YENİ YILIN HERKESE SAĞLIK, MUTLULUK, HUZUR, BAŞARI VE BEREKET GETİRMESİ DİLEĞİ İLE....

MUTLU YILLAR:)




                                                                                                         

Geçen yıl neler yaptınız?


 
 
 
İyi Düşünün Bu yılınızı iyi geçirdiniz mi?
Sağlıklı olduğunuz için hiç sevindiniz mi?
Bu yıl hiç gün ışığı ile uyandınız mı?
Kaç kez güneşin doğuşunu izlediniz?
Bir neden yokken kaç kişiye hediye aldınız?
... Kaç sabah yolda bir kediyi okşadınız?
Bu yıl yeni doğmuş bir bebek parmağınızı sıkıca tuttu mu hiç?
Ve siz onu hiç kokladınız mı?
Yaz gecelerinde ne çok yıldız olduğuna hiç şaşırdınız mı?
Kendinize bu yıl kaç oyuncak aldınız?
Kaç kez gözlerinizden yaş gelinceye kadar güldünüz?
Yaşlı bir ağaca sarıldınız mı bu yıl?
Çimlere uzandığınız oldu mu?
Çocukluğunuzdan kalan bir şarkıyı söylediniz mi hiç?
Hiç suda taş kaydırdınız mı bu yıl?
Kaç kez kuşlara yem attınız?
Bir çiçeği dalındayken kokladınız mı?
Bu yıl kaç kez gökkuşağı gördünüz?
Ya da hediye alan bir çocuğun gözlerindeki ışığı?
Kaç kez mektup aldınız bu yıl?
Eski bir dostunuzu aradınız mı hiç?
Kimseyle barıştınız mı bu yıl?
Aslında mutlu olduğunuzu kaç kez farkettiniz bu yıl?
İyi bir yılın, bunlar gibi birçok "küçük şeye"e
Bağlı olduğunu hiç düşündünüz mü bu yıl?
Yayılın çimenlerin üzerine..... acele edin....
Er veya geç... çimenler yayılacak üzerinize...
Mutlu Yıllar!!!
 
-Alıntı-

Artık gidebilirsin...2011


 
 
 
 
Bu yıl, kendin için çok şey yap;
Bembeyaz bir sayfaya geç, al kalemi eline, her istediğini yaz..
Çekinme! “Olmaz ki” diye düşünme.. Sen yaz..
... Sonra her gün o sayfaya yeniden bak.. Olan isteklerinin yanına yıldız koy..
Sevdiklerinin ellerini, yüreklerini sımsıkı tut,
Yalnızsan, saltanatını sür ama 2’nin, 1’den daha zengin olduğunu unutma!
Gözündeki yaşları sil, çünkü yaşlı gözlerle geleceği göremezsin…
Dostlarına zaman ayır!
Belki kırgınlıklarını unutmayacaksın ama affetmeyi dene…
Sağlığına dikkat et!
Doğa’nın keyfini çıkart…
Kızılderililerin dediği gibi, “izin verme düne, taşmasın bugüne”…
Ve, arada nefeslen, nefeslen ki, ruhun sana yetişsin…
Ben kendi adıma şunları da ekliyorum beyaz sayfama;
Sevgili 2012, öncelikle insanoğlu bu yıl “insan” olduğunu hatırlasın..
Barış ve özgürlük kelimeleri anlamlarını bulsun.
Ayrımcılık, ırkçılık, ölümler son bulsun.
Adalet, adil olsun..
Hırslar, insan olmanın önüne geçmesin..
Ailem, yavrum, dostlarım sağlıklı, başarılı ve mutlu olsun. .
Yarınım bugünümü aratmasın…
Bi de… .. anladınız siz onu ☺
Hepinize mutlu, güzel bir yıl dilerim.
 
-Alıntı-
 
 
 

Noel Baba Ve Türkiye




Noel Baba, dünyadaki bir çok çocuğun yılbaşı yaklaşırken mektup yazıp hediyeler istedikleri sevimli koca göbekli, beyaz sakallı, kırmızı giysili Santa Claus'ı. Hediyeler ve istekler mektupla bildirildikten sonra heyecanlı bir bekleme dönemine girilir. Acaba ne zaman ve nereden gelecek?

Ve beklenen gün geldiğinde Noel Baba ren geyiklerini çektiği uçan kızağı ile evlerin üzerinden dolaşarak istedikleri hediyeleri bacalardan evlerin içine atar. Teşekkürler Noel Baba:)

Hiç bir zaman gerçeği ile karşılaşamazlar, hayaldir Noel Baba çocuklar için ama yine de güzeldir ve özeldir. Onların geniş hayal dünyasının renkli bir karakteridir taa kii büyüyüp gerçeği öğrendikleri güne kadar.

Çocukların sevgisini kazanmış bu topraklarda doğmuş, yaşamış ve ölmüş tatlı ihtiyarcığı yıllardır yabancılar sahiplenmekte ve üstünden çok güzel gelir elde etmektedirler. İşin maddi yanı bir yana bir de manevi yanı var. Noel Baba'ya aslında en çok bizlerin sahip çıkması gerekirken kaptırıverdiğimiz değerlerden biri olduğunu düşünmüşümdür her zaman. Madem bizim topraklarımızda yaşadı (isteyen aksini söyleyebilir ama) Noel Baba bizimdir:). Nasıl ağaç süsleme geleneği eski Türklerden çıkmışsa Noel Baba'da bu topraklardan çıkmıştır...

Santa Claus, Ayanikola nam-ı değer Noel Baba 4yy'da Lykia Myra'da (Antalya - Demre) yaşamış ve bugüne kadar yaşatılan efsanevi bir azizdir. O dönemde çocukların ve denizcilerin azizi olarak kabul edilmiştir. Ölümünden sonra Myra'da gömülmüş ve kemiklerinin bir kısmı İtalya Bari'ye kaçırılmıştır.

Vee sonunda Noel Baba'ya sahip çıkmaya karar verilmiş ve ABD'de Türkiye reklamlarında kullanılmaya başlanmış. Darısı diğer ülkelerdeki tanıtımların başına...

Bu konuyla ilgili haberi okumak isterseniz linki tıklayınız...

İçinizdeki çocuğu hiç öldürmemeniz ve Noel Baba'dan istediğiniz tüm hediyelerin gerçekleşmesi dileği ile:)


Suyun öte yanından Anadolu motifleri

Suyun öte yanından Anadolu motifleri

Yunan ressam Georgios Maroudas’un Rahmi M. Koç Müzesi’nde açılan sergisine verdiği ‘Büyüleyici Bir Gerçeklik’ adı, hem sanatçının tutkun olduğu kilimleri nitelerken kullandığı bir ifade hem de Maroudas’ın resimlerini yakından gören gözlerin eserler için yorumu.

