PARİS'TE GECE YARISI




Sinema sezonunu Paris'te Gece Yarısı filmi ile açtım bugün. Woody Allen filmlerini çok sevmediğim için (nedense bana her zaman sevimsiz gelmişlerdir) biraz önyargılı girdim salona. Tatillerini geçirmek için Paris'e gelen Amerikalı ailenin ve bir yazar olan Gil'le nişanlı olan kızlarının hikayesini anlatılıyor filmde.

Film bana göre konudan çok görsel bir şölen sunuyor izleyenlerine. Muhteşem Paris görüntüleri eşliğinde Gil'in hayallerine kapılıp gidiyorsunuz. Nişanlısı ve arkadaşları ile dansa gitmek istemeyen Gil gece otele yürüyerek dönmek isteyince kendini 1920'lerin Paris'inde buluveriyor bir anda. O andan sonra kendini Ernest Hemingway, Scott Fitzgerald, Picasso, Dali, Gerthrude Stein ile sohbet ederken bulmakla kalmıyor daha da ileri giderek yazmakta olduğu kitabı okuyup kendine düşüncelerini söylemelerini istiyor. Film bundan sonra 19yy Paris'i ve günümüzün Paris'i arasında gitgellerle devam ediyor.

Gil ile Hemingway arasındaki şu replik çok hoşuma gitti. Bir yazara asla kendi kitabın hakkında fikrini sorma diyor Hemingway. Ben her şekilde senin kitabından nefret ederim. Eğer kötü yazdıysan kötü olduğu için ama eğer iyi yazdıysan böyle bir şeyi ben niye düşünemedim diye:)

Ayrıca filmde belirgin olarak Amerikan ve Fransız kültürü arasındaki fark vurgulanıyor. Bir Woody Allen filmi olmasına rağmen Fransızların entellektüelliği Amerikan geyiğine karşı gibi bir durum yaratılmış.

Güzel bir film izlemek ve hoşça vakit geçirmek isterseniz kaçırmamanızı tavsiye ederim. Ufak bir not Paris'te Bir Gece Yarısı'ndan sonra bir kadeh kırmızı şarapta fena gitmiyor doğrusu. İkisinide denemekte fayda var.

Tüm günlerinizin güzel bir film gibi geçmesi dileği ile...

Susanna Tamaro doğaya sığındı

Susanna Tamaro doğaya sığındı

30 Eylül 2011
"Yüreğinin götürdüğü yeri" buldu

Türkiye'de “Yüreğinin Götürdüğü Yere Git” isimli romanıyla kısa sürede geniş bir okur kitlesine sahip olan İtalyan yazar Susanna Tamaro “hurriyet.com.tr”nin sorularını yanıtladı. İtalya'daki kır evinde huzuru bulan Tamaro, günümüzün edebiyatına da, teknoloji çılgınlığına da mesafeli duruyor.

 Yeni “e- hayatlar” hakkında ne düşünüyorsunuz? Sanal bir dünyada duyarlı ve duygusal kalmak mümkün mü?
Böyle bir dünyada insani duyguları koruyabilmek sanırım oldukça zor. Belki sadece bunun dışında olanlar, sanallaşan ve gittikçe soyut bir hal alan bu yeni hayat tarzının sınırlarını ve tehlikelerini açıkça görebilir. Ben, köyde yaşadığım için teknolojiyle pek fazla bir ilişkim yok. Doğam gereği insanlarla birlikte yemeyi, onlara dokunmayı, konuşmayı severim, ama teknolojinin ilişki kurmak için önemini yadsımıyorum. Ancak bu da bir ılımlılık çerçevesinde yaşanmalı, çünkü sadece "online" kalan ilişkiler sonunda gerçek dışı olmaya mahkumlar.

Böyle bir dünyada yazmak zor olmuyor mu?
Elbette zor oluyor. Bunun özellikle iki nedeni var. Birincisi, yazmak son derece yoğunlaşmak isteyen bir işken günümüz dünyası bu konsantrasyona izin vermiyor. Öte yandan, yazmak -en azından benim anladığım şekliyle- insanın karanlık yönünü deşmek anlamına gelir ki, çağımız bu derinliği hiç sevmiyor. Günümüzde, insanın bilimsel denetime ve yönteme gelmeyen böyle gizemli bir yanı olduğu kabul edilmek istenmiyor.

Kitabın geleceğini nasıl görüyorsunuz? Örneğin, Umberto Eco e-kitabın gerçek kitabı asla yenemeyeceği görüşünde. Ona katılıyor musunuz?/_np/2849/14552849.jpg
Umberto Eco’nun görüşüne tamamıyla katılıyorum. Kitap, yeri doldurulmayacak bir nesnedir. E-kitap çok rahattır. Ben de yolculuğa çıktığımda kilolarca kitap taşımak yerine yanıma bunlardan bir tane alıyorum, ama gerçek bir kitapla e-kitap okumak arasında fark var. Bazen bana imzalatmak için getirdikleri bir kitaba bakıyorum da, sanki binlerce meydan muharebesi yaşamış gibi görünüyor. Kahve lekeleri, domates sosu lekeleri, altı çizili satırlar, kenara alınmış notlar... İşte bu kitaplara bayılıyorum, çünkü okurun hayatını paylaşmış oldukları belli. Oysa elektronik kitap böyle bir şeyi asla yaşayamayacaktır.


