kültür etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kültür etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

YENİ YIL YENİ UMUTLAR KEYİFLİ OKUMALAR

Öncelikle herkese tüm dileklerinin gerçekleşeceği sağlıklı huzurlu bereketli musmutlu bir yıl diliyorum.

2021 uğuruyla gelsin hepimize 🙏 




Yılı Isabel Allende'nin güzel bir kitabıyla uğurladıktan sonra yeni seneye Tess Gerritsen ile başlıyorum.

İlk cümlesi beni benden aldı. İlk paragraf demek daha doğru olur..Öyle de bitsin diyorum..

"Eski kitapları dökülmeye yüz tutmuş sayfaların ve zamana yenik düşmüş deri ciltlerin kokusunu kapı aralığından bile alabiliyorum. Kaldırım döşeli bu çıkmaz sokakta önlerinden geçtiğim diğer antikacı dükkanlarının..." 

O kitapçıya girip, o sokaklarda dolanmaya başladım bile.. 



STEPHEN KING YAZMA SANATI

Yazarların yazma hikayelerini çok severim, merak ederim demek daha doğru olur belki de. Stephen King çok okuduğum bir yazar değildir ama kitaplarından senaryolaştırılan filmlerini izlediğim olmuştur. Hayvan Mezarlığı gibi..




Bu yaz kitaplarım arasında yazma serüvenini anlattığı Yazma Sanatı adlı kitabı vardı..Ve şöyle başlıyor...

"Bu bir otobiyografi değil. Daha ziyade bir çeşit curriculum Vitae, bir yazarın nasıl biçimlendiğini anlatma çabam. Burada bir yazarın nasıl yaratıldığını anlatmaya çalışmadım; yazarların şartlar ve iradeyle yaratabileceğine (bir zamanlar inansamda da) inanmıyorum. Mevcut donanım orijinal paketin içinde geliyor. Ancak bu kesinlikle olağan dışı bir donanım değil; ben birçok insanın yazar ve hikaye anlatıcı olarak bir yeteneğin güçlendirilip geliştirilebileceğine inanıyorum. Buna inanmasam, böyle bir kitap yazmak büyük bir zaman kaybı olurdu."

Güzel başladı..Zevkle okunacak gibi görünüyor...📖


STEPHEN KING           YAZMA SANATI         ALTIN KİTAPLAR            Çeviri GÖKÇE YAVAŞ


İNGİLİZ HAYALET

Nasıl İstanbul'un taşı toprağı altınsa İngiltere'nin de taşı toprağı hayalettir. Avrupa'daki en iyi hatta biraz daha genişletirsek dünyadaki en iyi hayalet hikayeleri bu ülkeden çıkar..Cinler periler ülkesidir İngiltere..

İngilizlerin batıl inançlara, geçmişe, harabelere, antika kitaplara düşkünlüğünden kaynaklanır bu hayalet geleneği..Bir çok İngiliz yazar eserlerinde bu konuya yer vermiş,  1882'de ülkede kurulan Psişik Araştırmalar Derneği sayesinde ruhlarla ilgili araştırmalarda yapılmış.



Her bölgenin kendine has hayaletleri ve bu hayaletlerinde kendilerine göre bulundukları yerler ve davranışları varmış. Kimileri kulelerde, köprü altlarında saklanırken,  kimileri de terk edilmiş evleri kendilerine mekan tutarmış .Hayaletlerden bir kısmı bölge halkını korkutup rahatsız ederken, çiftliklere bağlanıp kalanların ise orada yaşayanlara yardım ettikleri gözlenmiş..

Peter Ackroyd Can Yayınlarından çıkan İngiliz Hayalet adlı eserinde geçmişten günümüze İngiltere'deki hayalet hikayelerini yazmış.. Esra Birkan'da dilimize çevirmiş..

Hayalet hikayelerine ilgi duyanlara tavsiye edebileceğim bir kitap.. Üstelik bu hayaletler sadece korkutmuyor içlerinde huzur arayanından eğlence peşinde koşanına kadar her türlüsü var..

Hoşça vakit geçireceğiniz güzel bir anlatı...





ŞEHİRDEN UFAK BİR SERGİ...

Hafta sonu yolu Fenerbahçe'ye düşecek olanlara ufak bir not...İki günlük mini minnacık bir fotoğraf sergisi..Khalkedon Fenerbahçe'nin bahçesinde...



Cide Gideros koyundan Kaş'a oradan da Sinop'a insanın içini açan, şimdi orada olmak vardı dedirten fotoğraflar...Üstelik bir kısmı da sadece I-Phone5 ile çekilmiş...





Görülmeye değer...





BASİT BİR ES





Yine bir tren yolculuğu hikayesi anlatacağım size. Aslında anlatan ben değilim Enis Batur anlatıyor bu hikayeyi ama ben de okurken kendi hayallerimi kattım içine...Yaşadıklarımı desem belki daha doğru olur. Hayallerim, anılarımdan ufak kesitler ve kendimden çok şey bulduğum Basit Bir Es...

Böyle olunca da ufacık tefecik kitap devasa bir kitaba dönüştü. Zaten yazarın yapmak istediği de buydu sanırım...

Kitabın ilk sayfasında, Italo Calvino'nun bir cümlesini okuyoruz. Enis Batur, Basit Bir Es'te Calvino'nun çok sevdiğim kitaplarından biri olan Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu kitabından esinlendiğini inkar etmiyor.

Bir kış sabahı taşra istasyonundan binen yolcu yazarın karşısındaki tek koltuğa oturuyor ve çantasından yazarın yıllar önce yazdığı kitabı çıkarıp okumaya başlıyor.

