kültür etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kültür etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster






Hayat kısa diyor film. 
bir şaire aşık olmalı 
bir de daktilo almalı
Sonra belki çay içeriz. 
şansımız varsa yağmur da yağar.

Lale Müldür

BÜYÜK TEZATLIK...






Bugün Beyoğlu St. Antoine Kilisesinin önünde yakaladığım bu an hayatın tezatlığını gözler önüne sermiyor mu?

YAZMAK...



“Yazmanız diyelim ki yasaklandı, ölür müydünüz o zaman ya da yaşar mıydınız eskisi gibi, bunu açıklayın... Gecelerinizin en sessiz saatinde kendinize şu soruyu yöneltin: İlle de yazmam gerekiyor mu?.. Sorduğunuz sorunun karşısına ‘Evet, yazmam gerekiyor’ gibi güçlü ve yalın bir yanıtla çıkabiliyorsanız, o zaman bu zorunluluğa göre kurun yaşamınızı; en sudan, en değersiz saatine varıncaya dek yaşamınızı bu içsel dürtünün simgesi ve kanıtı yapın.”

Rainer Maria Rilke -Genç Bir Şaire Mektuplar-

TANRILARA ADANMIŞ BEDENLER





Elly Griffiths'in ikinci romanı Tanrılara Adanmış Bedenler'de adli arkeolog Ruth Galloway bu kez kapı eşiğinde bulunan çocuk kemiklerinin peşine düşüyor. 

Victoria dönemine ait bir evin yerine yapılacak olan yeni binanın kazısı sırasında kapı eşiğinin altında bulunan kemikleri inceleyen Ruth bunların bir çocuğa ait olduğunu tespit eder. Araştırmaları derinleştikçe evin bulunduğu arazide daha önceleri Secret Heart rahibeleri tarafından yönetilen bir yetimhane olduğu ortaya çıkar. Kemikler incelemeye gönderilir. Gelen sonuç şaşırtıcıdır. Kimdir bu çocuk ? Kanlı bir ayin sonucu tanrılara adanmış bir kurban mı, yoksa cinayete kurban gitmiş bir çocuk mu?  

Arazinin sahibi Spens ailesinden Edward Spens inşaat çalışmalarına bir an önce devam edebilmek için arkeologlarla ve polisle işbirliği yapacağını, kendilerine yardım edeceğini söyler. Spens ailesi geçmişte uzun yıllar Victoria döneminden kalma bu evde yaşamış ve istedikleri her türlü bilgi babaları Sir Roderick Spens'tedir ama tarih düşkünü yaşlı adamda alzheimer başlangıcı vardır. Verebileceği bilgiler çok ta sağlıklı olmayacaktır. 

Ruth Spens ailesinin elindeki bilgileri toplarken diğer taraftan dedektif Nelson ve ekibi de yetimhanede çalışanlar hakkında araştırma yaparlar ve eski yöneticilerinden Peder Hennessey'e ulaşırlar. Peder onlara 1973 yılında yetimhaneden iki kardeşin iz bırakmadan kaybolduğunu ve o dönemde yaptıkları aramalardan hiç bir sonuç alamadıklarını anlatır. Martin ve Elizabeth Black. Çocuklar hakkında verdiği bilgilere Martin'in çok akıllı, arkeolojiye ve tarihe düşkün bir çocuk olduğunu ekler. 

Sayfalar ilerledikçe Dedektif Nelson ve Ruth Galloway olayı aydınlatmaya çalışırlar ta ki bir gün Ruth kaçırılana kadar. Bu kez Ruth'un hayatı tehlikededir. Üstelik sadece Ruth değil karnında taşıdığı Nelson'dan olan 13 haftalık bebeğinin de. Bu arada Nelson'un telefonuna gelen bir mesajda kızını öldürecekleri yazmaktadır. Nelson kızlarının peşine düşer ve olaylar hızla sona yaklaşmaya başlar. 

Sisler içindeki bir teknede ilerleyen Ruth kurtulabilecek midir? Ruth'u kaçıranla çocuğun katili aynı kişi midir? Sorular ve cevaplar çorap söküğü gibi gelir ve kitap bir solukta biter.

Bataklığın Kayıp Tanrıları ile tanıştığım Elly Griffiths'in iki kitabını da, arkeolojiye ufak dokunuşları, İngiltere'nin ufak kasabalarının tasvirleri ile, pagan ritüelleri ile, adli arkeolog kahramanı Ruth Galloway ve kaba saba dedektifi Nelson'u ile ve halen Druid geleneklerini devam ettirmeye çalışan, şamanistik hareketleri ile ve bu yüzden zanlı durumuna düşen Cathpad'i ile zevkle okudum. Güzel bir kitap okumak isteyenlere de tavsiye edebileceğim bir kitap Tanrılara Adanmış Bedenler.

Kitaptan ufak bir tadımlıkla şimdilik bu kadar diyorum :)

"Saygı ve özen öğrencilere söylediği şeyde buydu. İnsan kemikleri, ne kadar eski olursa olsunlar, bedeninize gösterdiğiniz saygıyla yaklaşmanız gereken şeylerdir. Kazı bir gün bitebilir bu yüzden hiç bir parça kayıp ya da çalınmış olmamalı. Her bir kemik korunmalı, kaydedilmeli ve kurtarılmalı."