Zira, sanatçının Anadolu motiflerini resmettiği eserlerini ‘gerçek’ten ayırt edebilmek büyük mesele. Rahmi Koç’un Midilli Adası’nda keşfettiği Georgios Maroudas’la kilimlerle tanışmasıyla başlayan göçebe bir sanatçıya dönüşme hikâyesini konuştuk.
Kendinizi natürmorda meraklı sürrealist bir ressam olarak niteliyorsunuz. Peki, kilimlerle tanıştıktan sonra resminiz nasıl bir dönüşüme uğradı?- Bu kavramları sanatta ayrımlar yapabilmek için kullanıyoruz. Kendi sanatımı açıklarken kullandığım ifade ise, akademik gerçekçilik. Çünkü temelimi akademiye dayandırıyor ve objeleri resmederken buna dikkat etmeye çalışıyorum. Daha önceleri natürmort çalışırdım. Yine bir masa ve masa üzerinde bir örtü olurdu eserlerimde. O zamanlar masa örtüsü ve masanın düz bir görüntü olmasına dikkat ediyordum. Üstelik bu teknik, işimi de kolaylaştırıyordu. Şimdi de natürmort resimler yapıyorum. Ancak bu kez masanın üzerine dokusu olan bir örtü, yani kilim koyuyorum. Yakın zamana ait resimlerde, tam tersi söz konusu. Kilimler ilginç olan, etraftakiler ise dekoratiftir. 
Bu merak nereden geliyor?- Kilimlerle ilk başta dokuları sebebiyle ve sadece zorlayıcı bir çalışma resmetmek için ilgileniyordum. Ama ne zaman ki bir kilime dokundum, onun yarattığı his bende merak doğurdu ve zamanla bir tutku halini aldı. Ondan sonra Türkiye’yi dolaşarak kilim aramaya başladım. Hakkında öğrendiklerim kilime olan tutkumu daha da artırdı. Türkiye halkının da bilmesi gereken bir şey var ki, dünyanın hiçbir yerinde böyle kuvvetli bir miras yok. Yeni jenerasyonlar sentetik ipliklerden yapılan halılara aşina. Halbuki hiçbirisi bir Kapadokya kiliminin dokusuna sahip olamaz. Dünyanın her tarafında bu kilimlerden zevk alıp, onları toplayan insanlar var. Bu miras yalnızca Anadolu topraklarına özgü. Bunun iki sonucu var. Bir sürü koleksiyonluk parça yurtdışına, yani toprağından uzağa götürülüyor. Öte yandan, kim bir kilim alıp ülkesine götürdüyse onu saklıyor. Yani, kilimler korunmuş oluyor.
GÖÇEBE KADINLAR SAYESİNDE OLGUNLAŞTIM
Kilimler sizin için neden büyüleyici?- Bundan iki yüz sene öncesine gidelim mesela... İnsanlar çok zor koşullarda yaşıyor. Biz, Anadolu dağlarının birinde yaşayan bir kadın düşünelim. Bakması gereken çocukları, yapması gereken pek çok ev işi var. Ama o bir taraftan da dokuma tezgahında çalışıyor. Yaşantısını o kilime dokuyor aslında. Ortaya çıkan işin etkileyiciliğine ve bugün bir sanat eseri olarak değerlendiriliyor olmasına şaşmamak lazım aslında. Ben kilim resimleri çizmeye başladığımda ise, bende en derin saygıyı o göçebe kadınlar kazandı. Muhakkak beni renkler, dakiklik ve sabır konularında bir sanatçı olarak olgunlaştırdılar.
Aşık birinin heyecanıyla anlatıyorsunuz... İlk ne zaman göz göze geldiniz?- Kesinlikle! İlk görüşte aşktı bu. İkinci kez düşünmeme bile gerek kalmayan bir karşılaşmaydı. Bundan 50 ya da 60 yıl kadar önce halı toplayan kişilere aldıkları halılar, kilimlere sarılarak verilirdi. Halıyı kaplamaya yetecek kadar büyük kağıt nereden bulunacak tabii. Bu kadar değerli bir parçanın halıcının gözündeki kıymetsizliği bana çok çarpıcı geldi. Kilimleri incelerken benim için yeni bir dünya açıldı. Tabii ilk kez kilim koleksiyonu yapmaya başladığımda; semboller, tasarımlar, orijinler ve yaşları hakkında hiçbir fikrim yoktu. İçgüdüsel olarak alışveriş yapıyor, kitaplarda gördüklerimi hatırlamaya çalışıyordum. Çabuk öğrenirim ve doğru  kitapları alma ile doğru zamanda doğru yerde bulunma konusunda şanslıydım.

Haberin devamını okumak için linki tıklayınız...

BİR CUMARTESİ GECESİ YALNIZLIĞI






 Atilla Birkiye'den...

Yüzünüzdeki gizemin ardına dokunmak
                                                         olanaklı mı?
Kötü bir rüya, yalnızlık
Yarım kalmış kitapları bitirdim
Tozlanmışlardı
Bir trompet eşliğinde
Gizeminin ardına düştüm
Cazın ritmi yüzünü belleğimden silemedi.

Arkamı döndüğümde, sır olup yitivermiştin

Kapının önü bir cumartesi gecesi yalnızlığı
Kapının önünü bir lamba aydınlatıyor
Kapının önünde yalnızca ayak izlerin
Kapının önündeki söylenmemiş bir çift söz

Gecenin karanlığı yüzünü belleğimden
                                                         silemedi.


American Horror Story

TV ve dizi seyretmeyen ben bu aralar bir diziye fena halde takmış durumdayım. Tesadüfen tanıtımını gördüm, hadi bu akşam uyuyakalmazsam seyrederim belki diye işaretlediğim günden beri benden hiç beklenmeyecek bir şekilde dizinin müdavimi oldum.  Genelde dizi özürlüyümdür. Gününü kaçırırım, sıkılırım bir şekilde bırakırım devamını getirmem. Hele ki bölümler birbirini takip ediyorsa hiç katlanamam. En son izlediğim dizi Avrupa Yakası idi, onunda son bölümlerini izlememiştim. 

American Horror Story'yi görünce tekrar dizi izlemeye başladım. Film üç kişilik Harmon ailesinin Boston'dan Los Angeles'a yerleşmesiyle başlıyor. Vivien psikiyatrist olan kocasını  bir kadınla yakaladıktan sonra olanları geride bırakıp yeni bir hayata başlamak için kızları Violet ile Los Angeles'ta benzerlerinden oldukça ucuza aldıkları eve taşınırlar. Evin ucuzluğu daha önceki sahiplerinin ölümü ve evde meydana gelen paranormal olaylardan kaynaklanıyor.

Evden çıkmayan garip komşular, bir görünüp bir kaybolan koşuşturup duran çocuklar, Ben'in hastaları, evin yaşlı ? hizmetcisi, Vivien'in beklediği bebeği, aile ilişkileri, hayaletler, gizemler, paranormal olaylarla örülmüş bir senaryo.

Oyunculara gelince evin babası Ben'i Dylan Mc Dermott canlandırıyor. Anne Vivien'i Connie Britton, kızları Violet'i ise Taissa Farmiga. Gizemli komşuları Costance rolünü ise benim sevdiğim oyunculardan Jessica Lange canlandırıyor.

Seyretmek isterseniz dizi FX kanalında yayınlanıyor. Bu türden hoşlanıyorsanız iyi seyirler:)

Türk resminin ilk çıplakları

Türk resminin ilk çıplakları

Sakıp Sabancı Müzesi’de ‘Bir Ülke Değişirken’ sergisi Türk resmindeki pek çok ilki günışığına çıkarıyor. Bunlardan biri de Halil Paşa’nın yaptığı çıplak eskiz çalışmaları.

Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi (SSM) bir salonunu bundan böyle kendi koleksiyonundaki eserlerden oluşturacağı tematik sergilere ayırıyor. Yarın başlayacak olan ‘Bir Ülke Değişirken - Tanzimattan Cumhuriyete Türk Resmi’ bunlardan ilki. Osman Hamdi Bey, Fikret Muallâ, Halil Paşa, Şehzade Abdülmecid Efendi ve İzzet Ziya gibi, Türk Resim Sanatı’nın önemli sanatçılarının eserlerini içeren koleksiyon, yeni yapılan bu özel galeride bundan böyle sürekli teşhir edilecek. Bilimsel danışmanlığını Prof. Dr. Semra Germaner ve Doç. Dr. Ahu Antmen’in üstlendiği sergide 26 sanatçının 90 eseri yer alıyor.
RESİM HEYKEL'İN MİSYONU
Dün müzede gerçekleştirilen basın toplantısıyla tanıtılan sergide konuşan Sakıp Sabancı Müzesi Müdürü Nazan Ölçer; “Resimler, farklı modernizm görünüm ve eğilimleriyle, Osmanlı ve Türk resminde ortaya çıkan sanat anlayışları ve bakış açılarının anlaşılabilmesi için sağlam bir zemin oluşturuyor” dedi. Prof. Germaner ise Sabancı Müzesi’nin özel koleksiyonundan hazırlanan bu sergi aracılığı ile Resim Heykel Müzesi’nin misyonunu yerine getirdiğini söyledi. Ahu Antmen de serginin dönemin atmosferine ve anlayışına göre hazırlandığının altını çizdi.
BİR KOLEKSİYONERİN GÖZÜYLE

Haberin devamını okumak için linki tıklayınız

CARLOS FUENTES - Bir kitap ne başlar ne biter...



HASAN ALİ TOPTAŞ

Bir metnin gerisinde neler olup bittiğini düşündünüz mü hiç? İşte size bunun en çarpıcı örneği: Carlos Fuentes ve "Aura".

ZAMAN zaman bazı hikâyeleri, diğerlerine göre daha çok severiz. Durup dururken neden bizi o kadar derinden etkilediklerini, içimizde uyuklayan hangi karanlığı aydınlattıklarını ya da ruhumuzun yırtılan yerlerini nasıl tamir ettiklerini hiç mi hiç bilemeyiz ama eşsiz bir hazine bulmuşçasına, eşe dosta büyük bir heyecanla anlatır dururuz onları. Sadece anlatıp durmakla da kalmayız hatta, herkes tarafından mutlaka ve mutlaka okusunlar isteriz. Sonra, gün gelir heyecanımız balon gibi birdenbire söner ve dilimize dolanan bu hikâyeleri de atarız zihnimizdeki hikâyeler mezarlığına. Hem de öyle bir atarız ki, zihin denen o daracık genişliğin hangi parseline gömüldüler diye, bir kez olsun dönüp bakmak aklımıza bile gelmez. Böylece, geçmişte bizim iç denizlerimizde fırtınalar koparan bu hikâyecikler orada, unutuşun tozları arasında çürümeye başlar. Bir süre sonra, gözümüze ne adına kurgu denen iskeletlerinin cazibesi görünür ne de üslûplarının tadı. İnanılmaz bir hızla, bize feleğimizi şaşırtan derinlikleri de solar tabii bütün bunlarla birlikte, biçimleri miçimleri de ölür ve geriye kalsa kalsa, uzaklığın şeklini alan bir üfürümlük toz kalır. Uzun lafın kısası, adları bile hatırlanmaz artık.
Hiç kuşkusuz, gönlümüze hızla girip çıkıveren bu tür hikâyeler, bizi günlük koşuşturmalarımızın içinde gafil avlayan hikâyelerdir. Başka bir deyişle, bizim gelip geçici yanlarımıza seslenen hikayeler. Ya da, bizim bütün tellerimize değil de, o an hangi telimiz gerginse, sadece o telin en hassas noktasına dokunan hikayeler.
Bir de, geniş dokunuşlarla çocuksu yanlarımızı okşayarak içimizdeki ezeli tedirginliğin içine doğru seslenen, her daim baş tacı ettiğimiz hikâyeler vardır. Yirmi yıl, otuz yıl önce okumuş olsak da hiç unutamayız onları. Hatırladıkça varlığımızın temel taşlarını titreten, hatırladıkça gözlerimizdeki ışıltıları çoğaltıp yüreğimizi genişleten, hatta bizim dünyaya bakışımızı her defasında yeniden yıkıp yeniden kuran bu tür hikâyeler asla eskimezler çünkü; hayatımızdaki yerlerini ilk günkü gibi korurlar. Başkaları nasıl bakarsa baksın, onlar bizim hikayelerimizdir. Aramıza ne başka hikayeler girebilir, ne başka insanlar, ne de başka zamanlar. Doğrusunu söylemek gerekirse, hayali damarlarla bu hikâyelere nasıl bağlandığımızı da bilemeyiz aslında. Biri kalkıp, bunlar benim hikâyelerim diyorsa, orada zınk diye durmak gerekir zaten; ötesine gitmemek, ayrıntılarını bilmemek, nedenini sormamak gerekir.
Okuduğum onca hikâyeye rağmen, benim hikâyelerim de neredeyse yirmi yıldan bu yana hiç değişmedi. Bu konuda bana bir soru sorulduğunda ya da cesaret edip eş dost meclisinde kendiliğimden konuşmaya başladığımda hep aynı hikâyelerin adını saydım: Gabriel Garcia Marquez'den, "Boğularak Ölenlerin En Yakışıklısı"; Borges'ten, "Yolları Çatallanan Bahçe"; Carlos Fuentes'ten, "Aura"; Kafka'dan, "Kanun Önünde", "İmparatorun Haberi", "Ceza Sömürgesi", "Kovalı Süvari", "Çiftlik Kapısına Vuruş" ve ille de "Avcı Gracchus"...
Hepi topu, dokuz hikâye.
Yıllardır, döner döner okurum bu hikâyeleri; kapımı döven gürültüler yüzünden bunaldığımda, zihnim çalışmaktan duracak gibi olduğunda, kalemim yorulduğunda ya da kendi yazdıklarımı beğenmeyip gözlerime şöyle doğru dürüst bir edebi ziyafet çekmek istediğimde hep onlara başvururum. Kimi zaman sırf kendi paşa keyfim için bu dokuz hikâyeyi, "Kendiceğizimin Bayıldığı Hikâyeler" adlı bir kitapta toplamayı düşünür, kimi zaman devasa kağıtlara onların fotokopilerini çektirip evimin duvarlarına yapıştırmayı hayal eder, kimi zaman da -ne yalan söyleyeyim- bu hikâyeler hakkında şöyle dört başı mamur, taş gibi bir kitap yazmayı tasarlarım. Bunları yapar mıyım, yapamaz mıyım bilemiyorum tabii. Benim bildiğim şu ki, olanaklar elverir de bir gün oturup hayalimdeki kitabı yazmaya kalkarsam, artık "Aura" adlı hikâyeyi bu işin dışında tutmam gerekecek.
Birkaç hafta önce, Carlos Fuentes'in "Kendim ve Ötekiler" adlı denemelerini okudum çünkü ve orada, dünyanın en güzel hikâyelerinden biri olan "Aura" hakkında tamı tamına yirmi bir sayfalık bir bölümle karşılaştım. "Kitaplarımdan Birini Nasıl Yazdım" adını taşıyan (Calvino da, ünlü romanı "Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu"nun yazım serüvenini anlattığı, çizimlerle dolu küçük kitabına aynı adı vermişti) bu bölüm, itiraf edeyim, en az "Aura" kadar ilginç geldi bana.
Daha ilk sayfalarda, "Aura"nın gerçek yazarının 17 Eylül l580'de Madrid'de doğmuş olan ve 8 Eylül 1645'te Villanueva de los Infantes'de öldüğü varsayılan Quevedo y Villegas olduğunu söylüyor Fuentes. Ardından da, "Bu dünyada babasız bir kitap, öksüz bir cilt var mıdır?" diyerek, büyük bir alçakgönüllülükle, "Aura"nın yüzyıllar önce başka başka yazarlar tarafından kaleme alınan farklı biçimlerine değiniyor. "Aura"yı yazdıktan dört yıl sonra Roma'da, Rafael Alberti ile Maria Teresa Leon'un önerisiyle gittiği eski bir kitapçıda, Hiosuişi Şoun tarafından yazılıp 1666'da yayımlanan Japon masallarına değiniyor sözgelimi ve orada anlatılan "Fahişe Miyagino" adlı hikâyeyi görünce fena halde şaşırdığını söylüyor.
Bu arada, biz de şaşırıyoruz tabii. İtalyancaya çevrilen bu Japon masallarında rastladığı "Aura"nın ayak izlerini takip eden Fuentes, bu kez de, "erken Hıristiyanlık dönemi rahipleriyle Ortaçağ safsatacıları üzerine yazılan yüz seksen cildi okuyarak "Samanyolu" filminin senaryo hazırlıklarını yapmakta olan" kadim dostu Bunuel'e koşuyor çünkü ve ondan, Paris'teki Ulusal Kütüphane'de bulunan bibliyografi bölümüne girebilmesi için ne yapıp edip bir yol bulmasını istiyor. Bunuel, "bir 15. yy. Japon bakiresinin bekaretine ya da aynı çağ ve ulustan bir fahişenin cesedine nüfuz etmekten daha zor" girilebilen bu bölüme, bir gün karanlıkta gizlice sokuyor onu. Fuentes, Japon masallarının izini sürerek burada, hikâyenin asıl kaynağının "Ai'King'in Yaşamöyküsü" başlıklı bir Çin masalı olduğunu keşfediyor.
Ardından, Henry James, Charles Dickens ve Puşkin'in bazı yapıtlarıyla "Aura" arasındaki bazı bağlantılara geçiyor yazar ve 'Her şey aslını yitirmeksizin bir başkası oluyor,' dedikten sonra 1976'nın Eylül'üne dönerek, bir yemek masasında, opera sahnelerinin büyük sopranosu Maria Callas ile karşılaşmasını anlatıyor. Masada, bir efsaneyle yan yana oturmuştur ama sahnede en berrak ve en görkemli sesleri çıkaran bu efsane o sırada, Altıncı Cadde'deki Sam Goody's dükkanında Maria Callas plakları satan bir kızın sesiyle konuşmaktadır. Hatta, beyaz çiçek yapraklarıyla nemli zeytinlerin oluşturduğu bir fırtınada ışıl ışıl yanan iki siyah deniz fenerine benzeyen gözlerini çevirip konuşurken sesini yaşlı bir kadının sesine dönüştürmekte ve bu eskil sese, çılgınlığın iniş çıkışlarını da katmaktadır.
'O an "Aura"nın asıl kaynağını keşfettim,' diyor Fuentes.
Daha sonra da, oğul Alexandre Dumas'nın "Kamelyalı Kadın"ını yeniden okuyor ve romanda yer alan trajik bir sahneyle "Aura" hakkındaki bölümü bitiriyor.
Doğrusu, Fuentes'in bu baş döndürücü gezintiyi yapması, yazmadan önce ve yazdıktan sonra kendi hikayesinin tematik ve kurgusal geçmişini bu denli derinlerde arayıp bulması ve bulduğu her şeyi büyük bir titizlikle tek tek sergilemesi "Aura"nın tadını hiç mi hiç bozmuyor. Başka bir deyişle, ne artırıyor ne de eksiltiyor onun değerini. Gene de, bir metnin gerisinde neler olup bittiğine dair bize müthiş örnekler sunuyor.
Aynı zamanda, Mallarme'nin şu cümlesini bir kez daha doğruluyor: "Bir kitap ne başlar, ne biter; olsa olsa öyle görünür."
 
