CARLOS FUENTES - Bir kitap ne başlar ne biter...



HASAN ALİ TOPTAŞ

Bir metnin gerisinde neler olup bittiğini düşündünüz mü hiç? İşte size bunun en çarpıcı örneği: Carlos Fuentes ve "Aura".

ZAMAN zaman bazı hikâyeleri, diğerlerine göre daha çok severiz. Durup dururken neden bizi o kadar derinden etkilediklerini, içimizde uyuklayan hangi karanlığı aydınlattıklarını ya da ruhumuzun yırtılan yerlerini nasıl tamir ettiklerini hiç mi hiç bilemeyiz ama eşsiz bir hazine bulmuşçasına, eşe dosta büyük bir heyecanla anlatır dururuz onları. Sadece anlatıp durmakla da kalmayız hatta, herkes tarafından mutlaka ve mutlaka okusunlar isteriz. Sonra, gün gelir heyecanımız balon gibi birdenbire söner ve dilimize dolanan bu hikâyeleri de atarız zihnimizdeki hikâyeler mezarlığına. Hem de öyle bir atarız ki, zihin denen o daracık genişliğin hangi parseline gömüldüler diye, bir kez olsun dönüp bakmak aklımıza bile gelmez. Böylece, geçmişte bizim iç denizlerimizde fırtınalar koparan bu hikâyecikler orada, unutuşun tozları arasında çürümeye başlar. Bir süre sonra, gözümüze ne adına kurgu denen iskeletlerinin cazibesi görünür ne de üslûplarının tadı. İnanılmaz bir hızla, bize feleğimizi şaşırtan derinlikleri de solar tabii bütün bunlarla birlikte, biçimleri miçimleri de ölür ve geriye kalsa kalsa, uzaklığın şeklini alan bir üfürümlük toz kalır. Uzun lafın kısası, adları bile hatırlanmaz artık.
Hiç kuşkusuz, gönlümüze hızla girip çıkıveren bu tür hikâyeler, bizi günlük koşuşturmalarımızın içinde gafil avlayan hikâyelerdir. Başka bir deyişle, bizim gelip geçici yanlarımıza seslenen hikayeler. Ya da, bizim bütün tellerimize değil de, o an hangi telimiz gerginse, sadece o telin en hassas noktasına dokunan hikayeler.
Bir de, geniş dokunuşlarla çocuksu yanlarımızı okşayarak içimizdeki ezeli tedirginliğin içine doğru seslenen, her daim baş tacı ettiğimiz hikâyeler vardır. Yirmi yıl, otuz yıl önce okumuş olsak da hiç unutamayız onları. Hatırladıkça varlığımızın temel taşlarını titreten, hatırladıkça gözlerimizdeki ışıltıları çoğaltıp yüreğimizi genişleten, hatta bizim dünyaya bakışımızı her defasında yeniden yıkıp yeniden kuran bu tür hikâyeler asla eskimezler çünkü; hayatımızdaki yerlerini ilk günkü gibi korurlar. Başkaları nasıl bakarsa baksın, onlar bizim hikayelerimizdir. Aramıza ne başka hikayeler girebilir, ne başka insanlar, ne de başka zamanlar. Doğrusunu söylemek gerekirse, hayali damarlarla bu hikâyelere nasıl bağlandığımızı da bilemeyiz aslında. Biri kalkıp, bunlar benim hikâyelerim diyorsa, orada zınk diye durmak gerekir zaten; ötesine gitmemek, ayrıntılarını bilmemek, nedenini sormamak gerekir.
Okuduğum onca hikâyeye rağmen, benim hikâyelerim de neredeyse yirmi yıldan bu yana hiç değişmedi. Bu konuda bana bir soru sorulduğunda ya da cesaret edip eş dost meclisinde kendiliğimden konuşmaya başladığımda hep aynı hikâyelerin adını saydım: Gabriel Garcia Marquez'den, "Boğularak Ölenlerin En Yakışıklısı"; Borges'ten, "Yolları Çatallanan Bahçe"; Carlos Fuentes'ten, "Aura"; Kafka'dan, "Kanun Önünde", "İmparatorun Haberi", "Ceza Sömürgesi", "Kovalı Süvari", "Çiftlik Kapısına Vuruş" ve ille de "Avcı Gracchus"...
Hepi topu, dokuz hikâye.
Yıllardır, döner döner okurum bu hikâyeleri; kapımı döven gürültüler yüzünden bunaldığımda, zihnim çalışmaktan duracak gibi olduğunda, kalemim yorulduğunda ya da kendi yazdıklarımı beğenmeyip gözlerime şöyle doğru dürüst bir edebi ziyafet çekmek istediğimde hep onlara başvururum. Kimi zaman sırf kendi paşa keyfim için bu dokuz hikâyeyi, "Kendiceğizimin Bayıldığı Hikâyeler" adlı bir kitapta toplamayı düşünür, kimi zaman devasa kağıtlara onların fotokopilerini çektirip evimin duvarlarına yapıştırmayı hayal eder, kimi zaman da -ne yalan söyleyeyim- bu hikâyeler hakkında şöyle dört başı mamur, taş gibi bir kitap yazmayı tasarlarım. Bunları yapar mıyım, yapamaz mıyım bilemiyorum tabii. Benim bildiğim şu ki, olanaklar elverir de bir gün oturup hayalimdeki kitabı yazmaya kalkarsam, artık "Aura" adlı hikâyeyi bu işin dışında tutmam gerekecek.
