Annem haklıymış



Annem derdi ki: “Terli terli su içme.”İçten içe kızardım ona
Oyunun en tatlı yerinde
Bu müdahale de niye?
Hastalanınca anlardım ki!
Annem haklıymış.
Annem derdi ki: “Sakın geç kalma.”
Meraklanırmış sonra
İçten içe hayıflanırdım ona
Gidenin dönmesini beklerken anladım ki!

Annem haklıymış.
Annem derdi ki: “Odanı dağıtma.”
İçten içe karşı gelirdim ona
Toparlamayı erteleyip dururken
Hayatımı dağıttığım anlarımda anladım ki!
Annem haklıymış.
Annem derdi ki: “Öfkende fakir ol, sevginde zengin.”
İçten içe önemsemezdim bakışlarımla
Kırdığım kalpleri telafi edemediğimde anladım ki!
Annem haklıymış.
Annem derdi ki: “Tek kişilik yaşama.”
Diğer türlüsü bencillik olur
Sevilmezmişim sonra
İçten içe güler geçerdim bu kelâma
Yalnızlık ağır gelmeye başlayınca anladım ki!
Annem haklıymış.
Annem derdi ki: “Doğal ol, yapmacık olma.”
İçten içe burun kıvırırdım ona
Ezberlediğim yaşam biçiminin tatsızlığını fark edip
Rollerimi karıştırmaya başlayınca anladım ki!
Annem haklıymış.
Annem derdi ki: “Gençliğinin kıymetini bil, geri gelmez bir daha.”
İçten içe sitemkâr davranırdım ona
Yüzümdeki çizgiler
Saçımdaki beyazlar zafer kazandıkça anladım ki!
Annem haklıymış.
Annem derdi ki: “Bir dilek tut, gerçek olana kadar çabala.”
İçten içe söylemesi kolay, yapması zor derdim ona
Hayatımı sorgulamaya başlayıp
Sürekli yapamadıklarım aklıma geldiğinde anladım ki!
Annem haklıymış.
Annem derdi ki: “Bu sözlerimi kullan, yabana atma.”
Şimdi…
İçten içe teşekkür ediyorum ona
Çünkü…!
Ben de bir anneyim…
Bana miras kalan bu cümleleri sarf ederken bileceğim ki!
Ben haklıyım…
-Alıntı-

Maya takvimiyle ilgili en son iddia

Maya takvimiyle ilgili en son iddia

Yeni yıla girilmesiyle, Maya takviminin kehanetleri hakkında sayısız teori de ortaya döküldü. Yaygın görüşler 2012'de dünyanın yok olacağı ya da insanlığın mutluluk ve gelişim çağına gireceği yönünde. En son teori ise sanılanın aksine takvimin hiç de önemli bir olaya işaret etmediğini öne sürüyor.

Time dergisinde Robert Landau imzasıyla yayımlanan habere göre, Maya takvimi kozmik bir olayın başlangıcını ve sonunu göstermiyor. Aksine, takvim, M.S 603 ile 683 yılları arasında yaşamış Maya Kralı Büyük Pakal’ın doğum gününe göre ayarlanmış.


Landau'nun, Latin Amerikalı arkeologların bulgularına dayandırdığı iddiası şöyle: 

“Haab” adıyla bilinen, 5 bin 125 yıllık Maya takviminin, 21 Aralık 2012’de sona ermesi, birçok uzman tarafından yaratılış döngüsünün sonu olarak kabul ediliyor. 394,26 yıla denk gelen “baktun” adındaki dönemlere bölünen Maya takvimi, bu tarihte 13’üncü "baktun"u tamamlamış olacak.

Ancak takvimin sona eriş tarihi, sanıldığı gibi kozmik bir olaya değil, tamamen politik bir karara dayanıyor olabilir. Meksika’nın Chipas eyaletindeki antik Maya kenti Palenque’de çalışmalar yapan Alonso Mendez, Büyük Pakal’ın doğum gününü, “ilahi bir dönüm noktası” olarak işaretlemek istediği için “baktun”ları oluşturduğunu savunuyor.


