Arkeoloji etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Arkeoloji etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

PERA MEZARLIKLARI






Beyoğlu'nda Garibaldi binasının restorasyonu sırasında 8 adet mezar bulundu haberi tüm gazetelerde ve TV lerde yer aldı. Bu durum sadece Garibaldi binasında değil Beyoğlu'nun bir çok yapısında karşılaşılabilecek bir durum.

Kitaplar, Galata ve Pera Bölgesinde Küçük Mezarlık ve Büyük Mezarlık adı altında iki mezarlık bulunduğunu yazıyor. Küçük Mezarlık'ın Tepebaşı-Şişhane-Kuledibi'ni kapsayan alanda Büyük Mezarlık'ın ise bir yandan bugünkü Gezi'nin olduğu yerden Ayaspaşa-Gümüşsuyu'dan Fındıklı'ya kadar uzanan yerde diğer taraftan da Pangaltı yönüne uzanan alanda bulunduğu belirtilmektedir. Yapılan araştırmalar 18-19 yy da bu bölgenin mezarlık alanı olduğunu ortaya çıkartmıştır.

Yani bugün İstanbul'un eğlence ve alışveriş merkezi olan Beyoğlu'nun büyük bir bölümü bir zamanlar mezarlıkmış. Büyük mezarlığın bulunduğu bölge Edmond De Amicis'nin "İstanbul (1874)" kitabında ifade ettiği gibi Museviler hariç her dinden insanın mezarlarının bulunduğu selvi, akasya ve akçaağaç ormanı gibiymiş. İki mezarlığın da ortadan kalkması 1930'lu yıllara kadar uzanmış. Düşününce insan ürperiyor değil mi? Binaların altı, metro...Yok ben düşünmeyim en iyisi...



Bu arada İstanbul'un ve Galata-Pera'nın geçmişini merak edenlere çok güzel iki kitap önerebilirim.

Bunlardan ilki Prof.Dr. Nur Akın'ın 19.yy İkinci Yarısında Galata ve Pera kitabı. Galata ve Pera'nın  19yy ikinci yarından 20yy başına dek olan kültürel, sosyal yapısını anlatıyor.

İkincisi ise  Edmond De Amicis'in İstanbul (1874) kitabı. Amicis İstanbul'da kaldığı dönemdeki gözlemlerini anlatmış.

Galata ve Pera'yı zaman zaman okurum ve her defasında da yanlış zamanda dünyaya geldiğimi düşünürüm. İstanbul'un İstanbul olduğu zamanlarda yaşamak varmış ruhunun yok edildiği şimdide değil.








PROF. KLAUS SCHMIDT R.I.P



Göbeklitepe arkeoloğunu kaybetti :(




1995 yılından itibaren Göbeklitepe kazılarına başkanlık yapan dünyaca ünlü arkeolog 
Prof. Klaus Schmidt geçirdiği kalp krizi sonucu hayatını kaybetti.

R.I.P

8 bin yıllık resimler mıcır olacak


Hangisi Taş Devri

Beşparmak Dağları'ndaki 8 bin yıllık kaya 

resimleri, taşocaklarında mıcır olmaya aday. Alman ekip resimleri kurtarmaya çalışıyor.










Radikal gazetesinden Ömer Erbil'in haberine göre;Bafa Gölü’ünün kıyısında Batı Anadolu ’nun en güzel antik kentlerinden biri olan Herakleia Latmos’u araştıran Alman Arkeoloji Enstitüsü’nden Dr. Anneliese Peschlow-Bindokat, 1990’ların başında bölgede başlattığı yüzey araştırmalarında Beşparmak Dağları’nın çeşitli kesimlerinde bugüne kadar binlerce kaya resmi tespit etti. M.Ö. 6 bin – M.Ö. 5 binin ilk yarısına tarihlenen bu kaya resimleri Yakındoğu arkeolojisinin son dönemdeki en büyük keşiflerinden biri olarak nitelendiriliyor. Ancak Türkiye ’nin bu eşsiz kültür hazinesi son yıllarda ruhsat sayısı hızla artan taş (feldispat) ocakları nedeniyle yok olma tehlikesiyle karşı karşıya. Bu engellenemezse ülke turizminin ve kültürünün eşsiz bir yöresi benzersiz değerleriyle birlikte bir daha geri gelmemecesine yok olacak. Dr. Peschlow, bu konuda UNESCO’ya ve koruma kurullarına ayrıntılı bir rapor hazırladı. Elinde GPRS cihazıyla dağ tepe demeden gezip bu tür resimlerin olduğu kayaları tek tek tespit etmeye çalışan Peschlow, “Dünyanın en önemli kültür mirası taşocaklarında mıcır oluyor” diye sitem ediyor. Yine Peschlow’a göre resimlerin konusu ve dili, kaya resim sanatı içinde dünyada bir ilk. 

Latmos, Anadolu’nun kutsal dağlarından biriydi. 1400 metreye ulaşan zirvesi çok eski zamanlarda bir bereket kültü merkeziydi. 1974 yılından bu yana bölgede yüzey araştırmaları yapan Dr. Anneliese Peschlow bu kaya resimlerini 1990’lı yıllarda fark etti. Bal üreticisi bir köylü tarafından fark edilen resimleri Petchlow’a ilk anlattığında bunların Bizans döneminden kalma freskler olabileceği sanıldı. Ancak Peschlow köylü ile beraber kayaların üzerindeki resimleri gördüğünde büyük bir şaşkınlık yaşadı. Resimler ilk insanların çizimlerini andırıyordu. Peschlow araştırmalarını sürdürdükçe pek çok kaya ve oyukta bu türden resimlerin olduğunu fark etti. Yıllardır bu resimler üzerinde bilimsel çalışmalarını derinleştirdi ve bunların 8 bin 500 yıl öncesine gittiğini belgeledi.

Son birkaç yıldır bu bölgede cam, seramik, kaynak elektrotları ve boya sanayiinde kullanılan hammaddenin çıkarıldığı yedi feldspat ocağı açıldı. İşin daha vahimi çok sayıda ocak açılması için de başvuru yapıldı. Ocaklar hammadde için dağdan topladıkları kayaları mıcır haline getiriyor. İşte tehlike burada başlıyor.

Hangi taşın yanında binlerce yıllık sanat şaheseri resimlerin olduğu bilinmediğinden, taşocaklarında bu kayalar birer ikişer mıcır haline dönüyor.

Haberin devamını okumak için linki tıklayınız...

Bir Hitit Duası



Tanrım beni yavaşlat!
Aklımı sakinleştirerek kalbimi dinlendir…
Zamanın sonsuzluğunu göstererek bu telaşlı hızımı dengele…

Günün karmaşası içinde bana sonsuza kadar yaşayacak tepelerin sükûnetini ver!
Sinirlerimdeki ve kaslarımdaki gerginliği, belleğimde yaşayan akarsuların nağmeleriyle yıka, götür!

Uykunun o büyüleyici ve iyileştirici gücünü duymama yardımcı ol…
Anlık zevkleri yaşayabilme sanatını öğret. 

Bir çiçeğe bakmak için yavaşlamayı, güzel bir köpek ya da kediyi okşamak için durmayı, güzel bir yazıdan birkaç satır okumayı, balık avlayabilmeyi, hülyalara dalabilmeyi öğret!