 Milliyet Kitap'tan alıntıdır...


Noel Baba'ya yazılmış 100 yıllık mektup bulundu:)

Çocuk her yerde her dönemde çocuk...
Gülümseten haberlerden biri daha:)
"Sevgili Noel Baba..."

İrlanda'nın başkenti Dublin'de bir evin bacasında Noel Baba'ya yazılmış 100 yıllık mektup bulundu.

Terenure mahallesinde yaşayan John Byrne'ın, evine merkezi ısıtma sistemi yerleştirirken eski şömine bacasının gizli bölmesinde yıllar önce bulup sakladığı mektup, 1911'de, biri kız diğeri erkek iki çocuk tarafından kaleme alınmış.
Mektup zaman içinde şömine dumanından biraz zarar görse de hala okunabiliyor ve çocukların hediye istekleriyle Noel Baba'ya iyi şans dileklerini içeriyor.
H. ve A. Howard, çizimlerle süsledikleri mektuplarında, "Noel Baba"dan oyuncak bebek, yağmurluk, eldiven, elma şekeri ile altın ve gümüş paralar istiyor.
Haberin devamını okumak için linki tıklayınız...

AB standartları sürücülerin ezberini bozdu:))

                                                        Seç, beğen, al...
 
Bu haberi okuyunca çok güldüm. AB uyum sürecinde değiştirilen bazı trafik işaret levhalarının yanlış anlaşıldığı ortaya çıkmışşşş:))))
 
Ahhh Aziz Nesin neredesin, tam senlik bir vaka. Kalk ta gör:)
 
Aslında haklılar. Trafikteki bütün keşmekeş yeni levhalardan kaynaklanıyor. Bugüne kadar herşey ne kadar düzenliydi. Kimse kimseyi sollanmayacak yerde sollamaz, girilmezden girilmez, dönülmezden dönülmez, yayalara yol verilir, kaç km yazılıyorsa o kadar sürat yapılır, emniyet şeridi asla kullanılmaz. Park edilmezde park edenide gördük, sol şeridi tıkayıp telefonda sohbet edeninide, levhaları kurşunlayanlarıda, yükseklik levhasına aldırmayıp 'arkadaşlar geçersin dedi' diyerek koca otobüsü köprünün altına sıkıştıranınıda. Ne var ki şurada biz bize gül gibi geçinip gidiyorduk trafikte. Nerden çıktı bu AB levhaları anlamadım gitti. Ortalığı birbirine kattı. 
 
