Çocuk dünyasında e-kitaba yer yok

Hayatımı kolaylaştıran teknolojiyle her zaman barışık olmuşumdur ama iş kitap okumaya gelince e-kitabı kabullenemedim doğrusu. Bana göre kitap kokusu hissedilerek, sayfaları çevrilerek, kelimeleri arasında kaybolunarak okunmalı. Bilgisayardan, cep telefonundan farkı olmalı. Hissedilmeli, saygı duyulmalı, okuyucu kitabı ile büyülü bir ilişki kurabilmeli. Kitap kitap olmalı yani, tabletlerin içine hapsedilmemeli. İşte bu yüzden e-kitaba ısınamadım ve almadım.

Bugün Hürriyet Gazetesi'nde aşağıdaki haberi okuyunca paylaşmak istedim. Çocuklar ve e-kitap.

Günümüzün okuyan çocukları halen matbu kitabı tercih ediyorlarmış. Ve umarım ısrar ederler bu tercihlerinde. Aslında bir çok konuda olduğu gibi bu konuda da görev öğretmenlere ve ailelere düşüyor. Önce matbu kitap sonra belki e-kitap. 

İşte Hürriyet'in haberi:

Dünyanın dört bir tarafında e-kitaplar basılı kitabın yerine almaya başladı. Ancak çocuklar için matbu kitap bütün cazibesini koruyor.

Sekiz yaş altı çocuklarda e-kitap satışı neredeyse hiç yok. Türkiye’de de pek çok yayınevi e-kitap yayıncılığına geçtiği halde çocuklar için ciddi anlamda tek bir e-kitap mevcut değil. 
GEÇTİĞİMİZ günlerde New York Times’ta çocukların dünyasında e-kitaba fazla yer olmadığına dair bir yazı yayımlandı. Yazıya göre, çocuk kitapları söz konusu olduğu zaman e-kitapların payı yüzde 5 bile değildi. Çünkü çocuklar basılı kitapları tercih ediyor, kitaba dokunmak, sayfaları çevirmek istiyordu. Ancak basılı kitapları tercih edenler sadece çocuklarla sınırlı kalmıyordu. Kindle gibi teknolojik aletleri ellerinden düşürmeyen anne-babalar bile çocukları söz konusu olduğunda tercihlerini matbu kitaptan yana koyuyorlardı.

Can Yayınları: Hiç görmedik

Bunun üzerine Türkiye’deki durumun ne olduğunu araştırmak için Can Çocuk Yayınları’nın kapısını çaldık. Çocuk kitapları Koordinatörü İpek Gür kendilerinin bugüne kadar çocuklar için e-kitap hazırlamadıklarını, büyük yayınevlerinden herhangi birisinin kitap listesinde de böyle bir şey görmediğini belirterek, “Basılı kitap hiçbir zaman popülerliğini yitirmeyecek, çocuklar doğal olarak renkli ve albenili kitapları ve o kitapların sayfalarını çevirmeyi tercih ediyor” dedi.

Çocuklar matbuyu seviyor

Çocuklara yönelik ‘bir dolu kitap’ isimli bir internet sitesini yöneten Banu Aksoy ve Yıldıray Karakiya ise çocukların matbu kitaptan daha çok keyif aldıklarına dair herhangi bir araştırma görmediklerini hatırlatarak, “E-kitap fikrinin de henüz yeterince kabul gördüğünü düşünmüyoruz. Bir Dolap Kitap okur kitlesinden gördüğümüz kadarıyla anne-babalar matbu çocuk kitaplarına ilgi gösteriyor. Buna bağlı olarak çocuklar da daha çok matbu kitaplarla haşır neşir oluyorlar” dediler.

Peki kendileri çocukların e-kitaba ilgi göstermemesini nasıl yorumluyordu? Cevap son derece netti: “Eğer e-kitaptan kastedilen bildiğimiz matbu kitabın aynısını elektonik bir ortamda sunmaksa (PDF ya da Kindle, fark etmez), çocukların akıllıca davrandıklarını düşünüyoruz. Biz de örneğin Yaşar Kemal’in bir eserini ya da Pıtırcık’ın maceralarını matbu kitap dururken elektronik ortamdan okumayı abesle iştigal olarak görüyoruz. Bence e-kitaplar basılı kitaplara ne kadar benzerlerse, o kadar okunmaz oluyorlar. Ama etkileşimli kitaplar söz konusu olduğunda çocukların ilgisiz kaldığını hiç ama hiç sanmıyorum.”
Tür yayıncılar da ilgisiz
Yaptığımız kısa bir araştırma Doğan Kitap, YKY, İşkültür gibi çocuk yayınlarına ağırlık veren yayınevlerinin çocuklara yönelik e-kitap konusunda hiç de arzulu olmadıklarını koydu ortaya.
Haberin detayını görmek için aşağıdaki linke tıklayınız...
http://bit.ly/tRTIPv

"Evrim" sansüre takıldı

İNTERNET FİLTRESİNİN AMACI NE??
 
YORUMSUZ!!!!
 
 
"Evrim" sansüre takıldı

"Güvenli İnternet" kapsamında Darwin'in Evrim Teorisi de sansüre takıldı. Evrim Teorisi'ni anlatan siteye Çocuk Profili altında yasak gelirken, bu teoriye karşı olan siteye ise erişim sağlanabiliyor.

"Güvenli İnternet" döneminin başlamasıyla birlikte kullanıcılar artık Aile veya Çocuk Profili arasında seçim yapabiliyor ve filtreye kendi isteğiyle tabi tutulabiliyor.

Ancak bu profillerin devreye girmesiyle birlikte hangi web sitelerinin bu profillerde yasaklandığıyla ilgili net bir bilgi yok. Çocuk ve Aile Profil Kriterleri Çalışma Kurulu'nun kararıyla belirlenen yasaklı siteler
http://www.guvenlinet.org adresinden de kontrol edilebiliyor. Kullanıcıların oyları da sitelerin yasaklanmasında etkili oluyor.

Akademisyen ve aynı zamanda blogger olan A. Murat Eren ise, Twitter hesabında ilginç bir yasağı takipçileriyle paylaştı. Evrim Teorisi'ini ziyaretçileriyle paylaşan "evrimianlamak.org" sitesi Çocuk Profili altında yasaklı görünürken, bu teoriye karşı duran "evrimaldatmacasi.com" ise filtereye takılmış değil ve bu profil altında görüntülenebiliyor.
Haberin devamını okumak için aşağıdaki linke tıklayınız...

 http://bit.ly/scP2CA

PİYANO


1945 yılında Atina'dan gemiyle getirilip Galata Rıhtımı'na indirilen kuyruklu bir piyano, sahibi ünlü soprano Elvira de Hidalgo'nun ve genç, yakışıklı bir o kadar da çapkın hukukçu Cevat'ın tutkulu aşkını anlatıyor Yiğit Okur Piyano'nun satırlarında. 