Her gün bana kaplumbağa ile tavşanın masalını hatırlat.
Hatırlat ki yarışı her zaman hızlı koşanın kazanmadığını, yaşamda hızını arttırmaktan çok daha önemli şeyler olduğunu bileyim…

Heybetli meşe ağacının dallarından yukarıya doğru bakmamı sağla.
Bakıp göreyim ki, onun böyle güçlü ve büyük olması yavaş ve iyi büyümesine bağlıdır…

Beni yavaşlat Tanrım ve köklerimi yaşam toprağının kalıcı değerlerine doğru uzatmama yardım et.

Yardım et ki kaderimin yıldızına doğru daha olgun ve daha sağlıklı olarak yükseleyim.

Ve, hepsinden önemlisi…


Tanrım,
Bana değiştirebileceğim şeyleri değiştirmek için cesaret, değiştiremeyeceğim şeyleri kabul etmek için sabır, ikisi arasındaki farkı bilmek için akıl ve beni aşkın körlüğünden ve yalanlarından koruyacak dostlar ver!






Bizden kaçırdığınız eserleri geri vermeyin!




Hürriyet yazarlarından Melis Alphan'ın bugün köşesinde böyle bir başlık vardı. Okumuşsunuzdur gazetelerde, son zamanlarda bir moda çıktı Türkiye'den yurt dışına kaçırılan eserlerin istenmesi. Bu yeni bir şey değil her zaman yapılıyor. Ülkemizden yurt dışına çeşitli yollarla tarihi eserlerimiz kaçırılıyor ve biz istiyoruz. Tekrar kaçırılıyor, tekrar istiyoruz. Sonu gelmez diziler gibi. Son zamanlarda bu haberler gazetelerde boy boy yer almaya başladı. Şurdan şunu istedik, burdan bunu istedik diye. Kültür Bakanlığı iş başında, iz üstünde olduğunu göstermeye çalışıyor. Biz çalışıyoruz eserlerimizi geri istiyoruz. (da o eserler kaçırılırken neredesiniz acaba?)

Bende basında çıkan haberleri bir kaç kez  facebook'ta 'gittikleri ülkelerde kalsınlar, oralardaki müzeler bizim eserlerimize daha çok değer veriyor. Bizde çanak çömlek muamelesi gören arkeolojik eserlerimiz oralarda dünya mirası gözüyle bizden daha iyi korunuyor' diye paylaşmıştım. 

Kimi arkadaşlarım bu fikrime katılmış, kimiyse hem arkeoloji eğitimi aldın hemde böyle yazıyorsun diye beni eleştiri yağmuruna tutmuştu. Bende onlara tv programlarına konu olan müzelerin bodrumlarında çürütülen eserlerimizden, geçen yıllarda gazetelerde haber olan, plastik oyuncak kalıbı olarak Atatürk Havalimanından yurt dışına çıkarılan 1.5 tonluk lahitten ve benzeri olaylardan bahsetmiştim. Bilmem anladılar mı ama kim ne derse desin ben yurt dışına çıkarılan eserlerin Türkiye'ye getirilmesini istemeyenlerdenim. Evet bizim topraklarımızdan çıkan paha biçilmez eserlerimize yabancılar bizden çok daha fazla sahip çıkıyor ve en önemlisi dünya mirası gözüyle koruyorlar. 

Melis Alphan'da bu günkü Hürriyet'teki köşesinde bu konuyu kaleme almıştı. Yurtdışına kaçırılan eserlerimizle, arkeolojiyle ilgilenenlere...Bizden kaçırdığınız eserleri geri vermeyin...

Haberi okumak için linki tıklayınız...

Sabuntaşından gözleri var

Hatay'da bulunan gözleri sabun taşından yapılma Hitit Kralı heykeli..

Hatay'da bulunan 1.5 ton ağırlığındaki dev Hitit kral heykelini uzmanlar değerlendirdi
Sabuntaşından gözleri var
Hatay’ın Reyhanlı ilçesi Demirköprü Köyü yakınlarındaki Tel Tayinat höyüğünde bulunan Hitit Kralı II. Şuppiluliuma’ya ait heykel arkeologları heyecanlandırdı. Bugüne kadar Hitit kral mezarına Anadolu ’da hiç rastlanmadı. Tel Tayinat Höyüğü’nde 1.5 metre yüksekliğindeki kral II.Şuppiluliuma’nın heykeli mezarı da burada mı sorusunu akıllara getirdi. Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay yılın buluşu olarak değerlendirdiği heykel için “İlk defa bu gözlere sahip Anadolu ’da bir heykele sahip olduk’’ dedi. Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürü Murat Süslü de, “Gözler genelde farklı malzemeden yapıldığı için düşüyordu ama bu heykelde sağlam çıktı’’ dedi.
Toronto Üniversitesi’nden Prof. Dr. Timothy Harrison başkanlığındaki 8 ülkeden 47 kişilik ekip, Hitit dönemine ait kral heykeli buldu. Önceki gün kamuoyuna tanıtılan eserin en çok gözleri ön plana çıktı. Sakallı, bukleli saçlı, kollarında özel bileklikler olan heykelin üst kısmı sağlam bir şekilde bulunurken, heykelin alt kısmına henüz ulaşılamadı. Yaklaşık 1.5 ton ağırlığındaki heykelin gözlerinin beyazlığı kireçtaşından, siyah bölüm ise steatit denilen sabuntaşından yapılmış. Süslü, gözlerin ilk defa bu tarzda görünmesini, daha önce bulunan heykellerin gözlerinin düşmesine bağlıyor. Süslü şöyle konuşuyor: “Genel haliyle geç Hititlerde gözler hep farklı malzemeden yapılır. Yakut, kireçtaşı, steatit malzeme kullanılır. Gözler aradan geçen yüzyıllar içinde hep düşümüş. İlk defa bu heykelde düşmeden ele geçti.’’

Arkeolog Nezih Başgelen, heykelin son Hitit kralı olmasından dolayı çok önemli olduğunu vurguladı. Bugüne kadar Hitit kral mezarının ortaya çıkmaması nedeniyle buradaki buluntuların çok heyecan verici olduğuna dikkat çeken Başgelen, ‘’Höyük belki de bize bir kral mezarı gösterecek. Son çivi yazılı belgeler Hitit kralı II. Şuppiluliuma’nın Lazkiye ile Adana arasında olduğunu gösteriyordu. Çünkü Hattuşa’ya döndüğüne dair bir kaynağa rastlanılmadı. Bu tarzda heykelleri geç Hititte Zencirli, Karatepe ve Malatya ’dan biliyoruz. Bu heykellerin öncüsü durumda. Bugüne kadar hiçbir Hitit kral mezarı bulunmadı. Belki bir Hitit kral mezarı buluntusunun habercisi olur. Portrenin tam olarak ele geçmesi çok önemli” dedi.

Müzeler Genel Müdürü Süslü de ‘’Tel Tayinat’da bir tapınak olduğunu biliyoruz. Ona ait heykeller ve kaideler var. Heykelleri bir çukurun içinde üst üste tespit ettik. Kral mezarı da büyük bir tapınak da çıkabilir’’ dedi.

Radikal'den alınmıştır...

Parion'da Kentauros heykeli bulundu

Yaz geldi kazılar başladı. Türkiye'nin değişik bölgelerinden buluntu haberleri gelmeye başladı...İşte Çanakkale Biga Parion Antik Kenti kazısında Kentauros heykeli...


Kentaur'ların bir bulutun çocukları olduklarına inanılır. Vahşi yabani hayat süren ve gürültülü eğlencelerden hoşlanan yarı at yarı insan varlıklardır. Doğanın karanlık ve başına buyruk güçlerini simgelerler. 