TANRILARA ADANMIŞ BEDENLER    ELLY GRIFFITHS  MARTI YAYINLARI 

KİTAP EVİ



Bu yaz okuma listemin en başına almıştım Enis Batur’un Kitap Evi’ni. Dragos’ta miras olarak bırakılan koskoca bir kütüphane ve envai çeşit kitap, adını sır gibi sakladığı vefat eden müvekkilinin isteği doğrultusunda onu yeni sahibine ulaştırmaya çalışan ketum avukat Rıza Bey ve neler olduğu anlamaya çalışan yazarımız… Sayfalar ilerledikçe benim okuma ritüelimi alt üst ettiler.

Genelde çok sevdiğim kitaplar çabuk bitmesin isterim. Uzattıkça uzatırım, elimde süründürdükçe süründürürüm, bitmez tükenmez çaresiz bir aşk yaşarım sonu gelmesin isteği ile. Herkesin ayrı bir okuma şekli vardır. Benim ki de böyledir işte.

Evde, gemide, uçakta, sahilde, gecenin sessizliğinde ya da şu anda olduğu gibi esen rüzgârın yaprakları birbirine kavuştururken çıkarttığı sese baykuşun geceyi bölen çığlığının karıştığı, uzaktan gelen dalgaların onlara eşlik ettiği yıldızlı gökyüzünün altında başka dünyalara, başkalarının hayatlarının içine sızmaktır benim için kitaplar ve okumak.

“Okumanın ayrılmak, içeriye çekilmek olduğunu söylememiş miydim, ılıman, korunaklı bir diyardasınızdır; karanlık, sert, ürkütücü bir yazının harfleri gözünüzden önünden akıyor olsa bile. Ondandır, ışığınızı söndürüp başınızı yastığa koyduğunuzda, sizi kuşatan gerçek dünyanın yerini daha gerçek bir dünyanın alacağını bilirsiniz. Böyle okumamışsanız hiç, siz henüz yaşamamışsınız demektir.”

Diye anlatıyor okumayı Enis Batur satırlarında. Evren bir kenarda durdu sayfalar ilerledikçe ve 132 sayfa bir çırpıda bitti. Hele ki “kitap mecnunu evrensel bir ademdir..” cümlesi ile başlayan bölümü okuyunca tamam dedim ben ve benim gibileri ne güzel anlatmış.

“Dilini hiç tanımadıkları, alfabelerini sökemedikleri ülkelere gittiklerinde bile kitabevlerine girmeden, vitrinlerini uzun uzun incelemeden yapamazlar örneğin. Gece yürüyüşlerine çıktıklarında ışığı yanan bir pencerede, duvarı kaplamış bir kütüphane görür görmez durur, bakar, sonra da imgelemlerinin bir kenarında içeride yaşayanın yüzünü olsun tanımadıkları birinin hikâyesini kurmaya koyulurlar. Pencere zemin kattaysa, düpedüz mütecaviz kesilir, sırtlarından kitapları teşhis etme alışkanlığının sağladığı beceriyle kütüphanenin gen haritasını çıkartmaya çalışırlar.”

Buyrun işte ben J  Ben kendimi buldum Kitap Evi’nin satırları arasında daha ne olsun . Şaka bir yana kitapseverlerin kesinlikle okuması gereken bir kitap bu ufacık tefecik, kısacık içi dolu kitapçık. Dragos’ta ağaçlar içinde bir köşkteki binlerce kitabın barındığı, bahçesinde ufacık bir çalışma kulübesi olan ve benim hayallerimi süsleyen bir kütüphaneyi anlatan, okuyucusunu sıkmadan su gibi akıp giden Kitap Evi’nde okumayı sevenlerin çok şeyler bulacağına eminim.

Acaba diyorum, bir gün avukat Rıza Bey beni de arar mı? J

KİTAP EVİ    ENİS BATUR    SEL YAYINLARI

KİTAPLARIMLA, ROMANLARIMLA ALDIM BAŞIMI GİDİYORUM...


Hani bir şarkı vardır; günahlarımla sevaplarımla aldım başımı gidiyorum der. Bende öyleyim bugünlerde. Tatil biraz geç olsa da başlıyor artık. Ve devam ediyor şarkı...Çek git diyor şeytan git sessiz sedasız. Bizim gitmelerimiz asla sessiz sedasız olamıyor. Evin içinde bir kaos. Herkes valizinin başında şunu da alalım bunu da alalım. Sanırsınız iki yıl okul tatiline gidiliyor ıssız bir adaya :) Sonunda arabanın bagajı zar zor kapatılır ve yolculuk başlar. İstikamet her yıl ki sığınağımız. Şehirden uzak, cep telefonlarının adamına göre muamele yaptığı, istediğine ulaştırdığı istemediğine ulaştırmadığı, internetin zar zor çektiği, denizin genelde deli dalgalarla havalara çıktığı, rüzgarın durmadığı, yıldızların en parlak ışıklarını tüm gece üstümüzden hiç eksik etmediği İstanbul'dan hepi topu altı saat uzaklıktaki inziva köşemize giderken yanımda her zaman ki gibi bir yaz klasiği olarak "bu yaz okunacak kitaplarım" da olur.  

