ağaçları olduğu gibi duruyor.  

"Hoşgeldin, geleceğini biliyordum" diyor bir ses. "Pilav günlerinde gelmeyeceğini bile bile gözlerim seni aradı. Bir gün geleceğini biliyordum ve yanılmadım. İşte buradasın." 

"Evet" diyorum gülümseyerek, hatırladın mı beni? 

"Unutur muyum. Kötü not aldığında, ikmale kaldığında az ağlamadın dibimde. Ağlama duvarına çevirmiştiniz beni arkadaşlarınla. Çantalarınıza, eşofmanlarınıza az bekçilik etmedim. Pencerelerden fırlattığınız şeyler bazen dallarıma takılı kalırdı. Ceza alırdınız. Gölgeme sığınıp öğlen yemeklerinizi atıştırırdınız. Az öğretmen dedikodusu dinlemedim sizden. Bazen car car kafamı öyle şişirirdiniz ki okul tatil olsun diye bakardım ama hafta sonları da sessizlikten sıkılır pazartesi günü zilini dört gözle beklerdim."



"Kaç yıl oldu? On mu, yirmi mi? Kimler geldi kimler geçti. Hatırlar mısın çok sevdiğin bir edebiyat öğretmenin vardı. Dibinden ayrılmazdın. Okuldan sonra hiç gördün mü? Peki ya tarihçiyi? Deli matematikçinin başına gelenleri duydun mu? Kıt not çoğrafyacıyı. Hepinizin pek beğendiği örnek aldığı dünya güzeli kibar ingilizceciyi, yumurtayı anlatmak için bir yumurtlamadığı kalan fransızcacıyı, voleybolcu kimyacıyı, hepinizi azarlayan yaşlı sekreteri?  "Evet ya bu okulda sevdiğim öğretmenlerim de vardı benim. Hatırlatman iyi oldu."

Hepsi teker önüme geliyorlar. Zaman tünelinin içindeyim şimdi. Avlu bir anda öğrencilerle doluyor. Kantinin önünde simit, gazoz almak için sıraya girenler, elinde defteri bir sonraki sınava çalışanlar, basket potasına top sokmaya çalışanlar, gülüp eğlenenler, bunalım takılanlar, öğretmenlerle konuşanlar, kenarda toplanmış dedikodu yapanlar, hafta sonu programları, sevgililer, dershane... 

Ne o pencereden kalem kutusu mu fırlattılar yaşlı çınarın kafasına yine?  Despot müdür çıkıyor dışarı. "Kim attı bunu?" diye cırtlak bir ses çıkartıyor. Kimseden çıt yok. "İşte" diyorum "yine başlıyoruz." Kabus geri döndü. Biraz sonra elinde sınav kağıtları ile fenci geçiyor. "Şimdiki derste açıklayacağım sonuçları ama pek parlak değil."  Ne zaman oldu ki? 

"Sana neler verdim diyor başka bir ses kulağımın dibinde. Kazandırdıklarımın farkında mısın? Evet derslerden, sınavlardan, kıt notlardan sıkılıyordunuz. Merak etme şimdikilerde öyle. Sövüp sayıyordunuz. Şimdikilerde aynı. Hep aynı idi. Senden öncekiler, sen ve sonrakiler. Hayatında hiç mi işine yaramadı benim öğrettiklerim. Hiç mi övgü almadın konuştuğun insanlardan, çalıştığın yerlerden. Kim seni böyle şekillendirdi. Bir düşün bakalım kimin sayesinde buralara geldin?"

"Ailemin, başarmak için gece gündüz eşek gibi çalışan kendimin ve duymak istediğin buysa evet kabul ediyorum senin. Ama bu kadar zorlaman gerekiyor muydu? Kendinden nefret ettirecek kadar. Daha eğlenceli olamaz mıydın? Biraz daha esnek mesela? 

"Evet haklısın diyor belki biraz daha anlayışlı olabilirdim bende." Ve yaptığını kabullenerek dalga dalga avlunun gürültüsü içinde kayboluyor. 