Ufak bir kasabanın kırmızı taş tuğladan örülmüş istasyonunda duran trene sadece bir kaç yolcu biniyor. Açılan kapılardan içeri  buz gibi dondurucu hava giriyor. Her yer bembeyaz kar. İnen yolcular ağızlarından duman çıkararak hızlı adımlarla gözden yok oluyorlar. Hareket memuru upuzun kalın paltosunun cebinden çıkarttığı düdüğü çalarak treni bir sonraki istasyona uğurluyor. Trenin içi sıcacık, börek çörek kokusu yayılmış etrafa. Yolculuk uzun sürecek. Kitabınızı çıkartıyorsunuz ve başlıyorsunuz kaldığınız yerden okumaya. Kah okuyorsunuz kah geçtiğiniz uçsuz bucaksız yerleri seyrediyorsunuz. Sonsuz bir beyazlığın içinde tıkır tıkır sallanarak ilerliyor tren. Karşınızdaki adamı bir yerlerden gözünüz ısırıyor ama çıkaramıyorsunuz. Tekrar kitaba dönüyorsunuz...

İşte ben böyle hayal ettim okurken...

Bu arada çeşitli yolcu profilleri görüyorsunuz...Tipik yolcu demek daha doğru olur :). Bunları şöyle   anlatıyor yazar;

"Yaşlı kadın, genç delikanlı farketmez, yolboyu susmayı beceremeyen insanlarla dolu bir dünyada yaşıyorduk. Bıraksanız herşeyini anlatmaya hazır, bıraksanız herşeyi sormaya yatkın, safkan başbelası yolcular serseri mayın, çarpacak birilerini ararlardı."

Bu kez daha fazla tadımlık yazmayacağım kitaptan. Zaten 76 sayfa yazmaya kalksam romanın yarısını burada okumuş olursunuz. Altlarını çizdiğim bir sürü cümle,işaretlediğim bir dolu paragraf var. Bu kez bana kalsın ama size tavsiyem mutlaka okuyun Basit Bir Es'i...

Bol kitaplı, sağlıklı günler diliyorum...

Sevgiyle kalın...




GÜNLÜK RİTÜELLER







Sonbahar geldi çattı...En sevdiğim mevsimlerden biridir...Kitap, kahve, battaniye durumuna geçiştir benim için.

Kitap ve kahve günlük ritüellerimin olmazsa olmazı. Bir de şu bloguma üvey evlat muamelesi yapmaktan vazgeçsem, onu da ötelemesem iyi olacak ama bugün yarın diyerek bakıyorum bazen bir ay el sürmemişim.

Yazmak ise vakit buldukça yaptığım bir şey. Ne kadar kötü değil mi ? Oysa ne çok severim yazmayı. İçimdekileri dökmeyi ya da gördüğüm, korktuğum, sevdiğim, nefret ettiğim, beğendiğim, beğenmediğim şeyleri öykülemeyi. Düzenli yazmayınca da olmuyor işte. Bir çok şey eksik kalıyor. Kelimeler havaya karışıveriyor, cümleler işlevini kaybediyor, pratiklik yok oluyor. Oysa yaşadığımız toprak üzerinde yazacak binlerce konu varken hepsi bir yerlere saklanıveriyor sanki.

Düzenli yazınca insan istediği yerlere ulaşabiliyor. Her gün  piyanonun başına oturup siyah beyaz tuşların üzerinde gezinen parmaklar kitlelerin hayran olduğu konçertoları çıkarıyor ortaya, ya da belli bir disiplinle tuvallerin üzerine saçılıveren rengarenk boyalar sayesinde ortaya çıkan görsel bir şölenle ruhumuzu dinlendire biliyoruz. .

İşte tüm bunları anlatan bir kitap Günlük Ritüller...

Büyük yazarların, bestecilerin ve ressamların hayatlarından bir kesim sunuyor okuyucuya. Nasıl çalıştıklarını, eserlerini ortaya nasıl koyduklarını anlatıyor. Yaklaşık 230 ünlü ismin günlük çalışmaları var sayfaları arasında. Simone de Beauvoir'dan tutun Patricia Highsmith'e, Thomas Mann'dan Umberto Eco'ya, Kafka'dan Alice Munro'ya, Çaykovski'den Liszt'e, Matisse'den Miro'ya...

Hepsinin çalışmalarından kısa kısa örnekler verilmiş. Yazarların çoğu ya sabah çok erken saatlerde kalkıp çalışıyorlar ya da gecenin sessizliğinde el ayak çekilince. Kaostan hoşlanmayanlarda yok değil içlerinde. Kimi mutfağındaki tencere tavasına günaydın diyerek başlıyor güne kimi bahçedeki çiçeklerine.

"Yazmak zor iş değil, kabustur." demiş Philip Roth.

"Yazarken, bir karakter yaratırken, o sürekli sizinle birliktedir, onunla dopdolusunuzdur, ete kemiğe bürünür, onu hayatınızdan çıkardığınızda, hayatınız oldukça yalnızlaşır." demiş Somerset Maugham.

Thomas Mann ise "Her paragraf bir yolculuğa dönüşür, her sıfat da bir karara." demiş yazarken.

Para idare etmeyi hiçbir zaman beceremeyen Karl Max ise "Hiç kimse bu kadar parasız olup da para hakkında yazmamıştır." demiş ünlü eseri Kapital'i yazarken.

Carl Jung ise  Bollingen Kulesi diye bilinen ilkel taş bir evde yaşamış. Öyle ki kendi deyimiyle "On-altıncı yy'dan bir insan bu eve taşınacak olsa, ancak gaz lambalarıyla kibritler yeni gelebilir ona." diyebilecek kadar ilkel. "Elektriksiz yaşıyorum, şömineyi ve gaz ocağını kendim yakıyorum. Akşamları eski lambaları yakıyorum. Su tesisatı yok, suyu kuyudan çekiyorum. Odun kesip yemek pişiyorum. Bu basit işler insanı basitleştiriyor. Basit olmak da öyle zor ki." Böyle bir yaşam tercihi varmış Jung'ın.

Hepsi de eserlerini yaratırken masalarından kahveyi, içkiyi ve sigarayı eksik etmemişler. Uyanık kalmak, rahatlamak, belki de kelimeleri, notaları ve boyaları daha iyi kullanabilmek için.