Kitapların yazı kışı olmaz ama bu yaz için kendime bana göre oldukça hafif, eğlenceli biraz uçucu kitaplar seçtim. Bu ne demek mi? Bu kafa dağıtacağım tam da okumak istediğim gibi çok fazla edebi olmayan, okurken akıp gidecek giderken beni de yanında sürükleyip götürecek kitaplar. Son okuduğum, fırsat bulursam burada paylaşacağım roman gibi olmayan; mesela tuğla gibi olmayan, konuyu uzattıkça uzatıp kitaba boşuna sayfa ekleyip okuyucuyu "yeter artık sadete gel de sonunu getir" dedirtmeyecek türden kitaplar bu seferkiler.

İlk romanım, şimdiden okumaya başladığım Enis Batur'un Kitap Evi. Ne tesadüftür ki kitap raflarda yerini aldığı günlerde roman kahramanın yaşadığı olaya benzer bir olay yaşadım. Kuzenimin kayın pederi ardında çok büyük bir kütüphane bırakarak (tabii ki çocuklarına) vefat etti. Kuzenim de kütüphanesinin tüm fotoğraflarını tam senlik diyerek benimle paylaştı. Hayatımda gördüğüm en güzel kişisel kütüphane idi. Sayısını belirtmek istemediğim oldukça fazla envai çeşit kitap, ufak not kağıtlarına yazılmış ve kütüphanenin  bir çok yerine iliştirilmiş kitaplardan alıntılar, eski fotoğraflar, tablolar vs. Bir İstanbul beyefendisinin gizli mabedi diye yazdım bende gönderdiklerinin altına...Değerli anısına saygıyla...




Kitap Evi, kendi deyimi ile 'soyu tükenmiş avukat Rıza Bey'in' kahramanımızı arayıp tanımadığı merhumun kendine Dragos'ta Kitap Evi olarak adlandırdığı bir kütüphaneyi bıraktığını söylemesi ile başlıyor. Kütüphane deyip geçmemek lazım. Bir buçuk dönümlük korunun ortasında içinde sadece kitaplar bulunan bir bina üstelik vergi, bakım ve bekçi dahil tüm masrafları da merhumun kalan gelirinden ödenecek şekilde miras bırakılıyor. Kimin tarafından bırakıldığı vasiyeti üzerine açıklanamayan Kitap Evi'ne ilk önce temkinli yaklaşan kahramanımız avukatın ısrarı üzerine gidip görünce....Ben buraya kadar yazıyorum. Ve arka kapak yazısından ufak bir alıntı yaparak bırakıyorum;

"Neredeyse bütün düşüncelerimin, duyularımı harekete geçiren kıvılcımların kaynağında, kökünde kuyusunda yeraldı kitaplar. Korktumsa, en çok onlardandır; şüpheler içinde kendi kendimi ve başkalarını kemirdiysem, onlardan."

Ve usulca kaçırmayın diyorum kitapseverlere...Okunmaya değer "Kitap Evi" 




Diğer kitabım ise "Kitaplar Aşkına". Yine bir kütüphane öyküsü ama bu kez bana hiçte yabancı gelmeyen bir öykü. Kapanıp, yıkılmak üzere olan küçük kasabalarının kütüphanesini kurtarmaya çalışan bir avuç insanın hikayesini anlatıyor. 

"Her yerde mutluluğu aradım ama onu sadece küçük bir kitabı okuduğum, küçük bir köşede buldum." diyen Thomas Kempis'in bir cümlesi ile başlıyor ve bir sonra ki sayfa da Kitaplar Dozerlere Karşı başlığı ile öyküsünü anlatmaya başlıyor. 




Sonraki kitabım ise "Tanrılara Adanmış Bedenler" beni tekrar Elly Griffiths ve adli arkeolog kahramanı Ruth Galloway ile buluşturuyor. Bu kez bir yetimhanenin yıkılması sonucunda Roma dönemine ait bir kazı alanında bulunan çocuk kemikleriyle  seri cinayetlerin izini sürüyor Galloway. 




Son kitabım ise Mönüde Aşk Var. Aurelie bizi yaşadığı Paris'in arka sokaklarındaki restoranına sürüklüyor hikayesinde. Sakin ve sıradan sayılabilecek hayatı önce babasının ani kaybı ile peşinden de erkek arkadaşı tarafından terk edilmesi ile tersine dönüyor. Ve bu mutsuz günlerinde bir kitapçıda keşfettiği bir kitap macerasının ilk adımı oluyor.  

İşte bu yaz ki kitaplarım. Dragos'taki kitap evinden, Amerika'daki küçük bir kasabanın kütüphanesine gideceğim önce sonra kazı alanlarında dolanacağım biraz,en sonunda da Paris sokaklarında alacağım soluğu...Karşımda deli deniz, başımın üstünde pırıl pırıl yıldızlar eşliğinde...

Kitaplarımla, romanlarımla aldım başımı gidiyorum...

Ben kaçtım...











PROF. KLAUS SCHMIDT R.I.P



Göbeklitepe arkeoloğunu kaybetti :(




1995 yılından itibaren Göbeklitepe kazılarına başkanlık yapan dünyaca ünlü arkeolog 
Prof. Klaus Schmidt geçirdiği kalp krizi sonucu hayatını kaybetti.

