sanat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
sanat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

TRENDEKİ KIZ

Tesadüfen raflarda görüp kapak tasarımı ilgimi çektiği için aldığım ve iki günde bitirdiğim kitaptı Trendeki Kız...İlk başlarda hikayesi biraz karmaşık gelmesine rağmen ilerleyen sayfalarda taşlar yerine oturmaya başlayınca sonu da çorap söküğü gibi gelmişti..

Eşinden ayrılmış alkol sorunu olan Rachel her gün şehre indiği trenin penceresinden bir çifti izlemektedir. Tanımadığı bu mutlu çift hakkında hayaller kurmaya başlar..Adları, meslekleri, birlikte neler yaptıkları vs...Bir gün yine evlerinin önünden geçerken kadını bir başka erkekle evlerinin balkonunda öpüşürken görür. Kısa bir zaman sonra da kadının ortadan yok olduğu haberi çıkar. Şüpheli olarak kocası gösterilmektedir. Rachel kadının kocası ile temasa geçerek gördüklerini anlatır. Polise de ifade vermesine rağmen psikolojik durumunu göz önüne alan polis Rachel'in anlattıklarını dikkate almaz. Yapılan araştırmalar sonunda kadının ceseti bulunur ve olaylar bundan sonra hız kazanır.



Romanın filminin çıkacağını öğrendiğimde her zamanki gibi ön yargılı yaklaştım. Kitaplar mı filmleri mi diye sorduğumda kitaplar her zaman önceliklidir benim için. Onlarca sayfa 1.5 saate sığdırılmaya çalışılırken hikayenin tam olarak yansıtılamadığını düşünenlerdendim ki bunun örneklerini de çok görmüştüm.

Trendeki Kız için ise bu kez film diyeceğim. Karakterler, mekanlar, anlatım bu kez romanın önüne geçti bana göre..

Okumakla vakit kaybetmeyin, seyredin derim bu kez..


ŞEHİRDEN UFAK BİR SERGİ...

Hafta sonu yolu Fenerbahçe'ye düşecek olanlara ufak bir not...İki günlük mini minnacık bir fotoğraf sergisi..Khalkedon Fenerbahçe'nin bahçesinde...



Cide Gideros koyundan Kaş'a oradan da Sinop'a insanın içini açan, şimdi orada olmak vardı dedirten fotoğraflar...Üstelik bir kısmı da sadece I-Phone5 ile çekilmiş...





Görülmeye değer...





JULIETA

Hani hepimizin genetiğine işlemiş bir cümle vardır...Ülkede yaşayan tüm ergenlerin en az bir kere ailelerinden duyduğu ve gelecek nesillere ortak bir miras gibi aktarılan o meşhur cümle...

-Anne olduğunda anlarsın-

Tam da bu cümle üzerine yapılmış bir film Julieta...

Seyretmeden önce eleştirilerini okuduğumda gidip gitmemekte tereddüt etmiştim..Kimi çok beğenmişti kimi de Almodovar filmlerinin en hafifiydi diye yazıyordu. Gitmeli görmeli öyle karar vermeli dedim..İyi ki de gitmişim...Ben çok ama çok sevdim...



Renkler, manzaralar,mekanlar, oyuncular, doğallık...Tam bir kadın hikayesi...Almodovar kadınları..

Orta yaşlarında bir kadın olan Julieta sevgilisi ile Portekiz'e taşınma kararı almış ve hazırlıklarının son aşamasına gelmiştir. Bir gün yolda uzun süredir görmediği kızı Antia'nın çocukluk arkadaşı Beatriz ile karşılaşır. Beatriz, Antia'nın 3 çocuğu olduğunu ve İsviçre'de yaşadığını söyler.

Bu karşılaşma Julieta'nın kararını değiştirmiştir. Portekiz'e gitmekten vazgeçtiği gibi kızının bildiği ve yıllar önce birlikte yaşadıkları apartmana taşınma kararı alır. Burası kızından gelebilecek bir mektubun ulaşabileceği tek yerdir. Bu arada anılarını yazmaya başlar...Yazdıkça geçmişiyle hesaplaşır ve bir gün beklediği haber gelir...

