Gezi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Gezi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Prag Mezarlığı mı? Kars Eski Fayton Garajı mı?


Otelin derecesi -12'yi gösteriyor. Hava soğuk mu soğuk ama üşütmüyor, kesmiyor. İnsanı diri tutan mis gibi bir hava var dışarıda. Gecesi ayrı çağırıyor, gündüzü ayrı. Vakit kısıtlı hiç bir seyi kaçırmamak lazım. 




Hava soğuk mu soğuk, ellerim ceplerimde... Aklıma Barış Manço'nun şarkısı geliyor. Benimde ellerimde ceplerimde mırıldana mırıldana çıkıyorum otelden. Sisli bir manzara ve is kokusu karşılıyor beni. Buzlu kaldırımlarda yavaş yavaş patinaj yaparak yürümeye çalışıyorum. Önüme kemerli taş bir geçit çıkıyor. Kilit taşından yapılma. Paslanmış bir tabela var üzerinde. Okumaya çalışıyorum. Eski Fayton Garajı yazıyor okuyabildiğim kadarıyla. Buz tutmuş arnavut kaldırımlı zeminden içeri doru yürüyorum. Titrek ışıklar altında gizemli insanı ürküten bir görüntüsü var. Aklıma Prag Mezarlığı geliyor bir anda. Prag nere Kars'ın Yusufpaşa Mahallesi nere. Nereden aklıma geliyor evet kitaptaki mekan  yer tasvirlerinden tabiki. 




Kulağıma nal sesleri gelmeye başlıyor. Burnuma sisle karışan at kokusu. Artık kullanılmayan, harabe haline gelmiş kimi pencereleri açılmış enine iki katlı binaya bakıyorum. Işığın bir oyunu mu yoksa camdan birimi bakıyor? Atını bağlamış dinlenmeye çıkmış bir faytoncu mu o? Zihnim bana oyun oynamaya başlıyor. Etrafım bir anda değişiyor. Çevremde insanlar bağırışmaya başlıyor. Nal sesleri, atların nefes almaları, faytonlara yüklenen çuvallar, aldıkları malları köylerine  doğru yola çıkan insanlar. Hangi dönemdeyim acaba? 

 Hızla çarpan bir pencerenin sesiyle 2012'ye geri dönüyorum. Sessizlik kaplıyor etrafı, is kokusu geliyor burnuma buram buram. İyice bakıyorum çevreme. Ne  faytonlar kalmış ne bağırışan faytoncular. Binaya kaldırıyorum başımı camları kapkaranlık. Sokak lambasının ışığı altında çıkıyorum ve yürümeye devam ediyorum ellerim ceplerimde.

Kars ve Kar



Buuuuuzzzz gibi bir şehir burası. Sonsuz beyazlık ve sessizlik hakim her sokağında. Benim gibi kar kış düşkünü birine İstanbul'un bahar havasından sonra çok iyi geldi. Kars'a yaklaşırken uçakta dışarıya baktığımda bir anda doğanın rengi kahverengi yeşilden beyaza dönüştü. Dönüşüm yer demir gök bakır filmini getirdi aklıma. Sonsuz beyazlığın ortasında köyleri oluşturan ev kümeleri vardı ama onlara giden yollar yoktu. 1saat 55 dakikalık uçuşun sonunda bomboş ve küçücük bir havaalanına indik. Kapıda buzzz gibi bir hava çarptı yüzümüze. Kars'a hoşgeldiniz :) 




Otele valizleri bırakır bırakmaz buz tutmuş kaldırımlara attık kendimizi. Gezilecek, görülecek, fotoğraflanacak o kadar çok yer var ki. Tamı tamına dört günümüz var burada. Hiç bir şeyi kaçırmak istemiyorum. En ufacık bir ayrıntıyı bile yakalamak istiyorum çünkü çok şeyler fısıltıyor bu bembeyaz şehir ziyaretçilerine. 





Yapıların kiminin boynu bükük tamamen harap olmuş, kimi aslına sadık kalınarak restore edilmiş, kullanılıyor. Ruslardan, Ermenilerden kalmış tipik Kars evleri. Çift camlı, kalın taşlardan yapılmış, çini döşemeli, ahşap tavanlı enine tek veya çift katlı. Şehrin ortasından akmaya çalışan  akmaya çalışan diyorum çünkü kısmen buz tutmuş Kars Çayı şehre ayrı bir güzellik katıyor. Her adımda farklı bir görüntüyü yakalıyor objektif. Harika bir manzara bazen yerini muhteşem bir yıkıntıya bazen elleri yüzleri kıpkırmızı birbirinden güzel leğenle kayan çocuklara bazen eski Kars evlerine giren kemerli taş kapılara bazen de mistik bir kiliseye. Hepsinin tek bir ortak özelliği var. Tüm bu güzellikleri bembeyaz ve suskun bir ortamda sunuyor ziyaretçilerine. Bembeyaz çünkü bu şehir tam bir karlar kraliçesi bana göre, suskun belki de kırgınlığın getirdiği bir sessizlik bu yeterince ilgi göremediği için. Eski yapıları gitgide tarihe karışmaya başladığı için. 