Elvira ve Steinway piyanosu  günlerini çeşitli kadınlarla geçiren, mirasyedi Cevat'ın hayatına tesadüf eseri girer ama bir daha çıkamaz. Cevat'ın hayatındaki unutulmaz kadındır De Hidalgo.


Elvira'nın gerçek yaşam öyküsü olmamakla birlikte romanın esin kaynağıdır. Kitabın tanıtım sayfasındaki şu cümle ise dikkat çekici " Romandaki kimi kişiler gibi Piyano'da gerçek yaşamdan alınma bir kahraman; romanda bambaşka yazgısı olsa da, İstanbul'un seçkin müzikseverlerinden birinin evinde hala yaşamını sürdürüyor."


Roman 1945-1980 arası Türkiye'sinde geçiyor. 1960 devrimini, tek partide rejiminden çok partili döneme geçişi, Türkiye'nin savaş sonrası yıllarındaki toplumsal koşullarını o günlerin seçkin kesiminden insan manzaraları sunarak anlatıyor diyerek son noktayı koyuyor tanıtım yazısına.


Elvira  de Hidalgo ve Cevat dışındaki karakterlere gelince, evin sağır hizmetçisi Sakine'nin ve kızı Gülpembe'nin dramatik hayat hikayesi çıkıyor karşımıza sayfaları çevirdikçe, sonra Esra giriyor satırların arasına. Onunda güzel başlayan ama şaşırtıcı devam eden bir öyküsü var, Suzi-Murat ve Cevat'ın aşk ilişkileri ve diğerleri. Sahneye biri giriyor öbürü çıkıyor ve böyle devam ediyor taa ki...


Her zamanki gibi kitaptan tadımlık cümleler:

 "Tatlar geleceğe doğru arzu, hırs geçmişe doğru anıdır."


"Yaşamımın ileriki yıllarında  daha da belirgin fark edecektim: hangi ulustan, hangi toplumsal tabakadan olursa olsun, kadınların çantaları aktar dükkanına benzer. Gerekli gereksiz her şey vardır içlerinde ama aradıklarını bu panayırda bir türlü bulamazlar."


"Geçmişimizin yüzyıllarını sırtımızda taşımak hem övgüdür, hem sorumluluk hemde boş bir avuntu."


Ve son olarak barmenlerle ilgi bir bölüm:)


"Barmenlerle konuşmak bir tür psikiyatridir. Bunlar doktorlardan iyidir. Kırk kez psikoloğa ya da psikiyatra gitmek yerine, bir akşam saatini barmenle geçirirseniz, geçicide olsa, ruhsal sağlığınıza kavuşursunuz. Tabii barmenin deneyimli, usta bir zanaatkar olması koşuluyla. deneyim kadar; barmenin oynak bir zekaya sahip olması, geçici tedavi için esastır. sözcüklerle yapılan bir tenis maçıdır. Her attığınız top aynı hızla gelip sizi bulur. Siz bir daha vurursunuz, top gider gelir. Ya da tek kaleye şut çekersiniz. Barmen kalecidir. Bazen hatır için gol yer, bazende sözde plonjonlarla topu çıkartır, ama en iyi şutlayacağınız şekilde topu tekrar size atar."


Piyano                                           Yiğit Okur                                               Can Yayınları
  

                                                                                         
                                                                                                      



      

Balık Deniz Atları ve Tavuskuşu


Bugününü güzel bir sergi gezerek değerlendirmek isteyenlere....


Ayşegül Yeşilnil'in "Balık, Deniz Atları ve Tavuskuşu" resim sergisi Tuzla Belediyesi Sanat Galerisi'nde sanatseverlerle buluştu.

Eserleri, Unesco tarafından "Uluslararası ustalık belgesi" ile onurlandırılan Ayşegül Yeşilnil'e ait 55 özgün eser, Uluslararası ressam ve caz sanatçımız Ayşegül Yeşilnil’in özgün fırçasıyla oluşturduğu resimleri 31 Aralık 2011 tarihine kadar Tuzla Belediyesi Sanat Galerisinde izlenebilir.

Eserleri, UNESCO tarafından “Uluslararası ustalık belgesi” ile onurlandırılan sanatçımız geçtiğimiz yıl Meksika Bienalinde, Türkiye’yi başarıyla temsil etmişti.


KİM: Ayşegül YEŞİLNİL Resim Sergisi
NE ZAMAN: 01-31 Aralık
NEREDE: Tuzla Belediyesi Sanat Galerisi Cami Mah. Cumhuriyet Cad. 99/A 

AYŞEGÜL YEŞİLNİL KİMDİR?

1982'de Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi, Resim Bölümü - Tekstil Tasarımı Ana SanatDalı'ndan mezun olan sanatçı, Türkiyede ilk kez Üniversite bünyesinde açılmış olan "Moda Tasarımı" uzmanlık dalına giren ilk öğrenci olarak hocası Ayten Sürür'den tek başına eğitim alarak; Türkiye'de döneminin tek ve ilk Üniversite mezunu moda tasarımcısı oldu. İstanbul Vakko Fabrikası'nda modadesinatörlüğü yaptı. Çeşitli ihracat firmalarında kreatör olarak çalışan Yeşilnil'in tasarımları uluslararasıfuar defilelerinde sergilendi. Ev ve tekne dekorasyonlarına yönelik tekstil ürünleri üretti. İpek ve çeşitli tekstil ürünleri üzerine yaptığı batik çalışmaları, giysi, eşarp ve yastık tasarımları, birçok sanat galerisinde sergilendi. İzmir Devlet Opera ve Balesi için afişler hazırladı.

Güzel Sanatlar Fakültesi - Müzikoloji bölümünün çok sesli korosunda Erdoğan Okyay'dan ve sonrasındaİstanbul'da Nükhet Ruacan'dan Şan eğitimi aldı. 1985 yılından beri yapmış olduğu resimler, caz resimleri ve mitolojik resimlerden oluşan eserleriyle 17 kişisel sergi gerçekleştirdi.

Resim çalışmalarının yanı sıra, 1987 yılından itibaren, birçok tanınmış caz müzisyenleriyle birlikte,profesyonel olarak caz söylemeye başladı.

Caz şarkıları söyleyen ve caz resimleri yapan "tek sanatçı" olan Ayşegül Yeşilnil, birçok konser, caz kulübü ve festival etkinlikleri gerçekleştirdi.

Haberin devamı için aşağıdaki linki tıklayınız...



Kalemliğim:)

Dün elinde sımsıkı tuttuğu, sanki yıllardır toprak altında kalmış ve gün ışığına çıkartılmış ufak eçiş büçüş  keramik bir vazoyla heyecanla kapıdan içeri girdi.