Gitmediyseniz mutlaka görün derim..Özelliklede ergenlik çağında kızları olan annelerin görmesi gereken bir film...Mendillerinizi de unutmayın...

İyi seyirler...





MOR MENEKŞE AĞLIYOR BUGÜN...




Eserlerin ile hepimizin hayatına dokundun...
Seninle Herşeye Varım Ben diyerek aşık olduk... 
Beni Anlamadın Ya diyerek hüzünlendik...
Aslan gibi miyavlayıp, kedi gibi kükredik...
Güldük, ağladık...
Şimdide bir ağızdan Yoksun Sen'i söylüyoruz...



Mekanın Cennet Olsun...

BÜYÜK TEZATLIK...






Bugün Beyoğlu St. Antoine Kilisesinin önünde yakaladığım bu an hayatın tezatlığını gözler önüne sermiyor mu?

KIŞ UYKUSU



Tebrikler Nuri Bilge Ceylan ve Kış Uykusu'nda emeği geçen herkese...





Son günlerde yaşadığımız acı olaylardan sonra kaskatı buz kesmiş yüreğimi ısıttınız. Bir nebze de olsa başarınızla gülümsetebildiniz...

Bu ülkede bireysel de olsa güzel şeyler olduğunu gösterdiniz...

Teşekkürler...








EYVAH EYVAH 3

Uzun süredir vakitsizlikten sinemaya gidememiştim. Görmek istediğim bir çok filmi kaçırdım. Olmadı işlerin arasında araya sıkıştıramadım film keyfini. Koşturmacanın arasına da nefes nefese bir seansa girmek istemedim doğrusu. Sinemaya gideceksem geniş bir zaman lazım bana. Önce film seyredeceğim sonra biraz gezeceğim belki ufak tefek bir şeyler atıştırıp belki de film üstüne bir keyif kahvesi içeceğim. O gün bana ait olacak yani öncesi sonrası başka iş olmayacak ve sonuna kadar günün zevkini çıkarmam lazım. Uzun süredir böyle bir gün denk gelmedi sonunda cumartesi günü fırsat kapımı çaldı ve soluğu Eyvah Eyvah 3 de aldım. Neredeyse 3. haftasında...

Eyvah Eyvah 2'nin sonunda Hüseyin Badem hem babasına hem de hayatının aşkı Müjgan'a kavuşmuş düğün sahnesi ile film bitmişti. 

Eyvah Eyvah 3'de kaldığı yerden devam ediyor ve aileye Bayram Badem'in katılması ile başlıyor. Hüseyin Badem ailesini geçindirmek için bölgedeki bir pavyonda çalgıcılık yapmakta Müjgan'da belli etmemeye çalışsa da bu durumdan pek hoşlanmamaktadır. Bebeğin gelmesi ile maddi açıdan dara düşen Hüseyin bir gece pavyonda meydana gelen bir olay sonunda işinden de olunca kayınpederinin ısrarı ve desteği ile belediyeye zabıta olarak girer ama bu işi de ağzına burnuna bulaştırır. Belediyedeki işinden olur ama bir anda kendini büyük bir festival organizasyonu içinde bulur.

Bu arada Firuzan ününe ün katmış İspanyolla evlilik yolunda yürümeye başlamıştır ama ortaya bir engel çıkmış bu da Firuzan'ın tüm moralini alt üst etmiştir. İspanyol evlidir ve karısından boşanmak üzeredir. Bu olay üzerine Firuzan soluğu Badem ailesinin yanında alır. Hüseyin ve Müjgan her zaman olduğu gibi kapılarını açar. Firuzan'ın peşinden İspanyol ve ayrılmak üzere olan karısı da Geyikli'ye gelir ve olaylar başlar. Firuzan ve Hüseyin yine bir maceranın içine atılırlar.  