 
 
Şaka bir yana bir önceki levhalarla AB süreci çerçevesinde kullanılan levhalar arasında farklılık olsada tersini çağrıştıracak kadar bir farklılık olmasa gerek ama fırsattan istifade levha değişti ya anlamadım ayağına yatar cezadan kurtulursun kuralı trafikte en geçerli kural bu aralar herhalde. 
 
Sonuç biz trafiğinde, levhalarında, saygısız sürücülerinde eski halini biliyoruz. Eskisi neydi ki yenisi ne olsun...
 
Aziz Nesin haklıydı galiba...Ne dersiniz:))  
Sürücülerin ezberi bozuldu

Ankara'da yapılan bir araştırmada, Avrupa Birliği'ne (AB) uyum sürecinde değiştirilen bazı trafik işaret levhalarının tam tersi anlam çağrıştırdığı ortaya çıktı.

Orta Doğu Teknik Üniversitesi İnşaat Mühendisliği Bölümü Ulaşım Araştırma Merkezi'nden Dr. Hediye Tüydeş Yaman ve Erkut Kırmızıoğlu tarafından Emniyet Genel Müdürlüğü Trafik Eğitim Araştırma Daire Başkanlığının desteğiyle Karayolu Trafik Güvenliği Kurulu Alt Çalışma Grubu'nun seçtiği, trafik güvenliğine etkisi yüksek olması beklenen ve AB uyum süreci kapsamında değişen levhaları da içeren 39 trafik işaret levhasının bilinirlik düzeyi araştırıldı.

Araştırma kapsamında hazırlanan ankete, büyük çoğunluğu üniversite mezunu, sürücü belgesi olan, bin 134'ü erkek, 327'si kadın olmak üzere toplam bin 478 sürücü katıldı. Ankete katılanların 271'i otobüs ve taksi şoförü gibi profesyonel sürücü olduğunu ifade ederken, bin 160 katılımcı ise profesyonel olarak sürücü olmadığını belirterek ankette trafik levhalarıyla ilgili soruları yanıtladı.

Anket formunda yer alan her levhanın anlamı için verilen yanıtlar, “ters, yanlış, yorumsuz, kısmen doğru, yanıtlar doğru” şeklinde kodlandı.

Katılımcıların verdiği yanıtlara göre, bazı trafik işaret levhalarının tam doğru olarak bilinmesine rağmen,bazılarının hiç bilinmediği yada yanlış bilindiği, hatta bazıların ters anlam çağrıştırdığı görüldü.

Haberin devamını okumak için linki tıklayınız:)

İşte insan beynini geliştiren on roman

İşte insan beynini geliştiren on roman

Bilim dünyası sonunda edebiyata da el attı ve insan beynini farklı bir biçimde etkileyen on romanı tespit etti. Listede Tolstoy da var Virgina Woolf da.

EDEBİYATIN ‘iyileştirici’ niteliğinden yola çıkan bir grup bilim insanı, nitelikli romanların insan beynini geliştirip keskinleştirdiğini, sosyal bağları güçlendirerek kişiliği değiştirdiğini ve ilişki kurmayı kolaylaştırdığını koydu ortaya. Toronto Üniversitesi öğretim üyesi psikiyatr Keith Oatley ve Ingrid Wickelgren tarafından Scientific American’da yazılan makaleye göre, roman kahramanlarıyla özdeşleşmek, hem hayal dünyasını zenginleştiriyor, hem de sosyal bağları güçlendiriyor.

Nitelikli bir roman, bu etkileriyle insan beynini de keskinleştiriyor ve insan davranışlarına ilişkin sağlam ipuçları veriyor. İki bilim insanı, insan beynini en fazla geliştiren on romanı da tespit etmişler. Listede Tolstoy’un Anna Karenina veya Virginia Woolf’un Bayan Dalloway’ın yanı sıra Muhsin Hamid’in 2007 yılında yazdığı ‘The Reluctant Fundamentalist / Gönülsüz Köktendinci’ isimli romanı da yer alıyor. Bakın bakalım, siz ne kadar etkilendiniz bu romanlardan...

Listede yer alan on roman

- Johann von Goethe / Genç Werther’in Çektikleri (1787)
- Jane Austen / Aşk ve Gurur (1813)
Haberin devamını okumak için linki tıklayınız...

NARDUGAN'DAN ÇAM AĞACINA



Yılbaşı yaklaşıyor. Caddeler, mağazalar ışıl ışıl. Çam ağaçları süslenmeye başladı. Yılın en sevdiğim dönemi. Yeni yıl, yeni umutlar, yeniden doğuş...Herkesin farklı istedikleri vardır gelecek yıldan ama ben her yıl aynı şeyi dilerim saat 24.00 vurduğunda. Sağlık, huzur, mutluluk ve şükrederim böyle geçirdiğim her dakika için.

Her yıl evin bir köşesine çamımızı kurarız. Kıpkırmızı narlarımız evin masasında yerini alır. Kırmızı ve yeşildir benim için yılın bu döneminin renkleri.

Noel Baba vardır hani bu ülkenin topraklarında Demre'de doğupta yabancılara kaptırdığımız Santa Clause. Ufak tefek hediyeler bırakır çamın altına 31 Aralıkta açılmak üzere ev halkına.

Ağaç süsleme geleneğinin geçmişini Sümerolog Muazzez İlmiye Çığ'dan dinleyelim. Bakın neler anlatıyor Çığ yılbaşında süslenen ağaçlarla ilgili...

Daha çok erken ama hepinize mutlu, sağlıklı, huzurlu ve nar taneleri kadar bereketli bir yıl dilerim. Her şey gönlünüzce olsun:)





HIRİSTİYANLARIN İsa’nın doğuşu olarak kutladığı Noel, çok eski Türklerin yeniden doğuş bayramıdır.

Türklerin, tektanrılı dinlere girmesinden önceki inançlarına göre, yeryüzünün tam ortasında bir akçam ağacı bulunuyor. Buna ‘hayat ağacı’ diyorlar. Bu ağacı, motif olarak bizim bütün halı, kilim ve işlemelerimizde görebiliriz.

Türklerde Güneş çok önemli. İnançlarına göre gecelerin kısalıp gündüzlerin uzamaya başladığı 22 Aralık’ta gece gündüzle savaşıyor. Uzun bir savaştan sonra gün geceyi yenerek zafer kazanıyor. İşte bu Güneş’in zaferini, yeniden doğuşu, Türkler büyük şenliklerle akçam ağacı altında kutluyorlar. Güneş’in yeniden doğuşu, bir yeni doğum olarak algılanıyor.

Bayramın adı NARDUGAN (nar=güneş, tugan, dugan=doğan) doğan güneş.

Güneşi geri verdi diye Tanrı Ülgen’e dualar ediyorlar. Duaları Tanrı’ya gitsin diye ağacın altına hediyeler koyuyorlar, dallarına bantlar bağlayarak o yıl için dilekler diliyorlar Tanrı’dan. Bu bayram için, evler temizleniyor. Güzel giysiler giyiliyor. Ağacın etrafında şarkılar söyleyip oyunlar oynuyorlar. Yaşlılar, büyükbabalar, nineler ziyaret ediliyor, aileler bir araya gelerek birlikte yiyip içiyorlar. Yedikleri, yaş ve kuru meyveler, özel yemek ve şekerleme. Bayram, aile ve dostlar bir araya gelerek kutlanırsa ömür çoğalır, uğur gelirmiş. Akçam ağacı yalnız Orta Asya’da yetişiyormuş. Filistin’de bu ağacı bilmezlermiş.