Haberin devamını okumak için linki tıklayınız...

 

AURA

İşsiz ve entellektüel genç tarihçi Felipe Montero bir kafede gördüğü duyuruya başvurmasıyla başlıyor Carlos Fuentes'ın anlatısı.

Duyuruda kusursuz fransızca bilen, bir süre sekreterlik yapabilecek, düzenli, dürüst, genç bir tarihçi aradıkları, iş karşılığında üç bin peso (ilerleyen sayfalarda dört bin oluyor), rahat bir oda ve yiyecek verecekleri yazmaktadır.
Felipe Montero bu iş için biçilmiş kaftan olduğunu düşünerek verilen adrese gider.



Yaşlı kadın genç tarihçiden ölmeden önce kocasının yazılarını yayınlatmak için düzenlenmesini ister ve işe alır.
Felipe günlerini 60 yıl önce ölmüş General Llorente'nin günlüklerini düzenlerken aynı evde yaşayan büyüleyici Aura ile tanışır. Aura yaşlı kadının bakımını üstlenen yeğenidir ve tanıştıkları andan itibaren aralarında tutkulu bir ilişki oluşur. Günler geçtikçe Felipe evin içinde nereden geldiği ya da kimin söylediği belli olmayan bir takım sesler duyar ve hayaller görmeye başlar. Bu arada yaşlı kadın ile Aura arasındaki bağın sırrını anlamaya çalışmaktadır. Buradan sonra işler karışmaya başlar Donceles Sokağı 815 numarada. Gerçekle hayaller birbirine girerek ortaya gizemli bir gerilim öyküsü çıkar.

"Aura'nın büyüleyici gözleri kadar, büyülü gerçekliğin doğaüstü dünyası da baştan çıkarıyor okuru." yazıyor kitabın tanıtım yazısında.

Bugüne kadar okumadıysanız Fuentes'in 67 sayfalık bu uzun öyküsünü okumanızı tavsiye ederim. Zevkle yudumlanacak bir içki tadında...

Aura                           Carlos Fuentes                                    Can Yayınları  (Can Cep)
    

İçinde Yaşadığım Deri

"İçinde Yaşadığım Deri" Pedro Almodovar'ın Antonio Banderas'la yirmi yıl aradan sonra tekrar birlikte çalıştıkları ve şu anda vizyonda olan filmi.

Film Dr.Robert Ledgard'ın trafik kazası sonucunda tamamen yanan karısını iyileştirmek için yaptığı çalışmalarla başlıyor. Bu süreç içinde karısının kendini görmemesi için evdeki tüm aynaları kaldırıyor. Bir gün hasta yatağında kızının bahçede oynarken söylediği şarkıyı duyunca pencereyi açıyor ve cama yansayan aksini görünce kendini camdan atarak intihar ediyor. Annesinin intiharını gören kızları ise bunalıma giriyor.

Dr. Ledgard yaşadığı bu trajik olayın sonucunda araştırmalarına daha da hız veriyor. Baba kızın bir gece gittikleri parti genç kızın tecavüze uğramasıyla ve akıl hastanesindeki psikolojik tedavi sırasında annesi gibi intihar etmesiyle sonuçlanıyor.

Bu noktadan sonra olaylar hız kazanıyor ve Dr.Ledgard'ın kızına tecavüz eden genci bulup evine getirmesiyle devam ediyor.

Film Thierry Jonquet'in Tarantula isimli eserinden beyazperdeye uyarlanmış. Dr.Ledgard'ın deneğinin tecavüze uğrama sahnesi gibi insanın içini acıtan, rahatsız eden, seyirciyi koltuğa çakan sert sahneleri var. Çarpık aile ilişkileri, uyuşturucu, homoseksüalite gibi olaylarıda filmin içine serpiştirmiş Almodovar. Şiddeti film boyunca içinizde hissediyorsunuz. Sonlarına doğru artık böyle biter diye düşünmeye başladığınız anda olaylar birden yön değiştirmeye başlıyor.