"Bunu sana yaptım, bugünkü seramik dersinde, içine kalemlerini koyarsın ama daha tamamlamadım, boyanması lazım, boyayım öyle vereceğim"

Yüzümdeki gülümseme daha da arttı bu ardı ardına sıraladığı kelimeleri duydukça. Beni düşünerek yapmıştı. Kimbilir ne kadar özendi güzel bir şey çıkartabilmek için. Nasıl da biliyor benim bu tür elişi keramiklere ilgimin olduğunu.

Şeklini incelediğimde aslında hiçte eçiş büçüş olmadığını, mağazalarda 'özel tasarım' adı altında yüzlerce liraya satılanlardan daha güzel olduğunu gördüm. Bir çok kişinin değişik bir ürün çıkartmak için günlerini verdiği keramiği, 45 dakikalık seramik dersinde yüreğinin derinliklerinden gelen duyguyla yoğurmuş hamurunu, kurutmuş, ve herşeyden en önemlisi beni düşünerek yapmış. Nasıl güzel gözükmez gözüme...

Herkes herkes için bir şeyler yapıyor, yapmaya çalışıyor elinden geldiğince ama bir çocuğun yaptığı kadar değerli olabiliyor mu acaba? Bence değil...Hiç bir şey onların küçücük dünyalarından kopup gelenler kadar güzel, saf ve değerli olamıyor. 

En değerli kalemliğim namı-ı değer Eçiş Büçüş:)  (Ne yapalım bütün sanatçıların eserlerinin bir ismi var benim ki de bu). Ama henüz boyamadığı için içine kalemlerimi koyamadım...




SİYAH-BEYAZ-GRİ

Bugün sabah saatlerinde Asya'dan Avrupa'ya giderken her zamanki köprüde trafik tıkandı. (Zaten açık olsa mucizeye girer.)

Keşmekeşin içinde yavaş yavaş ilerlerken bir anda çevremdeki araçların sadece siyah, beyaz ve gri renklerde olduğunu farkettim. Önümdeki kuyruk irili ufaklı çeşitli modellerdeki araçlarda bu renklerde uzanıyordu. Yanımdakiler de aynı. Belediye otobüslerinin yeşil, taksim dolmuşlarının ve taksilerin mecburi sarı rengini saymazsak...

Birden kendimi siyah beyaz televizyon seyredermiş gibi hissetmeye başladım. İçim sıkıldı. Gideceğim yere kadar tek tük değişik renk. Onlarda koyu. Lacivert, bordo vs. Trafik ışıkları bile rengarenk kalıyor yanlarında. Ve tesadüf eseri bir tane kırmızı araba. Bugün bu renkler mi sözleşmiş trafiğe çıkmak için yoksa hergün mü böyle...Tabikii her gün böyle.




Acaba ruh halimiz mi yansımış araçların rengine? Siyah, beyaz ve gri. Renksiz, ruhsuz...

Genelde insanların kıyafetleri de aynı şekilde. Koyu renkler hakim. Kaç kişi kırmızı paltoyla dışarı çıkıyor ya da sarı pantalon veya cart yeşil bir kabanla. Neredeyse hiç yok. Gençler bile koyu renkleri tercih eder olmuş.
Neden? Rengarenk giyinen birine hafifmeşrep gözüyle mi bakılır yoksa. Oysa insanın içini açar değişik renkler. Moral verir, gözüne ışık getirir, gününe neşe kadar.

Galiba biz toplum olarak renksiz bir toplumuz. Ve bu durum ruh halimize de yansımış. Ya da ben mi bugün öyleyim? Dışarı bakın gökyüzü bile griiiii:)

Hepinize rengarenk bir gün dilerim.....

'Yabancı Seyyahlar Gözüyle İstanbul'

'Yabancı Seyyahlar Gözüyle İstanbul'

37 ülkeden, 138 fotoğrafçının 655 fotoğraf karesiyle katıldığı yarışmada ilk üçe Rus, Italyan ve Fransiz fotoğrafçılar girdi.

Les Arts Turcs ve Şengüler Turizm'in düzenlediği "Dordüncü Yabancı Seyyahlar Gözüyle İstanbul 2011" (Istanbul Photo Contest 2011) uluslararası fotoğraf yarışması sonuçlandı.
Ara Güler in onur konuğu olduğu juride Tülin Ersoz, Yazgülü Aldogan, Nihal Gündüz, Ersin Kalkan, Ahmet Yoldar, Selahattin Sevi, Kaan Koç, Kemal Özyiğit, Ercan Arslan, Eyüp Karasakal, Hasan İnsel, Adnan Genç yer aldı.
Dünyanın her kıtasının yoğun ilgi gösterdiği "Dordüncü Yabancı Seyyahlar Gözüyle İstanbul 2011" (Istanbul Photo Contest 2011) uluslararası fotoğraf yarışmasına bu yıl defa Pakistan Kuwait, Saudi Arabistan, Filipinler ilk kez katıldı. Yarışmanın birincisi bir hafta, ikincisi beş gün, üçüncüsü ise hafta sonu İstanbul tatili kazandı.Yarişmanin sergisi ve odul toreni  Yeniyilin ilk ayinda Istanbul Taksim Metro sunda yapiliyor.
Haberin devamı için ve fotoğraflar için linki tıklayınız...
http://bit.ly/uKbAD4




Bana bir kadeh deniz ver Yorgo
Yanında bir şey istemem
Sadece manzarayı değiştir
Mehtabın yıldızın sırası değil
Kendimi beğenmedim
Sapa bir yerindeyim umutsuzluğumun
Kulağımda bir fırtına sesi
Yüreğimde deprem titreşimleri
Gecelerden on sekiz
Deniz gene bensiz
Şu masayı hazırla be Yorgo

Bana bi kadeh deniz ver Yorgo
Hem efkarlı hem huzursuz
Ne zamandır uykusuz
Yüzümde sonbahar gölgesi
İçim terkedilmiş bir dalyan gibi ıssız
O kalabalık mart sokaklarında
Solumda çöl sağımda mavi Akdeniz
Hayalimde eski yeni bir sürü hatıra
Kanadım kırık
Kanım bozuk
Dümen tutmuyor gönlüm yıkık
Şu benim sigarayı yak be Yorgo

Bana bir kadeh deniz ver Yorgo
Gözleri yangın başlangıcı
Kirpikleri kırağı
Rüzgarda uçuşan saçları sersem eder adamı
Lodos desen değil karayel desen değil
Yaşamın en sıcak yazında
Şimşek çakar o bir anda
Kar yağsa arkasına bakmaz
Güneş açar avuçları
Hiç bir limana uğramaz
Kalbi bir yudum su bir dilim ekmek
Tek isteği var Sevmemek
Şu benim tabağı kaldır be Yorgo

Bana bir kadeh deniz ver Yorgo
Gözlerimde kahır birikti
İşte bak yine geçip gitti
Zaman kervanı
Kayalarda kuru bir yosun gibi
Kayalaştım kalakaldım
Elim bağlı gözüm bağlı dilim bağlı
Tutuştumu insanın bir kere
Kalbinde ateş
Ne kadar dövüşse yükselmiyor
Semaya güneş
Günlerden ondokuz
Artık biz yokuz
Şu benim hesabı be Yorgo

Kerem ALIŞIK

TEMBELLİK GÜNÜM:)

je ne veux pas travailler, je ne veux pas dejeuner, je veux seulement oublier et puis je fume:)....Dün gece bu parçayı mırıldanarak yattım pazar sabahına. Çalışmak istemiyorum, kahvaltı yapmak istemiyorum sadece unutmak istiyorum ve sigara...