Beni en çok şaşırtan şeyler biride şehrin trafiği oldu. Yerler kaldırımlar ve caddeler cam gibi buz. Trafik ışıkları sürekli sarı yanıp sönüyor ama sürücüler birbirine ve yayaya son derece saygılı. Kaza yok, birbirine bağıran, sonuna kadar kornaya basan yok. Trafik tıkır tıkır işliyor. 
Kayan araçlar var tabikii ama plakalarına baktığınızda hepsinin başka şehirlerden gelen araçlar olduğunu görüyorsunuz. Ayrıca şehirde düşe kalkan birileri görürseniz onlarında başka şehirlerden ziyarete gelen insanlar olduğunu hemen anlayabilirsiniz. Karslılar buzlu kaldırımlarda  yürümeye alıştıkları gibi buzlu caddelerde de araç kullanmakta ustalaşmışlar. 




Taksileri ve minibüsleri turiste alışkın. Sarıkamış, Ani gibi turistik yerlerine minibüsler kalkıyor ve istediğinizde cüz i bir rakam karşılığında bölgeyi gezdiriyorlar. Taksiler bu rakamı biraz abartıyor ama yine de İstanbul'un yanına yaklaşamıyorlar. 




Her yerde bal ve peynir satan dükkanlar var. Ben en çok yerel marketlerini sevdim. Simişka (ay çekirdeği) evelik satan yerleri ve tavanları ahşap eski kars evlerinden bozma dükkanlarını. 




Bu arada daha önce yazdığım Ludmilla Denisenko'nun Böyle Bir Kars kitabı bana gerçek bir rehber oldu. İçinde yazmış olduğu eserlerin çoğunu şehirde görmek mümkün. 


                                            

Şimdilik bu kadar...Şehrin detaylarını, insanların anlattıklarını, tarihi eserlerin hikayelerini, fotoğrafları ve meşhur ucubeyi... Hepsini bir sonraki yazıma bırakıyorum. 




Kars'tan canlı yayınım devam edecek...Görüşmek üzere :)



Kars olur da küreksiz ve sobanın üstünde demlenen çaysız olur mu? Olmaz tabii ki :)

Tatilde:)



İnternet zar zor bağlanıyor, cep telefonu isterse çekiyor isterse çekmiyor (kendince arayanına göre muamele yapıyor :), elektronikten uzakta, medeniyete bir adım kala, kumsalda elimde kitabım, karşımda bazen sakin, bazen deli pırıl pırıl deniz, İstanbul'un kaosundan uzakta, tepemde cıvıldaşarak uçuşan envai çeşit kuş,  Çanakkale'nin sakin bir köşesinde tatildeyim...

Bazen Boreas ve Poseidon'un çarpışıp dalgaları gökyüzüne çıkardığı denize dalıp çıkıyorum,  bazen Helios'un ikisinin önüne geçerek yeryüzüne gönderdiği deli ışınlarından korunmak için bir ağacın gölgesine sığınıyorum, akşamları Dionysos'la sohbet edip, Orfe'nin güzel ezgileriyle uyku tanrısı Hypnos'un kollarına düşüyorum...Kısacası şehirden uzak olmanın, facebook'ta laf yetiştirememenin, mailleri kontrol edememenin ve kafa dinlemenin zevkine varıyorum...Pastoral hayatın ortasında medeniyetten uzakta...Sıkılmışım şehirden...

Heybeliada - Halki


Saatin alarmı 07.00'de kalkma vaktini haber verdiğinde bugünkü rotam çoktan Heybeliada'ya çevrilmişti. Perdeyi aralayıp dışarıya baktığımda yağmakla yağmamak arasında karar veremeyen bulutlu bir havayla karşılaştım. Çantaya yağmurluk atmalı. Son bir kontrol; gözlük, fotoğraf makinası, yolda okunacak kitap, yağmurluk, cüzdan hepsi tamam.

Bostancı'dan hareket ettiğimizde şehri geride bırakmamın mutluluğu kapladı içimi. Bir kaç saatliğine de olsa karmaşadan uzaklaşmak güzel doğrusu. Aslında gezmeye değil bir iş için mecburi bir gidiş bu seferki.

Motor iskeleye yanaştığında bomboş insanda terkedilmiş hissi uyandıran ada sahiline indim. Motordan benimle birlikte inen 4-5 kişi sanki bir anda buharlaşıp yok oldular. Hangi istikamete gittiler, ne ara kayboldular anlamadım. Kediler, köpekler ve ben. Sakinlik derken bu kadarını düşünmüyordum ama oldu işte. Şaka bir yana henüz ada sezonunun açılmaması ve hafta içi olmasının avantajını yaşadım bugün Heybeli'nin bomboş yemyeşil sokaklarında.




İskelenin tam karşısından yukarıya doğru yürüdüğümde parkın içinde Hüseyin Rahmi Gürpınar karşıladı beni. Ömrünün otuzbir yılını Heybeliada'daki köşkünde geçirdikten sonra yine buraya defnedilen yazarın eserleri uçuştu kafamda: Kuyruklu yıldız altında bir izdivaç, Şıpsevdi, Gulyabani...Gürpınar'ın eserlerine dalmışken arkamdan bir ses 'hanımefendi madem adamızı gezeceksiniz size bir haritasını vereyim' dedi.  Teşekkür edip yoluma devam ettim.