Ben çok ama çok zevk alarak okudum Günlük Ritüeller'i.

Geçmişten günümüze büyük eserlerin yaratıcılarının nasıl çalıştığını merak edenlere tavsiye ederim.

Şimdilik basit bir es...Sırada başka güzel bir kitap var :)

Kalın sağlıcakla...






TRENLER ANILARDAN GEÇER...



Trenler anılardan geçer...Trenler ve anılar...Benim için birbiriyle çok bağdaşan iki kelime olmuştur her zaman. Çok ama çok severim tren yolculuklarını ve garları. Hele ki eski olanlarını. Yurt içi, yurt dışı bir çok yerde nereye gittiğinin hiç önemi olmadan sadece trene binmek için uğradığım ve birkaç istasyon sonra inip tekrar geri döndüğüm yerler bile olmuştur hayatımda. Hatta yazın okuduğum Paula Hawkins'in Trendeki Kız romanında kendimden çok şey bulmuştum. Okuyanlar bilir; hani şu trende giderken evlerin içine bakıp orada yaşayanlar için kafasında kendi hikayeleri yaratan kız gibi. Ben de geçip giderken çok hikayeler uydurmuşumdur kafamdan. Belki bir çoğunuzda aynı duyguları yaşamışsınızdır.

Aslında bugün burada İstanbul 9.Sahaf Festivali ile ilgili yazacaktım ama..Olmadı..Olamadı..Kaç gündür elim gitmedi bir şeyler yazmak için...


Her sene önümüzdeki yıl artık gitmem dediğim fuara bu yıl da gittim. Giderken bu kez aklımda bir kitap yoktu. Biraz geçiyordum uğradım gibi oldu. Stantlar arasında gezerken gözüm bir kitaba takıldı. Trenler Anılardan Geçer...Hani şu çok güzel ama çok güzel kitaplar yayınlayan ama sadece ve sadece doktorlara ve okul kütüphanelerine verip yalvarsanız yakarsanız da, ücreti neyse veririm deseniz de vermeyen, göndermeyen  Novartis  Kültür Yayınlarının kitabı. Bildiğiniz Novartis İlaç. ( Bu arada böyle yaptıklarını Yalnızın Işıkları Deniz Fenerleri kitaplarını almak için defalarca kendilerini aramam sonucu nuh deyip peygamber dememeleri ama azmin elinden hiç bir şey kurtulmaz kuralının arkasından giderek kitabı bir şekilde elde etmemden biliyorum. Bahsettiğim kitap Türkiye'deki deniz fenerlerini birbirinden güzel görselleriyle anlatan en güzel kitap. Bu güne kadar farklı kitaplar da yayınlandı ama bana göre en başarılısı diyebilirim. Benzer örneğini görmedim. Benim gibi deniz feneri tutkunlarına duyurulur.)

Neyse gelelim kitabımıza. Oturdum incelemeye başladım. Nereler yok ki...Hepsi birbirinden güzel garlar, trenler...Anı dolu, hüzün dolu, mutluluk dolu, kavuşma dolu, ayrılma dolu...Günün birinde bunlar yalnızca fotoğraflarda kalacak diyerek aldım.


Dört gündür kitabın 128. sayfasına takıldım kaldım. Ne zaman açsam gözlerim yaşarıyor. Boğazıma bir şeyle düğümleniyor. Oysa o gün eve geldiğimde kendime bir yorgunluk kahvesi yapıp ne kadar keyifle bakmıştım sayfalarına...Nereden bilebilirdim o sayfalara bir kaç gün sonra hüzünle bakacağım ve 128. sayfanın kararacağını.

O günde trenler geçti bu ülkede...Geride acı anılar bırakarak süzülüp gittiler rayların üstünden...Bu kez hüzünlü tren düdüklerinin yerini çığlıklar aldı. Bir çok anne, baba, genç için son istasyon oldu Ankara Garı...

Trenler anılardan geçer...Kapkara...


SEVGİLİ GÜNLÜK...BUGÜN GÜNLERDEN ÇUKURCUMA...



Her gezide olduğu gibi sabah erkenden Kadıköy İskelesinde aldık soluğu. Bugün günlerden Çukurcuma. İstanbul'un en sevdiğim yerlerinden biri. Eskinin kalbinin attığı çıfıt çarşısı. İstanbul'un La Boheme'i... Sürekli bu şehri en çok arkamda bırakıp giderken seviyorum desem de yine de İstanbul'la aramda bitmez tükenmez sado-mazoşist bir ilişki var  her zaman için. Trafiğinden, kalabalığından şikayet etsem de İstanbul'un sunduğu güzelliklerden de vazgeçemiyorum. Gökdelenleri, AVM'leri beni ilgilendirmiyor üstelik  İstanbul'un silüetini bozan, şehri boğan, özelliğini kaybettiren bu sevimsiz yapılara çok soğuk bakıyorum ama eski mahallelerinden, dar sokaklarından geçmişi fısıldayan yapılarından vazgeçemiyorum. Benim İstanbul'um da hala güneş görmeyen dar sokaklarındaki ufak dükkanların içinde soyu tükenmekte olan zanaatkarı, beklenmedik bir anda karşıma çıkan sahafı, bakırcısı, terzisi, şapkacısı, marangozu vs var. İyi ki varlar...Onlarla nefes alabiliyorum.


Konuşa konuşa yürüyoruz Arnavut kaldırımlı sokaklardan. Yavaş yavaş dükkanlar belirmeye başlıyor. Hepsinin önünde eski eşyalar, kaldırımlara yayılmış. Hepsinde ayrı bir yaşanmışlık...Dilleri olsa da anlatsalar hikayelerini.


Kim bilir neler yazıldı tuşlarında ?


İçimdeki gramafonda La Boheme çalıyor durmadan. Ve ilerliyoruz iki tarafımızı sarmış dükkanların arasında günümüzden geçmişe doğru...Her adımda ayrı bir fısıltı...