Ve güneşli bir pazar sabahına günaydın derken bu günümü tembellik günü ilan etmeye kadar verdim. Yarın pazartesi, haftanın ilk günü yapılacak bir sürü hazırlık var ama biraz tembellikten zarar gelmez.
Kahvaltı sırasında günün filmlerine göz attım. Yaşasın uzun zamandır seyretmek istediğim ama fırsat bulamadığım, sinemalarda oynadığında gidemediğim                 Ye Dua Et Sev var. İşte günün fırsatı...
Film Elizabeth Gilbert'in kendi deneyimlerinden yola çıkarak yazdığı romanın beyazperdeye uyarlanmasıymış.
Boşanmasından sonra Bali, İtalya ve Hindistan'ı kapsayan kapsayan yolculuğa çıkan Elizabeth'in kendini bulma hikayesi.
Filmdeki bir replikte tam bu günüme uygun: Dolce per nuente
Hiç bir şey yapmamanın tatlılığı:)
Hepinize güzel güneşli, mutlu bir pazar dilerim....

                                        

KAHVE ÇAYA KARŞI

Bu hafta toplamaya çalıştığım evin hüzünlü ortamı içinde kaybolduğum için blogla ilgilenecek vaktim olmadı. Kelimelerin tükendiği bir hafta geçirdim. Her kolinin ardından daldım gittim geçmişe. Bazen gülümseyerek, çoğu hüzünle...Likör takımı, misafirlerle gümüş tepsinin üzerinde sunulurdu, kahve takımı likörden sonra yanında lokum eşliğinde yine gümüş tepside ve mutlaka kolalı beyaz dantel örtü üzerinde. Kırılmaması için paketlenip, koliye yerleştirildi. Üzerine kalın siyah gazlı kalemle likör takımı ve kahve fincanları yazıldı ve bantlandı. Fincanlarla birlikte anılarımdan ufak bir parçada kaldı içlerinde onlarla beraber saklanmak üzere.

Kahvenin hayatımda her zaman önemli bir yeri vardır. Vizelere çalışırken geceler boyu uyanık kalmak için içtiklerim, ilk sigara kaçamağımızda kuzenimle birlikte içtiğimiz şekerli mis gibi türk kahvesi, canım sıkıldığında içtiğim, yorgunluk atmak için içtiğim, yeni bir kitap aldığımda kitapçının en yakınındaki kafede ilk sayfalarını okurken içtiğim, arkadaşlarımla keyifli bir sohbet arasında içtiğim, bloğumu yazarken içtiğim, ailemle içtiğim, liste uzayıp gider...Tatları aynı olsa bile hepsinin zevki ayrıdır.



Ama bu aralar kahveyle biraz aramız açıldı gibi. Aramıza kara kedi girdi. ÇAY. Nedense son günlerde çaya düştüm. Oysaki çayla hiç bir zaman dostluğum olmadı. Çayın yüzüne bakmayan ben kendimi bir oturuşta 2-3 bardak çay içerken buluyorum. Daha da ötesi kendime çay demliyorum. Çaydanlık bile şaşkın bu durumuma:) Geçiçi bir durum olsa gerek. Yoksa belleğimin derinliklerinden mi çıktı geldi bu çay? Bir rivayete göre kahveden usandım.

Bu durumumu anlattığım bir arkadaşım bana aşağıdaki videoyu gönderdi.  "Evet,Bir Bardak Daha Çay İstiyorum." adlı kitabın yazarı Katherine Branning kitabı tanıtım videosu. Türk çayını öyle bir övmüş ki neredeyse bugüne kadar çaya yüz vermediğime pişman oldum:) Türk çayı demlenir diyor ve ekliyor bir Türk sallama çayı çay saymaz. Video boyunca çayı öve öve bitiremiyor. Kitabı okumadım bilmiyorum ama ne kadar översem o kadar satarım diye mi düşünüyor acaba? Önyargılı mıyım acaba?

Neyse zevkler ve renkler tartışılmazmış. Ben her ne kadar kahve desemde bu aralar çayla acayip flört vaziyetindeyim ve kahvenin bu duruma bozuk attığının farkındayım.

İşte "Evet, Bir bardak Daha Çay İstiyorum"un videosu. Yorumu size kalmış. Ben çay demlemeye gidiyorum...

Bu Video Çaya Bakışınızı Değiştirecek! - TRT Haber - Türkiye Radyo Televizyon Kurumu#.TtixmLdSJE2.facebook#.TtixmLdSJE2.facebook

MAYALAR PART II

"Yeni Tablet  Aynı Kıyamet" haberinden sonra bugün gazetede aşağıdaki haberi görünce gülmeye başladım.  Geçen hafta Meksika Antropoloji ve Tarih Enstitüsü yıllar önce keşfedilen taş tablette 2012'de dünyanın sonunun geleceğini yazdığını açıklamıştı.

 Bugünkü haberde  ise Avustralya'lı bilim adamı tabletin yanlış okunduğunu iddia ettiğini yazıyor. Avustralya'lı Gronemeyer'e göre ise 21 Aralık 2012 kıyametin değil yeni bir çağın başlangıcı.

Mayalar ve bitmez tükenmez kehanetleri bilimadamlarının, yazarların, sinemacıların her zaman ilgi kaynağı olmuştur. Bu kehanetlerin kaçının gerçekleştiği hakkında her zaman kafamda bir ? işareti vardır. Bazen de bir felaket olur, deprem, tsunami vs. yüzlerce kişi ölür, mağdur olur gazetelerde dergilerde okuruz : Bunun olacağı Maya tabletlerinde yazıyordu. Ya da Nostradamus yazmıştı :) Eeeee madem yazıyordu niye önlem almadınız. Adam size asırlar öncesinden nasıl olmuşsa haber vermiş, madem biliyorsun alsana önlemini. Mayalar bir yerlerden bugünü seyrediyorsa ne diyorlardır acaba? Biz neymişiz be abi...

Neyse benim asıl merak ettiğim ihalenin kimde kalacağı. Meksika Antropoloji ve Tarih Enstitüsünde mi yoksa La Trobe Üniversitesinden Gronemeyer'de mi? Bakalım dünyanın heyecanla beklediği kıyameti hangisi bilmiş olacak:)

Ve işte bir önceki haberin devamı MAYALAR PART II...

 

'Mayalar'ı yanlış okumuşuz!