İlk iki filmden tanıdığımız oyunculara bu kez İspanyol'un karısı rolü ile Serra Yılmaz katılmış. Ferzan Özpetek filmlerinde ve televizyonlarda yaptığı programlarda görmeye  alıştığım ve çok sevdiğim Serra Yılmaz bu filmde biraz harcanmış gibi geldi bana. Tam oturmamış havada kalmış bir şeyler vardı. Öylesine perdenin arasından filme girmiş gibi :) 

Esprileri ile, müzikleri ile yine çok güzeldi Eyvah Eyvah...Defalarca seyretsem bıkmam dediğim filmlerden...Küfürsüz komedinin en güzel örneği. Eh artık Eyvah Eyvah 4'ü bekliyorum. Fazla bekletme seyircilerini Ata Demirer :) Bence şimdiden kolları sıva yeni senaryo için.





MASAL DİNLEMEYİ ÖZLEYENLERE...


Masal dinlemeyi özleyenlere, masal dinlemek isteyenlere...

Detaylı bilgi için...


veya 


KİTAP VE KAHVE :)

İllüstratör Gianluca Biscalchin iki vazgeçilmezimi bir araya getirmiş : Kitap ve Kahve. "Edebi Kahve" adını verdiği eserinde Jean Austin, Baudelaire, Kafka gibi dünyaca ünlü yazarların kahvelerini çizmiş. Agatha Christie' mi desem yoksa Kafka'mı ya da Simenon veya Shakepeare...Karar veremedim. Hepsi çok güzel...Ben çok beğendim ve paylaştım :)




Gianluca Biscalchin'in diğer eserlerini de görmek isterseniz linke tıklayınız...

http://www.gianlucabiscalchin.it/

SADOKA SASAKİ VE TURNA KUŞU




Sadako Sasaki ile dün akşam tanıştım. Daha önce ne adını ne de dramatik öyküsünü duymamıştım. 

Origami üzerine araştırma yaparken çıktı küçük kız karşıma. Bilirsiniz origami sanatının en ünlü karakteri turna kuşudur. Yıllar önce çıktığım bir gezi sırasında Japon bir kadın bana bu kuşun yapılışını öğretmişti. Dün gece defalarca denememe rağmen başarılı olamadım. Unutmuşum :(
Baktım olmayacak nasılsa internette bulurum diye araştırma yapmaya başladım ve işte o anda Sadako ile karşılaştım. 

11 yaşında bir Japon kızı Sadako. 1943 Japonya doğumlu. 1954 yılına kadar yaşıtları gibi normal bir çocukluğu var. Okula gidiyor, koşuyor, oynuyor, sporu çok sevdiği için hayallerini spor öğretmeni olmak süslüyor. 


1954 yılının Kasım ayında Sadako hastalanıyor. Ailesi ilk önce basit bir soğuk algınlığı zannetse de yapılan testler hiçte öyle olmadığını söylüyor. Küçük kıza o dönem bir çok insanın yakalandığı kan kanseri teşhisi konuyor. Nedeni ise 1945 yılında Hiroşima'ya atılan atom bombası. O dönemde yaşadıkları ev bombanın atıldığı yere sadece 1.7 km uzaklıkta. Sadako evden yara almadan kurtuluyor fakat alevlerden kurtulmak için annesi ile birlikte Misasa Köprüsüne kaçarlarken "black rain" diye adlandırılan radyoaktif serpintiye maruz kalıyorlar ve bu olaydan dokuz yıl sonra Sadako tedavi için hastaneye yatmak zorunda kalıyor. 

Nagoya halkı hastaneye hastalara moral vermek amacıyla binlerce renkli kağıt gönderiyor. Sadoka'da iyileşmek umuduyla bu kağıtlardan rengarenk turna kuşları yapıyor ve odasının tavanına asıyorlar ama maalesef büyük umutlarla yaptığı turna kuşları atom bombasının 
vücudunda yarattığı hastalıkla savaşamıyor ve 1955 yılının 25 Ekim günü Sadako arkasında 1000 tane turna kuşu bırakarak hayata gözlerini yumuyor. 


Her yıl atom bombasının atıldığı 6 Ağustos'da Japonya'dan ve tüm dünyadan çocuklar Sadako'nun hatırasına dünya barışı için turna kuşları yapıp Hiroşima'daki anıta gönderiyorlar ve tüm dünyaya "Savaşlara Hayır" mesajı veriyorlar. 