Biraz soluklayıp sohbet ediyoruz Tombak'ta. Her keseye göre antika var diyor sahibi. Yeter ki zevkinize uysun. 






Çukurcuma kedisiz olur mu hiç? 



Bu bavul bana Çiğdem Talu'nun "Çek git diyor şeytan, git sessiz sedasız." şarkısını hatırlatıyor. Ama olmuyor işte...Gidilmiyor öyle kolay kolay...Hele böyle güzellikler varken...

Çok güzel şeyler doldurduk tahta valizimize bugün.  Güzel anılar, fotoğraflar, pekişen dostluklar...Daha paylaşacak çok fotoğraf var ama bugünlük bu kadar...


 Dönüşe geçmeden önce son bir şey kaldı yapılacak...


Mis kokulu bir Türk kahvesi içmek...

Sıradaki durağımız Balat...

Görüşmek üzere...Sevgiyle kalın...La Boheme eşliğinde...
















UYUMSUZ DEFNE KAMAN'IN MACERALARI...TOPRAK...




Buket Uzuner'in 2012 yılında yayımlanan Uyumsuz Defne Kaman'ın Maceraları : SU kitabından üç yıl sonra dörtlemenin ikinci kitabı olan TOPRAK  raflarda yerini aldı.

İlk macerada İstanbul'u fon alan Uzuner bu kez Çorum'u ve Hitit Uygarlığının kalıntılarını fon olarak almış.

Defne Kaman aldığı bir duyum üzerine tarihi eser kaçakçılığını araştırmak üzere foto muhabiri arkadaşı Attilla ile birlikte Çorum'a giderler. Burada uzun süre önce Umay ninenin İstanbul'daki evinde misafir ettiği rehber Kemal Yörüklü ve oğlu Karaca ile buluşurlar. Şehrin ileri gelenlerinden Vali  Sabahattin Ali Okur ve Emniyet Müdürü Muhtar Köroğlu İstanbul'dan şehirlerine araştırma için giden gazeteci Defne Kaman'ı ve arkadaşını en iyi şekilde ağırlamaya çalışırlar. Çorum Arkeoloji Müzesi müdürü ve arkeolog Güneş Aytan'da Defne'ye yardımcı olur.

Defne Kaman, bir yandan arkeolog Güneş Aytan'ın yardımıyla bu zorlu konu üzerine araştırmalar yapıp tarihi eser kaçakçılarını ve definecileri  ortaya çıkartmaya çalışırken diğer yandan da kendi geçmişiyle ilgili bir takım olayları fark eder. Yıllardır görmediği, annesi ile ayrıldığı için görmesi engellenen babası ile bir araya gelir. Baba kız arasındaki ilişki tekrar filiz vermeye başlar. Defne babasının onu niye yıllardır görmediğini öğrenir. Güneş Aytan'la bir gece geçirdikleri Yazılıkaya'dan dönüşünde kaybolur. Onun kaybolduğunu öğrenen Umay nine yanına sahaf Semahat'i alarak Çorum'a gider. Bu sırada şehirde büyülü bir geyiğin ortaya çıkışı konuşuluyordur. Yazılıkaya Tapınağı'nda güpegündüz ortaya çıkan geyiğe kimse mana verememekte her kafadan bir ses çıkmaktadır. Geyiği duyan Umay Bayülgen hemen onun yanına gider. Ve olaylar hızlanmaya başlar.

Bu noktadan sonra ilk kitapta olduğu gibi Şamanizm ögeleri sayfalara yayılmaya başlar. Umay Bayülgen'in geyikle konuşması, Defne'nin bulunma çalışmaları, cinayet derken beş yüz elli sayfa bir anda biter.

İlk kitaptaki karakterler bu kitapta da karşımıza çıkıyor. Sahaf Semahat, Komiser Ümit Kaman ve tabii ki Uyumsuz Defne Kaman ve anneannesi Umay Bayülgen.

Toprak'ta karşımıza birbirinin zıttı iki karakter daha çıkıyor. Bunlardan biri şu dönemde bana göre türü tükenmeye yüz tutmuş her şeyi sakinlikle karşılayan hüsnüniyet sahibi Vali Sabahattin Ali Okur diğeri ise öfke kontrolü olmayan, kendine göre bükülemeyen kuralları olan, gençleri bu ülkede tehlike olarak gören Emniyet Müdürü Muhtar Köroğlu.

Çok sevdiğini karısını kaybettiği için bunalıma giren ve tek çocukları Karaca'yı büyütmek için çalışan, kendini tamamen bilgisayara vermiş eğitimi protesto etmek için üniversite sınavına girmeyi reddeden ve bir çok konuda derya bilgisi olan on sekiz yaşındaki Karaca, Amerika'da üniversitede profesör olan arkeolog Güneş Aytan, uzun zaman önce hastaneye götürmediği için doğum sırasında hayatını kaybeden ablasının sakat doğan çocuğu Yaşar'a babalık yapan makam şoförü Hakkı...Romanın diğer kahramanları olarak karşımıza çıkıyorlar.

Sayfalar arasında çok güzel cümleler okuyucuyu sarıp sarmalıyor bazen. Kendimizden, günümüzden, yaşadıklarımızdan bir çok şey bulabiliyoruz satırların arasında ama...

Okuyucu gözüyle kitapta keşke olmasaymış dediğim noktalarda oldu...

- Karakterlerin neredeyse hepsinin entelektüel kişiler olması.
- Defne'nin Kutadgu Bilig beyitlerinden yararlanarak şifreli mesajlar göndermesi. O kadar beyti bir insan numaralarıyla nasıl akılda tutar diye düşünmeden edemedim doğrusu.
- Kitabın bazı bölümlerinde kendimi yazarın karşısında arkeoloji ile ilgili ders dinliyormuşum gibi hissettim. Ders anlatırcasına yoğun bir bilgi aktarımı var ki okurken beni sıktı.
- Bir bölümde (278 sf) Umay Bayülgen'in Hakasça dua okuması yok artık dememe neden oldu :)
- Bazı konuların çok uzatılması...Emniyet Müdürünün kızının bitmez tükenmez doğumu gibi gibi...