Bu yüzden bu olayın Türklerden Hıristiyanlara geçtiği ve bunu da Hunların Avrupa’ya gelişlerinden sonra onlardan görerek aldıkları söyleniyor.

İsa’nın doğumu ile hiç ilgisi yok.

“Doğum, güneşin yeniden doğuşu.”
Muazzez İlmiye ÇIĞ Sümerolog



 

Efsanevi lider hayatını kaybetti

Efsanevi Çek lider hayatını kaybetti

Çekoslovakya'daki sosyalist rejimin "kadife devrimle" sona ermesinde, ülkenin Çek Cumhuriyeti ve Slovakya olarak ikiye bölünmesinde kilit rol oynayan, demokratik seçimle göreve gelen ilk Cumhurbaşkanı Çek lider Vaclav Havel, bugün hayatını kaybetti.

Çek televizyonunun duyurduğu haberde, bu sabah hayata gözlerini yuman 75 yaşındaki Vaclav Havel'in ölümünün birden çok hastalığa bağlı olduğu belirtildi.
Havel'in basın danışmanı Sabina Tancevova, yaptığı açıklamada, eski başkanın uykusunda öldüğünü söyledi. Havel'in sağlık sorunlarının, 1980 yılında hapisanede geçirdiği ve iyi tedavi edilmeyen zatürreye ve yakalandığı akciğer kanserine bağlı olduğu açıklandı.
1989'daki Komünizm karşıtı "Kadife Devrim"in lideri olarak tanınan Havel, 1989'dan 2003'e kadar önce Çekoslovakya'yı, ardından Çek Cumhuriyeti'ni yönetti. Havel, ülkesinde 1989'da gerçekleştirilen şiddet içermeyen devrim sonrasında, demokratik bir seçimle göreve gelen ilk Cumhurbaşkanıydı.
AİLECE DÜŞMAN İLAN EDİLDİLER
5 Ekim 1936'da Prag'da dünyaya gelen Vaclav Havel, ülkede işadamı olarak çalışan, hümanizm savunucusu bireylerden oluşan varlıklı bir ailede büyüdü. Ailece, komünistler tarafından "Almanlarla beraber çalışmak"la suçlandılar ve "düşman sınıf" ilan edildiler. Bu yüzden, genç Havel'in okula gitmesi, o dönemin hükümetince engellendi. Bunun üzerine, dört yıl boyunca bir kimya laboratuvarında yardımcı teknisyen olarak çalışan Havel, bir yandan da bir lisede akşam derslerine katılarak üniversite sınavına hazırlandı. Böylece, Prag Yüksek Teknik Okulu'nda ekonomi okumaya hak kazandı.
Ailesi sayesinde edindiği insan hakları savunuculuğu onu, 1950'lilerde komünizmin yıprattığı veya yok ettiği Çekoslovakya Cumhuriyeti'nin insani değerleri üzerine yazılar yazmaya yönlendirdi. Henüz 19 yaşındayken makaleler, haberler yayımlamaya başladı. 

Haberin devamını okumak için linki tıklayınız....

Aragon ile Elsa




Paris sokaklarında pırıl pırıl bir yağmur,
oradan oraya sürükleniyor yapraklar, 
kuşlar saçak altlarına sığınıyor.
kahvede
camın ardında bir çift göz
çiçek satıcısının çiçeklerine bakıyor
birdenbire açılan rengarenk şemsiyelere

Paris’in düşüşünü unutmuyor hiçbir zaman
direnmenin çoklu günlerini
gözleri parlıyor Elsa’nınki gibi
kapıdan içeri girince beklediği

Paris bu yağmurlu günde daha da güzel
eğilip bakıyor gözlerine Elsa’nın
yüreği aşk bozgunuyla yıkık
kaygılı, tedirgin düşünceler içinde

Paris’in bu yağmurlu gününde
ikiyi bölüyor bir damlayı
güzel havalar için bir yarısı
öbür yarısı derin gözleri için Elsa’nın

Ahmet Ada


Hayallerim var benim

Bugün dışarı baktığımda bembeyaz bir manzara ile karşılaştım. İşte beklediğim oldu kar yağdı diye geçirdim içimden. Doğa beyaza bürünmüş, karşımda duran çam ağacı her kış olduğu gibi bu kışta yılbaşını karşılamak üzere gelinliği giymiş.

Bahçeye sessizlik hakim, tam da olması gerektiği gibi. Karların üzerinde sadece kuşların ayak izleri var. İncecik, ürkek. Dışarı çıkıp ekmek kırıntısı koymanın tam zamanı. Sonra belki bir kardan adam yaparım en sevimlisinden, kuşlarla arkadaşlık etsin diye. Burun yerine bir havuç, gözlerine iki zeytin tanesi, boynuna kırmızı bir atkı, eline de illaki dallardan bir sopa tutuşveririm. Çıkar yürürüm ağaçların arasında, sessizliğin sesini dinleyerek, huzur içinde ayaklarımın altında yeni yağmış karı hissede hissede.

Derin bir nefes alırım, soğuk ve tertemiz hava ile bayram eder ciğerlerim. Lapa lapa kar yağmaya başlar, başımı gökyüzüne kaldırır seyrederim üstüme üstüme gelen pamuk kümelerini. Yüzüme konarlar yumuşacık, şekil şekil. Atarım kendimi olduğum gibi karların üzerine, kollarımı bacaklarımı yukarı aşağıya oynatırım sadece. Sonra kalkar bakarım melek şekli çıkmış mı diye. Evet işte orada duruyor bembeyaz bir melek. O benim meleğim. Kar meleği. Bir dilek tutarım yeni yılda gerçekleşmek üzere. Sonra devam ederim yoluma adım adım, acelesiz, sindire sindire.


Kar durur, kış güneşi belirir bulutların ardından. Gözlerimi kamaştırır, ışıldar ama ısıtmaz, belkide özellikle ısıtmak istemez. Saygı duyar beyazın güzelliğine çeker gider biraz sonra gri bulutların ardına incitmemek için bu vals yaparak uçuşan narin kar tanelerini.

Karın üzerinde bu kez benim ayak izlerim eşlik eder kuşlarınkine. Döner gelirim eve. Çıkarırım üstümü başımı doğru mutfağa kahve yapmaya. Sıcak suyu dökünce fincanın içine mis gibi kışkırtıcı kokusu gelir burnuma. Geçerim şöminenin karşısında çıtırdayarak yanan ateşin karşısına, ısınmaya çalışırım kahvemi yudumlarken.
Elime alırım kitabımı zevkle okumaya başlarım. Göz ucuyla pencerenin önünde geyiklerle sohbet eden kedime bakarım. Merak ederim sohbetin konusu ne acaba? Pek te ciddi bir şey olamasa gerek. Baksana gülüyorlar.