Hesaplaşma bitti galiba diye geçiriyorum içimden. Bu kadar sene beklemek gereksizmiş. 

Zil çalıyor herkes sınıflara dağılıyor. Avlu boşalıyor. Zaman tüneli kayboluyor. 

Birkaç veli kayıt için hala sıra bekliyor. Oturduğum basamaktan kalkıyorum. Yine gel diye göz kırpıyor çınar arkamdan. Kırdın artık şeytanın bacağını. Gülümseyerek bakıyorum eski dostuma, elimle bir öpücük gönderiyorum. 

Kimliğimi alıyorum kapıdan, çıktığım gibi iniyorum merdivenlerden. Tekrar dönüp bakıyorum okula. Bu kez daha farklı görünüyor gözüme. Barıştık galiba diyorum. Evet barıştık artık. Hafif bir rüzgar esiyor ve bir ses  tarih tekerrürden ibaretmiş diye usulca fısıldıyor kulağıma. Gülümsüyorum ve yoluma devam ediyorum. 

Yeşim Kuşçu Ermutlu

İtfaiye arabası her geçtiğinde...


Canhıraş siren sesleri geliyor caddeden. Pencereden dışarı bakıyorum. Kıpkırmızı itfaiye arabaları yol vermek için önlerinde böcek gibi oraya buraya kaçışan araçları yara yara ilerlemeye çalışıyorlar. Bir süreliğine yol açılsa da ileride aynı manzara ile karşılaşılıyor. Yol yine tıkanıyor, sirenler yine etrafını yırtarcasına çalıyor ve yol yine açılıyor. İlerledikçe sesleri azalıyor sonra tamamen yok oluyor. Olay yerine varılıyor. Seyirciler toplanmış,yorumlar başlamış. Her kafadan ayrı bir ses, ayrı bir kurtarma senaryosu yazılıyor. Akıl verenler, vah vah çekenler. Kurtulanlar ağlaşıyor, bağırışıyor. Canlarını kurtardıklarına sevineceklerine, giden mallarına yanıyorlar. Ne de olsa mal canın yongası. İtfaiyeciler hummalı bir çalışma başlatıyor. Hortumlar çıkıyor, sular boşalıyor koyu duman yavaş yavaş açılıyor. Tüm bu curcunadan geriye simsiyah isle kaplı bir bina ve genizleri yakan yanık konusu miras kalıyor. İtfaiyeciler toplanıyor ve geldikleri gibi geri gidiyorlar. Bir sonraki ihbara kadar...


Bir filmi geçmişe sararak gözlerim itfaiye arabalarının arkasına takılmış, sirenleri kulaklarımda kaybolana kadar takip ediyorum onları.


Derken başka ihbar geliyor. X cadde Y sokak Z numarada yangın var. Hemen hazırlık yapılıyor. Yine sirenler, yine kaçışmalar olay yerine varılıyor ama bu kez yangın falan yok. Asayiş berkemal. Asılsız bir ihbar belli ki. Dönüyorlar gerisin geriye biraz kızgın. Dalga geçilecek bir konu değildir itfaiyenin işi. Asılsız ihbar kurtarılacak bir insanın kaybına, söndürülecek bir yangının dalga dalga yayılarak bir mahallenin felaketine yol açabilir. İşte bunun için kızgındırlar bu duyarsız kişiye.


Sonra başka bir gün yine bir ihbar geliyor. X cadde, Y sokak ve Z numarada yangın var. Yine atlıyorlar araçlara, açıyorlar sirenleri düşüyorlar yollara. Olay yerine varıldığında bir gariplik var. Kimse toplanmamış, ağlayan bağıran insanlar da yok, is kokusu da sarmamış etrafı dahası yangın da yok. Adresi kontrol ediyorlar, etraflarına bakıyorlar. Normal bir gün yaşanmakta mahalle. Bakkal kapının önünde sigara tüttürmekte, kedi kasabın kapısını beklemekte, manav müşterisine domates seçmekte, postacı bir apartmandan diğerine postaları dağıtmakta...Evlere bakıyorlar, camlara bakıyorlar, sokağa göz gezdiriyorlar ve yine kızgın toplanıp gidiyorlar. Ah bir ellerine geçirseler bu sorumsuzu.