FIRTINA...

Bak işte yaklaşıyor fırtına
Bak yine yükseliyor dalgalar...

Bugün sabah haberleri dinlediğimden beri dilime pelesenk oldu Yeni Türkü'nün Fırtına'sı. Kuzey Avrupa'yı etkisi altına alacak kuvvetli bir bir fırtına beklentisi içinde insanlar önlem almaya başlamışlar, bazı uçak seferleri iptal edilmişti. 

Fırtınaları severim. Durgun hava bünyeye ters nedense. Yağmur, kar, rüzgar, deli dalgalardır benim sevdiklerim.  Yaklaşık 3-4 yıl önce şubat ayında Çanakkale'de bir köy evinde beni sabahlatan fırtına haricinde çok büyük bir fırtınanın ortasında kalmadım bugüne kadar. Estikçe evi sarsan rüzgar, cama canhıraş vuran  yağmur damlaları, evin çatısına çarpan ağacın dalları, çaktıkça her tarafı aydınlatan mavi ışık ve çarpışan bulutların peşinden yeri göğü inleterek patlayan gök gürültüsü. Korku filminin bitmek bilmeyen kareleri gibiydi ama doğanın bu kızgınlığı hoşuma gitmişti doğrusu. Neyse ki sabaha bir şey kalmadı ama bahçeye çıktığımızda bileklerimize kadar suya batmıştık. Bahçede devrilen bir ağaç ta cabasıydı. 


Fırtına haberini duyunca Google'da fırtına ile görsellere baktım. Birbirinden güzel fotoğraflar döküldü önüme. Denizde, karada...Amacım onları paylaşmaktı taa ki "storm" yazdığımda Storm Thorgerson adına rastlayana kadar. 

Thorgerson 1944 Londra doğumlu bir sanatçı. Leicester Üniversitesi ve The Royal College of Art'da sanat eğitimi almış. Pink Floyd, Led Zeplin, Alan Parsons Project, Peter Gabriel gibi ünlülerin ve grupların albüm kapaklarını yapmış ve bu konuda kitaplar yazmış. 2013 yılındaki ölümüne kadar çalışmalarına Kuzey Londra'daki stüdyosunda devam etmiş. 

Beğendiğim eserlerinden bir kaç tanesini paylaşmak istedim...İşte Storm Thorgerson ve eserleri...







Diğer eserleri için aşağıdaki linklere bakabilirsiniz :



Çok ilgisiz olacak ama fırtına demişken çok sevdiğim bir cümle ile bitirmek istedim yazımı;

"Hayat fırtınada sığınak bulmak değildir. Yağmurda dans etmeyi öğrenmektir."









DOMINIQUE APPIA VE RÜYALAR...

Yine bir sürrealist ressam...Dominique Appia...1962 İsviçre doğumlu Appia'nın eserlerinde manzaralar, şehirler, bilinen unsurlar rüyalarla iç içe işlenmiş. Kimi tablosunda tren istasyonuna dönüşen bir katedral görüyorsunuz, kiminde oda kapısından üstünüze doğru gelen bir gemi, kiminde ise Paris Metro'sundan taşan Akdeniz...Hepsi birbirinden güzel...

İşte benim en sevdiğim ve en meşhur tablolarından biri...Entre les trous de la memoires..."Hafızanın boşluklarında"



Dominue Appia'nın galerisinde ufak bir gezinti için aşağıdaki linki tıklayabilirsiniz...İyi rüyalar :) 

http://www.appia-d.ch/index2.htm 

JACEK YERKA VE ZAHRADA... FENA HALDE SURREALİSTİM BU ARALAR...