Haber detayları için linki tıklayabilirsiniz...

http://bit.ly/rb0Dkq

İSKOÇYA SOKAĞI 44 NUMARA


Veee bitti. Okudum ve diğerleri gibi kütüphanedeki yerini aldı.

Alexander McCall Smith şöyle diyor kitabın önsözünde 'İskoçya Sokağı 44 Numara'da yapmağa çalıştığım şey Edinburgh'daki hayatla ilgili bir şeyler söylemeye çalışmaktı. Okurlar bu olağanüstü şehirle ilgili son derece tanıdık gelen ama öte yandan gamsız bir kurgu olan hikayelerle karşılacaklar.'

Evet kitap tam da yazdığı gibi. Bazı kitaplarda olduğu gibi şehirle ilgi çok fazla bilgi vermesede o şehirde yaşayan insanların hayatına karıştırmış okuru. Sıradan günlük bir yaşam, abartısız her gün çevrenizde görebileceğiniz insanlar romanın kahramanları. Nefes nefese bir maceranın peşinde koşturmadan, abartısız yazılmış birbirine bağlı okurken sıkmayan öykülerden oluşmuş bir roman. Belki şehirden biraz daha detaylı bahsetseydi daha güzel olurdu diye düşündüm kitabın sayfalarında gezinirken.

İşte dikkatimi çeken bir kaç satır:

"Buradaki herşey cazibesine kapıldığımız insanların eşyalarına atfettiğimiz o garip ayrıcalıklı değere sahiptirler. o kişilere ait olan eşyalar, yalnızca onların oldukları için içlerinde güç biriktiriler. Tılsımlıdırlar. Hatırlatırlar."

"Hayatta hiçbir şey, hemde hiçbir şey, itiraf edildikten veya bir başkasıyla paylaşıldıktan sonra eskisi kadar vahim görünmez."

Okumayı sevenlere tavsiye edilir:)

TV'DE BUGÜN

Bu gün TV5 Monde sabah kuşağında Jardins et Loisirs programını seyrettim. Fransız TV5 kanalının haftada bir kez yayınladığı bahçe programı. Bizim kanallarda böyle programlar olmadığı için ancak yabancı tv'lerde seyredebiliyoruz bu tür programları diyeceğim ama zaten bu tür program yapabilecek park bahçede yok bu ülkede. Ayrıca yapılsada reytingi yerlerde sürüneceğinden 1-2 yayından sonra kaldırılır. Neyse programın içeriği bahçe, ekim, dikim, bitkiler vs. Dünyanın dört bir yanındaki şato, saray veya evlerin bahçelerine gidip sorumluları, sahipleri ile röportajlar yapıyorlar, bitkilerle ilgili bilgi alıyorlar, mevsimine göre ekim dikim bilgileri veriyorlar. Ekime dikime meraklı olmasamda manzaraları seyretmek hoşuma gidiyor doğrusu.

Bugünkü bölümünde yaşlı bir grup insan yine Fransa'daki ufak bir bahçeyi bir akordeonist ve hikayecinin peşinden müzik eşliğinde ziyaret ettiler.
Akordeonist kulağa hoş gelen parçalar çalarken hikayecide müziğin ritmine uygun bir şekilde yarı şarkı yarı şiir o bahçenin hikayesini ve çiçekleri anlattı. Elimde kahvem zevkle programı izlerken aklıma bizim programlar ve onlara katılanlar insanlar geldi.

Yaşıtları Fransa'da müzik eşliğinde bahçe gezerken bizimkiler ise ya Doktorum programında dertlerine derman arıyorlar ya da, kendini daha iyi hissedenler, evlilik programlarında karı-koca:) Ha bir de kavga dövüş yemek programları var. Ben daha güzel yaptım sen daha kötü yaptın...Ayyyy tuzlu buuu...



Geçenlerde bir arkadaşım facede şöyle yazmıştı: TV'deki her kadın programından sonra bir kitap intihar ediyor. Çok doğru dedim içimden. Hemde çok. Sabahın köründe ekranlara çıkıp onun bunun dedikodusu yapıp, duygu sömürüsü ile insanlara yardım edip ve yardım ettiklerinide afişe ederek rezil edip, kadınlara göbek attıran ya da Sherlock Holmes'culuğa soyunan programların yerine daha seviyeli programlar konulamaz mı acaba?

Yoksa toplum olarak bu kadar kalitesiz dizilere ve programlara mı layıkız?
Kimseden 'Sabah Sabah Felsefe' gibi bir program beklediğim yok ama biraz daha eğitici, öğretici programlar yapılsa nasıl olur acaba?

Hiç de fena olmaz, siz ne dersiniz?