Parion'da Kentauros heykeli bulundu





Parion'da Kentauros heykeli bulundu

Çanakkale’nin Biga İlçesi’ne bağlı Kemer Köyü’nde sürdürülen Parion Antik Kenti kazılarında, 8’inci sezon çalışmalarının sonlarına yaklaşılırken, Kentarus olarak bilinen belden yukarısı insan, aşağısı ise at görünümlü mitolojik yaratık heykeli bulundu.












Erzurum Atatürk Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Cevat Başaran’ın kazı başkanlığında gerçekleştirilen bu yılki çalışmalarda, antik kentin altı ayrı bölgesinde, kazılar yapılıyor. Kazıların sürdürüldüğü önemli yapılardan biri olan Roma Tiyatrosu’nda sahne binası içerisinde yoğunlaştırılan bu yılki çalışmalar sırasında, kolları kırık, gövdesine ait bazı parçaları kayıp, bir mermer heykel ortaya çıkarıldı. /_np/0579/17410579.jpg




Haberin devamı için linki tıklayınız...

Höyükten çıkan uzun saçlı prenses, Marquez ve diğerleri...

                                                                               
Bu sabah çok erken uyandım. Güneş yeni doğmak üzereydi. Bütün gece açık kalan penceremden içeri süzülen dalga, rüzgar ve kuş sesleri sabahın sessizliğinde muhteşem bir kanon oluşturuyordu. Bir süre tavanı seyrederek onları dinledim. Kıyıda patlayan dalgalara cevap vermekte gecikmeyen envai çeşit kuş. 


Evde tam bir sessizlik hakim. Herkes uykuda. Komidine uzanıp Grangé'nin Şeytan Yemini'ni aldım okumak için. Kitabın satırları arasında kaybolmuşken okuduğum bir cümle beni bir anda 1994 yılına sürükleyiverdi. 


Bir sabah yakın köylerden birinden haftada bir kaç gün tak takıyla siteye sebze meyve getiren karı koca geldi evin önüne. Köylüler her gelişlerinde kendi tarlalarında ürettikleri sebze, meyve, yumurta, süt vs ürünleriyle beraber çevre köylerden haberlerde getirirlerdi yanlarında. Şu köyde o olmuş, öbür köyde bu olmuş. Düğünler, dernekler, ölümler, yetiştirilen ürünler ve efsaneler. Benim dinlemekten en çok zevk aldığım ise anlattıkları halk efsaneleri idi. Tam olarak halk efsanesi diye adlandırmak ne derece doğru olur bilemiyorum ama ben öyle diyorum. Bu hikayeleri kimler çıkarıyordu onu da bilmiyorum ama öyle bir anlatılıyordu ki dönüp dolaşıp çıkaran kendine anlatıldığında hikayeye inanacak hale geliyordu:)


Neyse işte o sabah alışveriş faslından sonra her zaman olduğu gibi bir kahve içmeye balkona davet ettim. Adam arkeolog olduğumu bildiği için hemen konuya girdi. 






'Bizim köyün ilerisinde bir tepecik var ya höyük orada kazı yapıyorlar. Orada çok önceden burada yaşayan bir prensesin mezarı çıkmış. Bir kralın kızıymış. Köyden birileri görmüş. Prenses altın bir yatağın üstünde uzun beyaz kıyafetiyle yatıyormuş. Kadının iki metreye yaklaşan upuzun saçları varmış. Öldüğü zaman nasıl yatağa yatırıldıysa iskeleti aynı şekilde bulunmuş. Saçlarının öldükten sonrada uzadığı söylemişler. Allahın hikmeti işte. Boynunda ve bileğinde çok güzel altın takıları varmış. Yanında yiyecek kapları ve başka altınlarda.  Onunla beraber gömülmüş. Neler çıkmış neler, görenler hep anlatıyor. Hepsini alıp götüreceklermiş. Yatağı çok güzelmiş.'


Anlattıkları karşısında ne söyleceğimi düşündüm bir an. Höyükten altın yatak çıkmaz mı demem gerekiyordu ya da öldükten sonra bir insanın saçı iki metre nasıl uzar mı? Doğruyu söylersem onların hayallerindeki höyüğü ve prensesi yerle bir edecektim. Söylemesem ne olurdu? Hiç bir şey çünkü onlar zaten inanmak istediklerine çoktan inanmışlardı. Bende onların söylediklerini sadece dinledim ve başımı salladım. Yorumsuz. Bir yandan da bu hikayeyi uyduran otantik Marquez'i düşünüyordum. Bu kadar şeyi bir araya getirerek bir höyüğün içine sokabilecek hayal gücünü merak ediyordum doğrusu. 






Ertesi gün sabah erkenden ünü bütün köyde yayılmış altın yataklı prensesi görmeye gittim. Kızöldün Tümülüsünde Çanakkale Arkeoloji Müzesi kazı yapıyordu. Kazı ekibi ilk önce benimle konuşmak istemedi ama arkeoloji eğitimi aldığımı ve araştırmayı köylülerden duyduğumu söyleyince konuşmaya başladık. Dışarıdan tümülüsün içini gösterdiler. Bir lahit çıkmıştı. Dört tarafı mitolojik konuların anlatıldığı kabartmalarla çevrili idi. Cenaze töreni ve yas tutma'nın yanı sıra lahitin bir yüzünde de Neuptolemos'un babası Akhilleus'un mezarı önünde Troia kralı Priamos'un kızı Polyksena'yı kurban edişi betimlenmişti. Lahtin üzerindeki betimlemelerde anlatılmaya çalışan bir genç kızın ölümünden yola çıkarak bu mezarın belki de bölgede yaşayan üst düzey birinin kızına ait olduğu söylenebilirdi.  






Arkeologların anlattıklarını dinledikçe uzun beyaz kıyafetin ve prensesin uzun saçlarının sırrıda ortaya çıktı. Lahitin üzerindeki genç kız figürleri belden sıkılmış kıyafetler giyiyorlardı. Uzun bukleli saçları ise omuzlarından aşağı iniyor, kulaklarında ise iri küpeler vardı. 
Tüm köye nam salan altın yataklı prenses sonunda Kızöldün tümülüsünde yapılan kazıda 2600 yıllık Polyksena Lahtinde yatan belki de soylu bir genç kızdı. 


Sonuç olarak ortada ne altın yatak, iki metre uzun saçlar ne de uzun elbiseli kız vardı. O güne kadar Anadolu'da bulunan M.Ö 520 - 500 yıllarına tarihlenen en erken frizlerin bulunduğu mermer lahit ortaya çıkmıştı. 


Lahit Çanakkale Arkeoloji Müzesine götürüldü ve ziyarete açıldı. O günden bu güne anlatılanlara göre hiç tanımadığım yerli Marquez ise hala hikayelerine devam ediyor...


p.s: 
Tümülüs üzeri moloz ve toprakla örtülmüş mezar odası
Höyük üzeri zamanla toprakla kaplanmış yerleşim yeri


Yukarıdaki yazının bazı yerlerinde çevre halkının anlattığı gibi höyük kelimesini kullandım ama lahit tümülüsten çıkmıştır. 
       