R.I.P

HAYATI ISKALAMAYIN...


Daha önce izlemeyenler için. Hayatı sanal olmayan bir şekilde yaşayın.

Kısacası...

Hayatı ıskalamayın...







SUPERMOON






Bu gece dolunay var. Sıradan bir dolunay gecesi değil. Ayın dünyaya en yakın olduğu "Supermoon" olarak adlandırılan gecelerden biri bu gece. 2014'de 2 kez daha bu kadar güzel görebileceğiz ayı. 10 Ağustos ve 9 Eylül'de...

İzlemek isteyenler sonuna kadar açın perdelerinizi, panjurlarınızı...Ayın muhteşem gösterisi başlamak üzere...

ÇOCUKLAR İÇİN YAZI ATÖLYESİ...




Bir çok veli gibi bu yaz bizde bu konu ile karşı karşıya geldik. Bir takım nedenlerden dolayı tatile gitmemiz gecikince 9 yaşındaki kızıma onunda isteği ile yaz okulu aramaya başladım. 

Aslında elimizde bir çok alternatif vardı. Öncelikle kendi okulunun çok güzel bir yaz okulu programı vardı ama gitmek istemedi. Gerekçesini açıklayınca hak vermedim de değil. Nedenlerini bana şöyle sıraladı. Öncelikle sene içindeki kadar olmasa da okuldaki programa yetişmek için erken kalkması gerekiyordu ve tatil de erken kalkmak istemiyorum dedi. Çok haklıydı. Diğer bir konu ise böyle bir programa gidersem zaten sene içinde yapmış olduklarımı yapacağım dedi ki yine haklıydı. Yaz programında farklı bir şeyler yapmak istiyordu. Bütün kış spor, müzik ve dersle zaten zamanı dolmuştu. Bunları istemiyordu. Farklı bir şeyler yapmak istiyordu ve bunun için bir şartı daha vardı. Gideceği kurs eve yakın olmalıydı. Ne gidip bir kaç hafta geçireceği bir kamp istiyordu ne de şehrin sunduğu olumsuzluklardan biri olan saatlerce trafikte vakit geçirmek.  

Yaz okulları araştırmasına girdiğimizde önümüze bir çok alternatif çıktı ama hepsi birbirinin kopyası gibiydi. Basketbol, tenis, yüzme, ingilizce, voleybol ve müzik eğitimini (?) kapsayan yaz kampları. Hiç birini istemiyordu ve ben de ona bu konuda hak verdim. Öncelikle keyif alacağı bir aktivite olması gerekiyordu. Biz bu arayışı sürdürürken facebook sayfama gelen bir paylaşımı kızıma gösterir göstermez birbirimize baktık ve işte aradığımızı bulduk dedik :) 

Hem istediği gibi bir kurs hem de eve yakın. Ondan çok ben sevindim desem yeridir. Hemen aradık. Bir ders misafir olup olamayacağımızı sorduk. Kabul ettiler. Gittik. İki saatin sonunda yüzünde kocaman bir gülümse ile dersten çıktı ve ben buraya geliyorum, çok sevdim dedi. Şu anda halen devam ediyoruz ve o da ben de çok mutluyuz. 

Kursumuz Yeşim Cimcoz Yazı Evi'nde Çocuklar İçin Yazarlık Atölyesi :) Şehrin bize sunduğu değerlerden biri diye adlandırabilirim. Veli olarak dikkatimi çeken bir şey kapıdan giren çocukların karşılanması...Öyle güler yüzle ve neşeyle karşılıyorlar ki okumayı yazmayı sevmeyen bir çocuk bile buradan tamamen değişmiş, okumayı ve yazmayı seven bir çocuk olarak severek çıkar. 

Çocuk kitapları yazarı Gizem Pınar Karaboğa eşliğinde  haftanın iki günü iki saat atölye çalışması yapıyorlar ve kızımın söylediğine göre dersler de çok zevkli geçiyormuş. 

Siz de bizim gibi farklı bir yaz okulu alternatifi arıyorsanız ve çocuğunuz okumayı yazmayı seviyorsa bir deneyin derim. Bu konu için detaylı bilgi linki tıklamanız yeterli...

http://yazievi.yesimcimcoz.com/event/cocuklar-icin-yazarlik-atolyesi/ 

Bu arada Yeşim Cimcoz Yazı Evi'nde yetişkinler için de çok güzel atölyeler var. Benim de gözüme kestirdiğim bir atölyesi var ki katılmak için şimdiden sonbaharı sabırsızlıkla beklemeye başladım bile :) 





BASILI KİTAPLARI TERCİH ETMEK İÇİN 10 NEDEN...



1 Banyoda da kitap okuyabilirsiniz.

Hiç banyo küvetinde kindle ya da nook ile kitap okumayı denediniz mi? En iyisi hiç denemeyin. Sonuç korkunç olabilir. Onlardan birini küvete düşürürseniz, bir daha çalışmayabilir. Peki ya kitabınızı düşürürseniz? Sadece biraz kurutmanız yeterli. İlk hali gibi. Korkacak bir şey yok edebiyat tutkunları.