Belki de bunun nedeni Buket Uzuner'in "Teşekkür ve Bilgi" bölümünde yazdığı nedendir :( Kitabı yazmaya, aile büyüklerine, büyük annelerine ithaf edeceğini düşünerek başlıyor fakat yazma süreci kendi deyimiyle pekte keyifli bir dönemde olamıyor ve altı aylık bir hastalık süreci sonrasında annesini kaybediyor. Buradan kendisine başsağlığı diliyorum.

Ve şimdi kitaptan tadımlıklar var her zamanki gibi...

"Hayatta öyle zamanlar vardır ki, insan kendisinin içinde bulunduğuna inandığı durum ve konumla tamamen ilgisiz, bambaşka bir yerde durduğunu şaşırarak kavrar."

"Tarih boyunca özellikle bizim halk, daima kendinden üstün ve güçlü bulduğu "adamlar"a ihtiyaç duydu. Saygı uyandırmak için korkuyla karışık hayranlık hissinden daha etkili hiç bir yöntem bizim millete sökmez."

"Çünkü ancak bir kız çocuğu büyüten erkek kadınları anlamayı öğrenir. Aslında kadınları anlamak, dünyayı, doğayı ve hayatı anlamaktır."

"Eski Türkçede alkış teşekkür manasına geliyormuş vali bey.
....
Eski Türkler, değerli büyüklerini son yolculuğuna bu yüzden alkışlarla yolcu edermiş...Cenazelerdeki alkış geleneği meğer eskiden beri kültürümüzde varmış..."

"Aile dostlarıyla neşeli yemek masalarında birlikte söylenerek yükselen şarkılarda saklı güven duygusu, çocukların en mutlu olduğu anıları arasında yer tutar."

"Düşünce ve ifade özgürlüğü olmayan yerde beyin nefes alamaz."

"Dünyayı değiştiren zeki ve yeni fikirlerin hiçbiri, kendi çağının kural ve inançlarına körü körüne itaat eden uyumlu çoğunluğun arasından çıkmadı. Doğruluğuna inanılan fikirleri sorgulayıp, ötesini merak eden milletler dünyanın beyin gücüdür, diğerleriyse tarih boyunca hiç istisnasız onları taşıyan beden olmuştur."

Güzel bir kitap okumak istiyorsanız tavsiye ederim Toprak'ı...

Son zamanlarda sosyal medyada gördüğüm bir cümleyle bitirmek istiyorum yazımı;

"Kitabın birine gözün takılıyor, açıyorsun, bir de bakıyorsun ki içinde hayatın duruyor."

Sevgiyle kalın....

SEVGİLİ GÜNLÜK...BUGÜN GÜNLERDEN GALATA...



Ne güzel bir gündü bugün...Tam Bahar Havası. İnsanın içini ısıtan...Eh böyle bir gün evde oturarak geçirilmez. Önce Kadıköy İskeleden kitap ekleri veren gazeteler alınır sonra vapura binilir ve Karaköy'e geçilir. Oradan da doğru Galata...Biz geç bile kalmışız. Her yer cıvıl cıvıl. Turistler çoktan uyanmış, şehir turlarına Galata Kulesinde kuyruğa girerek başlamışlar bile.





Bizim tercihimiz önce güzel bir kahvaltı. Peşinden günün olmazsa olmazı mis gibi Türk Kahvesi. Telvelerde  Galata'nın Arnavut kaldırımlı sokakları çıkmış...Yolcu yolunda gerek diye çıkıyoruz dışarı. Defalarca gitmemize rağmen gözlerimiz binalarda...En ufacık ayrıntıyı kaçırmamaya çalışıyoruz. Bir yandan da elde telefon fotoğraf çekme derdindeyiz. Mağazalara göz atmadan olmaz. Birbirinden farklı tasarımlar, otantik ürünler, giysiler, takılar, mumlar, çantalar...Her yer çıngıl çıngıl...Burası öyle telefonla fotoğraflanacak yer değil ama bugünlük idare ediyoruz. Gelecek sefere fotoğraf makinelerini alırız diyerek etrafa bakmaktan takıla düşe ilerliyoruz.





Galata'ya gidilince Doğan Apartmanı es geçilmez. Eskiden kapısından rahatlıkla girip bahçesi gezilebilen bölgenin en eski apartmanın bugün kapısında güvenlik duruyor. Girip gezmeyi teklif etmiyoruz ama fotoğrafını çekmeden geçmiyoruz kapısından.




Gez gez bitmez buralar, her defasında ayrı bir şey keşfediliyor. Geçmiş detaylarda gizli burada. Kimi bir kapının ardında, kimi bir sokağın ucunda...Bulup çıkartmak bize kalmış. Hepsi bir günde olmaz zaten Galata buna izin vermez. Biraz da gelecek sefere bırakmak gerek, ondan sonraya da...Şimdilik bu kadar diyerek iniyoruz Kamondo merdivenlerinin basamaklarından son bir kez selfie çekerek :)

Bir sonraki durağımız Çukurcuma...









23 NİSAN'DA İÇİNİZDEKİ ÇOCUĞA ELMA ŞEKERİ ALIN...






23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı yaklaşıyor. Bu günün ve dünkü çocukların bayramı...Hepimiz heyecanla beklerdik 23 Nisan'ı. Okullarda hummalı bir çalışma...Herkes evinden bir şeyler getirirdi. Kağıt fenerler, bayraklar, renk renk krapon kağıdından süsler. Şiirler ezberlenir, folklör çalışmaları hızlanırdı. 23 Nisan'da görevli olmak, sahneye çıkıp şiir okumak bir ayrıcalıktı. 

23 Nisan günü heyecan dorukta giderdik okula...Şiirler okunur,şarkılar söylenir, oyunlar oynanırdı. 

"23 Nisan Neşe Doluyor İnsan" der evlere dağılırdık.