Dalar giderim kitabıma. İçinde dünyanın dört bir tarafından insan hikayeleri. Kimbilir ne kadar zaman geçer kulakları yırtan bir gürültüyle irkilirim, kalkarım oturduğum yerden tekrar camdan dışarı bakarım. Gözlerimi ovuştururum gördüklerim hayal mi diye. Doğru olmasın isterim bu kez. Karlar, ağaçlar, kuşların ayak izleri, geyikler, kedi, şömine, çıtırdayarak yanan odunlar, hepsi yok olmuş. Karşıdaki cam ağacının yerini yükselen gökdelenler almış. Kuşların ayak izlerinin yerinde yoldan geçen arabaların tekerlek izleri duruyor. Tertemiz kar havası yerini şehrin kirli havasına bırakıp kaçmış, şöminenin yerini kalorifer, odunların yerini doğalgaz faturası almış ve prensesin arabası bal kabağına dönüşmüş.

'Hayallerim vardı benim diyorum yavaşça'.
'Sen artık o hayali biraz zor görürsün bu şehirde diye fısıldıyor bir ses kulağıma. Bu kadar bina yapılırken, üstüne kar tanesi düşecek bir ağaç bile bırakılmadı, kalanlar kesildi, kesilenin yerine göstermelik dikilenlerde kurudu. Böyle giderse kar yerine lanet yağacak gökyüzünden üzerinize.'

'Kimsin sen diye soruyorum, kötü kraliçe mi?'
'Kötü mü? Ben mi? diye sorumu soruyla yanıtlıyor ve geldikleri gibi yok oluyorlar hayallerimle birlikte ele ele.

Yeşim Ermutlu

3 yıl aradan sonra yeniden İstanbul’da

Salvador Dali yeniden İstanbul'da

Sürrealist resmin en önemli ressamlarından birisi olarak kabul edilen Salvador Dali, 3 yıl aradan sonra yeniden İstanbul’da.

Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi ev sahipliğinde, InArtis ile Kült işbirliğinde gerçekleştirilen Salvador Dali Sergisi’nde 23 Aralık 2011- 26 Şubat 2012 tarihleri arasında Tophane-i Amire’de gerçekleştirilecek. Sergide Salvador Dali’nin, ‘İlahi Komedya’, ‘Sürrealizm İzleri’, ‘Gala ile Akşam Yemeği’ adlı 3 ayrı başlıktaki 121 eseri yer alacak.

Dante’nin bu uzun soluklu ‘İlahi Komedya’ şiirinin güzelliği Botticelli, Flaxman, Blake, Delacroix ve Rodin gibi isimlerin yanı sıra Dali’ye de ilham kaynağı oldu. Sergideki ‘İlahi Komedya’ bölümü 1950’li yılların başlarında dönemin İtalyan hükümetinin, Dante’nin 700. doğum günü şerefine Dali’den İlahi Komedya’yı resimlemesini istemesi üzeriye yapılan çalışmalardan oluşuyor.
Haberin devamı için aşağıdaki linki tıklayınız...

http://bit.ly/tfNBuT

Leonardo Da Vinci'nin kayıp eseri, sanat tarihçilerini birbirine düşürdü

Leonardo Da Vinci ortalığı karıştırdı

Sanat tarihçileri, İtalya'nın Floransa kentindeki Belediye Sarayı'nda (Palazzo Vecchio) gizli bir Leonardo Da Vinci eserini bulmak için sürdürülen delme işlemenin durdurulması için harekete geçti.

Farklı ülkelerden 150 sanat tarihçisi, delme işleminin bir başka Rönesans sanatçısı olan Giorgio Vasari'nin 1563 yapımı “Marciano Savaşı” adlı duvar resmine zarar verdiğini öne sürerek, bir an önce durdurulması için dilekçe imzaladı.

Birkaç yıl önce İtalyan sanatı uzmanı Maurizio Seracini, Leonardo Da Vinci'nin akıbeti meçhul “Anghiari Savaşı” adındaki duvar resminin Vasari'nin eserinin altındaki ikinci bir duvarda olduğunu iddia etmişti.
Geçen hafta dış duvarın içine kamera sokmak amacıyla delme işlemleri başlatıldı.

Da Vinci, kimi sanat tarihçilerine göre en güzel çalışması olarak yorumlanan “Anghiari Savaşı” adlı duvar resmini yapmaya 1504 yılında başlamış ancak kullandığı deneysel yağlı boya tekniğinden kaynaklanan sorunlar nedeniyle eserini tamamlamadan bırakmıştı. Duvar resminin yer aldığı oda, daha sonra yenilenmiş ve Vasari, “Marciano Savaşı” adlı eserini 1563 yılında tamamlamıştı.

Vasari'nin Da Vinci'nin eserine zarar vermemek amacıyla yeni bir duvar ördüğünü ve resmini bu duvarın üzerine yaptığını iddia eden Seracini, resmin altında, üzerinde “Arayan bulur” anlamına gelen “Cerca Trova” yazılı bir bayrak taşıyan asker figürünü de kanıt olarak gösteriyor.

Geçen yıl radar teknolojisi kullanılarak yapılan araştırma sırasında Vasari'nin ördürdüğü duvar ile orijinal taş duvar arasında bir boşluk bulundu. California Üniversitesi'nde görev yapan Seracini ile ekibi, Vasari'nin eserinin çeşitli kısımlarını delerek arkadaki duvarda ne olduğunu görmek için açılan deliklerden kameralar uzattı.
Haberin devamı için aşağıdaki linki tıklayınız...

http://bit.ly/rJM8cd





Babamın küçük kızıydım ben.

Elinden tutup bakkala götürdüğü, şeker alıp mutlu ettiği küçük kızı.

Küçücük bir kızdım ben kanayan dizleri olan, pembe pembe elbiseler içinde saçı iki

 yana ,örülüp prenses ilan edilen.

Yetmedi bana bu mutluluk büyümek istedim. Ve bir gün geldi büyüdüm.

Babam artık elimden tutmuyor, şekerle alınacak bir gönlüm bile yok.

İnsan kanayan dizlerini özler mi? 

Ben özledim...

-Alıntı-

GÜNDEN KALANLAR

Hava güzel, pırıl pırıl bir kış güneşi olanca güzelliğiyle gülümsüyor dünyaya, insanı dinç tutan bir soğuk var, dondurmuyor, üşütmüyorda (tabii bu benim gibi soğuktan hoşlananlar için geçerli), bugün izinliyim istikamet Beyoğlu. Şu bahsedilen caddelerdeki fotoğrafları görmek istiyorum, belki bir kaç sergi, illaki kitapçı, dinlenmek için Cafe Française'de ufak bir kahve molası ve dönüş. Günümü programlayıp düştüm yollara.



İlk durağım Taksim. Atatürk Kültür Merkezi'nin önünden İstiklal Caddesine çeviriyorum rotamı. Her zamanki gibi canlı, capcanlı, cıvıl cıvıl. 72.5 millet burada. Kafelerde, sokaklarda...Çeşit, çeşit genci, yaşlısı, turisti, yerlisi, normal giyimlisi, çılgını. Ben en çok sıradışı olanları seviyorum bugün ilk gördüğüm ortayaşı biraz aşmış bir hanım gibi. Geçen yazımda yazdığım 'renksizlik kıyafetlerimizede yansımış' cümlesine inat rengarenk. Tam da arayıp bulamadığım şey karşıma çıktı. Yakasına kırmızı bir gelincik iliştirdiği yeşil paltosu, pembe gölge attırdığı bal rengi saçları, omuzuna astığı uzun taba çantası, kıyafeti ile uyumlu boynunda uzun zincir kolyesi, kırmızı gözlüğü, eteği ve kazağıyla Beyoğlu günüme başlamak için güzel bir rastlantıydı. 'Hiç bir şey tesadüf değildir' lafı doğru mu acaba?