Ve son sahne. Benim için en etkiliyici  sahneydi. İnsanın boğazına bir şey gelip tıkanıyor ve film bitiyor.


Yazarken içenler, içerken yazanlar: Bağımlı yazarlar

Şairler, yazarlar, müzisyenler, ressamlar... Onlar hayatı daha derin, duyguları daha yoğun yaşarlar. Normal insanlar korkularından, endişelerinden, ilkel dürtülerinden kaçarken onlar bunların içine balıklama dalarlar.

Eserlerini işte bu sayede yaratırlar ve işte tam da bu yüzden hayatı yaşarken zorlanırlar. Sonuç kaçınılmazdır: Nasıl kâğıda-kaleme sarılmak onlar için bir ihtiyaçsa alkol ve uyuşturucu gibi “teselli edici” maddelere sarılmak da o denli karşı konulmaz bir ihtiyaç halini alır. Edebiyat tarihinin en ünlü şair ve yazarları da ciddi bağımlılıklardan nasibini almış, bir çoğu, önce sığındığı, sonra da pençesine düştüğü bağımlılıklar yüzünden bu dünyadan ayrılmıştır. Bağımlılığın sanatçıların en büyük zaaflarından biri olduğu söylenebilir. Ama Chuck Palahniuk’un “Tıkanma” romanında bağımlılar için söyledikleri de pekala doğru olabilir. “Ben bağımlıları takdir ederim. Herkesin kör bir kaza kurşununa veya ani bir hastalığa kurban gitmeyi beklediği dünyada, bağımlıların yolun sonunda kendilerini neyin beklediğini bilmek gibi bir lüksü vardır. Nihai kaderin kontrolünü biraz da olsun eline almıştır ve bağımlılığı sayesinde ölüm sebebi büsbütün sürpriz olmaktan çıkmıştır” diyor Palahniuk. Belki de haklıdır; belki onlar çevrelerinde herşey kontrolleri dışında akıp giderken en azından kendi ölümlerini kontrol altına almayı denemişlerdir... İşte bağımlılıklarıyla anılan şair ve yazarlar.

Jack Kerouac (1922-1969):
Beat kuşağının öncüsü, ünlü yazarı Jack Kerouac kendini “tuhaf, yalnız, çılgın, katolik, mistik” bir yazar olarak tanımlıyordu. “Öylece ölüp gidemeyiz, insanın en azından şarap ve şiire ihtiyacı var” diyerek Amerika’yı bir baştan bir başa katederken spontan bir şekilde yaşadığı çılgın maceraları yazarak herkesin aklını başından aldı. Ama yaşadığı sürece kendinin de aklı pek başında olmadı. Aşırı ölçüde alkol kullanan Jack Kerouac, 47 yaşında, sirozdan kaynaklanan şiddetli bir iç kanama geçirerek öldü. Ancak söylediği bir söz Palahniuk’un tezini doğruluyordu: “Ben bir Katoliğim, intihar edemem, ama kendimi öldürünceye kadar içmeyi planlıyorum.”

Stephen King (1947- ):
Korku ve gerilimin üstadı Stephen King de bağımlılıktan nasibini fazlasıyla alanlardan. Zira herkesin tüylerini ürperten hikayeler yazarken çoğu zaman alkol, kokain ve çeşitli ilaçlarla haşırneşirdi. Öyle ki, otobiyografik kitabı “On Writing”de açıkça dile getirdiği üzere, 35 yıllık karilerinde 63 kitaba imza atan ünlü yazar aralarında çok satan romanlarının da olduğu pek çok kitabını nasıl yazdığını bile hatırlamayacak kadar kendini kaybetmişti. King, kokain bağımlılığından dolayı sürekli kanayan burnunun çalışırken klavyesini kirletmemesi için burnuna özel tıkaçlar bile yaptırmıştı.