Çoğumuz için çok uzakta kaldı o günler. Özlemle anıyoruz. Şimdi çocuklarımız sayesinde kutluyoruz 23 Nisan'ı. Coşma sırası onlarda artık .Ya bizler ? İçimizdeki çocuk hala oralarda bir yerlerde,  kalbimizin bir köşesinde dışarı çıkmayı bekliyor. Neden olmasın ? Belki bu 23 Nisan'da bir elma şekeri hediye edersiniz ona...Eski günlerdeki gibi...

23 NİSAN ULUSAL EGEMENLİK VE ÇOCUK BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN... 

derken içindeki çocuğu asla öldürmeyen dünün çocuklarının da "23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramını" sosyal medyada çok beğenerek okuduğum bir yazıyla şimdiden kutluyorum. 

Sevgiyle, mutlulukla kalın...


"Herkesin çocukluğuna dair özel bir sözcüğü vardır,kimisi kırmızı bayramlık pabuçlarıyla anımsar hayatın o en katıksız dönemini,kimisi komşunun bahçesinden çalınan meyveye diyet olarak ödediği dayakla
Ama çocukluğun ortak bir yansıması varsa alfabede eğer o da; “özlem”dir…
Hayatın diğer dönemlerinde de çocuk masumluğunu muhafaza edebildiğini kim iddia edebilir? Hatalar o dönemde daha kolay affedilir Dokunulmazdır çocukken ağlamak O dönemdeki gözyaşları başka hiçbir zaman olmayacak kadar gerçektir Sınırsız özgürlükler dönemidir çocukluk Küçük sevinçlerin tadına en fazla varılan dönemidir hayatın Küçük bir elma şekeri, doğum günü pastasındaki mumlar, lunapark, sonsuzluktaki uçurtmalar, gündelik yaşamın arasına sıkışmış tüm sevinçli telaşların farkına vardığımız süreçtir Bu süreçteki en baskın duygu “koşulsuz sevgi”dir Karşılık beklemeden ve ince hesaplardan sıyrılmış olarak sunulur sevgi…
Yıllar geçer, çocukluk fotoğraf albümündeki gülümseyen yüzdür artık Hayatın karmaşası,acımasızlığı ve sabırsızlığını görmüş geçirmiş yüz, karşılaşır fotoğraftaki çocukla Ona anlatmak istediği ne çok şey vardır oysa O her şeyden habersiz masum çocuğun elinden tutup koşmak ister sokaklarda Yine beş taş oynamak yine her yerine bulaştıra bulaştıra elmalı şekerini yemek,yine “Çocuktur yapar”sözünün tanıdığı sonsuz rahat ve özgürlüğe sığınmak…
“Kan ter içinde uykularından uyanıyorsan eğer her sabah,
Yalnızlık sevgili gibi boylu boyunca uzanıyorsa koynuna,
Olur olmaz yere ıslanıyorsa kirpiklerin artık her şeye,
Anneni daha sık anımsıyorsan hatta anlıyorsan,
Kalbini bir mektup gibi buruşturup fırlatılmış
Kendini kimsesiz ve erken unutulmuş hissediyorsan,
“İÇİNDEKİ ÇOCUĞA SARIL”
Sana insanı anlatır”…diyen şarkıya sığınır bu defa yürek
Sorunların arasına sıkışıp kaldığınızda sarılabileceğiniz bir çocuk yanınız kalsın sizin de O gün o çocukla gezin sokakları,fark etmediğiniz ayrıntılar çarpacak gözünüze, gökyüzünde ne kadar çok yıldız varmış diyeceksiniz Hatta bir de elma şekeri alın o da sizin içinizdeki çocuğa hediyeniz olsun"
- Alıntı- 

PERA MEZARLIKLARI






Beyoğlu'nda Garibaldi binasının restorasyonu sırasında 8 adet mezar bulundu haberi tüm gazetelerde ve TV lerde yer aldı. Bu durum sadece Garibaldi binasında değil Beyoğlu'nun bir çok yapısında karşılaşılabilecek bir durum.

Kitaplar, Galata ve Pera Bölgesinde Küçük Mezarlık ve Büyük Mezarlık adı altında iki mezarlık bulunduğunu yazıyor. Küçük Mezarlık'ın Tepebaşı-Şişhane-Kuledibi'ni kapsayan alanda Büyük Mezarlık'ın ise bir yandan bugünkü Gezi'nin olduğu yerden Ayaspaşa-Gümüşsuyu'dan Fındıklı'ya kadar uzanan yerde diğer taraftan da Pangaltı yönüne uzanan alanda bulunduğu belirtilmektedir. Yapılan araştırmalar 18-19 yy da bu bölgenin mezarlık alanı olduğunu ortaya çıkartmıştır.

Yani bugün İstanbul'un eğlence ve alışveriş merkezi olan Beyoğlu'nun büyük bir bölümü bir zamanlar mezarlıkmış. Büyük mezarlığın bulunduğu bölge Edmond De Amicis'nin "İstanbul (1874)" kitabında ifade ettiği gibi Museviler hariç her dinden insanın mezarlarının bulunduğu selvi, akasya ve akçaağaç ormanı gibiymiş. İki mezarlığın da ortadan kalkması 1930'lu yıllara kadar uzanmış. Düşününce insan ürperiyor değil mi? Binaların altı, metro...Yok ben düşünmeyim en iyisi...



Bu arada İstanbul'un ve Galata-Pera'nın geçmişini merak edenlere çok güzel iki kitap önerebilirim.

Bunlardan ilki Prof.Dr. Nur Akın'ın 19.yy İkinci Yarısında Galata ve Pera kitabı. Galata ve Pera'nın  19yy ikinci yarından 20yy başına dek olan kültürel, sosyal yapısını anlatıyor.

İkincisi ise  Edmond De Amicis'in İstanbul (1874) kitabı. Amicis İstanbul'da kaldığı dönemdeki gözlemlerini anlatmış.