O sırada kimsenin farketmediği biri pencereden sokağa bakmakta, tülün arkasından yanıp sönen itfaiye arabalarını seyretmektedir. Ne güzel renkleri vardır koca koca arabaların. Ne güzel sirenleri vardır. Onları gören tüm sürücüler yol vermek zorundadır. Her zaman öncelik onlarındır. Kahramandır onlar. Kırmızı kahramanlar. Polislerinde ambulanslarında sirenleri vardır ama itfaiyeler farklıdır. Hele geceleri ışıkları ne güzel yanar. Nani nani geceyi böler sesleri. Aynı oynadığı oyuncak arabaları gibi. İtfaiyeciler gittikten sonra tekrar döner salonun ortasına yaydığı arabalarına. Bu sefer yangına gitme sırası ondadır. Başlar nani nani diye taklitlerini yapmaya ve eliyle hızla ilerletir döşemenin üzerinde. O sırada annesinin yan odadan sesi gelir kulağına. Komşusuyla dertleşmektedir. 'Ahhh Selma Hanım'cığım aslan gibi delikanlı oldu ama öyle bir illet ki yakasındaki tedavisi yok. Doktorlar böyle idare edeceksiniz diyorlar. Neyse ki bazı şeyleri biliyor, biraz okuma yazma öğrendi, rakamları da tanıyor. Ne olur ne olmaz diye evin adresini de ezberlettik. Sürekli göz altında tutuyoruz. Bazen çok sakin bazen beş yaşındaki çocuklar gibi kaşla göz arasında oraya buraya saldırıyor. Dışarı çıkardığımızda insanların meraklı bakışlarına maruz kalıyoruz. Bilmem anlıyor mu? Huysuzlanıyor eve dönmek istiyor. Evde bile çok dikkat etmek zorundayım. Ocağı açıyor ateşi seyrediyor ya da rastgele telefon numaraları çeviriyor. Bir keresinde yakaladım. Halamı arıyorum dedi. Ses etmedim. Neyse ki şu arabalarla kendini oyalıyor en çokta itfaiye arabalarıyla.'


Gülümseyerek içeriye kulak kabarttı. Kendisinden ve arabalarından bahsedildiğine çok sevinmişti. Evet, annesi çok iyi biliyordu itfaiye arabalarını sevdiğini ama galiba canı sıkıldığında onlara telefon edip çağırdığını bilmiyordu. Bilseydi onu da söylerdi komşu teyzeye...


Yeşim Kuşçu Ermutlu


Hayatın içinden gerçek bir hikayeden esinlenerek yazılmıştır...

TATİANA ALEXIEVICH VE DİĞERLERİ… KAYBOLAN MOZAİKLER.