Türkiye’de bilinmeyen dil bulundu

Daha önceki 'Kaybolan Diller ve Gölgeler' başlıklı yazımda bilinmeyen dillerden bahsetmiştim. Arkeolojik kazılar sayesinde bunların yavaş yavaş gün ışığına çıktığını ve çözülmesiyle birlikte dünya tarihini değiştirebilecek bilgilere ulaşabileceğimizi yazmıştım. İşte kaybolan dillerden biri daha 2800 yıllık Asur Sarayı'nın kalıntıları arasından fısıldamaya başladı. Bakalım çözüldüğünde neler anlatacak o zamana ait...
Türkiye’de bilinmeyen dil bulundu

Türkiye’de yapılan bir arkeolojik kazıda, daha önce hiç bilinmeyen yeni bir dil keşfedildi.

Yeni dil, Diyarbakır’ın 60 kilometre doğusundaki Tushan antik kentinde, 2800 yıllık bir Asur imparatorluk sarayının kalıntılarına gömülü halde bulunan kil tabletlerde belirlendi. Uzun süredir kayıp olan ve muhtemelen İran’ın batısındaki Zagros Dağları’ndan gelen halklar tarafından konuşulan dille ilgili kanıtlar bölgede çalışan uluslararası bilim ekibinden Cambridge Üniversitesi arkeoloğu Dr. John MacGinnis tarafından bulundu. MacGinnis tableti deşifre ederken 60 kadın ismi buldu. Asurluların zorunlu göç politikasının kurbanları olduğu sanılan bu isimlerden 45’inin bilim insanlarınca bilinen binlerce Ortadoğu isminin hiçbirine benzemediği görüldü. Yabancı isimlerden bazıları ‘Ushimanay’, ‘Alagahnia’, ‘Irsakinna’ ve ‘Bisoonoomay’ gibi dilbilimcilerin hiç duymadığı kelimeler. Bunların Zagros dağlarındaki halklara ait, kayıp bir dile ait olduğu tahmin ediliyor.

Haberi okumak için linki tıklayınız...

8500 yıllık tören izleri

Yenikapı'daki kazılarda bulunan Neolitik dönem insan ayak izlerinin sayısı 390'ı buldu. İstanbul'un ilk sakinlerine ait olduğu düşünülen izler 'törensel bir toplanma' izlenimi veriyor.

8500 yıllık tören izleri
Yenikapı arkeologları, 8500 yıllık ayak izleriyle, kazılarda bulunan iskeletler arasında bağlantı kurmaya çalışıyor.
İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nin başkanlığında yürütülen Yenikapı kazıları sırasında, yaklaşık sekiz ay önce ilki bulunan Neolitik dönem (MÖ 5500 - 8000) insan ayak izlerinin sayısı bugün, 390’ı bulmuş durumda. Yenikapı’daki kazılarda çalışan arkeologların, ilk İstanbullulara ait olduğu düşünülen izler için yorumu, ‘‘Törensel bir toplanmayı andırıyor’’ oldu.
8500 yıllık insan ayak izlerini tespit etmek çok da kolay olmadı. Dere yatağında killi toprak tabakada bulunan ayak izlerinin oluşumunu arkeologlar şöyle tanımlıyor: ‘‘Dere yatağı olduğu için zemin çamurlu. Ayak izleri bu şekilde oluşmuş. Daha sonra kuruyup kalıp şeklinde kalmış. Kısa bir süre sonra da derenin taşması yada birden bastıran selin getirdiği mille, dere kumuyla üzerleri kapanmış. Şimdi o izlerin içinden hep kumları fırçayla tek tek temizleyerek çıkarıyoruz.’’ Ayak izlerinde en büyük ayak ölçüsü 42 numara. 35 numaradan başlayarak 42’ye kadar her numaradan ayak izi bulunuyor.
Antropologlar ayak izleriyle Yenikapı’da bulunan insan iskeletleri arasında bağlantı kurmaya çalışıyor.
Diğer yandan ayak izlerinin birbirinin üzerinde olmaması da arkeologların yorumuna göre ‘törensel bir toplanma yeri duygusu’ veriyor. Ayaklarında sandalet ya da deriden yapılma ayakkabı olduğu tahmin ediliyor.

Yerinde koruma olmaz
Hatta bazı izlerde topuk yerinin daha baskın olduğu da görülüyor. İzlerin yerinde korunması imkânsız. Çünkü metro istasyonunun tam ortasında. Silikon kalıpları alınan izler daha sonra özel yöntemle topraktaki hali bozulmadan müzeye kaldırılacak. İstasyon içinde yapılacak müzede sergilenmesi planlanıyor. İstanbul Büyükşehir Belediyesi BİMTAŞ’ın desteği ile ayrıca lazer scanner ile taratılarak izler bilgisayar ortamına da alındı. Dünyada bu tür izlerden aynı tarihlerde yok. Fransa ve İngiltere’de MÖ 4000 yıllarına ait izler bulunmuştu.

Yenikapı’da tarihi değiştiren kazı
Dünyanın da yakından takip ettiği, sekiz yıl önce başlanan Yenikapı arkeolojik kazılarında sona doğru geliniyor. Kazılmayan çok küçük bir alan kaldı. Osmanlı döneminden başlayarak Bizans erken ve geç Roma dönemleri derken Neolitik tabakaya kadar inildi. İstanbul’un ilk sakinlerine ait urne tipi mezarlar, 36 batık ve çok sayıda müzelik ve etütlük eser bulundu. Bulgular arkeolojik ve tarihsel anlamda yeni bilgileri ortaya koydu. İstanbul’un 2700 yıl önce yani MÖ 7. yüzyılda kurulduğu sanılıyordu. Yenikapı neolitik tabaka bulguları tarihi yarımada ve suriçi bölgesinde yaşamın 2700 yıl değil, 8500 yıl öncesine dayandığını ortaya çıkardı.

Radikal Gazetesi Ömer Erbil'in haberi

 
 

 
 

Paleolitik mağaraya dizi seti rötuşu!- Muhteşem Rezillik!!!

İnanılmaz ama gerçek...Paleolitik Yarımburgaz Mağarası dizi seti olarak kullanılırken tahrip edilmiş. İnsanlığın en eski yaşam alanlarından biri olan bu mağaranın benzerleri Fransa'da özel korumaya alınırken bizim Yarımburgaz dizi filmciler ve sinemacılar tarafından acımazsızca kullanılarak duvarlarına yazılar yazılarak tahrip edilmiş. İşte size Muhteşem Yüzyıl'dan Muhteşem Rezillik!!!! İşte ülkemizde arkeolojiye ve tarihi eserlere verilen önem...Yurtdışındaki eserlerimizi milletin gözüne soka soka geri aldık diyen Kültür Bakanlığı ellerindekini korumayı ne zaman öğrenecek acaba??? İşte Radikal'den Ömer Erbil'in haberi....

İnsanlığın en eski yaşam alanlarından Yarımburgaz Mağarası Türk film ve dizi endüstrisinin de 'gözde'si. Ancak diziye gösterdikleri özeni tarihe göstermiyorlar. Çekim izni almıyor, duvarlara boyayla yazı yazıyorlar.