Jacek Yerka...Bir çoğunuz bu ismi duymuşsunuzdur. 1952 Polonya Torun doğumlu sürrealist ressam. Sanatçı bir anne ve babanın oğlu olan Yerka'nın çocukluğu boya kalemleri, silgiler, fırçalar ve kağıtlar arasında geçmiş. Dışarıda oynamayı sevmeyen sınıfta oturarak kendi iç dünyasını yansıtan resimler çizmeyi tercih etmiş ve durum onda anti-sosyalliğe sebep olsada geleceğin surrealist ressamının ilk adımlarını atmasını sağlamış.   Astronomi veya tıp eğitimi almak isterken bitirme sınavlarına bir sene kala yaptığı U dönüşü sayesinde ailesinin izinden giderek akademiye girmiş. Torun'da bulunan Copernicus Üniversitesi baskı bölümünden mezun olmuş. Üniversite hayatı boyunca akşamları yaptığı resimleri yalnızca ailesine ve arkadaşlarına göstermiş. Başkasının görmesine izin vermemiş. 






1980 yılından itibaren Varşova'daki bir çok galeri ile çalışmış. Çalışmalarında Pieter Bruegel, Jan Van Eyck, Cagliostro gibi sanatçılardan esinlenmiş. Eserlerine gizemli olağanüstü yapılar, tuhaf manzaralar ve çocukluğundan kalan görüntüleri yansıtır özellikle de büyükannesinin mutfağını. 1950'leri onu etkileyen altın yıllar olarak adlandıran sanatçı bugüne kadar Polonya, Monaco, Almanya, Fransa, ve Amerika'da sergiler açmış. 






Jacek Yerka'nın eserlerini ne zaman görsem aklıma yıllar önce seyrettiğim Zahrada filmi gelir. Yerka'nın tabloları mı yoksa Zahrada'mı daha uçuk yoksa başa baş mı gelirler bilemedim ama bu iki isim nedense her zaman birbirini çağrıştırıyor. Yerka'nın çılgın bahçelerini anımsatan bir bahçe filmi olmasından olsa gerek...Adı üstünde Zahrada...Bahçe...




Filmin konusuna gelince ; Babasının bir müşterisi ile ilişkiye giren Jakup babasına yakalanınca babası ona ölen büyükbabasının bahçeli evini satarak kendine bir ev almasını söyler. Metruk bahçeli eve giden Jakup orada büyükbabasına ait bir günlük bulur. Günlük tersten yazılmıştır ve ancak ayna yardımıyla okunabilmektedir. Jakup bahçeli eve yerleşip bir yandan büyükbabasının günlüğünü okurken diğer yandan karşılaştığı bir melek sayesinde gerçek aşkı keşfetmeye başlar. 

Eğer bugüne kadar seyretmediyseniz ve uçuk kaçık filmleri seviyorsanız kaçırmamanız gereken bir film derim. İyi seyirler :)


PARIS...LA FIN :)


Montmartre dedim, ressamlar dedim, sokak şarkıcıları dedim biraz ondan biraz bundan anlatmaya çalıştım, çokça da fotoğraf paylaştım ama Paris'te en çok sevdiğim şeyleri anlatmayı en sona bıraktım...Kitapçılar, cafeler, ufak dükkanlar ve Louvre ve Eyfel...Hadi hazır mısınız Paris'in arnavut kaldırımlı sokaklarında ufak bir gezintiye daha. Yorulduğumuzda soluklanmak için cafelerden birinde ufak bir kafe molası da vermeyi de ihmal etmeyiz merak etmeyin :)