Beyoğlu’nun arka sokaklarındaki bir evin yüksek tavanlı geniş salonunda son notaların tınılarını bitirip ellerimizi eski piyanonun tuşlarından çektikten sonra “Bu günlük bu kadar, gelecek sefere yüz onbeş, yüz onaltı ve yüz onyedinci sayfaları çalışıp geliyorsun. Ölçülere dikkat et üç sekizlik vivace  (çabuk, canlı), üç dörtlük andante (orta hızda) ve iki dörtlük moderato (ağır)  çalınacak” dedi her zamanki gibi ‘r’ lerin üstüne bastıra bastıra, sert emir verir gibi konuşarak.
“Tamam, Bayan Tatiana” dedim. “Haftaya bu parçaları hazırlıyorum. Bu arada dikkatimi çekti bugün çok şık ve heyecanlısınız. Özel birini bekliyorsunuz herhalde?”
“Ahh evet birazdan bizim kızlar gelecek. Lina ve Anna. Sana daha önce onlardan bahsetmiştim değil mi? Hani şu balerin olanlar. Vaktin varsa otur da tanıştırayım seni onlarla”.
“Vaktim var ama rahatsız etmeyim sizleri”
“Hayıırrr. Rahatsız etmiş olmazsın, isterim onlarla tanışmanı. Bilirsin sen benim için diğer öğrencilerimden farklısın. “
“Tamam, kalıyorum o zaman”.
“Benim mutfakta biraz işim var. Votkaları hazırlayacağım, ha bir de semaveri.
Arkasından baktım, beyaz saçlarını topuz yapmış, ince, uzun boylu, buz mavisi gözlü Tatiana’nın. Daha dün gibi geldi bu eve ilk gelişim. Uzun süre ara verdiğim piyano derslerine tekrar başlamak istiyordum. Opera’da çalışan komşumuzdan yardım istemiştim.
“Bizim Tatuş var ders veren, bizden emekli, ben bir konuşayım haber veririm sana” demişti. Ertesi gün Tatiana’yla konuştum telefonunu bekliyor” diyerek hakkında fazla bilgi vermeden telefon numarasını yazdığı kâğıdı elime tutuşturdu.  Tatiana Alexievich 259…..
Numarayı çevirmemden bu yana iki yıl geçmişti.
“Daha önce piyano çalıştınız mı?”
“Evet”
“İyi o zaman”
“Derslerim kırk beş dakika sürer. Ücretimi her dersin sonunda alırım. Her hafta düzenli gelmelisiniz. Ders atlatan öğrencileri sevmem. Yarın saat üçte müsaidim.  Sizin içinde uygunsa görüşebiliriz. Gelirken daha önce çalıştığınız notaları yanınızda getirin lütfen”.
“Yarın saat üçte görüşmek üzere” diyerek bana hiç seçenek bırakmayan, tek taraflı, nefes almaksızın cümlelerin sıralandığı,  sınırları kesin çizgilerle belirlenmiş hızlı bir görüşmenin sonunda adresini vererek telefonu kapatmıştı. Kimine göre oldukça itici gelebilecek bu konuşma nedense hoşuma gitmişti. Beni hiç tanımamasına rağmen şartlarını hiç kıvırmadan önüme koymuş, kısacası bu iş disiplin ister, öyle lay lay lom işi değildir ona göre gel” demek istemişti.
Ertesi gün elimde notalar, Beyoğlu’ndan Tünel’e inen sokaklardan birinde, ferforje kapılı, beş katlı eski bir apartmanın önünde Tatiana yazan zile basıp içeri girdiğimde ilk önce eski evlere özgü nem kokusuyla sonra da sırasıyla ahşap camlı ikinci bir kapı, mermer merdivenler ve yıllara meydan okumuş bir asansörle karşılaştım. İki kişinin zor sığabileceği asansör gıcırdayarak üçüncü kata çıktı. Kapıyı çaldığımda çift kanatlı kapının arkasından gelen sesi yanıtlar yanıtlamaz kapı açıldı. Karşımda yaşlı ama dimdik duran, beyaz saçlı, uzun etek ve v yakalı kazak giymiş, babet ayakkabılı bir kadın duruyordu.
                                                           