Paleolitik mağaraya dizi seti rötuşu!
Yarımburgaz Mağarası, insanlık tarihinin 400 bin yıllık en eski yaşam alanı. Girişi demir parmaklıkla korunuyor görünse de tarihi mağara adeta yol geçen hanı. Tinercisi, definecisi, ayyaşı hep orada. Mağaranın girişi oyularak yapay bir kapı inşa edilmiş! İstenmeyen misafirler de oradan içeri giriyor. Yıllarca Türk sinemasına set olan tarihi mağara şimdilerde de dizilerin talanına uğruyor. Muhteşem Yüzyıl dizisinin 43 ve 44. bölümlerindeki bazı önemli sahneler bu mağarada çekildi. 1. Derece Sit Alanı ve Korunması Gerekli Kültür Varlığı olarak tescilli mağarada çekim için izin alma gereği bile duyulmamış. Paleolitik çağ arkeolojisi için önemli verilerin bulunduğu mağarada ateşler yakılmış, zemin kazılmış, tavanlarına sahneyi zenginleştirmek için yapay sarkıtlar konmuş. Demir kapı kırılarak içeriye girilen mağarada Leyla ile Mecnun dizisinin de bir bölümü çekilmiş. Onlar da daha önce fresklerin bulunduğu duvara boya ile ‘Acil çıkış kapısı’ yazmışlar. Radikal’in ele geçirdiği müze raporunda tahribat tek tek anlatılmış. İstanbul 7 No’lu Koruma Kurulu Cumhuriyet Savcılığı’na suç duyurusunda bulundu. Cezası 2 ile 5 yıl arasında hapis. Ceza ertelenmiyor, para cezasına da çevrilmiyor. 
Ali Baba ve 40 Haramiler, Küçük Ağa, Tarkan, Kara Murat, Yorr’un Öyküsü gibi pek çok Türk sineması bu mağarada çekildi. Ali Baba ve 40 Haramiler filminde ‘‘Açıl susam açıl’’ parolasıyla girilen mağara da burası. Küçük Ağa filminde duvarlardaki tarihi freskler kazınarak yok edildi. Yorr’un Öyküsü filminde ise mağaraya büyük bir havuz yapılmış, daha sonra havuz dinamitle patlatılarak içindeki suyla birlikte arkeolojik dolgu malzemeleri de akıp gitmişti. İstanbul Üniversitesi Arkeoloji Bölümü, 1986’ya kadar set olarak kullanılan mağarayı kurtarmak için bu tarihte bilimsel kazı çalışmalarına başladı ve uzun yıllar sinemacılar mağaraya yaklaşmadı. Ancak bilimsel kazılar da parasızlıktan 3 yıl gibi kısa sürede sonlandırıldı. Bu araştırmalarda önemli bulgular elde edildi ve Yarımburgaz Mağarası’nın paleolitik çağ kapsamında dünya çapında bilinen az sayıda yerlerden biri olduğu kabul edildi.

İzlerken fark ettiler 
Son tahribatı ise Muhteşem Yüzyıl dizisini evde izleyen iki genç arkeolog fark etti. Arkeolog Yiğit Ozar dizide gördüğü mağaranın Yarımburgaz olabileceğini düşünüp işin peşine düşüyor. Paleolitik çağ arkeoloğu doktora öğrencisi Ardahan Üniversitesi Prehistorya Anabilim Dalı’ndan Berkay Dinçer ile durumu paylaşıyor. Yerinde yaptıkları incelemede dizinin burada çekildiğine kanaat getirip şikâyetçi oluyorlar. İstanbul Arkeoloji Müzesi uzmanları Yarımburgaz Mağarası’na giderek rapor tutuyor. İşte o rapordan bazı tespitler: ‘‘Mağaranın girişini kapatan demir kapının bir kanadı söküldüğü, yerine inşaat demirinden nizami olmayan parmaklık yapıldığı, kaya kilisenin girişindeki güney nişi kapatan demir kapının da sökülerek işlevini yitirdiği görülmüştür... 3x 3 m. ölçülerinde kareye yakın bir alanın kazıldığı görülmüştür. Havuz oluşturmak amacıyla açılan bu çukurun üzerinde kalan mağara tavanında yer yer alçı izleri görülmektedir. Bunların dekor oluşturmak amacıyla kullanılan süslemelere ait olduğu düşünülmektedir. Mağara tabanına açılan çukurun tekrar doldurulması da mağara içindeki tahribatın izlerini ortadan kaldırmaya yönelik gayretin sonucu olarak düşünülmektedir.’’

2 ila 5 yıl hapis 
Rapor 7 No’lu Koruma Bölge Kurulu’na gönderildi. Koruma Kurulu 1. derece sit alanında yapılan izinsiz uygulamayı Cumhuriyet Savcılığı’na bildirdi. İlk toplantıda mağarayla ilgili alınması gereken önlemler gündeme getirilecek. Kültür Bakanlığı yetkilileri ise “Konu mahkemede. Bundan sonra konuşmamız doğru değil” diyor. 2863 sayılı yasanın 65. maddesi şöyle: ‘‘Korunması gerekli taşınmaz kültür ve tabiat varlıklarının yıkılmasına, bozulmasına, tahribine, yok olmasına veya zarara uğramalarına kasten sebebiyet verenler 2 ila 5 yıl hapis ve 5000 güne kadar adli para cezasıyla cezalandırılır.’’
Ardahan Üniversitesi Prehistorya Anabilim Dalı’ndan Berkay Dinçer ise 400 bin yıllık izleri tahrip etmenin büyük suç olduğuna dikkat çekerek şöyle diyor: Muhteşem Yüzyıl’da mağaranın tavanına alçıdan sarkıtlar yapılmış, izleri duruyor. Leyla ile Mecnun’da duvara yazılanlar silinmeye çalışılmış. Bu tür temizlik çalışmaları bile bilimsel verilere dayanılarak yapılmalı. Mağaranın korunması için acil bir proje geliştirilmeli. Demir parmaklıklarla burayı koruyamayız.’’

Bu lanet Mayaların sonunu getirdi

Metni küçült
Metni büyüt
Bu lanet Mayaların sonunu getirdi
Maya uygarlığının çökmesinde doğa felaketleri kadar 'kötü ruhların' da büyük bir rol oynamış olabileceğini öne sürülüyor.
Bu büyük uygarlığın bir zaman varlığını sürdürdüğü sınırlar içinde bugün Guatemala, Belize, El Salvador ve Honduras da yer alıyor.Mayaların altın çağını, Klasik Dönem olarak bilinen M.S 250 ile 900 yılları arasında yaşadı. Bu dönemin sonunda, uygarlık bugün hala tam olarak bilinmeyen nedenlerden dolayı gerileme sürecine girdi. Nüfus, ciddi ölçüde azalırken, halk büyük şehirleri terk etti ve uygarlığın topraklarından geriye küçük bir parça kaldı.
Bilim dünyası, Mayaların çöküşünde en büyük etkenin ormanların azalması olduğunu düşünüyor. Ağaçların yok olmasıyla erozyon verimli toprakları yok ederken, güneşin etkisini artırması buharlaşmayı ve sonucunda kuraklığı getirdi.
Ancak Georgetown, Cincinnati ve George Mason Üniversite'si tarafından yapılan yeni araştırmalar, Mayaların karşılaştığı düşünülen doğal felaketlerin uygarlığın tüm bögelerini aynı derecede etkilemediğini ortaya koydu. Terk edilen bazı yerleşimler yıllarca boş kalırken, diğer bölgeler çok daha uzun süre ayakta kalmayı başardı.
Klasik Dönem'de Maya toprakları.