Birkaç hafta önce, Carlos Fuentes'in "Kendim ve Ötekiler" adlı denemelerini okudum çünkü ve orada, dünyanın en güzel hikâyelerinden biri olan "Aura" hakkında tamı tamına yirmi bir sayfalık bir bölümle karşılaştım. "Kitaplarımdan Birini Nasıl Yazdım" adını taşıyan (Calvino da, ünlü romanı "Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu"nun yazım serüvenini anlattığı, çizimlerle dolu küçük kitabına aynı adı vermişti) bu bölüm, itiraf edeyim, en az "Aura" kadar ilginç geldi bana.
Daha ilk sayfalarda, "Aura"nın gerçek yazarının 17 Eylül l580'de Madrid'de doğmuş olan ve 8 Eylül 1645'te Villanueva de los Infantes'de öldüğü varsayılan Quevedo y Villegas olduğunu söylüyor Fuentes. Ardından da, "Bu dünyada babasız bir kitap, öksüz bir cilt var mıdır?" diyerek, büyük bir alçakgönüllülükle, "Aura"nın yüzyıllar önce başka başka yazarlar tarafından kaleme alınan farklı biçimlerine değiniyor. "Aura"yı yazdıktan dört yıl sonra Roma'da, Rafael Alberti ile Maria Teresa Leon'un önerisiyle gittiği eski bir kitapçıda, Hiosuişi Şoun tarafından yazılıp 1666'da yayımlanan Japon masallarına değiniyor sözgelimi ve orada anlatılan "Fahişe Miyagino" adlı hikâyeyi görünce fena halde şaşırdığını söylüyor.
Bu arada, biz de şaşırıyoruz tabii. İtalyancaya çevrilen bu Japon masallarında rastladığı "Aura"nın ayak izlerini takip eden Fuentes, bu kez de, "erken Hıristiyanlık dönemi rahipleriyle Ortaçağ safsatacıları üzerine yazılan yüz seksen cildi okuyarak "Samanyolu" filminin senaryo hazırlıklarını yapmakta olan" kadim dostu Bunuel'e koşuyor çünkü ve ondan, Paris'teki Ulusal Kütüphane'de bulunan bibliyografi bölümüne girebilmesi için ne yapıp edip bir yol bulmasını istiyor. Bunuel, "bir 15. yy. Japon bakiresinin bekaretine ya da aynı çağ ve ulustan bir fahişenin cesedine nüfuz etmekten daha zor" girilebilen bu bölüme, bir gün karanlıkta gizlice sokuyor onu. Fuentes, Japon masallarının izini sürerek burada, hikâyenin asıl kaynağının "Ai'King'in Yaşamöyküsü" başlıklı bir Çin masalı olduğunu keşfediyor.
Ardından, Henry James, Charles Dickens ve Puşkin'in bazı yapıtlarıyla "Aura" arasındaki bazı bağlantılara geçiyor yazar ve 'Her şey aslını yitirmeksizin bir başkası oluyor,' dedikten sonra 1976'nın Eylül'üne dönerek, bir yemek masasında, opera sahnelerinin büyük sopranosu Maria Callas ile karşılaşmasını anlatıyor. Masada, bir efsaneyle yan yana oturmuştur ama sahnede en berrak ve en görkemli sesleri çıkaran bu efsane o sırada, Altıncı Cadde'deki Sam Goody's dükkanında Maria Callas plakları satan bir kızın sesiyle konuşmaktadır. Hatta, beyaz çiçek yapraklarıyla nemli zeytinlerin oluşturduğu bir fırtınada ışıl ışıl yanan iki siyah deniz fenerine benzeyen gözlerini çevirip konuşurken sesini yaşlı bir kadının sesine dönüştürmekte ve bu eskil sese, çılgınlığın iniş çıkışlarını da katmaktadır.
'O an "Aura"nın asıl kaynağını keşfettim,' diyor Fuentes.
Daha sonra da, oğul Alexandre Dumas'nın "Kamelyalı Kadın"ını yeniden okuyor ve romanda yer alan trajik bir sahneyle "Aura" hakkındaki bölümü bitiriyor.
Doğrusu, Fuentes'in bu baş döndürücü gezintiyi yapması, yazmadan önce ve yazdıktan sonra kendi hikayesinin tematik ve kurgusal geçmişini bu denli derinlerde arayıp bulması ve bulduğu her şeyi büyük bir titizlikle tek tek sergilemesi "Aura"nın tadını hiç mi hiç bozmuyor. Başka bir deyişle, ne artırıyor ne de eksiltiyor onun değerini. Gene de, bir metnin gerisinde neler olup bittiğine dair bize müthiş örnekler sunuyor.
Aynı zamanda, Mallarme'nin şu cümlesini bir kez daha doğruluyor: "Bir kitap ne başlar, ne biter; olsa olsa öyle görünür."
 
 Milliyet Kitap'tan alıntıdır...


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder