MUTLU YILLAR....








               İSTEDİĞİMİZ HER ŞEYİ GÖNLÜMÜZCE YAŞAYACAĞIMIZ KOSKOCA BİR YIL         

                                                                    DİLİYORUM...

SAĞLIK, MUTLULUK, HUZUR, BAŞARI...HEPSİ BİZLERLE OLSUN...

2016 BARIŞ DOLU BİR YIL OLSUN...

YÜZÜMÜZDEKİ GÜLÜMSEME HİÇ EKSİLMESİN...

YENİ YILINIZ KUTLU OLSUN !!!

ÖĞRETMENLER GÜNÜNÜZ KUTLU OLSUN





Hayatıma dokunan tüm öğretmenlerime...

Bir çocuk için en  büyük mucize küçükken iyi bir öğretmene denk gelmekmiş.

Öğrenim hayatım boyunca hep mucizelerle karşılaştım ben.

Sizlerin ışığı doğrultusunda ilerledim...Hayatıma yön verdim...

Sayenizde hayallerimin peşinden koştum...Hiç bir şeyin tesadüf olmadığına inandım...

Tarih öğretmenim sayesinde geçmişin koridorlarında dolaştım, edebiyat öğretmenim sayesinde yazmanın büyülü dünyasını keşfettim...

İlkokuldan üniversiteye...

Hepiniz ayrı bir değer kattınız bana...

İyi ki varsınız...

Öğretmenler Gününüz Kutlu Olsun...









BASİT BİR ES





Yine bir tren yolculuğu hikayesi anlatacağım size. Aslında anlatan ben değilim Enis Batur anlatıyor bu hikayeyi ama ben de okurken kendi hayallerimi kattım içine...Yaşadıklarımı desem belki daha doğru olur. Hayallerim, anılarımdan ufak kesitler ve kendimden çok şey bulduğum Basit Bir Es...

Böyle olunca da ufacık tefecik kitap devasa bir kitaba dönüştü. Zaten yazarın yapmak istediği de buydu sanırım...

Kitabın ilk sayfasında, Italo Calvino'nun bir cümlesini okuyoruz. Enis Batur, Basit Bir Es'te Calvino'nun çok sevdiğim kitaplarından biri olan Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu kitabından esinlendiğini inkar etmiyor.

Bir kış sabahı taşra istasyonundan binen yolcu yazarın karşısındaki tek koltuğa oturuyor ve çantasından yazarın yıllar önce yazdığı kitabı çıkarıp okumaya başlıyor.

Ufak bir kasabanın kırmızı taş tuğladan örülmüş istasyonunda duran trene sadece bir kaç yolcu biniyor. Açılan kapılardan içeri  buz gibi dondurucu hava giriyor. Her yer bembeyaz kar. İnen yolcular ağızlarından duman çıkararak hızlı adımlarla gözden yok oluyorlar. Hareket memuru upuzun kalın paltosunun cebinden çıkarttığı düdüğü çalarak treni bir sonraki istasyona uğurluyor. Trenin içi sıcacık, börek çörek kokusu yayılmış etrafa. Yolculuk uzun sürecek. Kitabınızı çıkartıyorsunuz ve başlıyorsunuz kaldığınız yerden okumaya. Kah okuyorsunuz kah geçtiğiniz uçsuz bucaksız yerleri seyrediyorsunuz. Sonsuz bir beyazlığın içinde tıkır tıkır sallanarak ilerliyor tren. Karşınızdaki adamı bir yerlerden gözünüz ısırıyor ama çıkaramıyorsunuz. Tekrar kitaba dönüyorsunuz...

İşte ben böyle hayal ettim okurken...

Bu arada çeşitli yolcu profilleri görüyorsunuz...Tipik yolcu demek daha doğru olur :). Bunları şöyle   anlatıyor yazar;

"Yaşlı kadın, genç delikanlı farketmez, yolboyu susmayı beceremeyen insanlarla dolu bir dünyada yaşıyorduk. Bıraksanız herşeyini anlatmaya hazır, bıraksanız herşeyi sormaya yatkın, safkan başbelası yolcular serseri mayın, çarpacak birilerini ararlardı."

Bu kez daha fazla tadımlık yazmayacağım kitaptan. Zaten 76 sayfa yazmaya kalksam romanın yarısını burada okumuş olursunuz. Altlarını çizdiğim bir sürü cümle,işaretlediğim bir dolu paragraf var. Bu kez bana kalsın ama size tavsiyem mutlaka okuyun Basit Bir Es'i...

Bol kitaplı, sağlıklı günler diliyorum...

Sevgiyle kalın...




GÜNLÜK RİTÜELLER







Sonbahar geldi çattı...En sevdiğim mevsimlerden biridir...Kitap, kahve, battaniye durumuna geçiştir benim için.

Kitap ve kahve günlük ritüellerimin olmazsa olmazı. Bir de şu bloguma üvey evlat muamelesi yapmaktan vazgeçsem, onu da ötelemesem iyi olacak ama bugün yarın diyerek bakıyorum bazen bir ay el sürmemişim.

Yazmak ise vakit buldukça yaptığım bir şey. Ne kadar kötü değil mi ? Oysa ne çok severim yazmayı. İçimdekileri dökmeyi ya da gördüğüm, korktuğum, sevdiğim, nefret ettiğim, beğendiğim, beğenmediğim şeyleri öykülemeyi. Düzenli yazmayınca da olmuyor işte. Bir çok şey eksik kalıyor. Kelimeler havaya karışıveriyor, cümleler işlevini kaybediyor, pratiklik yok oluyor. Oysa yaşadığımız toprak üzerinde yazacak binlerce konu varken hepsi bir yerlere saklanıveriyor sanki.

Düzenli yazınca insan istediği yerlere ulaşabiliyor. Her gün  piyanonun başına oturup siyah beyaz tuşların üzerinde gezinen parmaklar kitlelerin hayran olduğu konçertoları çıkarıyor ortaya, ya da belli bir disiplinle tuvallerin üzerine saçılıveren rengarenk boyalar sayesinde ortaya çıkan görsel bir şölenle ruhumuzu dinlendire biliyoruz. .

İşte tüm bunları anlatan bir kitap Günlük Ritüller...

Büyük yazarların, bestecilerin ve ressamların hayatlarından bir kesim sunuyor okuyucuya. Nasıl çalıştıklarını, eserlerini ortaya nasıl koyduklarını anlatıyor. Yaklaşık 230 ünlü ismin günlük çalışmaları var sayfaları arasında. Simone de Beauvoir'dan tutun Patricia Highsmith'e, Thomas Mann'dan Umberto Eco'ya, Kafka'dan Alice Munro'ya, Çaykovski'den Liszt'e, Matisse'den Miro'ya...

Hepsinin çalışmalarından kısa kısa örnekler verilmiş. Yazarların çoğu ya sabah çok erken saatlerde kalkıp çalışıyorlar ya da gecenin sessizliğinde el ayak çekilince. Kaostan hoşlanmayanlarda yok değil içlerinde. Kimi mutfağındaki tencere tavasına günaydın diyerek başlıyor güne kimi bahçedeki çiçeklerine.

"Yazmak zor iş değil, kabustur." demiş Philip Roth.

"Yazarken, bir karakter yaratırken, o sürekli sizinle birliktedir, onunla dopdolusunuzdur, ete kemiğe bürünür, onu hayatınızdan çıkardığınızda, hayatınız oldukça yalnızlaşır." demiş Somerset Maugham.

Thomas Mann ise "Her paragraf bir yolculuğa dönüşür, her sıfat da bir karara." demiş yazarken.

Para idare etmeyi hiçbir zaman beceremeyen Karl Max ise "Hiç kimse bu kadar parasız olup da para hakkında yazmamıştır." demiş ünlü eseri Kapital'i yazarken.

Carl Jung ise  Bollingen Kulesi diye bilinen ilkel taş bir evde yaşamış. Öyle ki kendi deyimiyle "On-altıncı yy'dan bir insan bu eve taşınacak olsa, ancak gaz lambalarıyla kibritler yeni gelebilir ona." diyebilecek kadar ilkel. "Elektriksiz yaşıyorum, şömineyi ve gaz ocağını kendim yakıyorum. Akşamları eski lambaları yakıyorum. Su tesisatı yok, suyu kuyudan çekiyorum. Odun kesip yemek pişiyorum. Bu basit işler insanı basitleştiriyor. Basit olmak da öyle zor ki." Böyle bir yaşam tercihi varmış Jung'ın.

Hepsi de eserlerini yaratırken masalarından kahveyi, içkiyi ve sigarayı eksik etmemişler. Uyanık kalmak, rahatlamak, belki de kelimeleri, notaları ve boyaları daha iyi kullanabilmek için.

Ben çok ama çok zevk alarak okudum Günlük Ritüeller'i.

Geçmişten günümüze büyük eserlerin yaratıcılarının nasıl çalıştığını merak edenlere tavsiye ederim.

Şimdilik basit bir es...Sırada başka güzel bir kitap var :)

Kalın sağlıcakla...






HİKAYE DEDİM DE...





Bazen sayfalarca olur, bazen bir kaç kelime yeter istediğini anlatmaya...

İşte Hewingway'ın altı kelime ile anlattığı hikaye;

"For sale: baby shoes, never worn."

"Hiç giyilmemiş satılık bebek ayakkabısı."

Nerelere götürdü sizi ?

Neler canlandırdı içinizde ?

Yoksa çok mu tanıdık geldi bu kelimeler.?

İlk aklıma gelen çok iç açıcı bir hikaye olmadığı...

Ama belki de öyle değildir...

Altı kelime...Bir hikaye...


TRENLER ANILARDAN GEÇER...



Trenler anılardan geçer...Trenler ve anılar...Benim için birbiriyle çok bağdaşan iki kelime olmuştur her zaman. Çok ama çok severim tren yolculuklarını ve garları. Hele ki eski olanlarını. Yurt içi, yurt dışı bir çok yerde nereye gittiğinin hiç önemi olmadan sadece trene binmek için uğradığım ve birkaç istasyon sonra inip tekrar geri döndüğüm yerler bile olmuştur hayatımda. Hatta yazın okuduğum Paula Hawkins'in Trendeki Kız romanında kendimden çok şey bulmuştum. Okuyanlar bilir; hani şu trende giderken evlerin içine bakıp orada yaşayanlar için kafasında kendi hikayeleri yaratan kız gibi. Ben de geçip giderken çok hikayeler uydurmuşumdur kafamdan. Belki bir çoğunuzda aynı duyguları yaşamışsınızdır.

Aslında bugün burada İstanbul 9.Sahaf Festivali ile ilgili yazacaktım ama..Olmadı..Olamadı..Kaç gündür elim gitmedi bir şeyler yazmak için...


Her sene önümüzdeki yıl artık gitmem dediğim fuara bu yıl da gittim. Giderken bu kez aklımda bir kitap yoktu. Biraz geçiyordum uğradım gibi oldu. Stantlar arasında gezerken gözüm bir kitaba takıldı. Trenler Anılardan Geçer...Hani şu çok güzel ama çok güzel kitaplar yayınlayan ama sadece ve sadece doktorlara ve okul kütüphanelerine verip yalvarsanız yakarsanız da, ücreti neyse veririm deseniz de vermeyen, göndermeyen  Novartis  Kültür Yayınlarının kitabı. Bildiğiniz Novartis İlaç. ( Bu arada böyle yaptıklarını Yalnızın Işıkları Deniz Fenerleri kitaplarını almak için defalarca kendilerini aramam sonucu nuh deyip peygamber dememeleri ama azmin elinden hiç bir şey kurtulmaz kuralının arkasından giderek kitabı bir şekilde elde etmemden biliyorum. Bahsettiğim kitap Türkiye'deki deniz fenerlerini birbirinden güzel görselleriyle anlatan en güzel kitap. Bu güne kadar farklı kitaplar da yayınlandı ama bana göre en başarılısı diyebilirim. Benzer örneğini görmedim. Benim gibi deniz feneri tutkunlarına duyurulur.)

Neyse gelelim kitabımıza. Oturdum incelemeye başladım. Nereler yok ki...Hepsi birbirinden güzel garlar, trenler...Anı dolu, hüzün dolu, mutluluk dolu, kavuşma dolu, ayrılma dolu...Günün birinde bunlar yalnızca fotoğraflarda kalacak diyerek aldım.


Dört gündür kitabın 128. sayfasına takıldım kaldım. Ne zaman açsam gözlerim yaşarıyor. Boğazıma bir şeyle düğümleniyor. Oysa o gün eve geldiğimde kendime bir yorgunluk kahvesi yapıp ne kadar keyifle bakmıştım sayfalarına...Nereden bilebilirdim o sayfalara bir kaç gün sonra hüzünle bakacağım ve 128. sayfanın kararacağını.

O günde trenler geçti bu ülkede...Geride acı anılar bırakarak süzülüp gittiler rayların üstünden...Bu kez hüzünlü tren düdüklerinin yerini çığlıklar aldı. Bir çok anne, baba, genç için son istasyon oldu Ankara Garı...

Trenler anılardan geçer...Kapkara...




Ne güzel insanlar, ne değerler kaybettik o korkunç patlamada...Hiçbiri sıradan bir rakam değil...Hepsi ayrı bir yaşam hikayesi...Ne umutlar söndü, ne hayaller yok oldu...İnsanlık yok oldu...

Mekanları cennet olsun...

YA DA AKLINA KİTAPLAR GELEN...



Kış kadınlarının zamanı geliyor..
Yaz mevsiminin şımarıklığına ne yapsa ayak uyduramayan kadınların..
Yağmur başladığında niyeyse, aklına şarkılar gelen kadınların...

Ece Temelkuran

5 KİŞİ BİR İNSANA GİRMEYE VAR MISINIZ?



Malum kurban bayramı yaklaşıyor. Şehirde kurban satışlarının yapıldığı yerlere hayvanlar getirildi. Bayramı beklemeye başladılar.Hiç sevmediğim bir bayramdır kurban bayramı. Benim üzerimde o kadar büyük travmalar yaratan bir bayramdır ki o dönem et yemem, yiyemem. Zaten başımın da hoş olduğu söylenemez etle. 

Uzun süredir sosyal medya da paylaşılan ve çok beğenerek okuduğum bir yazıyı sizlerle paylaşmak istedim. Biliyorum pek çocuğunuz okumuşsunuzdur ama bir kez de benden olsun. 

Otuz senelik bir arkadaşımla telefonda bayramlaşıyoruz. Hayvan kesmiş yorgunluğunu anlatıyordu,
-Yedi kişi bir danaya girdik, sen ne yaptın?
-Biz 5 kişi bir İnsana girdik..
- Nası ya anlamadım ?
- 5 kişi diyorum, bir araya geldik, iki aydır çalışmayan birinin evine gittik.
2 aylık ev kirasını, birikmiş faturalarını ödedik, mutfağına ne lazımsa kolilerle indirdik.
Son olarak da esas müjdeyi verdik, bayramdan sonra yeni açılan Zorlu Center'de 2000 tl maaş+sgk+yemek ücreti işe başlıyorsun.
- Hadi hayırlı olsun.
- Çok güzel yapmışsınız da Kurban yerine geçer mi ?
- Senin et dağıttığın insanlar bu adam kadar sevindi mi ?
- Hayır, zannetmiyorum.!
- Öyleyse geçti..! Amaç kurban ( Allah'a yakınlaşmak, paylaşmak ) ise biz yakınlaşmak adına paylaştık, bu huzur ve vicdan rahatlığı bizim için bayram oldu
- Doğrusunu söylemek gerekirse kesim esnasında isyan edesim geldi, babama bir daha gelmeyeceğimi söyledim. Gelecek sene beni de aranıza alsanıza...
- Seve seve dostum..! Aslında herkes bu bilinçle guruplar kurup, 7 kişi bir dana yerine bir insana girse ortalık cennet çığlıklarıyla dolar. Bizler de iyi birşeyler yapmış olmanın mutluluğunu yaşarız..

Alıntı..


Ve diyorum ki...Ya böyle yapın...Yazıdaki gibi....Bir insanı sevindirin...Ya da böyle...Can alacağınıza yapacağınız ufak bir bağışla bir çocuğun hayatının kurtulmasına yardımcı olun...İnanın daha çok sevaba girersiniz...Seçim sizin. 



Şimdiden tüm sevdiklerinizle birlikte geçireceğiniz huzurlu ve mutlu bir bayram diliyorum.



BİR DOMATES FACİASI...






Bugün bahçemde çalışan iki işçiden bahsetmek istiyorum ve yediğimiz domateslerle ilgili hepinizin bildiği korkunç bir gerçeğin ilk ağızdan itirafından. İşçilerden biri usta dediğimiz yıllardır tanıdığım bugüne kadar neredeyse tüm işlerimizi yapan Pomak diğeri ise yanında yardımcı olarak getirdiği 15 yıl önce bir tatil sitesinin inşaatında çalışmak için Ağrı'dan gelmiş biri. 3 günlük çalışmanın sonucu ki daha üç günümüz daha var Ağrı'lının usta dediğimizden çok daha dürüst çalışması ve daha düzgün iş yapması. Usta hala kendini usta sanıyor ama o artık çırak bile olamaz gözümde. Bu ustamızın bir de domates tarlası var. Şu dönemde çoluk çocuk kendi deyimleri ile sandık sarıyorlar. Sağ olsun koca bir poşet bana da getirmiş. Kahve molası sırasında Ağrılı olan usta bana dönüp abla bunlar domatesi tarlaya ektikleri andan itibaren öyle ilaç koyuyorlar ki bir bilsen domates sırf tarım ilacı o yüzden de bunlarınki de de tat var ne koku var. Ustanın verdiği cevap ise şuydu yapacam be yaa ben ticari yetiştiriyorum onu kasası 95 krş dan sarıyoruz şimdi ( kasası dediği kasada ki 1 kg fiyatı) İstanbul'a gidecek mal !!!! Yani biz yiyoruz bu kimyasal domatesleri...!!! 



Benim bir huyum vardır ve bunu sadece domateste yaparım. Nereden alacaksam alayım domatesleri koklarım smile ifade simgesi Garip bir huy biliyorum ama öyleyim. Belki çocukluğumdaki domateslerin kokusu duymak içindir ve maalesef artık hiç birinde o kokuyu alamıyorum bazı komşularımın bahçesinde yetiştirdikleri hariç. Sonra bana tekrar dönüp abla dedi benim evin arka tarafında ufak bir yerim var oraya domates ektim ama ilaç koymadığım için biraz yamuk oldular smile ifade simgesi pazardan domates alan komşum benle dalga geçti bunlar ne biçim domates diye bende o yamuklardan kopartıp bir taneyi dörde kestim bir de onun torbasından istedim onu da dörde kesip ikisini de tattırdım. Aradaki farkı görünce vay be senin domatesler ne güzelmiş dedi. İşin komik tarafı bu benim ustayı tanıyanlar ondan kg larca domates alıp saatlerce uğraşıp kendilerine salça yapıyorlar ne de olsa Çanakkale domatesi eh kaynağı burası olunca ucuz olması da normal diye düşünerek smile ifade simgesi Halbuki gidip marketten alsa salçayı aynı şey smile ifade simgesi İşte bugünün özeti de bu; Bir Domates Faciası...Ben ise ustayı halen domates tarlasına korkuluk yapma planları peşindeyim...Başka türlü adam olmaz çünkü smile ifade simgesi Usta Domates Güzeli...

NE Mİ YAPIYORUM?



Ne yapmıyorum ki? Yaz gelince şehirden kaçabilen şanslılar arasında olduğum için öncelikle şehirden uzak yaşamanın özgürlüğünü çıkarıyorum. Bomboş köy yollarında araba kullanmanın zevkini çıkarıyorum. Bazen tepemde  bir leylek süzülüyor bazen bir şahin. ( Geceleri balkonuma gelen baykuşumu saymıyorum bile. Eskiden kov bunu uğursuz bu diyen komşularım bile artık sevmeye başladılar boynunu çevirerek ters ters bakan bay baykuşu. Kimseden duymuyorum artık kov lafını. ) O yollar önüme binbir güzellik seriyor benim. Bazen bir höyük çıkarıyor karşıma bazen sapsarı ayçiçek tarlalarını bazen de taaa uzaklarda traktörle sürülen yemyeşil bir tarlayı.





Kış hazırlıkları yapıyor komşularım. Geleneksel yöntemlerle saatlerce salça kaynatıyorlar. Domates kurutuyorlar. Çanakkale domatesi ile ilgili kişisel facebook sayfamda paylaştığım bir yazımı bir sonraki yazımda burada paylaşacağım sizlerle. Aslında domates hakkında hepimizin bildiği korkunç gerçeğin ilk ağızdan itirafını...



Reçeller kaynatılıyor, asma yaprakları şişeleniyor bir taraftan da.



Deniz bir durgun bir dalgalı ama genellikle deli :) Durgunken sahil tıka basa doluyor. Ben deli denizi seviyorum. Sahilde kimde olmuyor. Deniz ne bulursa getiriyor kıyıya. Herkes evlerinde oturuyor kimse girmek istemiyor. Dalga sesleri eşliğinden şezlonga uzanarak kitap okumak, kafamı dinlemek hoşuma gidiyor. Benim gibi iki üç kişi daha görüyorum sahilin diğer uçlarında. Güneşin batması ayrı güzel oluyor tepelerin ardından.


Bazen mavi ayın peşinden koşuyorum bazen  meteor yağmurunun...Kızıma meteor yağmuru ne diye soruyorum. Öğretmenim nasıl gerçekleştiğini anlattı ama ben dilek tutmak diyeceğim diye açıklama yapıyor. Birlikte dilek tutuyoruz başımızın üstünden kayıp giden yıldızları seyrederek. Aklıma babam geliyor. Tam kızımın yaşındayken Atlas Okyanusunun ortasında ilerleyen geminin güvertesinde söyledikleri... Yıldızlar denizde ölen denizcilerin gökyüzüne yansımasıymış demişti. Ne zaman yıldızlara baksam bu cümle gelir aklıma. Bir denizci selamı çakarım sessizce...

Bu arada üç dostumdan bahsetmeden de geçemeyeceğim. Bunlardan ilki gerçek bir Dost...Çocuklarla deniz de, kahvede, evlerin bahçelerinde, sokaklarda...Her yerde...Dünya şekeri golden retriever diğeri de her gece el ayak çekildiğinde bahçeme gelen kirpim :) En sonuncusu da her sabah balkonumda bulduğum kedi. Onlarsız hayat biraz gri olurdu diye düşünürüm her zaman. Hayvanlar can dostlarımız...




Kitaplar...kitaplar...kitaplar...Yanıma gelirken üç tane kitap almıştım. Trendeki Kız, Yolun Sonundaki Okyanus, İyi Yazmak Üzerine...Yazın yeter bu kadar bunları ancak okur bitiririm dedimmmmmm ama olmadı. Kitaplar bir çırpıda bitti. Nasıl bitti ben de bilmiyorum. Gündüz deniz, ev işleri, akşamları konu komşu kahve çay muhabbetleri derken hangi ara bir dere okuyup bitirdim onları da kitapsız kalıverdim anlayamadım ama oldu :) Neyse dedim İstanbul'a dönmeme az kaldı orada yaz başında alıp bıraktığım kitaplar var almayım dedim ama olmadı. Başladım kıvranmaya :)) neyse ki bu sene ilçe de çok güzel bir kitapçı açılmış soluğu onda aldım. Aklımda bir kitap yoktu rüzgar nereye götürürse diye raflarda dolanmaya başladım. Aaaaaaa Georges Perec yanına bir de Paul Auster...Tamam İstanbul'a kadar idare ederim artık...Eeeee edeyim artık...






Bu arada blogumu da boşlamışım. Biraz tembellik fena olmuyor doğrusu. Yine burnuma yanık odun kokusu gelmeye başladı...Birileri domates kaynatıyor galiba...

İşte benim yazlık hikayem de bu kadar...İstanbul'a dönüşün tasası sarmaya başladı bile...Çınar ağacım sararmış yapraklarını dökmeye başladı...Sıcak mavi bir yazı da geride bırakıyoruz yavaş yavaş...



Görüşmek üzere...Kalın sağlıcakla...








YILDIZLAR YAYILIVERMİŞ...