“Merhaba ben Tatiana” dedi sıkıca, kendine güvenli bir şekilde elimi sıkarak. Aklıma bir yerlerde okumuş olduğum “tanışmalarda ilk otuz saniye” isimli makale gelmişti. Bu güne kadar otuz saniyede beni etkileyen kimse olmadığı için bunun bir geyikten ibaret olduğunu savunan ben Tatiana’yı gördükten sonra fikrimi tamamen değiştirmiştim.
“İşte bu” dedim içimden. Bu kadın piyanoyu tam anlamıyla öğrenmek isteyen bana öğretebilecek kişi, bundan başkası olamaz. O ana kadar hiçte kale almadığım bir teoriyi alt üst ederek bana bunun doğruluğunu bilmeden yüzüme çarpan bu kadın kim bilir ilerde önümde başka hangi yolları açacaktı.  
Ve aradan geçen iki yıl o andaki düşüncemin hiç de yanlış olmadığını gün gibi ortaya koydu. Belli ki bende onun istediği gibi bir öğrenci oldum. Hastalıktan kafamı kaldıramadığım,  sınavlardan sabahlara kadar ders çalıştığım ve piyanonun kapağını dahi açamadığım zamanlarda bile uykulu gözlerle, sürünerek de olsa mutlaka derslerine gittim. İşte bu yüzden bende onun için farklıydım.
Salondaki gümüşlüğün üzerindeki resimlerine baktım. Resital verirken, büyük bir bahçede ailesi ile objektife gülümserken, elinde içki bardağı bir resepsiyonda, anılar, anılar. Yavaşça mutfağa doğru gittim “Yardıma ihtiyacınız var mı Bayan Tatiana” diye sordum.
“Ah yok ben her şeyi hazırladım bir tek şu semaveri fişe takacağım o kadar. Bunların elektriklilerini çıkarmışlar. Bir öğrencim hediye etti. Biz Rusya’da bunu odun ateşiyle ısıtırdık.” dedi gülerek. Gümüş tepsiye yaydığı kenarları dantel işlenmiş beyaz keten örtünün üzerine dört tane votka bardağı yerleştirdi. “Smirnoff, çarın içkisi, bilirsin” dedi. “Eskiden votkaları annem yapardı. Bende biliyorum yapmasını ama uzun iş. Marketten almak daha kolay”. Mutfak tezgâhının diğer tarafına porselen çiçekli pasta tabaklarını, parlatılmış gümüş çatal ve bıçak takımını, gümüş sıvama tekniği ile yapılmış antika sayılabilecek zarflı bardakları ve beyaz ketenden kolalanmış peçeteleri hazırlamıştı.
“Pirochki yaptım” dedi. “Bilirmisin? Rus Böreği”. Bilmiyordum ama nedense bilmiyorum diyemediğim için sesimi çıkartmadım. “Bu da Pacha, piramit pasta. Çayla ikram edeceğim bunları. Umarım seversin” demeye kalmadan kapı çaldı. “Geldiler” dedi gözleri parlayarak. Belli ki bir iki arkadaşı ve öğrencilerinden başka gelen kimsesi olmadığı için her kapının çalışı onda ayrı bir heyecan yaratıyordu.
Kim tahmin edebilirdi ki dadılarla muhteşem bir köşkte büyümüş, piyano dersleri almış, kristal ve porselenlerle donatılmış koskoca masalarda kardeşleri, anne ve babasıyla yemekler yemiş, genç kızlığında davet edildiği balolarda valsler yapmış ve bu gecelerden birinde hayatının aşkıyla karşılaşmış, Rusya’nın uçsuz bucaksız topraklarının karla kaplandığı kış mevsiminde bir yerden bir yere atlı kızaklarla, kürkler içinde uçarcasına yolculuklar yapmış Tatiana Alexievich’in Beyoğlu’nun arka sokaklarından birinde yaşamını üç beş arkadaşının ve ders verdiği öğrencilerinin yolunu bekleyerek birçok vatandaşı gibi şaşalı hayatını sona erdiren, ülkesinden kaçmasına neden olan Rus devrimi sayesinde başından geçen onca olaya rağmen yine de dimdik hayata tutunmaya çalışacağını. Aynen böyle özetlemişti bitirdiğimiz bir dersin sonunda koskoca hayatını. O zaman anlamıştım geçmişinde yaşamanın günümüzdeki yaşantısından daha mutlu ettiğini onu. Ne zaman Rusya’dan ve evinden bahsetse gözleri buğulanır ve ağlamamak için zor tutardı kendini. Her zaman son cümlesi “neyse ki canımızı kurtarabildik” olurdu.