Avustralyalı bilim adamı, Kolomb öncesi Amerika uygarlıklarından biri olan Mayalar'a ait tabletlerde 21 Aralık 2012 tarihiyle ilgili kehanetin yanlış anlaşıldığını, tabletlerin kıyametten değil yeni bir çağın başlangıcından söz ettiğini ileri sürdü.

'Mayalar'ı yanlış okumuşuz!

Geçen hafta Meksika Antropoloji ve Tarih Enstitüsü, ülkenin doğusundaki Tabasco eyaletinde yer alan Tortuguero antik kenti yakınlarındaki Comalcalco harabelerinde yıllar önce keşfedilen taş tabletin, 2012'de dünyanın sonunun geleceği kehanetini yinelediğini açıklamıştı. Hem söz konusu tableti hem de Meksika'nın güneyindeki Palenque arkeolojik sitesinde bulunan hiyeroglifleri inceleyen Avustralya'daki La Trobe Üniversitesi'nden Sven Gronemeyer, tabletlerin 400 yıllık 13. dönemin sonuna denk düşen 21 Aralık 2012 tarihinde gizemli Maya tanrısı Bolon Yokte'nin dünyaya dönüşünü tasvir ettiğini söyledi.

Mayaların 13 rakamını kutsal kabul ettiğini belirten Gronemeyer, tabletlerde sanılanın aksine kıyametten söz edilmediğini kaydetti. Yaklaşık 1300 yıl öncesine ait olduğu sanılan Comalcalco tabletindeki metnin son kısmının çatlaklar nedeniyle okunamaz hale geldiğini belirten Gronemeyer, yazıtın M.Ö. 3113'te başlayan Maya takviminin 5125 yıllık döngüsünün sona ereceğini kastettiğini söyledi.

Gronemeyer, tabletin Bolon Yokte'nin yolculuğunu planlamak isteyen Maya hükümdarı Bahlam Ajaw'a ait bir kehanetini içerdiğini söyledi. Kehanete göre, Mayalar'ın yaradılış ve savaş tanrısı Bolon Yokte, Tortuguero kentindeki bir tapınakta hüküm sürmek için Dünya'ya dönecek. Gronemeyer, "Yaradılış gününün yansıması olarak gördükleri 21 Aralık 2012 tarihinin, Mayalar için sembolik bir değeri vardı. Bu tarih, gizemli tanrıların dönüşünü simgeliyor" dedi.

YENİ TABLET AYNI KIYAMET

Yeni tablet aynı kıyamet

Yeni tablet aynı kıyamet

MEKSİKALI arkeologlar, 21 Aralık 2012’de dünyanın sonunun geleceğine dair bir Maya kehanetinin yazılı olduğu bir tabletin daha deşifre edildiğini açıkladı.

Meksika Antrepoloji ve Tarih Enstitüsü’nün açıklamasında, ülkenin doğusundaki Tobasco eyaletindeki Comalcalco kenti yakınlarında bulunan Maya harabelerinde yıllar önce keşfedilen tuğla bir tablet üzerinde yapılan çalışmalar sonucu Mayaların kıyamete ilişkin öngörülerinin yinelendiği anlaşıldı. Yaklaşık 1300 yıl önce yazıldığı tahmin edilen yeni tablette daire şeklinde bir takvim bulunuyor.
Haberin devamını okumak için linki tıklayınız

http://bit.ly/uAtA9y

ANILAR, NAZLI ERAY, SOPHIE MARCEAU VE L'AGE DE RAISON

Bu aralar hepsi birbirine girdi. Nazlı Eray'ın çocukluk anıları, benim evden çıkan eski fotoğraflarım, ders notlarım, kıyafetlerim, okul yıllıklarım, eski arkadaşlarım, annemle babamın gençliği ve Sophie Marceau'nın 'L'age de Raison' filmi -türkçe çevirisiyle Aşka Fırsat Ver- (ne alakaysa:).

Önce Sophie Marceau'nın 'Aşka Fırsat Ver' filmini ikinci kez seyrettim tv'de. Sophie beni ilk filmi La Boum'a götürdü. 1980'lerin meşhur gençlik filmi. Haftalarca kapalı gişe oynamıştı sinemalarda. O zamanın gençleri, ergenleri demek daha doğru herhalde çünkü o yaşlara hitap ediyordu, defalarca gidip seyretmişti bu filmi. Filmin müziği 'Dreams are my reality' ise dillere pelesenk olmuştu. Neredeyse herkesin walkmaninde bu şarkı vardı. Sophie Marceau o yıllarda 15-16 yaşlarındaydı ve kendi yaşında bir öğrenciyi canlandırıyordu. Bende arkadaşlarımla gitmiştim, yanılmıyorsam Levent Melodi sinemasında.

Aşka Fırsat Ver'de ise Marceau çocukluğunu geride bırakmış genç işkadını canlandırıyor.(Gördüğüm kadarıyla yıllar kendisine oldukça cömert davranmış.) Yoğun çalışma temposu içinde kaybolmuş Margaret'in hayatı bir gün kendini ziyarete gelen noter sayesinde değişir. Bu yaşlı adam Margaret'e geçmişinden sıradışı bir hediye getirmiştir. Kendine yazdığı mektuplar. Margaret bu mektupları sırasıyla açıp okumaya başlar ve her açtığı mektup onu geçmişindeki farklı bir ana götürür. Bazen isyan eder, bazen gözyaşı döker, bazen de gülümseyerek bakar küçük Margaret'in yazdıklarına ve sonunda geçmişten gelen bu mektuplar sayesinde içindeki çocuğun hala yaşadığını farkeder. 





Sonra Nazlı Eray'ın çocukluk anıları geldi 'Kalbinde Kadın Taşıyan Erkekler Birahanesi' kitabında. Bana çocukluğumu verin diyordu satırlarında. Çoğumuzun zaman zaman geri gelmesini istediğmiz çocukluğunu istiyordu. İlkokul günlerini, arkadaşlarını, Frej apartmanını, M. Hristosu'nu, babaannesini, ahşap köşkü, Mme.Anjel'i ve diğerlerini.

Ve bugün ben. Hafta başından beri uzun zamandır yapmam gereken işe artık vakti geldi diyerek başlamıştım. Hazır mıydım? Emin değildim ama bir yerden başlamak gerekiyordu artık. Bir yılı geçkin bir süredir dolapları açıp açıp kapıyordum. Henüz değil diye. İlk gün çok zor geldi. Zor olacağını biliyordum. Daha önce aynı şeyi yaşayan arkadaşlarımda söylemişti. Hazırlıklıydım ama bu kadarını beklemiyordum. Bir tanıdığımdan yardım istemiştim. Birlikte dolaptaki giysileri boşaltmaya başladık. Hepsinde bir yaşanmışlık vardı. Bunu oraya giderken giymişti, bunu oradan almıştı, bunu çok severdi diyerek topladık tüm giysilerini. Verilecekler ayrıldı, kolilendi. Sonra sıra odadaki çekmeceleri boşaltmaya geldi. Bazı özel eşyalar, tarak, fırça üzerlerinde hala saç telleri duruyor annemin. Bazı ufak kağıtlara el yazısıyla alınmış notlar. Telefon numaraları, yemek tarifleri, adresler, yapılması gerekenler. Çok çabuk ve ani oldu gidişi. Oysa daha yapacağımız, yaşacağımız çok şey vardı onunla ama buraya kadarmış birlikteliğimiz. Ondan geriye toplamam gereken acı, tatlı anılar kaldı.