İlk durağımız Eyfel :) Paris'teki kabusum :) Pazar sabahı Eyfel'e gitmeye karar verdik. Kahvaltıdan sonra metro ile kısa bir yolculuktan sonra kendimizi ayaklarının dibinde bulduk. Kızımın Madagaskar 3'deki polis şefi Chantal Du Bois'ya benzettiği devriye gezen kadın askerin yanından geçerek bilet gişelerinin önüne geldik. Bir kuyruk bir kuyruk. Bahçeyi kaç kere dönüyor. Bir tanesinde ise iki üç turist var. Görevliye ne olduklarını sorunca kuyruğun asansörle çıkış diğerinin merdivenle çıkış olduğunu söyledi. Merdivenin kaç kat olduğunu sorunca iki kat dedi. Bizde nasılsa iki katı yavaş yavaş çıkarız kuyruk beklemeyelim diyerek boş gişeden biletleri alıp tırmanmaya başladık. Dönüşte o görevliyi aradım ama bulamadım muhtemelen benden önce iki kat dediği merdivenle çıkan birileri buldu onu. Be adam turistiz işte bilmiyoruz iki kat diyeceğine o iki katın kaç katlı apartmana denk geldiğini söylesene...Neyse başladık tırmanmaya o güneşte. Zaten ben ne kadar kaçarsam o ışınlar beni bulur tepemde parlar. Bir kat, iki kat, üç kat, dört kat bitmiyor da bitmiyor. Üstelik tıklım tıkış kalabalık. Dinlene çıka ikinci katı bulduk ama bu seferde asansör kuyruğu başladı. Öyle kolay değil Eyfel'in tepesine çıkmak. İki tur kuyrukta burada. Üstelik birbirlerinin önüne geçmeye çalışan uyanıklarda cabası. Neyse asansöre binip tepesine nail olduk. Tepede çıkanları karşılayan şampanya bardan aldığımız iki kadeh şampanya eşliğinde zirveye varışı kutladık. Zirve ve şampanyayla kendimi Nasuh Mahruki gibi hissetmeye başladım. Muhteşem bir manzara. Tüm Paris ayağımızın altında. Demirlere bağlanmış onlarca kilit. Sevdiklerine kavuşmak için kilitliyorlarmış aşıklar. Bir tür dilek kiliti. Etrafı seyredip fotoğrafları çektikten sonra sıra inişe geldi. Aynı işkence inişte devam etti. Asansör kuyruğu yine öne atlayanlar. En sonunda Sri Lanka'lı klanı söylenene söylene kuyruğa soktum :) Sonunda yere indik ve kendimizi bir restorana atıp buz gibi biraları söyledik. Paris'te ki günlüğüme Bir Paris Kabusu olarak not ettim Eyfel'i bir daha yapılmayacakların altına.Gel de Maupassant'a hak verme. Adam görmemek için yıllarca tepesindeki restoranda yemek yemiş :). Nasıl çıktıysa her gün...


Eyfel'i atlattıktan sonra ertesi gün Louvre'a gitmeye karar verdik. Oranında çok kalabalık olduğunu kuyruk olduğunu öğrendikten sonra sabah erkenden gittik. Evet kuyruk var evet kalabalık ama düzenli. İnsanlar sırayla alınıyor ve bilet almak almak için bir sürü gişe var. Fazla beklenmiyor ve kimse kimsenin önüne atlamıyor. Buranın en talep gören kişisi Louvre'un kraliçesi Mona Lisa. Herkes önünde toplanmış fotoğrafını çekiyor. O da manalı manalı gülümsüyor ziyaretçilerine. 



Louvre devasa muhteşem bir müze. Detaya girildiğinde bir haftada bitecek gibi değil. Binlerce eser her gün dünyanın dört bir yanından gelen insanları karşılıyor. Salon salona açılıyor, çağlar çağlara, uygarlıklar uygarlıklara...İnsan kendini kaybediyor tabloların, heykellerin arasında ve sonunda bir ses sizi kendinize getiriyor ve büyü bozuluyor : "Hadi anne yaaa ne zaman gideceğiz buradan yorulduk." 




İkinci kata çıkışta kanatlarını açmış bir melek karşılıyor ziyaretçileri. Işığa doğru gidiyorsunuz gibi bir his yayılıyor insanın içine :) Tavan işlemelerini izlemekten benim boynum ağrıdı doğrusu, yapanı ve restore edenleri düşünemiyorum. 





Paris Louvre derken Dan Brown'un bol bol kulaklarını çınlattık ve kendimizi St. Sulpice Kilisesi'nin içinde ki ruhani sessizliğinin içinde bulduk. Bir yandan vitraylardan süzülen ışık hüzmeleri bir yandan mumların titrek alevi ayrı bir gizem katıyordu Da Vinci Şifresi'nin sayfaları arasından çıkan kiliseye. 