Dylan Marlais Thomas (1914-1953):
20. yüzyılın en etkili şairlerinden biri kabul edilen Galli şair Dylan Thomas, alkolikliğiyle övünürdü. Alkol tüketimi öyle üst düzeydeydi popüler kültüre “Dylan Thomas gibi içmek” deyimini kazandırdı. Elbette alkol bağımlılığı yüzünden sağlığı giderek bozuldu. Doktorunun uyarılarına rağmen içmeyi sürdürdü. 1953’te ünlü radyo oyunu “Under Milk Wood”un (Korunun Dibinde) yayımlanması nedeniyle New York’a giden Thomas, bir akşam kutlama yaparken, bir rivayete göre 18 tek viski içerek kendi rekorunu kırdı ve bundan iki gün sonra yine içmek için oturduğu White Horse Tavern adlı barda alkol komasına girerek öldü.

Charles Bukowski (1920-1994):
“Alkol kendini öldürüp tekrar doğmaya benzer” sözlerini sahibi ABD’li yazar Charles Bukowski bunu söylerken elbet bir bildiği vardı. Zira eserlerinde de genellikle toplum dışı insanları, uyumsuzları, düşmüşleri, sarhoşları anlatan Bukowski alkolle, alkoliklerle ve her türlü bağımlılarla hayli yakın bir ilişki içerisindeydi. Büyük ihtimalle çocukluğunda hakaretlerine ve dayaklarına maruz kaldığı babası yüzünden, 13 yaşındayken içmeye başlayan Bukowski, bu bağımlılığından ömür boyu vazgeçemedi. 35 yaşında mide kanamasından neredeyse ölüyordu. Ucuz kurtulduğu halde içmeyi sürdürdü. 78’inde lösemiden öldü.

Ernest Hemingway (1899-1961):

Amerikalı yazar ve gazeteci Hemingway, I. Dünya Savaşı’na ABD’nin de girmesinin ardından Kızılhaç’a gönüllü yazılıp ambulans şoförü olarak savaşa katıldı. İspanya İç Savaşı’na, II. Dünya Savaşı sırasındaki Fransa çıkartmasına ve Paris’in kurtuluşuna şahitlik etti. Savaşın anlamsızlığını anlattığı romanlarıyla Pulitzer ve Nobel ödüllerini topladı. Ancak “İnsan sarhoş olmadan var olamaz” diyen, deli gibi içen ve alkolizm yüzünden hem fiziksel hem zihinsel problemler yaşayan Hemingway’in içine çöken ağırlığı ne yazmak ne içmek hafifletti. Tutkulu bir yaşamın ardından 1961 yılında kendini av tüfeği ile vurarak yaşamına son verdi.

Hunter S. Thompson (1937-2005):
Ünlü romanı “Fear and Loathing in Las Vegas” ile tanınan Amerikalı gazeteci ve yazar Hunter Stockton Thompson herkesi sollayacak uzun bir listeyle bağımlılar kervanına katıldı. Seks bağımlılığından uyuşturucu bağımlılığına her türlü alışkanlığının, kendisi deliliğe sürüklese de yazarlığını beslediğine inanıyordu. Bunu açıkça itiraf da etmişti: “Seksi, uyuşturucuyu ve deliliği herkese tavsiye etmem fakat bunlar her zaman benim işime yaradı.”

F. Scott Fitzgerald (1896-1940):
20. yüzyılın en büyük Amerikan yazarlarından biri olan S. Fitzgerald, 1890’larda doğan ve I. Dünya Savaşı sırasında yetişen “Kayıp Kuşak”ın yazarlarındandı. Lise yıllarından itibaren alkolizmin kıyısında gezen Fitzgerald, romanlarıyla hem ün hem para kazanınca kendini eğlence hayatına kaptırdı ve ağır bir alkolik oldu. Sonunda bu bağımlılığı onu ününden de, parasından da, sağlığından da etti. 1940’ta kalp krizi geçiren Fitzgerald ruhsal bunalım içinde 44 yaşında hayata veda etti. Bağımlılığı hakkında şöyle diyordu: “Önce bir içki alırsın, sonra içki bir içki alır ve sonra içki seni alır.”