Ve fotoğraflar. Hayatlarının çeşitli dönemlerinde çekilmiş. Evlendikleri gün, bembeyaz gelinliği ile babamla birlikte. İkiside ne kadar genç ve incelermiş. Siyah beyaz çekilmiş başka bir fotoğrafta ilk doğum günüm. Masanın etrafında tanımadığım bir sürü çocuk ve ben. Geminin güvertesinde çekilmiş bir sürü resim. Arkasında notlar. Keban Gemisi- Amerika seferi 1975, 30 Ağustos Gemisi Beybaba ile- 1985, General Zeki Doğan- İtalya Seferi. Babam işbaşıları ile kamarasında oturuyor. Gittiği limanlardan attığı kartlar duruyor bir kutunun içinde.




Okul resimlerim fırlıyor albümlerden. İlkokul, ortaokul, lise ve üniversite. Arkadaşlarım. Bazılarıyla halen görüşüyorum, bazıları ise resimlerde donmuş kalmış. Nerdeler, ne yapıyorlar?  Acaba faceden bulabilirmiyim bazı arkadaşlarımın beni yıllar sonra bulduğu gibi? Sorular uçuşmaya başlıyor kafamda.
Bir başka yerden ders notlarım çıkıyor. Aaaa ben bunları almamışım diyorum Sanat Tarihine Giriş dersinin notlarımı karıştırarak. Diğer taraftan okul yıllıklarım geçiyor elime. Bunlarda burdaymış götürmemişim eve diye hayıflanıyorum. İşi gücü bırakıp sayfalar arasında o yıllara dönüyorum. Birbirimize yazdığımız yazılar, yıllar sonrası ile ilgili dilekler, hayaller. Kimi gerçekleşmiş, kimi gerçekleşmemiş.

Tüm anılarımı bir koliye koyup eve getirdim. Resimlerim, ders notlarım, yıllıklarım, çocukluğum, ergenliğim, gençliğim hepsi bir koliye sığdı. Şimdilik evdeki yerlerini aldılar. Taa ki günün birinde onlarda çocuklarım tarafından toplanıncaya kadar...


ÖĞRETMENLER GÜNÜ

                




                 TÜM  ÖĞRETMENLERİMİZİN  ÖĞRETMENLER GÜNÜ KUTLU OLSUN...





KALBİNDE KADIN TAŞIYAN ERKEKLER BİRAHANESİ



Bir anılar ve öyküler yumağı. Nazlı Eray'ın kaleminden dökülmüş hayalle gerçek arasında gidip gelen tamı tamına 63 öykü.

Kitaba adını veren 'Kalbinde kadın taşıyan erkekler birahanesi' de öykülerden biri. Bartın'da sırf erkeklerin doldurduğu tipik bir taşra bir kahvehanesinden içeri bakıyor Eray. Kağıt oynayan, bira içen adamları görüp 'Kalplerinde kadın taşıyan erkeklerdi bunlar, hissetmiştim' diye anlatıyor gördüklerini ve sonra devam ediyor 'Kimbilir neredeydi şimdi bu kadınlar. Belki kimisi geçmişin karanlık, değişik ışıklı tünellerinde bir yerlerde kalmışlardı. Kimisi taptaze, o sabah yatağından çıkarılan kadınlardı...'
'Görünmeyen kadınları düşünerek içki içip oyun oynayan erkekler...' diyerek son veriyor kahvehanedeki erkeklerin dünyasını anlattığı öyküsüne.

Çok sevdiği Marilyn Monroe'sunu 'Marilyn Monroe Karanfil Sokakta' ve Bana Geceyi Anlat' öyküleriyle anmayı unutmamış.

Emekliler Parkında ise, kendi deyimiyle, büyülü dünyasının içine almış okuyucularını.

'Seni Arıyorum Çocukluğum, Anımsadın mı Beni İstanbul, Bu Çocuğu Anımsıyor musun İstanbul, Frej Apartmanı, Madam Anjel' öykülerinde ise Madam Anjel'i, Mösyö Hristosu, Babaannesi, Arap dadısı Pesent ile hem Eray'ın anılarında hemde eski İstanbul'un mahallelerinde, sokaklarında gezintiye çıkıyoruz.

'Babaannemi Düşünüyorum' adlı öyküsünde okuyucularını ahşap köşklerde anlatılan masallara, hallaçlara, eski komşuluklara götürüyor bizleri.

"Eski bir İstanbul hanımefendisi olan babaannem hayatında hiç sinemaya gitmedi, televizyonu görmedi, asansöre, yürüyen merdivene binmedi. Hiç uçağa binmedi. Babaannem kaset dinlemedi. Kentin keşmekeşinin içine girmedi. Eski siyah bir telefon çaldıkça 'Alo' derdi yalnızca. Çini sobaları bildi, eski ahşap köşkü bildi, baharda açan menekşeleri bildi, kırlangıçların gelişini, hallacın sesini bildi. O da kadındı, Öyle yaşadı, sessizce öldü..." diye bitiyor öykü çoğumuzun koynunda yatmak ve öykülerini dinlemek için can attığımız anneannelerimizin  ve babaannelerimizin öyküsünün bittiği gibi.

İstanbul'da, Ankara'da, Bodrum'da, Bartın'da geçen öykülerinden çok beğendim son bir iki cümleyi de paylaşmak istiyorum.

'Arkadaşlar, ne olur bana biraz İstanbul verin. Biraz Galata Kulesi verin. Etrafı, çocukluğumu seyredeyim.'

Bu da benim gibi kışı, karı sevenler için;

'Kar sarhoşu olmuşumdur. Ne güzel şeydir bu kar sarhoşluğu. Dolaşırım yalpalayarak yalnızca benim olan sokaklarda. Bitmeyen sevgilerimin içinde, yitirmediğim çocukluğumda...' 

İçinizdeki çocuğu hiç yitirmemeniz ve yüreğinizdeki sevgilerinizin hiç tükenmemesi dileği ile...


KALBİNDE KADIN TAŞIYAN ERKEKLER BİRAHANESİ   NAZLI ERAY      POSTİGA

Öykü ve büyülü gerçekçiliği sevenlere tavsiye edilir:)                 

 

İşte Evliya Çelebi'nin Nil Haritası

İşte Evliya Çelebi'nin Nil Haritası

VATİKAN Kütüphanesi arşivinde muhafaza edilen, Evliya Çelebi’nin seyahat notlarına dayanan ve yine onun gözetiminde yapıldığı tarihi belgelerle kesinlik kazanan Nil Haritası, ilk kez Türk gazetecilerin görüntü alması için açıldı.