The Marmara'nın önünden geçerken gözlerim her zamanki gibi 'Ebru'yu aradı ama misafirlerini kuyruk sallayarak karşılayamıyor ve her zamanki yerine uzanarak caddeden geçenleri seyredemiyor artık.

Tramway sallana sallana yoluna devam ediyor. Galatasaray Lisesinin yanınındaki sokaktan aşağı doğru yürüyorum. İşte resimler. Yapı Kredi Yayınlarının önüne koymuşlar. Türkiye'nin çeşitli yerlerinde yabancı sanatçılar tarafından çekilmiş fotoğraflar. Etkinliğin adı Türkiye'de Zaman. Farklı mekanlarda sergilenmesi haricinde bir özelliği yok. Atlas dergisinde bolca gördüğümüz resimlerden. Galatasaray Meydanı'nda iki resim dikkatimi çekti Michel Vanden Eeckhoutd'un Yörüklerle Toros Dağlarında ve Birbirini Kovalayan Çoban Köpekleri. Bu kadar reklamdan sonra farklı bir şey bekliyordum. Sıradan olmuş. Yinede renk getiren bir etkinlik.



Şimdi sırada Arkeoloji Sanat var. Kapısından içeri girer giremez geçmiş sizi kucaklıyor. Arkeoloji ile ilgili aradığınız her türlü yayını bulabileceğiniz bir yer. Kitapları kadar dekorasyonuda çekici. Bu arada çocuklar için yazılmış güzel arkeoloji ve boyama kitapları var.

Oradan sonra Yapı Kredi yayınlarına bir göz atayım derken kitap alıp çıkıyorum. Benim kitapçılardaki göz atma deyimim alıp çıkma ile eş anlamlı.



Sonra ver elini Tünel. Aaaa o da ne sokak çalgıcıları geri dönmüş. Yaşasın. Ekvator'dan 4 kişilik ekip üzerlerinde kıyafetleri özgün müziklerini icra ediyor. Harika. Bir süre onları dinliyorum ve resimlerini çekiyorum.

Denizler Kitapevi ve Robinson Crusoe'nun önünden bu seferlik başımı o yöne çevirmeden geçiyorum. Gelecek sefere oralara gireceğim. Daha sırada aylık dergileri almak için D&R var. Tünel'i sobeleyip geri dönüşe geçiyorum. Sıradaki program önce D&R dergiler alınacak, sonra Cafe Francais'de kahve eşliğinde zevkle okunacak.

Her zaman uğradığım Muhiddin Hacı Bekir şekercisini ve İnci Pastanesi bu kez pas geçiyorum. Bu aralar   tatlıyı yasakladım kendime:( Yok öyle şeker, gofret, profiterol vs. Salata neyine yetmiyor modundayım. Neyse geçer yakında.

Önümden genç bir adam yürüyor. Saçını topuz yapmış, omuzuna kadın çantasına benzer bir çanta asmış, dar paça pantolon, kısa deri ceket, boynunda atkı, son derece modern.  Moda dergilerinden fırlamış gibi. Beyoğlu'na renk katanlardan biri daha. Karşıdan yaka paça bir yanda, ellerinde çantaları, ağızlarında Red Kit gibi sigaralarıyla birbirleriyle konuşarak liseliler geliyor. Bu genç yaşta sigara içmeleri kabul edilemez olsada onlarda ayrı bir renk katıyor caddeye. Yanımdan Mercedes polis araçları geçiyor. Juke'den Mercedes'e terfi edilmiş. Araplar çok fazla. Kafanı çevirsen Arap'a çarpıyorsun. Diğer turistler gibi onlarda hoşgelmişler.

Yunan Konsolosluğu kapısını sonuna kadar açmış sergi için gelen konuklarını ağırlıyor. Türkiye'de Zaman'ın bazı fotoğraflarıda burada sergileniyor. Güvenlikten geçip içeri giriyorum. İlk kapıdaki fotoğraf dikkatimi çekiyor bende resmini çekiyorum.

Salona girip sol taraftan gezmeye başlıyorum. İlk fotoğraflar 'Dünyanın Merkezine Yolculuk' temalı. Jane Evelyn Atwood  'Zonguldak'ta yerin 350 m. altına indiğimde hayatımdaki ilk kömür madeni tecrübemi yaşıyordum.' diye anlatıyor madencilerle çektiği fotoğraflarını.

Kathryn Cook'un 'Sadece Ağaçlar  Tarihe Dokunabilir' temaları ise Van Gölü'nün yakınındaki Ahlat'ta çekilmiş. 'Sürekli olarak geçmişte nefes alıyordum. Mezarlar, mağaralar, türbeler, kale yıkıntılarından dökülen toz havayı dolduruyordu. Burada dolaşırken hep kaç tarih katmanını bir arada gördüğümü sordum kendime' diye dile getirmiş duygularını.

Buradaki fotoğraflar daha çok hoşuma gitti.



D&R'dan girer girmez çok büyük bir şok yaşadım. Aman allahım bu ne felaket diye geçirdim içimden. Bir sanatçıya saygısızlık etmek isterseniz halkın zevkle dinlediği parçalarını ancak bu kadar rezil edebilirsiniz. Sıtma görmemiş bir ses, felaket bir düzenlemeyle birleşmiş Barış Manço'nun kemiklerini sızım sızım sızlatıyor.
Alacağım dergileri alıp kasaya geldim. Elimdekileri bıraktıktan sonra 'Kim bu Barış Manço'nun şarkılarını rezil eden diye sordum.' Kasadaki görevli kibarca CD yeni geldi bende bilmiyorum diye cevapladı sinirden gözü dönmüş olan bu müşteriyi. İçimden bende bilmek istemiyorum dedim ve işkenceye son vererek attım kendimi caddeye. Barış Manço'nun anısa saygı lütfen...



Ve beklediğim an, kahve vakti. Yine güvenlikten geçip giriyorum Fransız Konsolosluğundan içeri. Kursiyerler bahçede gruplar halinde sohbet ediyorlar. Ferforje masalarından birine oturup dergilerimi çıkartıyorum. Acil bir filtre kahve ısmarlayıp, sigaramı yakıyorum. Önce kitap sonra Notos, gelecek ay bunlara Özgür Edebiyat'ta eklenecek. Yarım saat okuma ve dinlenme molası. Keyif saati yani.



Saatim gitme vaktinin geldiğini haber veriyor. Dergilerimi toplayıp, ödemeyi yaptıktan sonra buradaki sergiyi de hızlı çekim gezip geldiğim gibi çıkıyorum eve dönmek üzere.

Ve günden geriye 'Baki kalan bu kubbede hoş bir sada imiş' dizeleri ile kediler konsolosuyla yaptığım sohbet kalıyor...