Kapıyı açtığında içeriye kendi yaşlarında iki yaşlı hanım girdi. Aralarında Rusça bir şeyler konuştular. Salona girdiklerinde Tatiana beni Anna ve Lina ile tanıştırdı. Bu tanışma faslı bana Tatiana ile ikinci ve üçüncü kez tanışıyormuşum gibi geldi. Aynı disiplin, aynı duruş, aynı konuşma tarzıyla seri üretim yapan fabrikanın ürünleri gibiydiler.
Anna çok şık Chanell döpiyesini inci kolye ile tamamlamış, Lina ise lacivert ceket pantolon takımının üstüne gözleriyle aynı renkte bir fular takmıştı. Yetmişli yaşlarını süren bu üç kadın zariflikte birbiriyle yarışıyordu.
Bolşevik devriminden sonra güz yaprakları gibi bir ülkeden diğerine savrulan birçok Rus gibi onların payına da İstanbul’da buluşmak düşmüştü. O gün neler anlatmadılar ki geçmiş yaşamları ile ilgili. Anna’nın  göl kenarında doğduğu, duvarlarında büyük portreler asılı, koridorlarında çocuk seslerinin çınladığı, oyun oynarken kayboldukları, sütunlu koskoca köşkü. Özel öğretmenlerden aldığı binicilik ve bale derslerini, aileleri geceleri davete gittiği zaman dadılarının tüm kardeşleri şömine ateşi karşısında toplayıp anlattığı masallarla süslenmiş mutlu çocukluk günlerini.
Lina’nın her pazar ailesi ile kiliseye gidişi, rahiplerin duvarlarda yankılanan sesleri, dönüşte aşçılarının içmeleri için hazırladıkları borsch çorbasını nasıl iştahla yediklerini, tüm gün kaynayan semaveri, içilen ev votkalarını, kızaklı atları, çan seslerini, ilk aşklarını hatta arkalarında bıraktıkları nişanlılarını.
Anlattıklarını dinledikçe kendimi Dostoyevski, Tolstoy, Gogol ya da Puşkin’in kitaplarının içindeymişim gibi hissediyordum. Yoksa Çehov mu?
Ufak bir farkla Tatiana’nın deyimiyle bizim kızların hikâyeleri hep aynı şekilde bitiyordu.
Bir gün uyandıklarında St. Petersburg’un ismi  Petrograd olarak değişmiş, 1917’de kanlı bir devrim dalga dalga yayılmaya başlamış, insanların evleri basılmış, kimileri tutuklanarak bilinmeyene götürülmüş, şanslı olup kaçabilenler yanlarına alabildikleri eşyaları ile trenler ve gemilerle yeni hayatlarına doğru endişeli bir yolculuğa çıkmışlardı. Lina, Tatiana ve Anna’nın aileleri kader birliği yaparcasına İstanbul Beyoğlu’nda bir araya gelmişlerdi. Diğerlerine göre daha şanslı sayılırlardı. Tatiana İstanbul Opera ve Balesinde yıllarca piyanist olarak çalışmış, Lina aynı yerde bir süre balerin daha sonra ise eğitmen olarak birçok eserin sahnelenmesinde balerin ve baletlere yardımcı olmuştu. Anna ise İstanbul’lu bir beyefendiye aşık olmuş, bu aşklarını mutlu bir izdivaçla tamamlamışlar, çok istemesine rağmen kendi çocuğu olmamış ama açtığı bale okulunda yüzlerce minik balerin yetiştirmişti.
Anıları eşliğinde onlarla birlikte içtiğim Smirnoff’un ve tavşankanı semaver çayının tadı sohbetleri gibi damağımda kalmıştı. Onlardan ayrıldıktan sonra İstanbul’un renkli mozaiğinin parçaları diye düşünmüştüm. O günden sonra bu yaşlı kızlarla bir daha karşılaşmadım. Önce Lina’nın, sonra da Anna’nın sonsuzluğa intikal ettiğini öğrendim.
Geçenlerde yine Tatiana’yı aradım. Uzun uzun çalan telefonu açan olmadı. Kim bilir diye geçirdim içimden, belki de kaybolan son mozaik Tatiana oldu içlerinde…
Yeşim Kuşçu Ermutlu