William Faulkner (1897-1962):
ABD’li yazar William Harrison Faulkner ABD’nin güney bölgesi insanlarını anlatan eserleriyle edebiyat tarihine geçmiş bir yazar... “Ses ve Öfke” gibi pek çok önemli esere imzasını attı, 1949’da ise Nobel’i, ardından Pulitzer’ı kazandı. Alkol bağımlılığı herkesçe bilinse de Faulkner, kariyeri boyunca hiçbir zaman yazarken içki içmediğini söyledi. Ona göre alkol ilham kaynağı değil, sıkıntılarından kaçış biletiydi. “Kötü viski diye bir şey yoktur, sadece bazı viskiler diğerlerinden daha iyidir” diyor ve ekliyordu: “İnsan 50 yaşına gelene kadar kendini içkiye aptallaştırmamalıdır, 50’den sonrasındaysa içmezse aptaldır.”

Truman Capote
(1924-1984):
“Tiffany’de Kahvaltı” ve “Soğukkanlılıkla” romanlarına imzasını atan Amerikalı yazar, sabahtan bir duble martini ile güne başlar öğle yemeğinde ve sonrasında da içmeye devam ederdi. Alkol bağımlılığı yüzünden klinikte yattıysa da bağımlılığı yakasını bırakmadı. Sarhoş bir şekilde katıldığı bir televizyon programında dili dolanarak söylediği şu söz bağımlılığının altında yatanı açıklıyordu: “İçiyorum, çünkü ancak böyle dayanabiliyorum.”

Charles Baudelaire (1821-1867):
Hem alkol hem de afyon bağımlılığıyla bilinen ünlü Fransız şair Baudelaire durumunu şu dizelerle açıklamıştı: “Her zaman sarhoş olun, herşey burda. Tek sorun bu. Zamanın yükünü omuzlarınızdan atmak için toprakla olan bağlarınızı koparmak için sarhoş olun. Ama neyle? Şarapla, şiirle ya da erdemle... Nasıl isterseniz? Ama sarhoş olun...” Belli ki şiir ile alkol Baudelaire’in üzerinde aynı etkiyi yapıyordu, yazmakla içmenin anlamı onun için aynıydı.

Dorothy Parker (1893-1967):
Kıvrak zekası, nükteli dili, keskin gözlem gücü ile tanınan Amerikalı satirist ve şair Dorothy Parker, zamanının en başarılı yazarlarından biri olmasına rağmen mutluluğu bulamayanlardandı. Zira onu yıkan özel hayatıydı. Sorunlu çocukluk yılları, başarısız evlilikleri, mutsuzlukla noktalanan ilişkileri onu depresyonun ve alkolün kollarına itti. Birkaç defa intihara kalkışan ve alkolsüz yaşayamaz hale gelen Parker son yıllarında kazandığını bütünüyle içkiye harcar haldeydi. 73 yaşında bir otel odasında tek başına öldü.

Edgar Allan Poe (1809-1849):
ABD’li efsanevi şair ve kısa öykü yazarı Edgar Allan Poe, değeri öldükten sonra anlaşılan yazarlardan... Annesini erken yaşta kaybeden, babasıyla anlaşamayan, öğrenciliği sırasında tanıştığı alkol ve kumarla yaşamı uzun yıllarca altüst olan, bir oyuncu olan ünlü eşinin gölgesinde sıkıtılı bir hayat yaşadı Poe. İçindeki karanlık, gizemli olaylardan dem vuran karanlık şiir ve öykülerine da yansıdı. Ancak alkol ve afyon bağımlılığı Poe’yu yedi bitirdi, deliliğin eşiğine kadar sürükledi. Ryan’s Inn adlı bir meyhanede kötü bir halde bulunduktan 4 gün sonra, 7 Ekim 1849’da Baltimore’da, 40 yaşında öldü.

Mine Akverdi (Vatan Kitap)