Sırada biraz soluklanmak için Paris'in ünlü kafelerinden Les Deux Magots ve Café de Flore var. Yan yanalar zaten :) Bir zamanlar Jean Paul Sartre, Simone de Beauvoir'un oturduğu masalardan birine oturup iki kadeh şarap ısmarlıyoruz. Andre Gide, Hewingway, Prevert koyu bir sohbete dalmışlar. Sartre ve Beauvoir ise felsefi bir tartışma içindeler. "Kadın doğulmaz kadın olunur" dedi usulca ve Montparnasse'a da beklerim diye ekledi. Yok dedim oraya gelmeyim burada görüştük sana iyi uykular. 





Saint-Germain'de ufak bir yürüyüşten sonra sıra art deco tarzındaki Café de Flore'a geldi. Zamanın yazar, çizer, ressam gibi entellektüellerinin oturduğu, hararetli tartışmalara, koyu sohbetlere, amansız aşklara sahne olan bu iki kafedeki fiyatlar diğer kafelerdeki fiyatlarla aynı idi. Paris'in en eskilerinden ve en ünlülerinden biriyiz diye fiyatları tavana vurmamışlardı. Servis ise başka konu. Bize servis yapan garson yaşlı bir adamdı. Siyah kıyafetleri ve beyaz ütülü önlükleri ile bir Paris klasiği idi diyebilirim. Bizdeki beş yıldızlı otellerde ancak böyle servis elemanları vardır. 

Sokaklarına turladıktan sonra Paris'i bir de Seine'in üzerinden görmek lazım dedik ve kendimizi bir tekneye attık. "Sous le pont de Mirabeau coule Seine et nos amours" demiş Guillaume Appolinaire. Mirabeau köprüsünün altından akar Seine ve aşklarımız...Evet aşk şehri Paris'ten kim bilir kaç kişinin aşkı akıp gitmiştir bu güne kadar...



Veee Paris'in dükkanlarına geldi sıra...Kitapçıları, çikolatacı, resim ve gravür satan sokakların arasında gizlenmiş küçük sürprizleri. 



Kitapçıları derken işte burada duruyorum ve bizimkiler daha güzel diyorum ama fotoğraflamadan da edemiyorum.  Robinson Crusoe, Alkım, D&R, Remzi, Homer, Kabalcı vs...Ayrıca raflarda Orhan Pamuk ve Yaşar Kemal'in çevirilerini görmekte çok hoşuma gidiyor doğrusu. 


Gravür satan dükkanlardan birinin içine giriyorum. Birbirinden güzel gravürler süslüyor duvarları. Fiyat etiketleri ise o güzelliğin hakkını veriyor. Yağlı boya tablolar da aynı şekilde. Alıcı buluyorlar ki buradalar diye düşünerek girdiğim gibi çıkıyorum dışarı. Biraz daha kalsam kredi kartımda limit kalmayabilir buralarda.

Bir çikolata dükkanına rastlıyorum yürürken. Ziyaret etmeden es geçilemez önünden. Hele ki çocuklarla yürürken. Çocuklar bahane mi yoksa? :) 




Ve bir çiçekçi dükkanı çıkıyor önüme tüm sempatikliği ile. "Au nom de la rose" adı. Bir çiçekçi dükkanına konulabilecek en güzel ismi koymuşlar bence. Gülün adına...Aklıma Moos'un ünlü parçası geliyor. Taparcasına sevdiği kadına söyledikleri. 


"Au nom de la rose
Mon amie la femme
Prete-moi ton coeur
Pour ecrire des choses
A celle qui m'attend au ciel et que j'adore..."

Şarkıyı mırıldanarak yürüyorum eve doğru omuzlarıma çöken günün mutlu yorgunluğu eşliğinde...

Rüyalar alemine dalmadan önce bir kez daha gelirsem yapacaklarımı ve yapmayacaklarımı yazıyorum deftere...

Eyfel mi ? Bir kez daha asla...
Paris bir kez daha yazın mı ? Asla...Sonbahar ama kış tercihim. Karlı bir Paris kaçamağı fena olmaz doğrusu :)
Montmartre her zaman defalarca
Champs-Elysée illa ki 
Opera tabi kii
Saint-Germain mutlaka
Veee gitmek isteyip te zamanın yetmediği diğer yerler illa ki...