Yıldızlar yayılıvermiş bu gece başımın üstüne
Rüzgarlar geçiyor içimden şairin dediği gibi
Sessizlik kaplamış her yeri
Titrek sokak lambasının ışığında pırpırlar...
Dalgalar denizin kokusunu katmış önüne
Süzülüyor arnavut kaldırımlı dar sokakların içine...
Ay yükseliyor aheste aheste 
Yakamozlar oynaşmaya başlıyor ışıl ışıl
Gölgeler uzarken saatin tiktaklarında
Bir şarkı duyuluyor radyodan...
Kimine hüzün taşıyor, kimine neşe...
Maviye boyanmış tahta iskemlede oturup
Demleniyor geçmişine, geleceğe ve geceye...

Yeşim Kuşçu Ermutlu

1 TEMMUZ DENİZCİLİK VE KABOTAJ BAYRAMI





Kolay değildir denizci olmak...Günlerce, aylarca, haftalarca ailenden uzak denizlerde yol almak...Gece, gündüz fırtınayla boğuşmak...
Denizci çocuğu olmak ta kolay değildir...Her fırtınada şimdi babam ne yapıyor acaba diye düşünmek. Acaba o da mı böyle bir havanın içinde yol alıyor diye uykuya dalmak...Kokusunu özlemek.
1 Temmuz Denizcilik ve Kabotaj Bayramımız Kutlu Olsun...

Denizde olanların yolu her zaman açık olsun...

Babamla çıktığım seferlerde duyduğum gibi...

"Hadi Alesta vardiya...Allah selamet versin..."

SEVGİLİ GÜNLÜK...BUGÜN GÜNLERDEN ÇUKURCUMA...



Her gezide olduğu gibi sabah erkenden Kadıköy İskelesinde aldık soluğu. Bugün günlerden Çukurcuma. İstanbul'un en sevdiğim yerlerinden biri. Eskinin kalbinin attığı çıfıt çarşısı. İstanbul'un La Boheme'i... Sürekli bu şehri en çok arkamda bırakıp giderken seviyorum desem de yine de İstanbul'la aramda bitmez tükenmez sado-mazoşist bir ilişki var  her zaman için. Trafiğinden, kalabalığından şikayet etsem de İstanbul'un sunduğu güzelliklerden de vazgeçemiyorum. Gökdelenleri, AVM'leri beni ilgilendirmiyor üstelik  İstanbul'un silüetini bozan, şehri boğan, özelliğini kaybettiren bu sevimsiz yapılara çok soğuk bakıyorum ama eski mahallelerinden, dar sokaklarından geçmişi fısıldayan yapılarından vazgeçemiyorum. Benim İstanbul'um da hala güneş görmeyen dar sokaklarındaki ufak dükkanların içinde soyu tükenmekte olan zanaatkarı, beklenmedik bir anda karşıma çıkan sahafı, bakırcısı, terzisi, şapkacısı, marangozu vs var. İyi ki varlar...Onlarla nefes alabiliyorum.


Konuşa konuşa yürüyoruz Arnavut kaldırımlı sokaklardan. Yavaş yavaş dükkanlar belirmeye başlıyor. Hepsinin önünde eski eşyalar, kaldırımlara yayılmış. Hepsinde ayrı bir yaşanmışlık...Dilleri olsa da anlatsalar hikayelerini.


Kim bilir neler yazıldı tuşlarında ?


İçimdeki gramafonda La Boheme çalıyor durmadan. Ve ilerliyoruz iki tarafımızı sarmış dükkanların arasında günümüzden geçmişe doğru...Her adımda ayrı bir fısıltı...






Biraz soluklayıp sohbet ediyoruz Tombak'ta. Her keseye göre antika var diyor sahibi. Yeter ki zevkinize uysun. 






Çukurcuma kedisiz olur mu hiç? 



Bu bavul bana Çiğdem Talu'nun "Çek git diyor şeytan, git sessiz sedasız." şarkısını hatırlatıyor. Ama olmuyor işte...Gidilmiyor öyle kolay kolay...Hele böyle güzellikler varken...

Çok güzel şeyler doldurduk tahta valizimize bugün.  Güzel anılar, fotoğraflar, pekişen dostluklar...Daha paylaşacak çok fotoğraf var ama bugünlük bu kadar...


 Dönüşe geçmeden önce son bir şey kaldı yapılacak...


Mis kokulu bir Türk kahvesi içmek...

Sıradaki durağımız Balat...

Görüşmek üzere...Sevgiyle kalın...La Boheme eşliğinde...