Arkeologlar ise Mayaların, doğal felaketlerin yanı sıra sahip olduklrı kültürle de kendi sonlarını hazırlamış olabileceklerini belirtiyor. Bu düşünceye göre, zenginlik az sayıdaki ilahi krallardan oluşan elit bir tabakada toplanıyordu.
Ancak liderlerin savaşlarda başarısız olması veya mevsimsel kuraklıkların önüne geçememeleri sonlarını hazırlıyordu. Maya krallarının çok eşliliği benimsemesi ve arkalarında birbirileriyle savaşan nesiller bırakmaları da yolsuzluğun artmasını sağlayan bir etken oldu.
SU KAYNAKLARI SIKINTISI
Proceedings of the National Academy of Sciences dergisinin bu ayki sayısında yer alan araştırmayı yürüten bilim insanları, Mayaların gerileme döneminde, bazı bölgelerdeki yerleşimler hızla çökerken diğerlerinin nasıl ayakta kalabildiğini araştırdı. M.S 100-250 yılları arasındaki sıkıntılı dönem ile 750-950 yılları arasındaki gelişmelerin yüksek ve alçak bölgelerde nasıl yaşandığı incelendi.Bugüne dek uzanan veriler, Mayaların Yucatan Yarımada'sı gibi alçak bölgelere kıyasla daha yüksek arazilerinde daha hızlı bir çöküş süreci yaşadıklarını gösterdi.
Ağırlıklı olarak yağmur suyuna bağımlı olan bu bölgeler, alçak bölgeler gibi ırmak ve nehirlere ve subatan olarak bilinen su kaynaklarına erişim sağlayamıyordu. Sonuç olarak, çok fazla işçi gerektiren su taşıma sistemleri inşa etmek yerine, kuraklık çeken Mayalar yüksek arazileri terk etti ve geri dönmedi. Buna karşılık, alçak bölgelerdeki Maya şehirleri politik ve ekonomik sıkıntılara rağmen daha uzun bir süre ayakta kalmayı başardı.
LANETLİ BÖLGELER
Araştırmacılara göre, Klasik Dönem'de Maya tanrıları ve ilahi krallar da çöküşe zemin hazırlamış olabilir. Terk edilen yerleşimler, Mayaların gözünde zamanla lanetlenmiş bölgelere dönüştü. Mayalar, ormanların kapladığı lanetli bölgeleri yeniden elde etmek için, tanrıların öfkesini çekmemeye dikkat ederek ritüeller düzenledi.
Livescience'a konuşan Cincinnati Üniversitesi'nden Nicholas Dunning, "Mayaların çöküşünde kuraklığın ve diğer çevresel faktörlerin rol oynadığı konusunda çok az şüphem var... Ayrıca, bu felaketlerin yaşandığı bölgelerin de birbirlerinden farklı olduğu dikkat çekiyor. Orta bölgelerdeki yüksek bölgeler kuraklığa karşı çaresiz kalırken, alçak bölgelerde suya erişimi kolay olan yerleşimler çevresel olumsuzluklara daha dirençliydi" dedi.
Dunning, Mayaların gerileme sürecinde kültürel faktörlerinde büyük rol oynadığını söyledi ve güçlü liderlik ile toplumun değişikliklere karşı gösterdiği esnekliğin, eski uygarlıkların nasıl sona erdiklerini anlamada belirleyici faktörler olduğuna dikkat çekti.


Kaynak : http://www.internethaber.com/maya-uygarligi-lanet-sonunu-sonu-uygarlik-maya-laneti-arkeolog--410058h.htm#ixzz1q893dUpU

Gizemli yeraltı şehri açılıyor

Gizemli yeraltı şehri açılıyor

Aksaray'ın Gülağaç ilçesinde Aziz Mercurius Yeraltı Şehri'nde uzmanlarca gerçekleştirilen kurtarma kazıları tamamlandı.

Aksaray Müze Müdürü ve Aziz Mercurius Yeraltı Şehri Kazı Başkanı Yusuf Altın, Aziz Mercurius Yeraltı Şehri'nin Kapadokya bölgesinde, Gülağaç ilçesine bağlı Saratlı beldesinde bulunduğunu söyledi.

Milattan sonra 250'li yıllara ait olan Aziz Mercurius Yeraltı Şehri'nde 2011 yılında başlayan temizlik çalışmalarının bu yıl kurtarma ve turizme kazandırma çalışması olarak devam ettiğini belirten Altın, “Bu yeraltı şehrinin en önemli özelliği Kapadokya bölgesinde olmayan ve bu yeraltı şehri içinde olan bir kiliseye sahip olması, içindeki mezarlarla bir gizem taşımasıdır” dedi.

AZİZ MERCURİUS YERALTI ŞEHRİ'NDEN FOTOĞRAFLAR

Yeraltı şehrindeki kurtarma kazısını tamamladıklarını ve ulaştıkları mezar sayısının 31'e yükseldiğini kaydeden Altın, şöyle devam etti:

“İçindeki kilisede geçen yılki çalışmalarda 20 mezar açmıştık. Mezarları açmaya devam ettik. Mezarları incelemek için Bakanlığımızdan bir antropolog geldi. Kilisedeki mezarları açtığımızda daha çok çocuk mezarlarıyla karşılaştık. Bir kaç tane de yetişkin mezarı bulunuyor. Üst üstüne gömülmüş kadın erkek mezarı var. Yine bir sandık tipi mezarda 3 insan iskeleti bulundu. Bu mezarın içinde kireç artıklarının bulunması nedeniyle bir bulaşıcı hastalıktan ölmüş olabileceklerini düşünüyoruz. Mezarların çoğunluğunda çocuk olması ise çocuklara olan saygının bir göstergesi... Bu dönem, Hristiyanlığın ilk dönemleri olduğu için insanlar fakir. Cumhuriyet Üniversitesi'nden gelen iki antropolog da 5 yıl gibi bir süreçte çıkan bu iskeletleri incelemeye alacaklar. Mezarlardan çıkan, erken Hristiyanlık dönemine ait bu iskeletlerin yaşam kültürleri, yaşları, ölüm sebepleri detaylı şekilde araştırılacak.”

Altın, kilisenin ortasında bir erzak ambarı bulduklarını ifade ederek, “Bunun kiliseye bağışların toplandığı bir ambar olduğunu düşünüyoruz. Yaklaşık 1,5 metre derinliğinde ve içine daha sonra açılan mezarların toprağı doldurulmuş” dedi.

“Aziz Mercurius Yeraltı Şehri'ni ülke turizmine kazandıracağız” diyen Altın, “Bunun için çalışmalarımız sürüyor. Bakanlıktan gelen antropolog çalışmasını tamamladı ve yeraltı şehrinin turizme açılmasında bir sakınca bulunmuyor. Bundan sonra çevre düzenleme projesi yapılacak” ifadelerini kullandı.

Haberin devamı için linki tıklayınız....

Kanuni’nin denizcileri Malta’da günışığına çıktı

Kanuni’nin askerleri kazı çalışmasında bulundu

Malta’da yapılan yol çalışmasında, adayı fethetmek için 1565’te kuşatan Osmanlı İmparatorluğu donanmasının denizcilerine ait olduğu sanılan insan kemikleri bulundu. İnşaatçıların çalışması durduruldu bölgeyi arkeologlar araştıracak.

OSMANLI deniz savaşlarında çok önemli bir tarihi yeri olan Malta Adası’ndaki kazı çalışmalarında çıkan insan kalıntılarının Türk denizcilere ait olduğu belirlendi.

Tarihçileri heyecanlandıran bulgu “Malta Mirası” ve “Ulusal Miras’ın Koruması” adlı vakıfların yetkililerince yapılan incelemede ortaya çıktı. Kanuni Sultan Süleyman’ın saltanatının sonuna yaklaşıldığı 1565 yılında Osmanlı kuvvetleri Malta’ya dört ay süren bir kuşatma uygulamıştı. Tarih boyunca yaşanan en kanlı ve şiddetli savaşlardan biri olarak gösterilen kuşatma, Ada’yı yöneten Hospitalier Şövalyeleri’nin galibiyeti ve Osmanlı kuvvetlerinin kuşatmayı kaldırması ile sonuçlanmıştı. Türk esirlere ait kalıntıların Marsa kasabasından Valetta sahiline yapılan bir yol çalışması sırasında bulunduğu ve tarihçilerin olayı daha iyi araştırıp kemikleri toplayabilmesi için yol çalışmalarının durdurulduğu kaydedildi. Yetkililer kazı alanında geçmişte bir caminin bulunduğunu da belirledi. Ancak 200 yıl önceki İngiliz işgali sırasında mezarlık ve caminin yıkıldığı anlaşıldı.

Türk askerleri zehirlenmişlerdi
Haberin tamamını okumak için linki tıklayınız...

Sarayda kepçeyle yıkım

Daha önceki yazılarımda ve paylaşımlarımda yurt dışına kaçırılan eserlerin Türkiye'ye getirilmesini istemiyorum çünkü orada bizim eserlerimizi dünya mirası gözüyle bakıp müzelerde bizden iyi koruyorlar diye yazmıştım. Bazı arkadaşlarım buna karşı çıkmıştı. Ben her zaman bu düşüncemin arkasındayım. Biz daha elimizdeki eserlere değer vermezken, yüzyıllar öncesini bir kepçeyle yerle bir edip yerine bir otel dikilirken eski eserleri Türkiye'ye getirmenin ne manası var? İşte Vatan Gazetesi'nin haberi...Sarayda kepçeyle yıkım...
 
 
Sarayda kepçeyle yıkım Sultanahmet'te Bizans Büyük Saray'a ait tarihi yapı iş makineleriyle yerle bir edilip yerine otel yapılırken kimsenin kılı kıpırdamadı.

Radikal'in haberine göre, Sultanahmet’te 1. Derece Koruma Bölgesi içinde yer alan, kentsel ve arkeolojik sit alanı içindeki Bizans Büyük Saray’a ait olduğu düşünülen tarihi yapıyı iş makinalarıyla yerle bir edip yıktılar. Yerine beş katlı otel diktiler. Bu sırada durumu fark eden uzmanların İstanbul 4 Numaralı Koruma Kurulu ile Fatih Belediyesi’ne yaptığı bilidirim sonuç vermedi.

Koruma Kurulu bir ay sonra inşaatın durdurulması yönünde karar aldı. Bir ay içinde inşaat beş kat yükseldi, çatı aşamasına geldi. Sultanahmet Mahallesi 98 ada 1,2,22 ve 33 parselde yer alan inşaat, arkeologlara göre Bizans Büyük Saray’ın üstüne yapıldı. İki parsel yanında, Sultanahmet Eresin Otel’in altında da benzer kalıntılar inşaat sırasında çıkmış, otel sahipleri bu kalıntıları koruma altına alarak müzeye çevirmişti. ‘Güçlendirme’ izniyle Sultanahmet Küçükayasofya Caddesi üzerinde 1 ve 2. parseli korunması gerekli kültür varlığı olarak tescil edilen, diğer parselleri de 2. derece korunması gerekli kültür varlığı olan yapılar bir gecede yıkıldı. Ancak yıkımdan önce Fatih Belediyesi’nden güçlendirme izni alındı.

İnşaat yapılacak alanın etrafı suntadan tahta paravanlarla kapatıldı. İçeride ne olup bittiğinin görünmemesi için küçük bir delik bile bırakılmadı. Ardından önce tarihi binalar yıkıldı. Temele kadar inildi. Altta Bizans Büyük Saray’a ait duvar kalıntıları ve tarihi yapılar çıktı. Bunlar da iş makineleri ile yıkıldı. Tüm bunlar olup biterken ne Büyükşehir ne de Fatih Belediyesi’nden bir yetkili uğradı. Temel betonlarının bir kısmı atılıp tarihi duvarların iş makineleri ile yıkıldığı sırada çevredeki işyeri sahiplerinden şikâyet geldi.

İstanbul Arkeoloji Müzesi uzmanları adrese gittiklerinde gördükleri manzara karşısında şaşkına döndü. Bizans Büyük Saray’a ait olduğunu düşündükleri 4 metre genişliğinde yaklaşık 10 metre yüksekliğindeki tarihi duvarlar yerle bir edilmişti. Uzmanlar, bunu yapmalarının yasak olduğunu ve inşaatı durdurmaları gerektiğini söyledi. ama gözlerinin önünde yıkım devam etti. 1 ay sonra karar alındı Geçen 15 Aralık günü tespit edilen bu durum, İstanbul 4 Numaralı Koruma Kurulu’na, Fatih Belediye Başkanlığı’na ivedilikle bildirildi. Koruma Kurulu bu şikâyeti tam 1 ay sonra gündeme aldı.

18 Ocak 2012 tarihli Koruma Kurulu kararında şöyle denildi:

“Açığa çıkan tarihi duvar kalıntılarının İstanbul Arkeoloji Müzeleri Müdürlüğü’nce kalıntı rölevesinin ve niteliğini açıkça belirten raporun hazırlanarak kurulumuza iletilmesine, söz konusu alanda her türülü inşai faaliyetlerin ivedi olarak durdurulmasına, 1 ve 2 parsellere ait güncel röleve, restitüsyon ve restorasyon projelerinin kurulumuza iletilmesine karar verildi.” 5 yıla kadar hapis Koruma Kurulu inşaatın durdurulmasını istemişti ama inşaatın 5 katı da bitmiş, çatısı yapılıyordu. Kurulun rölevesini istediği tarihi duvarlar da hafriyat oldu.

2863 sayılı yasanın 65. maddesi a fıkrasında şöyle diyor:

“Korunması gerekli taşınmaz kültür ve tabiat varlıklarının yıkılmasına, bozulmasına, tahribine, yok olmasına veya her ne suretle olursa olsun zarara uğramalarına kasten sebebiyet verenler iki yıldan beş yıla kadar hapis ve beş bin güne kadar adli para cezasıyla cezalandırılır.”

Bir şeyler döndü ama ne!

Bir kurul yetkilisi şunları söyledi: “Tarihi yarımada bütününde yapılaşma ve araştırma için yapılacak temel kazıları müze denetiminde olmalıydı. Ancak belediye haber bile vermedi. Belli ki inşaatı yapanlara arka çıkılıyor. Kurulun gündemine geç alınması da şüpheli. Çünkü geçen yıl nisan ayında bir karar aldık. Bu tür acil durumlarda faksla ya da telefonla gelen ihbarlar karşısında kurul toplanana kadar inşaatın durdurulmasına karar vermiştik. Bir şeyler döndü ama ne olduğunu anlamış değilim. Belediye de kurul yöneticileri de bu durumdan mesuldür.”