Yaklaşık 10 yıldan bu yana Vatikan arşivlerinde araştırmalar yapan Türkiye Piskoposlar Konferansı Sözcüsü, Araştırmacı-Yazar Rinaldo Marmara’nın organizasyonuyla, 3 Türk gazeteci Vatikan Kütüphanesi (Biblioteca Apostolica) arşivine girdi. Türkiye’nin Vatikan Büyükelçisi Prof. Dr. Kenan Gürsoy ve Tevere Enstitüsü Başkanı Mustafa Cenap Aydın’ın da katıldığı gezide, DHA muhabiri de vardı. Ancak özel izinlerle girilebilen kütüphanenin Doğu Eserleri Uzmanı Delio Proverbio’nun eşliğinde gerçekleşen gezide, Büyükelçi Gürsoy, 1586 yılında yapılan ve şu an restorasyon gören Yeni Kütüphane’yi (Nuova Biblioteca) gezerken, İznik ve İstanbul Konsilleri’nin de anlatıldığı freskleri inceledi. Haberin devamı için linki tıklayın...

http://bit.ly/rCu0BA

MAVİ KELEBEKLERİN DRAMI





Bosna-Hersek'te 1992-1995 yılları arasında Müslümanlar topluca katledilip gizli mezarlara gömüldü.
Ama toplu mezarların yerinin bulunması kolay olmadı. Zira Sırplar tüm imkanlarını bu mezarları gizlemek için kullanmışlardı. Uydu fotoğraf analizleri bile bunların yerinin belirlenmesini sağlamadı.

Ama bir gün bölgedeki mavi kelebeklerin bazı yerlerde kümelendiği fark edildi. Buralar kazıldığında cesetlere ulaşıldı.

Peki, bu nasıl oldu?

Toplu mezarlara gömülen cesetler toprağa karıştıkça, toprağın mineral ve vitamin yönünden besleyiciliğini artırmışlar ve bu da bölgede bulunan misk otunun coşup fışkırmasına, yalnızca bu bitki ile beslenen mavi kelebek nüfusunun artmasına sebep olmuş. Olay basına yansıyınca yerel halk da araştırmaya katılmış ve öncelikli bölgeler belirlenip bu yolla pek çok toplu mezara ulaşılmış.

-Alıntı-

KUŞUN GÖZLERİ





Babası İspanya’nın en ağır siyasi cezalarının verildiği bir hapishanede mahkûmdu küçük kızın.

Fırsat bulduğu her hafta sonu babasını ziyaret için annesiyle birlikte hapishaneye giderdi.

Yine bir ziyarete giderken babası için çizdiği resmi yanında götürdü ancak hapishane kurallarına göre özgürlüğü çağrıştıran her türlü şeyin mahkûmlara verilmesi yasaktı.

Bu sebeple kâğıda çizdiği kuş resmini kabul etmemişler ve oracıkta yırtmışlardı. ..

Çok üzülmüştü küçük kız... Babasına söyledi bunu, o da "üzülme kızım, yine çizersin; bu sefer çizdiklerine dikkat edersin olur mu?"dedi.

Küçük kız diğer ziyaretinde babasına yeni bir resim çizip götürdü. Bu sefer kuş yerine bir ağaç ve üzerine siyah minik benekler çizmişti.

Babası keyifle resme baktı ve sordu:
"Hmmm! Ne güzel bir ağaç bu! Üzerindeki benekler ne? Portakal mı?

Küçük kız babasına eğilerek, sessizce:

"Hişşt! Baba ; O benekler ağacın içinde saklanan kuşların gözleri...!
-Alıntı-

METEOR YAĞMURU II



14 Ağustos tarihli yazımda 17 Kasım'da Lenoid Akanyıldız yağmuru olacağını yazmıştım.

Zaman ne kadar çabuk aktı geçti ve geldik 17 Kasım'a. Hava kapalı, bulutlar karanlık gökyüzünü kaplamış, ay ve yıldızlar ortalıkta gözükmüyor, şehrin ışıkları tüm gücüyle gökyüzüne yayılıp, o kendine özgü koyu karanlığın büyüsünü bozuyor. Bütün bunlar bu gece Lenoid'lerin muhteşem dansını izleyemeyeceğiz manasına gelsede ben yinede  başımı pencereden uzatıp gökyüzünü seyretmekten alamıyorum kendimi.

Ne kadar uğraşsamda ulaşamıyorum yıldızlara ve aya. Ay tülün arkasından bakıyor bu gece yeryüzüne tüm gizemiyle. Yıldızlardan ise hiç umut yok. Arasıra geçen uçakların çakan ışıkları ve gökyüzü manasızca tarayan lazer ışığı huzmesi haricinde bir şey göremiyorum ama yine de ayrılamıyorum camın önünden. Kimbilir belki  bir yıldız, yazın kumsalda olduğu gibi, onları bu sonbahar gecesinde beklediğimi farkeder de göz kırpar diye.

Tüm yıldız yağmuru sevenlere, fazla ümitlenmeyin ama bu gece Lenoid Akanyıldız yağmuru var. Belki bir sürpriz yapıp biz dünyalılarıda danslarına ortak ederler, belkide bu gece kendi aralarında eğlenirler.

Ufak bir hatırlatma eğer bulutların arasından kayan bir yıldız görürseniz dilek dilemeyi unutmayın:)

Tüm dileklerinizin gerçekleşmesi ümidiyle, mutlu rüyalar...


BAYKUŞ, BEN VE ARTEMİS



Baykuşları sever misiniz?

Ben çok severim. Her yaz yine pisletmişsin etrafı diye söylenirim evin balkonunu mesken tutmuş gri baykuşuma. Söylenmeme rağmen geceleri onun kanat çırpışını ve sesini duymadan uyuyamam. Bizi, kah tünediği pancurun üzerinden gözetler, kah elektrik direğinin. Her yaz aynı cümleyi duyarım komşulardan 'sen bunu evlat edin en iyisi'. Kimi de uğursuz der onun için. 'Uzaklaştır evin çevresinden, iyi değildir bu kuş.'
Ters ters bakması haricinde bir uğursuzluğunu görmedim bu güne kadar.

Halk arasındaki söylentiye göre baykuşun bulunduğu evden ölü çıkarmış. Bilimadamları ise bunun doğru olmadığını söylüyorlar. Baykuşlar gece avlanan hayvanlardır. Eskiden köylerde hasta olan evlerde geceleri ışık yandığı için baykuşlarda bu evlerin çevrelerinde dolaşırlarmış. Evdeki hasta öldüğü zamanda bunu baykuşun uğursuzluğuna bağlarlarmış. Baykuşun uğursuzluğu ve bulunduğu yere ölüm getirmesi batıl inancı buradan çıkmış.