Galata ve Pera'yı zaman zaman okurum ve her defasında da yanlış zamanda dünyaya geldiğimi düşünürüm. İstanbul'un İstanbul olduğu zamanlarda yaşamak varmış ruhunun yok edildiği şimdide değil.








ÇOK ÖZEL HABER...20 KURUŞA BİR EV...

Bugün Hürriyet'te ki bir haber tüm sosyal medyada paylaşıldı. Norveç'te 20 kuruşa satılık bir ev. Kuzey Kutup dairesinde 1970'den beri yerleşimin olmadığı Buoya Adasında yıkık dökük bir evi sahibi restorasyon şartı ile satışa çıkarmış. Üstelik habere göre sadece evin değil adanın da sahibi oluyorsunuz. Fotoğraflara baktığımda tam kafa dinlemelik dedim. Şehirden, trafikten, gürültüden patırtıdan, kalabalıktan kısacası her türlü kaostan uzak. İster resim yap ister roman yaz. Deli gibi esen rüzgarın sesiyle uyu, ertesi sabah mis gibi bir sabaha uyan.  Geceleri bir deniz fenerinin ışığında geçen gemileri seyret. Balığını tut, kitabını oku, şarabını iç, kahveni yudumla...Ev senin, ada senin, zevk senin...Dünyanın tepesinde neden, nasıl keyif alıyorsan onu yap...

Haberin detayı okumak için linke tıklayabilirsiniz.

http://www.hurriyet.com.tr/kelebek/hayat/28474852.asp?utm_term=post&utm_content=bufferb9217&utm_medium=social&utm_source=facebook.com&utm_campaign=buffer

Tabii bunlar benim hayalim ama kazın ayağı öyle değildir mutlaka...Hayalleri bırakıp gerçeğe dönersek manzara kararmaya başlıyor. Evin restore edilmesi için kim bilir kaç yerden izin alınması gerekir. Hadi izin alındı diyelim, kim bilir ne kadar kaç kamyon para lazım evi adam etmek için. Tamiri, dekorasyonu, vergisi derken..Boşuna değil sahibi 20 kuruştan satıyor. Bıkmış ki başından atıp kurtulmaya çalışıyor.

Bu habere nedense çok taktım bugün. Duyan da alacağım sanır :) Belli ki sıkılmışım şehirden...Kaçacak ufak, sakin yerler arıyorum...

Evi görür görmez yıllar önce seyrettiğim Çok Özel Haber filmi geldi aklıma. Kevin Spacey, Julianne Moore, Judi Dench ve Cate Blanchette'in oynadığı film böyle ıssız bir yerdeki eski ahşap bir evin çevresinde geçiyordu. Seyretmeyenlere tavsiye ederim. Newfoundland'ın birbirinden güzel manzaraları eşliğinde şehrin kaosundan uzaklaşarak güzel bir buçuk saat geçirebilirsiniz.








BİR YAŞAR KEMAL GEÇTİ BU DÜNYADAN






Ne çok sevmiştim okurken. Aklımda nedense Gökçeada...Güle Güle büyük usta...
Işıklar içinde uyu...
Türk Edebiyatının boynu büküldü bugün....





AYLAK ADAM







"İnsanlarda anlayamadığım bir şey de gazete okumalarıydı. Neden her sabah içlerini karart
mak gereğini duyarlardı acaba? Futbol maçı hastalarınınkini anlıyordu. "Ya ötekiler?. Binlerce gazete satılıyor bu şehirde. Örneğin şu yaşlı adam. Yoksa FATİH'TE İKİ EV YANDI başlığını görüp 'İyi, Benim orada evim yok,' diye düşünebilmek rahatlığı için mi okur? BİR ADAM KARISINI ÖLDÜRDÜ. 'İyi etmiş. Kim bilir ne namusuzdu.' ÇİN'DE İSYAN. Beter olsunlar, kırsınlar birbirlerini. Bize dokunmasınlar da!...Bu 'biz' dediği daha çok 'ben' değil mi. 'Ben, benim, bana, beni!' Herkes 'Ben'."

Farklı ve doğru olanı arayan bir adam...Sıradanlığa, tekdüzeliğe katlanamayan...Her şeye karşı duran, karşı çıkan, karşı bir yaşam süren...Kısaca adı bile olmayan C.'nin hikayesi...Aylak Adam...


AYLAK ADAM       YUSUF ATILGAN       YAPI KREDİ YAYINLARI




“Bu dünyada sana KÖTÜLÜK yapmak isteyen 
insanlar çıkacak karşına, 
ama unutma ki İYİLİK yapmak isteyenler de çıkacak. 
Kimi insanın yüreği KARANLIK , kimininki AYDINLIKtır.
Geceyle gündüz gibi!
Dünyanın kötülerle dolu olduğunu düşünüp küsme,
herkesin iyi olduğunu düşünüp hayal kırıklığına uğrama!
Kendini KORU kızım, İNSANLARA karşı kendini koru....''
Zülfü Livaneli


Okuyan bir kızla çık. Parasını kıyafet yerine kitaplara yatıran bir kızla çık. Kitapları yüzünden dolabına sığamaz o. Okuyacağı kitapların listesini yapan, 12 yaşından beri kütüphane kartı olan bir kızla çık. Okuyan bir kız bul. Okuyan bir kız olduğunu çantasında her zaman okuduğu bir kitap bulunmasından anlayabilirsin. Kitapçıda, sevgiyle raflara bakan ve aradığı kitabı bulduğunda sessizce çığlık atandır o. Sahafta, eski bir kitabın sayfalarını koklayan fıstığı gördün mü? İşte o okurdur. Hele sayfalar sararmışsa kesinlikle dayanamazlar. Kahvecide beklerken okuyan kızdır o.
Fincanını dikizlersen, sütsüz kremasının yüzdüğünü görürsün çünkü o çoktan dalmıştır kitaba. Yazarın yarattığı dünyada kaybolmuştur. Sen de bir sandalye çek yanına. Sana ters ters bakabilir çünkü okuyan kızların çoğu rahatsız edilmek istemezler. Ona kitabı sevip sevmediğini sor. Ona yeni bir kahve ısmarla. Murakami hakkında ne düşündüğünü söyle. Kardeşliğin ilk bölümünü bitirip bitiremediğini öğren. Joyce’un Ulysses’ini anladığını söylüyorsa entelektüel görünmeye çalışıyor demektir. Alice’i seviyor mu yoksa Alice mi olmak istiyor, bunu sor. Okuyan bir kızla çıkmak kolaydır. Doğum gününde, yılbaşında ve yıl dönümlerinde ona kitap alabilirsin. Ona sözcükler hediye et, şiirlerden şarkılardan hediye sözcükler. Ona Neruda, Pound, Sexton, Cummings hediye et. Kelimelerin aşk olduğuna inandığını bilsin. Gerçekle kitaplardaki gerçeği ayırt edebilir ama yine de yaşamını biraz da olsa, en sevdiği kitaptakine benzetmeye çalışacaktır. Bunda senin suçun yok. Bir biçimde, bunu deneyecektir.
Ona yalan söyle. Söz diziminden anlıyorsa, yalan söyleme ihtiyacını anlayacaktır. Sözcüklerin ardında başka şeyler var: niyet, değer, ayrıntılar, diyalog. Dünyanın sonu olmayacaktır. Onu bırak. Çünkü okuyan bir kız çöküşlerin her zaman zirveyle biteceğini bilir. Çünkü her şeyin bir sonu olduğunu bilir. Hikayenin devamını her zaman yazabilirsin. Tekrar tekrar başlayabilir ve hala kahraman olarak kalabilirsin. Bu hayatta bir iki kötü adama yer vardır. Olmadığın her şey için neden korkarsın ki? Okuyan kızlar bilirler ki tıpkı karakterler gibi insanlar da gelişebilirler. Twilight serisi istisnadır. Eğer okuyan bir kız bulursan, yanından ayırma/ayrılma. Gecenin bir yarısında, kitabı göğsüne yaslamış ağlarken bulabilirsin onu, bu durumda ona çay yap ve sarıl. Onu birkaç saatliğine kaybedebilirsin ancak her zaman sana dönecektir. Kitaptaki karakterler gerçekmiş gibi konuşacaktır, çünkü bir anlık da olsa, gerçektirler.
Ona bir sıcak hava balonunda ya da bir rock konserinde evlenme teklif et. Ya da bir daha ki hastalığında gelişigüzel bir şekilde. Skype üzerinden teklif et. O kadar sıkı gülümseyeceksin ki neden hala kalbinin infilak etmemiş ve göğsünün kan içinde kalmamış olduğunu merak edeceksin. Yaşam öykünüzü yazacaksınız, garip isimli ve garip beğenileri olan çocuklarınız olacak. Çocuklarınıza Şapkalı Kediyi ve Aslan’ı aynı gün izletebilir. Yaşlılığınızın kışında birlikte yürüyeceksiniz ve sen botlarındaki karı temizlerken, o mırıldanarak Keats okuyacak ezberinden. Okuyan bir kızla çık çünkü bunu hak ediyorsun. Hayal edilebilen en renkli hayatı sana verebilecek bir kıza layıksın. Eğer ona sadece monotonluk, kayıp saatler ve yarım yamalak öneriler verebileceksen, yalnız kalman daha hayırlı. Eğer dünyayı ve onun ardındaki dünyaları istiyorsan, okuyan bir kızla çık. Ya da iyisi mi, yazan bir kızla çık sen.
Rosemarie Urquico
Türkçeleştiren:Onur Çalı







Kendini yorgun hissetsen bile,
Başarı senden kaçsa bile,
Bir hata sana zarar verse bile,
Hatta ihanet sana acı verse bile,
Bir hayal yok olsa bile,
Gözyaşları gözlerini yaksa bile,
Kimse gayretini fark etmese bile,
Nankörlük ödülün olsa bile,
Anlayışsızlık seni gülmekten alıkoysa bile,
Ve hatta her şey,
hiçbir şey olsa bile,
Vazgeçme,
Yeniden Başla..


R.Will.

ECE TEMELKURAN'DAN...




Ne zaman üniversitelere konuşma yapmaya gittiysem ya da ne zaman benden daha genç biri benim ondan daha fazla bir şey bildiğimi sanarak bana sorduysa “bu işin olurunu”, dedim ki:

Üniversiteyi bitirince hemen çalışmaya başlama. Git, dolaş, ülkeler gez, aç kal, meteliğe kurşun at, ama ne yap et, koşturmaya başlamadan önce biraz amaçsız yürü. Maceraya çık, bedeli ne olursa olsun bunu yap. Çünkü…

Çünkü hayat, onu erken anladığını sananlardan çok fena alır öcünü. Bir şeyi vaktinde yaşamadan geçersen, çok sonra, seni rezil etme pahasına, sana yaşatır o eksik bıraktığın bölümü. Âşık mı olmadın on altı yaşında? Gelir seni kırk beşinde bulur, en olmaz zamanda. Maceraya mı çıkmadın yirminde? Sürükleye sürükleye götürür seni otuz beşinde. Yırtık kot, yer bezinden hallice bir kazak giyip, nasıl göründüğüne aldırmadan geçiremedinse öğrencilik yıllarını mesela, elli yaşında, artık kalabalıkların gözleri seni hiç de öyle görmeyi beklemezken, sana giydirir o kot pantolonu. Hayatı sakın erkenden yaşama, sonradan çok fena komik eder adamı. Serserilik ederek geçirmeli insan serserilik edilecek yaşları. Zira atlayıp geçtiğin ne varsa dönüp dolaşıp bulur insanın yakasını. Kendini yaşatıncaya kadar yapışıp kalır.


Ece Temelkuran