Haritada ilk aradığım yer Terk'i Dünya Manastırı oldu. Burası bana her zaman mistik gelmiştir. Bambaşka farklı bir dünya. Ada'nın bir ucunda ıssız, sessiz. Bugünlük oraya gidemem çok uzak. Ama Hürriyet Gazetesinde Terk-i Dünya Manastırı ile ilgili çıkan yazıyı sizinle paylaşabilirim:)

"Çam Limanında, Sanatoryum'un bulunduğu burunun karşısındaki buruna Terki Dünya denir. Buradaki manastırda dünyadan elini çekmiş keşişler (Ta*riki Dünya'lar) oturduğu için, ta*riki dünya deyimi bozulmuş ve halk arasında Terki Dünya halini almıştır. Bir diğer inanışa göre de bu manastırda oturan keşişler ihtiyarlayınca yüksek uçurumlardan kendilerini atarak intihar ederlermiş. O sebepten Terki Dünya denilmiş.

Aşk intiharlarının yapılmasına uygun yüksek bir uçurum olduğu için de bu deyimin kullanıldığını ileri sürenler vardır. Nedeni, ne ise, bu manastırın ve yörenin halk arasındaki adı Terki Dünya'dır.

1859 yılında, Heybeli'ye yalınayak 19 yaşında bir genç geldi. Çok yakışıklı, çok zeki fakat cahil bir köylü çocuğuydu. Hristos manastırına baş vurdu. Orada Kayseri'li Efstation tarafından yetiştirildi ve 1861'de Arsenios adı ile keşiş oldu. 1865'de mürşidinden ayrıldı. Aya Yorgi manastırına başvurdu. Kudüs patrikhanesine bağlı olan bu manastır kendi topraklarında yeni bir manastır kurulmasına izin vermedi. Panayia kilisesine başvurdu. Kefalonya'lı metropolit Embariki Mazarakis'in yardımı ile bugünkü Terki Dünya burnunda kendisine küçük bir kulübe yapması için müsaade verildi. Kulübenin yapılışına çok fakir bir kimse olan Mastor Yani ve karısı da yardım etti.

Arsenios, tatlı dilli, güzel yüzlü idi. Perhizka*r bir hayat yaşıyordu. O kadar ilgi topladı ki fakir balıkçısından asiline, Papaz Okulu öğrencisinden, Papaz Okulu öğretmenine kadar herkes günah çıkartmak, akıl almak için ona geldi.

Bu ilgi üzerine Arsenios önce kiliseyi inşa etti ve hamisi Mazarakis'in arzusu üzerine kiliseyi Aziz Spridon'a ithaf etti. Sonra öteki binalar yapıldı ve sonunda Arsenios'un kulübesi büyük bir manastıra dönüştü.

Bugün kilesinin içinde duvar üzerinde, yüksekçe bir yerde şerit biçiminde büyük yazılarla kilisenin 1868'de Arsenios tarafından kurulduğu, Ayios Spridon adına bağışlandığı ve 1894 fela*ketinden sonra yeniden yapıldığı yazılıdır.

Gerçekten 1894 depreminde manastır yıkılmış ve Padişah Abdülhamit manastırın tamiri için 200 altın göndermiştir.

Arsenios pek çok yetenekli gence manevi babalık da yapmıştır. Bunların içinde üniversite profesörleri, doktorlar, avukatlar vardır.

Arsenios, kuvvetli kişiliği, geniş dünya görüşü, yüksek toleransı ile herkesi etkilemiş, manastır Müslüman, Hristiyan, kadın, erkek pek çok kişinin ziyaret ettiği, adak adadığı bir yer olmuştur.

Arsenios, çok perhiz yaptığı için tutulduğu ülser hastalığından 2 Şubat 1905'de ölmüş ve kiliseye gömülmüştür.

Ancak nedense bugün kilisede mezarı hakkında hiç bir işaret yoktur. Sadece kilisenin küçük müzesinde yağlı boya bir portresi bulunmaktadır.

Manastır, 1906'da Fener patrikhanesine bağlanmıştır. 1945 yılında da patrik Atenegoras'ın emri ile restore edilmiştir.

Halen perşembe günleri a*yin yapılmakta, Hristiyan ve özellikle Müslüman halk tarafından adak adanmaktadır. Esas yortu günü 12 Aralık'tır.

(Heybeliada, Tekin Yayınevi, 2. basım, 1985)"

Hay Allah bir anda adanın bir ucundan diğer ucuna uçtum resmen. Neyse ben yine sokaklarına döneyim. Aya Yorgi Kilisesi ve tam önündeki dallarında portakallar sarkan ağacını geride bırakarak Refah Şehitleri Caddesinden yukarı doğru yürürken bisiklet kiralama yerlerine rastladım. Adayı keşfe çıkmanın en güzel yollarından biride bisiklet.


Caddenin ortasına boylu boyunca uzanmış köpek sürüsü hızla üzerlerine gelen fayton tarafından bozguna uğratıldı. Hepsi güneşlenmelerine bir süre ara vererek ve eminim faytoncuyu bir gün yürürken ellerine geçirmeyi hayal ederek kaldırımlara kaçıştılar.




Eski evler ahhh adaların vazgeçilmez sembolü eski ahşap evleri. Kimi bakımlı, kimi bakımsız sahipsiz, hüzünlü, geçmişteki cıvıl cıvıl günlerine hasret.  