2 Uçakta kitabınızı kapatmanıza gerek yok.

Hepimiz pilotun bütün elektrikli aletleri kapatmamız gerektiğiyle ilgili anonsunu bekleriz. Tabii ki e-kitabınız yalnızca kısa bir süreliğine kapatmanız yeterli ama bu keyfe ara vermeye ne gerek var? Kitaplar hiçbir zaman kenara konmamalı. Okumaya devam.

3 Güneşin altında kitap okumaya devam.

Günü sahilde mi geçirmeye karar verdiniz? Ya da tropik bir yerde tatile mi gideceksiniz? Kitabınız da size eşlik edebilir. Çoğu e-kitap okuyucu doğrudan günışığında kullanılamaz. Ekran aniden kararır ve okunmaz bir kitapla karşı karşıya kalırsınız. Oysa basılı kitaplar sizi asla hayal kırıklığına uğratmaz.

4 Raflarınızı doldurur.

Tabii ki kitaplığınızı e-kitap okuyucuları ile doldurabilirsiniz ama ne kadar güzel görünebilir ki? Oysa en son satın aldığınız kitap için rafta yer aramak oldukça keyiflidir.

5 Antika kitaplar harikadır.

Hiçbir e-kitabın ilk baskısı gibi bir şey söz konusu olamaz. Bu kadar basit. Kitaplığınız için orjinal bir klasik eseri bulmak mükemmel değil mi? Kapaklar biraz yıpranmış olabilir ancak bu yıpranmışlıktır eski kitabı değerli kılan. Klasik bir romanı elinde tutmanın hazzı tarif edilemez.

6 E-kitabınızı imzalatamazsınız.

E-kitap okuyucularında imza toplama gibi bir planınız yoksa, okuduğunuz yazarların kitaplarını imzalatmayı unutun. İmzalı kitaplar çok ince düşünülmüş ve kişisel hediyelerdir. Yazarlar, kitap imzalama günlerinde onurlanırlar ama bir e-kitap okuyucusunu imzalamaları imkansız.

7 Kütüphaneler ve Kitapçılar!

Eğer bir kitap kurduysanız, kütüphanelerin ve kitapçıların önemini bilirsiniz. Kâğıt kokusu ve çevrenizi saran yoğun bilgi size sarhoş eder. Bu mekânların kitapsız bir anlamı yok tabi ki.

8 Uzun bir romanı bitirmek çok daha keyifli.

Her kitabı bitirmek keyiflidir elbette ama bin sayfalık bir kitabı arka kapağını çevirerek sonlandırmak ekranda bir tuşa basmaktan çok daha iyi.

9 Çizmek için ilham kaynağı!

En son ne zaman bir Nook’un üstünde bir çizim gördünüz? Kesinlikle görmemişsinizdir. Kitaplar bu konuda çok daha iyi.

10 Kitaplar ölmez!

Sayfaları parçalanabilir ve kapağı zarar görebilir ama kitaplar ölmez. Heyecan içinde okuduğunuz bir romanın en güzel bölümünde e-kitap okuyucusunun pilinin bitmesi kadar sinir bozucu bir şey olamaz.

Sonuç çok basit : Kitaplar kesinlikle daha iyi.

-Alıntı-


SON KİTABEVİ...TÜM KİTAPSEVERLERE...





20 Dakikanızı ayırıp seyreder misiniz ? Tüm kitapseverlere...



The Last Bookshop / Son Kitabevi (Türkçe altyazı)



KIŞ UYKUSU



Tebrikler Nuri Bilge Ceylan ve Kış Uykusu'nda emeği geçen herkese...





Son günlerde yaşadığımız acı olaylardan sonra kaskatı buz kesmiş yüreğimi ısıttınız. Bir nebze de olsa başarınızla gülümsetebildiniz...

Bu ülkede bireysel de olsa güzel şeyler olduğunu gösterdiniz...

Teşekkürler...








ODASINDA KALMAYI BAŞARABİLENLERE...PARİS SIKINTISI...




"La Bruyere bir yerlerde, "Yalnız olamamanın büyük mutsuzluğu!" der, kendi kendine katlanamamaktan korkarak kalabalıkta kendilerini unutmaya koşanları uyandırmak ister sanki. 
Bir başka bilge, yanılmıyorsam Pascal, "Neredeyse tüm mutsuzluklarımız odamızda kalmayı bilememiş olmamızdan geliyor başımıza," der, böylece, içe kapanış hücresinde, mutluluğu deviniminde, bir de yüzyılımın güzel diliyle konuşmam gerekirse, kardeşçil diye adlandırabileceğim bir fuhuşta arayanları getirir aklımıza."

Paris Sıkıntısı - Charles Baudlaire

Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları... 

BÖYLE GEÇTİ KOCA BİR HAFTA....

Nasıl mı? Hepimizin ki gibi çarçabuk, göz açıp kapayıncaya kadar, bazı şeyleri yakalayamadan...Küçük mutluluklar, canımızı acıtan mutsuzluklar, yüzümüzü güldüren başarılar, astıran başarısızlıklar, şehrin dezavantajı içinde nefes nefese bir yere yetişirken veya hayatın getirdiği tüm koşuşturmacanın içinde zamanının duraklat düğmesine bir süre için basarak, şehrin avantajlarından küçük bir kafede bazen bir arkadaşım ile bazen de günlük gazeteler ve illaki vazgeçilmezlerimden biri olan kitap ekleri eşliğinde kahvemi yudumlarken soluklanarak.