‘Dehşete kapıldım, bu bir vandalizm’

Arkeologlar Derneği İstanbul Şube Başkanı Doç. Dr. Necmi Karul: “Dehşete kapıldım. Bu bir vandalizm. Belli ki bir yapı kompleksine ait duvar kalıntıları. Saraya ait bir yapı gibi görünüyor. Gözümüz gibi baktığımız tarihi yarımadada bu nasıl yapılır? Belediye nerde? Koruma Kurulu nerde? Hiç kimse görmemesi ilginç. Arkası oldukça sağlam biri olmalı. 2863 sayılı yasa hapis cezası öngörürken bu nasıl bir cüret? Ancak yasa var ama kâğıt üzerinde, uygulayacak yönetici yok! Fourseasons Otel daha önce Bizans Sarayı üzerine yapıldı. Buradan cesaret alıyorlar."

Şehit komutanın kahve değirmeni 122 yıl sonra bulundu

Şehit komutanın kahve değirmeni bulundu

JAPON Kralı Meiji’ye yapılan ziyaretten dönerken 1890 yılında Pasifik Okyanusu’nda 550 denizcisiyle batan Ertuğrul Fırkateyni’nde yapılan kazı ve kurtarma çalışmaları sırasında geminin kazada şehit olan komutanı Osman Paşa’ya ait kahve değirmeni ile bir makineli tüfeğe ait mermiler bulundu.

Arkeolog ve konservatör Bertha Lledo Turanlı, "Kahve değirmeninin, geminin motorları İngiltere’de takılırken Osman Paşa’ya hediye edildiğini öğrendik" dedi.

35 METRE DERİNLİKTE 122 YIL SONRA BULUNDU / WEB TV

Pasifik Okyanusu’nda batan Ertuğrul Fırkateyni’nde 4 yıl önce başlayan kazı ve kurtarma çalışmalarında gün ışığına çıkarılan eser sayısı 8 bini aştı. Bodrum ve Karya Bölgesi Kültür Sanat ve Tanıtma Vakfı ile Sualtı Araştırma Enstitüsü (INA) işbirliğiyle yapılan kazı ve kurtarma çalışmalarında son olarak 35 metre derinlikte bir kahve değirmeni bulundu. 1878 yılında İngiltere’deki T.& C. Clark & Company tarafından üretilen ve Paris’te aynı yıl düzenlenen ’En İyi Dizayn’ yarışmasında gümüş madalya kazanan, özel yapım, 5 kilogram ağırlığında ve iki parçadan oluşan kahve değirmeninin aynı yıl Ertuğrul Fırkateyni’nin motorlarının takılması nedeniyle İngiltere’de bulunan komutan Osman Paşa’ya hediye edildiği ortaya çıktı. Kahve değirmeninin yanı sıra Plevne Savaşı’nda kullanıldığı tespit edilen makineli tüfeğe ait 600 mermi ve porselen tabaklar da gün ışığına çıkarılarak konservasyonu yapılmak üzere Bodrum’a getirildi.

Haberin devamını okumak için linki tıklayınız...

2 bin yıllık miğfer İngiltere tarihini değiştirebilir

İngiltere'nin tarihini değiştirebilir

İngilizler, tarih kitaplarından 2 bin yıl önce topraklarını işgal eden Romalılara karşı atalarının kahramanca savaştığını öğrense de 10 yıl önce bulunan bir miğfer bu gerçeği tersine çevirebilir.

Sadece üst rütbeli askerlere verilen gümüş kaplı süvari miğferi, İngiliz kabile liderlerinin birinin mezarlığında bulundu. İngiliz arkeologlara göre, göz alıcı el işlemelerine sahip olan miğfer, tarihe bakış açısını önemli şekilde değiştirebilir.

Leicestershire kentinin eteklerinde bulunan ve parçaları 10 yıl süren ve 1 milyon dolara mal olan çalışmaların sonunda bir araya getirilen miğfer, işgal yıllarında bazı İngilizlerin Romalıların safında savaşmayı tercih ettiğinin kanıtı olarak görüldü.

Miğferin sergilendiği İngiltere Müzesi’nde yürütülen araştırmanın başkanı Dr. J.D Hill, “Bu miğfer, İngilizlerle Romalılar arasındaki ilişkiyi yeniden değerlendirmemiz gerektiğini gösteren çok önemli bir keşif. Bundan sonra Romalılarla ilgili tüm tarih kitaplarında bu miğferden bahsedilecek” dedi.

ASLANLARIN EŞLİK ETTİĞİ TANRIÇA

Haberin devamını okumak için linki tıklayınız....

Nehmes Bastet'in lahdi temizlik sırasında bulundu

 

Mısır’da Krallar Vadisi’nde çalışmalar yapan İsviçreli arkeologlar, tesadüfen, bir kadın şarkıcıya ait yaklaşık 3 bin yıllık bir lahit keşfetti.

Tanrı Amon Ra’nın şarkıcısı Nehmes Bastet’e ait olduğuna inanılan lahit, İsviçreli arkeologlar tarafından, Kral Üçüncü Tutmosis’in lahdine giden yoldaki rutin temizlik sırasında keşfedilen bir kuyuda bulundu.

Böylece Krallar Vadisi'nde ilk kez hanedan üyeleri dışındaki kişilerin de mezarlarının bulunduğu ortaya çıkmış oldu.

Kuyuda ayrıca çok değerli tarihi eserler de keşfedildiği, arkeologların çalışmalarını sürdürdüğü belirtildi.

Mısır Tarihi Eserler Bakanı Muhammed İbrahim, El Ahram gazetesine yaptığı açıklamada, arkeologların, kuyuda siyaha boyanmış ve üzeri hiyeroglif metinlerle süslenmiş bir sanduka ile üzerine ölenlerin isimlerinin ve unvanlarının kazındığı ahşap panolar bulunduğunu söyledi.

KEDİ TANRI BASTET TARAFINDAN KORUNUYORMUŞ

Haberin devamını okumak için linki tıklayınız...

Maya takvimiyle ilgili en son iddia

Maya takvimiyle ilgili en son iddia

Yeni yıla girilmesiyle, Maya takviminin kehanetleri hakkında sayısız teori de ortaya döküldü. Yaygın görüşler 2012'de dünyanın yok olacağı ya da insanlığın mutluluk ve gelişim çağına gireceği yönünde. En son teori ise sanılanın aksine takvimin hiç de önemli bir olaya işaret etmediğini öne sürüyor.

Time dergisinde Robert Landau imzasıyla yayımlanan habere göre, Maya takvimi kozmik bir olayın başlangıcını ve sonunu göstermiyor. Aksine, takvim, M.S 603 ile 683 yılları arasında yaşamış Maya Kralı Büyük Pakal’ın doğum gününe göre ayarlanmış.


Landau'nun, Latin Amerikalı arkeologların bulgularına dayandırdığı iddiası şöyle: 

“Haab” adıyla bilinen, 5 bin 125 yıllık Maya takviminin, 21 Aralık 2012’de sona ermesi, birçok uzman tarafından yaratılış döngüsünün sonu olarak kabul ediliyor. 394,26 yıla denk gelen “baktun” adındaki dönemlere bölünen Maya takvimi, bu tarihte 13’üncü "baktun"u tamamlamış olacak.

Ancak takvimin sona eriş tarihi, sanıldığı gibi kozmik bir olaya değil, tamamen politik bir karara dayanıyor olabilir. Meksika’nın Chipas eyaletindeki antik Maya kenti Palenque’de çalışmalar yapan Alonso Mendez, Büyük Pakal’ın doğum gününü, “ilahi bir dönüm noktası” olarak işaretlemek istediği için “baktun”ları oluşturduğunu savunuyor.


Haberin devamını okumak için linki tıklayınız...