Yeni İskele Yolundan yürüyerek 'Vidalı Köşk'ün' peşine düşüyorum. Vidalı köşk yerini yıkık duvarlara, paslı korkuluklara ve adam boyu otların kapladığı boş bir arsaya bırakmış. Köşkten geriye duvarlarındaki lotus, kobra kabartmaları ve Mısır tanrılarından Ptah'ın asaları kalmış. Bülent Ovacık 'Vidalı Köşkün Peşinde' adlı yazısında böyle anlatmış Abbas Halim Paşa'nın yaptırdığı köşkün hikayesini:

"Abbas Halim Paşa'nın 1897'de yaptırdığı Köşk'ün taşları Malta'da kesildikten sonra gemiyle Heybeliada'ya getirilmişti. Köşk, tek çivi kullanılmadan, numaralı taşlar vidayla monte edilerek yapılmıştı. Batıda ‘‘Egyptian Revival’’ (Mısır uyanışı) diye bilinen üslup tercih edilmişti. Eski Mısır tapınak cephelerinde kullanılan, kesik piramit tarzındaki pilonlar, helozonik şerit kabartmalarıyla bezeli kaval silmelerle çerçevelenmişti. Cephelerdeki pencere grupları ile balkon alınlıkları, kobraların ve akbabaların kuşattığı güneş diskleri ile taçlandırılmıştı. Bu muhteşem köşk, Abbas Halim Paşa'nın vasiyeti üzerine, ölümünden 10 yıl sonra 1945'de, yapıldığı gibi sökülerek Mısır'a götürülmüştü."

Köşkü arkamda bırakıp bu kez de Ümit Tepesi'ne Heybeli'nin çok ses getiren başka bir tarihi eserine doğru ilerliyorum. Aya Triada Manastırı diğer adıyla Heybeliada Ruhban Okulu.

Yazılı belgelere göre Manastır 9yy da İstanbul Patriği Aziz Folios tarafından kurulmuş ve hristiyanlığın kutsal üçlüsüne (Aya Triada) ithaf edilmiş. 1603 yılında Bizans imparatoriçesi Katerina Komnini'nin manastıra hediye ettiği incil üzerinde 'Halki Aya Triada' ifadesi dikkati çeker. Manastır İstanbul fethinden sonrada varlığını sürdürmüş ve bir çok kez tahrip edilip, tamirler geçirerek günümüze kadar gelebilmiş. 

1844'de din adamı yetiştirmek amacıyla Patrik IV Germanos tarafından teoloji eğitimi veren bir okul olarak açılmıştır. 1844 yılında açılışından 1971 yılında kapanışına kadar Aya Triada Manastırı ile bütünleşerek din adamları yetiştirmiştir. Günümüzün patriği I. Bartholomeos'da bu din adamlarından biridir.   

Okul binası 1894 yılında meydana gelen depremde büyük zarar görerek kullanılamayacak hale gelmiş. Yeniden yunan alfabesindeki pi harfi şeklinde inşaa edilen bina görkemli mermer sütunları ve merdivenleri ile antik yunan tapınaklarını anımsatır.

Manastırın 120 binin üzerinde kitap barındıran çok zengin bir kütüphanesi vardır. Teoloji dışında sanat tarihi, arkeoloji, mimari, hukuk, Bizans ve Roma tarihi ile ilgili çok nadir kitaplar bulmak mümkündür. (Tam benlik. Aç tavuk buğday ambarında misali bir daha çıkaramazlar beni ama zaten almayacakları için bir sorun teşkil etmiyorum bu durumda:)

Daha gezilecek çok yer, tırmanılacak çok sokak, fotoğraflanacak çok yer ama bugünlük bu kadar. Gelecek sefere kadar adayı sessizliği ve sakinliği ile başbaşa bırakıp işimi bitirip şehre geri dönüyorum...

KARAKÖY, MARTILAR VE ÇANLAR II


Geçen gün bir sergiye gitmek için Karaköy'e gittim. Kadıköy'den motorlara binip Galata Köprüsü'nün altından geçip martıların karşıladığı Karaköy iskelesinde inip yürümeye başladım.



Karaköy eski binaları, camileri, yamuk yumuk arnavut kaldırımlı inişli çıkışları sokakları, Kemeraltı Caddesi, limanı, İstanbul Modern'i, Antrepoları, Tophanesi, aralara berelere saklanmış kiliseleri, okulları ile İstanbul'un en eski semtlerinden biri.

Galata Köprüsünün altından geçip Karaköy motor iskelesine vardığınızda etrafınızı martılar çevreler. Karşınızda uzaktan binaların arasından Galata Kulesi kendini gösterir tüm asaletiyle yıllardır.



Başlar kendi hikayesini anlatmaya;

Dünyanın en eski kulelerinden biriyim der kendisine bakanlara. 528 yılında Bizans  İmparatoru Anastasius tarafaından fener kulesi olarak yatırılmış, 1348 yılında Cenevizli'ler tarafından İsa Kulesi olarak tekrar inşaa edilmiş. Eski sur duvarlarına bağlanmış ve etrafına hendek kazılmış fakat 1861 yılındaki imar çalışmaları sırasında hendek doldurulmuş.  

1875 yılında kuvvetli bir fırtına sırasında kulesi yıkılmış ve tamir edilmiş ama bu tamirat sırasında kuşemin dış görünümü kısmen değişmiş. Çıkan yangınlar, fırtınalar, kullanımdan doğan yıpranmalar sonucu tamir edilerek günümüze kadar ulaşan Galata Kulesi yapılışından bu yana rasathane, yangın gözetleme kulesi, Kasımpaşa tersanelerinde çalışan harp esirlerinin barınağı olarak kullanılmıştır. Bodrumu zindan olarak olarak kullanılmış yapılan araştırmalarda bir çok kafatası ve ve kemik bulunmuş.

XVI yy Hazerfan Ahmet Çelebi'nin kollarına kanat takarak kuleden Üsküdar Doğancılar'a kadar uçtuğu söylenmektedir.

Kulede bir çok intihar olayıda yaşanmıştır. Bunlardan biride Ümit Yaşar Oğuzcan'ın 15 yaşındaki oğludur. Oğuzcan oğlunun intiharı üzerine Galata Kulesi adlı şiirini yazmıştır. 

Galata Kulesi
6 Haziran 1973
Pırıl pırıl bir yaz günüydü
Aydınlıktı, güzeldi dünya
Bir adam düştü o gün Galata Kulesi’nden
Kendini bir anda bıraktı boşluğa
Ömrünün baharında
Bütün umutlarıyla birlikte
Paramparça oldu
Bir adam benim oğlumdu...

Gencecikti Vedat
Işıl ışıldı gözleri
İçi
Bütün insanlar için sevgiyle doluydu
Çıktı apansız o dönülmez yolculuğa
Kendini bir anda bıraktı boşluğa
Söndü güneş, karardı yeryüzü bütün
Zaman durdu
Bir adam düştü Galata Kulesi’nden
Bu adam benim oğlumdu

“Açarken ufkunda güller alevden”
Çıktı, her günkü gibi gülerek evden
Kimseye belli etmedi içindeki yangını
Yürüdü, kendinden emin
Sonsuzluğa doğru
Galata Kulesi’nde bekliyordu ecel
Bir fincan kahve, bir kadeh konyak
Ölüm yolcusunun son arzusu buydu
Bir adam düştü Galata Kulesi’nden
Bu adam benim oğlumdu

Küçüktü bir zaman
Kucağıma alır ninniler söylerdim ona
“Uyu oğlum, uyu oğlum, ninni”
Bir daha uyanmamak üzere uyudu Vedat

6 Haziran 1973
Galata Kulesi’nden bir adam attı kendini
Bu nankör insanlara
Bu kalleş dünyaya inat
Şimdi yine bir ninni söylüyorum ona
“Uyan oğlum, uyan oğlum, uyan Vedat”... 

Kimse böyle bir acı yaşamasın diyerek Galata Kulesini geride bırakıp Karaköy'ün ara sokaklarından birine saklanmış olan Türk Ortodoks Kilisesi'ne giriyorum. Kapılar sonuna kadar açık, ortalıkta kimsecikler yok. Dolayısıyle kilise hakkında bilgi verebilecek  kimseyi göremiyorum ama içeri girip resim çekiyorum. Kilisenin bahçe ve giriş kısmı açıktı. Asıl ayin yapılan yeri kapalıydı. Bende elimdekilerle yetinmek zorunda kaldım. 



Meryem Ana Türk Ortodoks Kilisesi'nin geçmişi 1921 Kayseri'ye dayanıyormuş. 1921 yılında Kayseri'de Türk bağımsızlık mücadelesini destekleyen Pavlos Karahisarithis tarafından kurulmuş.



1924 yılında Karahisarithis ayinleri (Papa Eftim I) yönetmeye başlamış daha sonra adını Zeki Erenerol olarak değiştirmiş. Günümüzde ise Papa Eftim IV Paşa Ümit Erenerol görevini sürdürmektedir.

Şimdi sırada güzel bir sergi ziyareti ve biraz daha fotoğraf çekip eve dönüş var. Hangi sergi mi? Bir daha ki sefere onu da anlatacağım.

Şimdi hoşçakalın....

Mutluluk ve sağlıkla kalın:)

Ayvansaray'dan geçtim dün

Şöyle bir Ayvansaray'dan geçtim dün. Hani şu eski İstanbul'un ruhunun yeni İstanbul'dan kaçıp saklandığı yerlerden. Ufak bir tur attım iki tarafı iki katlı birbirine omuz vermiş eski İstanbul evleriyle çevrili dar sokaklarında. Kimbilir belki de o zamanki İstanbul'u bulmak istedim umutsuzca. Ama o çoktan alıp başını gitmişti. Buraya da el atan kentsel dönüşümle başa çıkamadığını söylediler...


Büyülü bir yer burası.  Grilik hakim ama o griliği bir anda karşıma çıkan değişik renklere boyanmış kapı ve pencereler yırtabiliyor. Boyaları dökülmüş ferforjelerin arasından konserve kutusuna ekilmiş bir çiçek size gülümseyebiliyor. Her an karşınıza farklı bir şey çıkabiliyor.Mesela İstanbul'un en eski varsayılan Rum kilisesi, İstanbul surlarının taşları yunanca bir kelime fısıldıyor yıllar öncesinden kulağınıza, eski Galata köprüsünün bir kısmını çekmişler kenara, onunda söyleceği çok şey var ama sessizce duruyor sahilde küskün, üzgün eski şaşalı günlerini anımsıyor iç çekerek Haliç'te.



Ayvansaray ismini Bizans Sarayından ve kapıdan alıyor. İstanbul'un kara surları ile deniz surlarının birleştiği yerde fetihten sonra yaptırılmış bir kapı varmış vakti zamanında. Bu kapının yakınında Bizans sarayına Büyükler Sarayı (Blakhernai) olarak söylenmesinden dolayı kapıya ve saraya aynı anlama gelen Ayvansaray adı veriliyor. Bugünkü Tekfur Sarayı ise Büyükler sarayının son kalıntıları olarak bilinmekte.

Yürüyüşüme devam ederken karşıma gri demir bir kapı çıkıyor. Aya Dimitri Kilisesi.



Ayvansaray Hagios Demetrios kilisesinin 1204 yılında Bizans imparatoru Nikolas Kanabes'e ithafen yakınları tarafından inşaa ettirilmiş olduğu kabul edilmekte. İstanbul'un fethi sırasında bölge tahrip edilmesine rağmen kilise büyük hasar görmemiş. 1640 yılındaki yangında hasar görmüş. 1729 büyük Balat yangınında ise tahrip olmuş. Patrik II Paisios zamanında 1730'da yeniden inşaa edilmiş. I ve II dünya savaşları arasında dini amaçlar dışında kullanılmış ve 1946'da yılında onarılarak 1947'de tekrar ibadete açılmıştır. İstanbul'un en eski kiliselerinden biri olarak kabul edilmektedir. İçindeki kitabeler kilisenin tarihçesi hakkında bilgi vermektedir.



Çevreden biri kilisenin içinin çok güzel ve bakımlı olduğunu eğer kapıyı açtırabilirsem mutlaka bir mum dikerek dilek dilememi önerdi ama ben zili o kadar çalmama rağmen kapı açılmadı. Bazı kiliselerin güvenlik amacıyla ayin saatleri dışında kapalı tutulduğunu biliyordum ama yinede de şansımı denemeye çalıştıysamda olmadı bende yoluma devam ettim.

Ara sokaklardan ana caddeye çıkınca tam karşıma Or-Ahayim hastanesinin muhteşem binası  çıktı. Hayat ışığı manasına gelen hastahane 1898 yılında doktorların ve hayırseverlerin yardımlarıyla Sultan II Abdülhamit fermanıyla sağlık ocağı olarak kurulmuş. I ve II Dünya Savaşları, Balkan Savaşı, İstanbul'un işgali, Rusya ve Polonya'dan gelen göçmenlerin ağırlanması gibi olaylara tanıklık ederek günümüze kadar gelmiş.



Fotoğrafını çekip oradanda ayrılıyorum bu arada önüme Çanak çıktı. Mangalda kuru fasülye:). Daha önce gitmeyenlere tavsiye ederim. Mutlaka deneyin çok güzel (ballandıra ballandıra yemek anlatmayı sevmeyen hatta tv yemek programlarına sinir olan biri olarak bu kısmı burada kesmeyi uygun görüyorum.) Duvarları Erol Evgin'den Issız Adam'a mekanda yemek yiyen bir çok ünlünün fotoğrafı ile dolu. Rağbet gören bir yer olmasına rağmen fiyatlarını oldukça makul tutmuşlar.

Biraz daha evlerin arasında dolaşıp fotoğrafladıktan sonra evin yolunu tutuyorum. Dönüşte yolum Tarlabaşı'ndan geçiyor ve içim acıyor. Eğer Tarlabaşı'nın bu halini hatırlamak istiyorsanız bugünlerde fotoğraf makinanızı alıp gidin. Çekeceğiniz fotoğraflar eski Tarlabaşı'nın (Dalan talanından geriye kalan) son fotoğrafları olacaktır çünkü kentsel dönüşüm çalışmaları başlamış ve tüm hızıyla devam etmekte:( Umarım aslına sadık kalınarak restore ederler ve geçmişin ihtişamını bize yaşatırlar.

Ve işte Ayvansaray turumdan ufak enstantaneler:)



























Son bir not, Aya Dimitri Kilisesi hakkındaki bilgiler Zafer Karaca'nın 'İstanbul'da Osmanlı Dönemi Rum Kiliseleri' adlı kitabından alınmıştır.

Büyükada'dan geçtim bugün


Büyükada'dan geçtim bugün. Bomboştu sokakları. Yazdan geriye pek bir şey kalmamıştı. Tek tük insanlar ve adanın zevkini çıkaran kediler, köpekler.

Sabah erkenden bindim motora. İşe okula gidenlerle bir de benim gibi günübirlik işi olanlarla demir aldı İstanbul'un onuncu adası Vordonisi'nin yanından prens adalarına doğru. İçeride kimi gazete okuyor, kimi yanındakiyle konuşuyor, kimi içini ısıtmak için çay kahve içiyordu. Bense Cadı'nın ilk sayfalarında adanın sokaklarında dolaşmaya başlamıştım bile. İlk durak Heybeliada. İnenler, binenler ve yola devam. Motora eşlik eden martılar donuk mavi kış denizinin üstünde süzülüyor. Pike yapıyor sonra aniden yükseliyor. Uzaktan güzeller ama yaklaşınca çirkin denizin nazlı kızları.



Aheste aheste iskele yaklaşıyoruz. Son durak herkes yerini yeni yolculara bırakarak iniyor ve adanın sokaklarında kayboluyor. İnsanın içini titreten bir soğuk kaplamıştı ortalığı. Gözüme açık bir kafe kestiriyorum. İşim bitsin şurada bir çay ve poğaça iyi gider diye geçiriyorum aklımdan. Biraz yürüyorum, bir kaç fotoğraf çekiyorum terk edilmiş caddelerde. Kediler köpekler oynaşıyor ayaklarımın dibinde. Çarçabuk hallediyorum işimi. Doğru kafeye. Camın kenarındaki koltuğa yayılıyorum. Sabahın tek müşterisine hizmet kusursuz. Duruma bakılırsa belkide günün ilk ve son müşterisiyim bugün. Bir bardak çay ve poğaça lütfen.
Karşıdaki otelin yosun tutmuş çatısında martılar etrafı süzüyorlar. Aşayiş berkemal rahat edebilir ada halkı dercesine. Hımmm taze sıcacık poğaça ve çay iyi gidiyor. İçim ısınıyor.
Elimi çantama atıyorum bakalım Ümran ne durumda bıraktığımdan beri. İyi saatte olsunlar neler karıştırıyor acaba? Biraz okuyorum. Adanın kiliselerinde, manastırında gezinirken aklıma uğultulu Hristos Tepesindeki (Manastır Tepesi) Rum Yetimhanesi geliyor. Geçtiğimiz mayıs ayında Fransız Kültür Merkezi'nde yetimhaneyi konu alan Enis Batur'un yazılarıyla taçlanmış Hayalet adlı sergiye gitmiştim. Dönemin ünlü mimarı Alexandre Vallaury tarafından yapılan devasa ahşap binanın ilk günlerinden son zamanına insanın hem içini acıtan hemde ürperten fotoğrafları sergilenmişti. Bina ilk önce otel olarak tasarlanmış fakat izin alınamamış. Daha sonra yetimhane olarak kullanılmış bir süre Kuleli Askeri Lisesine'de ev sahipliği yaptıktan sonra tamamen terk
edilmiş. Şimdi değil belki ilkbahar veya yazın geldiğimde ufak bir gezinti fena olmaz manastıra doğru.



Saatime bakıyorum. Eh vakit gelmiş. Motorun anakaraya kalkmasına az kalmış. Topluyorum çantamı, kitabımı iskeleye doğru inmeye başlıyorum. Yazın kalabalıktan adım atılmayan meydan bugün bana kalmış. Sakinliğin tadını çıkarıyorum. Yetimhaneyi, bomboş sokakları, bir resim karesinde donakalmış gibi duran faytonları Prinkipo'da bırakıp motora biniyorum İstanbul'a doğru. Heybeli'den birkaç fotoğraf daha çekip  istemesemde karışıyorum şehrin koasuna gözüm arkada adaların sakinliğinde kalarak.

GÜNDEN KALANLAR

Hava güzel, pırıl pırıl bir kış güneşi olanca güzelliğiyle gülümsüyor dünyaya, insanı dinç tutan bir soğuk var, dondurmuyor, üşütmüyorda (tabii bu benim gibi soğuktan hoşlananlar için geçerli), bugün izinliyim istikamet Beyoğlu. Şu bahsedilen caddelerdeki fotoğrafları görmek istiyorum, belki bir kaç sergi, illaki kitapçı, dinlenmek için Cafe Française'de ufak bir kahve molası ve dönüş. Günümü programlayıp düştüm yollara.



İlk durağım Taksim. Atatürk Kültür Merkezi'nin önünden İstiklal Caddesine çeviriyorum rotamı. Her zamanki gibi canlı, capcanlı, cıvıl cıvıl. 72.5 millet burada. Kafelerde, sokaklarda...Çeşit, çeşit genci, yaşlısı, turisti, yerlisi, normal giyimlisi, çılgını. Ben en çok sıradışı olanları seviyorum bugün ilk gördüğüm ortayaşı biraz aşmış bir hanım gibi. Geçen yazımda yazdığım 'renksizlik kıyafetlerimizede yansımış' cümlesine inat rengarenk. Tam da arayıp bulamadığım şey karşıma çıktı. Yakasına kırmızı bir gelincik iliştirdiği yeşil paltosu, pembe gölge attırdığı bal rengi saçları, omuzuna astığı uzun taba çantası, kıyafeti ile uyumlu boynunda uzun zincir kolyesi, kırmızı gözlüğü, eteği ve kazağıyla Beyoğlu günüme başlamak için güzel bir rastlantıydı. 'Hiç bir şey tesadüf değildir' lafı doğru mu acaba?

The Marmara'nın önünden geçerken gözlerim her zamanki gibi 'Ebru'yu aradı ama misafirlerini kuyruk sallayarak karşılayamıyor ve her zamanki yerine uzanarak caddeden geçenleri seyredemiyor artık.

Tramway sallana sallana yoluna devam ediyor. Galatasaray Lisesinin yanınındaki sokaktan aşağı doğru yürüyorum. İşte resimler. Yapı Kredi Yayınlarının önüne koymuşlar. Türkiye'nin çeşitli yerlerinde yabancı sanatçılar tarafından çekilmiş fotoğraflar. Etkinliğin adı Türkiye'de Zaman. Farklı mekanlarda sergilenmesi haricinde bir özelliği yok. Atlas dergisinde bolca gördüğümüz resimlerden. Galatasaray Meydanı'nda iki resim dikkatimi çekti Michel Vanden Eeckhoutd'un Yörüklerle Toros Dağlarında ve Birbirini Kovalayan Çoban Köpekleri. Bu kadar reklamdan sonra farklı bir şey bekliyordum. Sıradan olmuş. Yinede renk getiren bir etkinlik.



Şimdi sırada Arkeoloji Sanat var. Kapısından içeri girer giremez geçmiş sizi kucaklıyor. Arkeoloji ile ilgili aradığınız her türlü yayını bulabileceğiniz bir yer. Kitapları kadar dekorasyonuda çekici. Bu arada çocuklar için yazılmış güzel arkeoloji ve boyama kitapları var.

Oradan sonra Yapı Kredi yayınlarına bir göz atayım derken kitap alıp çıkıyorum. Benim kitapçılardaki göz atma deyimim alıp çıkma ile eş anlamlı.



Sonra ver elini Tünel. Aaaa o da ne sokak çalgıcıları geri dönmüş. Yaşasın. Ekvator'dan 4 kişilik ekip üzerlerinde kıyafetleri özgün müziklerini icra ediyor. Harika. Bir süre onları dinliyorum ve resimlerini çekiyorum.

Denizler Kitapevi ve Robinson Crusoe'nun önünden bu seferlik başımı o yöne çevirmeden geçiyorum. Gelecek sefere oralara gireceğim. Daha sırada aylık dergileri almak için D&R var. Tünel'i sobeleyip geri dönüşe geçiyorum. Sıradaki program önce D&R dergiler alınacak, sonra Cafe Francais'de kahve eşliğinde zevkle okunacak.

Her zaman uğradığım Muhiddin Hacı Bekir şekercisini ve İnci Pastanesi bu kez pas geçiyorum. Bu aralar   tatlıyı yasakladım kendime:( Yok öyle şeker, gofret, profiterol vs. Salata neyine yetmiyor modundayım. Neyse geçer yakında.

Önümden genç bir adam yürüyor. Saçını topuz yapmış, omuzuna kadın çantasına benzer bir çanta asmış, dar paça pantolon, kısa deri ceket, boynunda atkı, son derece modern.  Moda dergilerinden fırlamış gibi. Beyoğlu'na renk katanlardan biri daha. Karşıdan yaka paça bir yanda, ellerinde çantaları, ağızlarında Red Kit gibi sigaralarıyla birbirleriyle konuşarak liseliler geliyor. Bu genç yaşta sigara içmeleri kabul edilemez olsada onlarda ayrı bir renk katıyor caddeye. Yanımdan Mercedes polis araçları geçiyor. Juke'den Mercedes'e terfi edilmiş. Araplar çok fazla. Kafanı çevirsen Arap'a çarpıyorsun. Diğer turistler gibi onlarda hoşgelmişler.

Yunan Konsolosluğu kapısını sonuna kadar açmış sergi için gelen konuklarını ağırlıyor. Türkiye'de Zaman'ın bazı fotoğraflarıda burada sergileniyor. Güvenlikten geçip içeri giriyorum. İlk kapıdaki fotoğraf dikkatimi çekiyor bende resmini çekiyorum.

Salona girip sol taraftan gezmeye başlıyorum. İlk fotoğraflar 'Dünyanın Merkezine Yolculuk' temalı. Jane Evelyn Atwood  'Zonguldak'ta yerin 350 m. altına indiğimde hayatımdaki ilk kömür madeni tecrübemi yaşıyordum.' diye anlatıyor madencilerle çektiği fotoğraflarını.

Kathryn Cook'un 'Sadece Ağaçlar  Tarihe Dokunabilir' temaları ise Van Gölü'nün yakınındaki Ahlat'ta çekilmiş. 'Sürekli olarak geçmişte nefes alıyordum. Mezarlar, mağaralar, türbeler, kale yıkıntılarından dökülen toz havayı dolduruyordu. Burada dolaşırken hep kaç tarih katmanını bir arada gördüğümü sordum kendime' diye dile getirmiş duygularını.

Buradaki fotoğraflar daha çok hoşuma gitti.



D&R'dan girer girmez çok büyük bir şok yaşadım. Aman allahım bu ne felaket diye geçirdim içimden. Bir sanatçıya saygısızlık etmek isterseniz halkın zevkle dinlediği parçalarını ancak bu kadar rezil edebilirsiniz. Sıtma görmemiş bir ses, felaket bir düzenlemeyle birleşmiş Barış Manço'nun kemiklerini sızım sızım sızlatıyor.
Alacağım dergileri alıp kasaya geldim. Elimdekileri bıraktıktan sonra 'Kim bu Barış Manço'nun şarkılarını rezil eden diye sordum.' Kasadaki görevli kibarca CD yeni geldi bende bilmiyorum diye cevapladı sinirden gözü dönmüş olan bu müşteriyi. İçimden bende bilmek istemiyorum dedim ve işkenceye son vererek attım kendimi caddeye. Barış Manço'nun anısa saygı lütfen...



Ve beklediğim an, kahve vakti. Yine güvenlikten geçip giriyorum Fransız Konsolosluğundan içeri. Kursiyerler bahçede gruplar halinde sohbet ediyorlar. Ferforje masalarından birine oturup dergilerimi çıkartıyorum. Acil bir filtre kahve ısmarlayıp, sigaramı yakıyorum. Önce kitap sonra Notos, gelecek ay bunlara Özgür Edebiyat'ta eklenecek. Yarım saat okuma ve dinlenme molası. Keyif saati yani.



Saatim gitme vaktinin geldiğini haber veriyor. Dergilerimi toplayıp, ödemeyi yaptıktan sonra buradaki sergiyi de hızlı çekim gezip geldiğim gibi çıkıyorum eve dönmek üzere.

Ve günden geriye 'Baki kalan bu kubbede hoş bir sada imiş' dizeleri ile kediler konsolosuyla yaptığım sohbet kalıyor...