Ve yeni şeyler öğrenerek, bu ülkede olan güzel şeyleri görmeye çalışarak...

Yeni şeyler öğrenerek dedim de;

Biliyorsunuz dünya edebiyatının en büyük yazarlarından büyülü gerçekçilik akımının en önemli ismi Marquez hayata veda etti. Ölümü ile birlikte benimde blogumda paylaştığım "veda mektubu" sosyal paylaşım sitelerinde patlama yaptı. Bu kadar patlama yapan veda mektubunun aslında Gabriel Garcia Marquez ile ilgisi yokmuş meğerse. Şiir Johnny Welch adında biri tarafından kuklasına yazılmış. Şiirin başlığı da "Kukla"imiş

Haberi okumak isteyenler için...

http://kitap.radikal.com.tr/Makale/sonsuz-bir-bosluk-birakarak-gitti-396060

Bu hafta gazetelerde en çok beğendiğim habere gelince...

Ben sokak müzisyenlerini, ressamlarını, çiçeklilerini çok severim. Şehrin rengidir onlar...Bana göre kesinlikle olması gereken. Şehrin kötülükleri örten, gülümseten yüzü olan...

Gündüzleri bir şirkette satış yöneticiliği yapan, geceleri ise sprey boya ile duvarlara hayvan resimleri çizen No More Lies'ın hikayesi dikkatimi çekti Hürriyet'in sayfaları arasında. Sirkeci'deki dalgakıranda yaptığı kutup ayısı iki yıldır orada duruyormuş. Bir gün özel olarak onu görmeye gideceğim.Acaba önünden daha önce geçtim de ıskaladım mı ? Yok yok mutlaka dikkatimi çekerdi...Çok uzak ta değil Karaköy, tarihi yarım ada ve Beyazıt taraflarını mekan tutmuş kendine. Güzel bir havada izini sürmeli No More Lies'ın hayvanlarının...

No More Lies'la tanışmak isteyenler için...

http://www.hurriyet.com.tr/kultur-sanat/26288644.asp

Bu hafta dikkatimi çeken yazılardan biri de Aydınlık Kitap'ta Damla Yazıcı'nın "Artık kitap dünyamız yok kitap piyasamız var" yazısı oldu. Yayıncılık piyasasını anlatıyor yazısında. "Dandik içerikler yüksek dozda görüntüyle sunuluyor, kaliteli misiniz, yoksa kalitelileştirebildiklerimizden misiniz? diye soruyor ve devam ediyor...Devamı mı? 

Haberin tümünü okumak isteyenler için...

http://www.aydinlikgazete.com/mansetler/39058-qartik-kitap-dunyamiz-yok-kitap-piyasamiz-varq.html

Büyük kitap evlerine diyeceğim bir şey yok. Bana kendimi buğday ambarında gibi hissettirirler. Aç tavuk da ben oluyorum bu arada. Bir çok yazımda belirttiğim gibi saatlerce çıkmak istemem. Her ne kadar almayacaksın okuyacak o kadar kitap seni evde bekliyor diye kendimle kavga da etsem yine de dayanamam ve kendi kendime küçük bir çocuğun annesine yaptığı gibi "noooolur alıyım yaaa" :) diyerek en almadığım zaman bile elimde bir kitapla çıkarım. 

Büyüklerin yanında sahaflar ve sayıları parmakla gösterilecek kadar az da olsa küçük kitapçıları da çok severim. Onlarda bu şehrin sokaklarına arasına saklamış küçük renklerdir benim için. Mutlaka olması gereken, hiç beklemediniz anda sokağın sonunda gülümseyerek karşınıza çıkan...

İşte böyle bir kitapçı, Moda'nın 25 yıllık kitapçısı kapanma tehlikesi altında imiş. Müdavimleri arasında Buket Uzuner, İdil Biret, Cahit Kayra ve bir çok müzisyen ve yazarın bulunduğu kitapçı habere göre yükseltilen kirasını ödeyemeyeceği için yakında kapanacak. Moda'nın 25 yıllık kitapçısının kapanmaması dileği ile haberi okumak isteyenler için...

http://www.hurriyet.com.tr/gundem/26299051.asp

İstanbul deyince artık aklıma gri bir renk geliyor. Gökyüzüne yükselen şekilsiz gökdelenler ve artık iyice yok olmaya yüz tutmuş yeşil alanlar. Kesilen ağaçların yerini alan binalar, sevimsiz AVM'ler. Neredeyse her gün bir yeşil alanın talanını duyar olduk. Nefes alacak alan kalmadı artık bu şehirde...Boğuluyorum desem yeridir.  Bu hafta gazetelere düşen bir haberde Kuzguncuk Bostanı ile ilgili idi. İlk önce ağaçları budadılar (?) sonra halkın tepsi ile bıraktılar. Neyse ki sonu tatlıya bağlandı gibi gözüyor şimdilik. Son bir emre kadar değildir umarım. Okumayanlar için haberin devamı...

http://www.hurriyet.com.tr/gundem/26295644.asp

Çok mu uzattım bu kez? Hadi bu da son olsun. Vizyona girdiği zaman yanlış hatırlamıyorsam, haziran ayında, seyredemediğim çok uzun zamandır seyretmek istediğim filmi sonunda bu hafta yeni çıkan DVD'sini alarak seyrettim. "Rüzgarlar". Gökçeada deyince benim için akan sular durur. Çok severim o adayı. Sakin sessiz olduğu kadar hüzünlüdür Gökçeada nam-ı diyar İmroz benim için. Hüznünden gelir sessizliği, geçmişte yaşadıklarından...Kaleköy'ü, Tepeköy'ü ve boynu bükük Dereköy'ü, kekik kokulu yolları ile kalbimde her zaman ayrı bir yeri vardır. 

Filmler için ses kayıtları yapan Murat Gökçeada'da ses kayıtları yapıp fotoğraflar çekmektedir. Bu sırada adada tek başına yaşayan Madam Styliani ile karşılaşır ve onun anlattıklarını kayda alır. Madam Styliani ona kendisinin ve adanın geçmişi hakkında bilgiler verir. Ve bir gün...
Devamı filmde...Gökçeada sevdalılarına seyretmelerini tavsiye edebileceğim bir film. Bazı yerlerinde sıkılabilirsiniz özellikle Murat ile Styliani'nın torunun durup uzun süre manasızca birbirlerine baktıkları yerlerde ama yine de İmroz manzaraları için seyredilebilir. Bu arada filmin senaryo yazarlarından biri de Murat Yaykın..."Imros-Burada Yalnız Ölüm Var " kitabının yazarı ve içindeki birbirinden güzel fotoğrafları çeken ve İFSAK fotoğraf günleri kapsamında sergileyen kişi...

Bunlar oltama takılanlar mutlaka kaçırdığım güzel haberler var ama şimdilik bu kadar...











Bizi gömen ya da süren toprak zehirleniyor.
Hava yok, havasızlık var.
Yağmur yok, asit yağmuru var.
Parklar yok, park yerleri var.
Eşler yok, ortaklar var.
Uluslar yerine, şirketler var.
Yurttaşlar yerine, tüketiciler var.
Şehirler yerine, yığılmalar var.
Bireyler yok, dinleyiciler var.
Gerçekler yok, reklamlar var.
Vizyonlar yok, televizyonlar var.
Bir çiçeği övmek için, “plastik gibi” deniyor.
Eduardo Galeano - Tepetaklak Tersine Dünya Okulu

GABRIEL GARCIA MARQUEZ...





Artık Yüzyıllık Yalnızlığın Kırmızı Pazartesi'lerinde Şili'de Gizlice Kolera Günlerinde Aşk'ı yaşayamayacağız...
Dünya Edebiyatı büyük bir yazarını kaybetti. Gabriel Garcia Marquez arkasında birbirinden güzel eserler ve milyonlarca okuyucu bırakarak bu dünyadan göç ederken dostlarına son bir kaç satırlık mektubu ile veda etti. İşte Marquez'in mektubu...

Tanrı bir an için paçavradan bebek olduğumu unutup, can vererek beni ödüllendirse; aklımdan geçen her şeyi dile getiremeyebilirdim, ama en azından dile getirdiklerimi ayrıntısıyla aklımdan geçirir ve düşünürdüm. Eşyaların maddi yönlerine değil anlamlarına değer verirdim. Az uyur, çok rüya görür, gözümü yumduğum her dakikada, 60 saniye boyunca ışığı düşünürdüm.
İnsan aşktan vazgeçerse yaşlanır.
Başkaları durduğu zaman yürümeye devam ederdim.
Başkaları uyurken, uyanık kalmaya gayret ederdim.
Başkaları konuşurken dinler, çikolatalı dondurmanın tadından zevk almaya bakardım.
Eğer Tanrı bana birazcık can verse, basit giyinir, yüzümü güneşe çevirir, sadece vücudumu değil, ruhumu da tüm çıplaklığıyla açardım.
Tanrım, eğer bir kalbim olsaydı, nefretimi buzun üzerine kazır ve güneşin kendini göstermesini beklerdim. Gökyüzündeki aya, yıldızlar boyunca Van Gogh resimleri çizer, Benedetti şiirleri okur ve serenadlar söylerdim. Gözyaşlarımla gülleri sular, vücuduma batan dikenlerinin acısını hissederek, dudak kırmızısı taç yapraklarından öpmek isterdim.
Tanrım bir yudumluk yaşamım daha olsaydı…
Gün geçmesin ki, karşılaştığım tüm insanlara onları sevdiğimi söylemeyeyim. Tüm kadın ve erkekleri, en sevdiğim insanlar oldukları konusunda birer birer ikna ederdim. Ve aşk içinde yaşardım.
Erkeklere, yaşlandıkları zaman aşkı bırakmalarının ne kadar yanlış olduğunu anlatırdım. Çünkü insan aşkı bırakınca yaşlanır.
Çocuklara kanat verirdim. Ama uçmayı kendi başlarına öğrenmelerine olanak sağlardım.
Yaşlılara ise, ölümün yaşlanma ile değil unutma ile geldiğini öğretirdim.
Ey insanlar sizlerden ne kadar da çok şey öğrenmişim.
Tüm insanların, mutluluğun gerçekleri görmekte saklı olduğunu bilmeden, dağların zirvesinde yaşamak istediğini öğrendim.
Yeni doğan küçük bir bebeğin babasının parmağını sıkarken aslında onu kendisine sonsuza dek kelepçeyle mahkum ettiğini öğrendim.
Sizlerden çok şey öğrendim. Ama bu öğrendiklerim pek işe yaramayacak.
Çünkü hepsini bir çantaya kilitledim.
Mutsuz bir şekilde…
Artık ölebilir miyim?”
Gabriel Garcia Marquez

PERİLİ EVLERİN ESRARI ÇÖZÜLÜYOR MU?





Her şehrin bir perili ev hikayesi vardır. Çoğumuz çocukluğumuzda büyüklerimizden dinlemişizdir veya okumuşuzdur hikayelerini. 

Perili evlerin en önemli özelliği içlerinden gelen garip seslerdir. Tekinsizlikleri de buradan gelir. Daha da ileri gidilirse içinde yanan titrek mum ışığı ve buna eşlik eden bir takım görüntüler de söylenebilir ama en önemlisi o gizemli sestir. Özellikle geceleri evlerin önünden geçenler "sanki biri sesleniyordu ya da nefes alıyordu." diye anlatırlar bu metruk mekanları. 

Nedir bu evleri perili yapan? Nereden gelir bu sesler? Daha önce bu mekanda yaşamış ve ölümünden sonra kopamamış bir hayalet mi? Evi mesken tutmuş bir evsiz mi? Ya da....

Ya da metruk evlerin vazgeçilmezi bir baykuş mu? 





Evet perili evlerin seslerinin geceleri buraları kendilerine mekan tutmuş baykuşlardan geldiği söyleniyor.

Mesela eski binaların ve harabelerin müdavimi peçeli baykuşların çıkardığı ürpertici sesler mekanın perili olduğu hissi veriyormuş insana. Nasıl mı? İşte böyle :)

bit.ly/pecelibaykus

Biri hiiiişşşşşt mi diyor ????   

KARA KİTAP...BİR TÜRK GOTİĞİ...





Suat Derviş...Bir Türk Gotiği olarak başlıyor sunuş yazısı Suat Derviş'in Kara Kitap'ında. 

Türk edebiyatında gotiğin etkisinden bahsederek devam ediyor.

Arka kapakta ise " Hayaletler, fırtınalı geceler, ölümler, eski evler ve doğaüstü güçler...Bunların yanı başında kıskançlık, güzellik ve aşk..." satırları var. Ve bu satırları okuduğumda elimde müthiş bir gotik kitap tuttuğumu düşünüyordum. 

Kara Kitap Suat Derviş'in dört romanının bir kitapta toplanmasından oluşuyor. Kitaba adını veren Kara Kitap, Ne Bir Ses...Ne Bir Nefes... Buhran Gecesi ve son olarak Fatma'nın Günahı. 

Kitabın ilk romanı Ne Bir Ses...Ne Bir Nefes'i okumaya başladığımda 1970'lerden kalan bir Türk filmi seyrediyor gibi hissettim kendimi. Hani şu Ayhan Işık'lı filmlerden biri gibi. 

"-Sahteliğe lüzum var mı küçük?
- Haksızsın Osman
-Beni sevmediğini bilmez miyim?"

....
....

"-Zeliha ben senden aşk dilenmiyor, aşk istiyorum. Bunun farkını anlıyor musun.?
-Seni mesut edemiyor muyum Osman?
- Niçin bana alamıyormuş gibi söz söylüyorsun? Beni sevmeni istiyorum. 
- Fakat seni seviyorum Osman."

Ve diyaloglar böyle devam ediyor. Bu durum belli bir süre sonra sıkıntı vermeye başlıyor. Hele ki kitap ilerledikçe gotik bunun neresinde diye sormaya başladım kendime ama yine de okumaya devam ettim belki bir yerlerde karşıma çıkar diye. Ne Bir Ses...Ne Bir Nefes, Kara Kitap derken 3. roman Buhran Gecesi'ni okumaya başladım ama ben ilk defa Suat Derviş okumama rağmen bu hikayeyi daha önce bir yerlerde okuduğumu fark ettim. Wilkie Collins'in Beyazlı Kadın'ı Suat Derviş'in Buhran Gecesinde karşıma çıkmıştı. Bir tür esinlenme :) 

Kara Kitap beni hayal kırıklığına uğrattı doğrusu. Niye mi okudum? Kitap hakkında yazılan bir çok yazıdan sonra meraktan okudum. (Bir İngiliz atasözü merak kediyi öldürür der ) Suat Derviş'i tanımak için okudum. Bir daha okuyacağım kitapların arasında yerini alır mı?  Hayır. Tavsiye eder miyim? Yorum yok...

Kitaptan ufak bir alıntı ile  bitirmek istiyorum satırlarımı;

"Genç, güzel ve tecrübesiz kadın" diyordu. " dünya yüzünde tehlikede olmayan hiç bir güzellik yoktur. Çünkü insanların malik olduğu en güzel ve en kıymetli şeyleri iblisin kan ve hasetleri kovalar."


KARA KİTAP        SUAT DERVİŞ        İTHAKİ YAYINLARI

KENTSEL İSYAN...

           Haydarpaşa'da tango, Sulukule'de roman havası ile   
    
                     İstanbul'un yok oluşuna bir çığlık...