Bilimadamları ise keskin görüşleri sayesinde ev çevresinde yılan, fare ve akrep gibi zararlıları avladıkları için aslında baykuşların ev sahiplerinin koruyucu olduklarını söylüyorlar.  

Bizdeki uğursuzluk düşüncenin aksine Fransızlar onu iyi şans getiren bir hayvan olarak, İngilizler ise dostluğun arkadaşlığın simgesi olarak görmektedir.

Mitolojide ise bilgelik tanrıçası Pronoia (temkinli, ihtiyatlı) sıfatına sahip Athena'nın simgesidir baykuş.

Atina tetradrahmilerinin üzerinde de baykuş resmi işlenmiştir.



Baykuşlar ve ben tamam da Artemis nerden çıktı?

Ahşap baykuş biblosu aldığım yer. Bugün yine yağmurun altında Kadıköy'ün arnavut kaldırımlı sokaklarını arşınlarken tesadüfen karşıma çıktı Artemis. Vitrinini görünce dayanamadım girdim içeri. Aman tanrım tam benlik bir yer.

'Sizler için teker teker topladığımız tamamı el yapımı ürünlerle, kendinizi Artemis'te uzaktaki kültürlere daha yakın hissedeceksiniz' yazıyor web sitelerinde. Neler yok ki:) Mısır camları, Tibet yünleri, Kenya abanozu, Fildişi Sahillerinin maskeleri...Dünya halklarının el sanatları. Hepsi birbirinden orjinal. Her bütçeye uygun tam bir cangıl:)

Raflardaki ürünleri incelerken birden göz göze geldik onunla. Gözlerini koskocaman açmış tüm şirinliği ile bana bakıyordu. Yine karşına çıktım dercesine. Elimi uzattım atlayıverdi elime. Eh dedim hadi gidiyoruz eve.
Bindik arabaya geldik. Kütüphanenin bir köşesine kuruldu, sessiz sedasız oradan seyrediyor etrafı:)



Şaka bir yana sizde benim gibi ahşap heykellere, biblolara, değişik camlara, takılara, taşlara meraklı iseniz, kendinizin veya sevdiklerinizin hayatına güzel bir hediye ile renk katmak isterseniz http://www.artemishomeart.com/ ziyaret edin.

Artemis benim gibi kova ve orjinalliği seven tüm burçlar için:)




Sevgiyle mutlulukla kalın
Baykuş

Şamanizm ve Türk Adetleri


 
 
 
 
 
 
Su dökerek uğurlama:
Gidenin arkasından su dökmek eski Türkler'deki su kültürünün doğurduğu bir adettir.
 
Mum:
Câmi avlularında mum yakılması, ağaçlara bez ve çaput bağlanması da Şamanizm döneminden günümüze aktarılan geleneklerdir.
 
3 Kez Tahtaya Vurmak:
Yine, istenmeyen bir olay duyulduğunda tahtaya el ile tokmak gibi üç kere vurulması da, kötülükten korunmak, kötü ruhların duymasını önlemek amacına yönelik eski bir Şaman inanışıdır.
 
Kurşun Dökme:
Kurşun Dökme de Şaman geleneklerinden kalan bir âdettir. Şamanlar bu ritüele “Kut Dökme” anlamına gelen “Kut Kuyma” adını vermişlerdi. İnsana musallat olan kötü ruhların olumsuz etkisini ortadan kaldırmaya yönelik olarak çok eski dönemlerde uygulanan sihir kökenli bir ritüeldi.
 
Kırmızı kurdele:
Loğusa kadınların başına bağlanan kırmızı kurdela Şaman döneminden günümüze kadar ulaşmış bir adettir. Bu kurdelanın anneyi ve yeni doğan çocuğu, albız denen şeytana karşı koruduğuna, özelikle Alevilik'de gözlemlenen mezarın başına bağlanan kırmızı kurdelanın da ölüye kötü ruhların musallat olmasını engellediğine inanılır

Ay:
Anadolu'da yeni ayın görünmesi sırasında yere diz çökerek niyaz edilmekte, gökyüzüne, aya ve toprağa bakarak dilekte bulunulmaktadır. Yeni ayın yeni umutlara ve yeni başlangıçlara vesile olacağı düşünülür. Bu olgu da Türkler'in eski Göktanrı inancından kaynaklanmaktadır.

40 Sayısı:
Eski Türk inanışına göre ruh fizikî bedeni 40 gün sonra terk etmektedir. Türk destanlarında kırk sayısı çok yer alır ve kırk yiğitler, kırk kızlar epeyce geçer. Manas destanında olduğu gibi, Dede Korkut hikâyelerinde kırk yiğitler görülmektedir. Kırgız türeyiş efsânesinde de, Sağan Han’ın bir kızı ve otuz dokuz hizmetçisi ile kırk kız bir gölün kenarına giderek sudan gebe kalmışlardı. Oğuz’un verdiği şölende, diktirdiği sırıkların boyu kırk kulaç uzunluğunda idi. Hikâyelerde ve masallarda kırk gün ve kırk gece düğünler, kırk haremiler, kırk satır ve kırk katır çok geçer. Bazı ejderhalar vardır ki onlar yenilmez ve ölmezler, ancak bunların tılsımları bozulursa ölürler. Bu gibi ejderhaların kırk günlük bir uyku zamanı vardır. İşte bu zamanda ejderhanın yanına gidilir, üzerinden kırk tâne kıl koparılır, ateşe atılarak yakılırsa ejderha da ölür.40 sayısı da totemcilik döneminden kalma bir inanıştır. Semâvî dinler dâhil tüm dinlerde 40 sembolizmasının görülmesi dinlerin evrim süreci konusunda fikir vermektedir. İslâmiyet'te ölümün ardından 40 gün geçtikten sonra Kur'an ve Mevlit okutma âdetlerinin, Musa'nın Tanrı'nın buyruklarını Tur dağında 40 gün 40 gecede almasının, eski Mısır’da firavunun ölümünden kırk gün sonra cennete gidebilmek için bir boğa ile mücadele etmek zorunda kalmasının, Hıristiyanlar'ın paskalyaya 40 gün oruç tutarak hazırlanmasının, Ayasofya kilisesinin zemin katında 40 sütununun ve kubbesinde de 40 penceresi olmasının kökeninde o devirlerden kalma Şaman veya totem geleneklerine benzetilmektedir.

Mezartaşı:
Şaman âyin sırasında yardımcı ruhlarını kullanmaktadır. Ölülerin, âilenin vefat etmiş büyüklerinin, eski Şamanlar'ın ruhlarının, ormanın, suyun ve yerin yardımcı ruhlarının da Şaman'a yardım ettiği kabûl edilir. Ölen büyüklerin ruhlarının çoğalması sonucu bu ruhların en kıdemlisinin ruhların başına geçeceğine ve bunun da diğerlerinin yardımı ile Şaman'a yol göstereceğine inanılır. Kuş biçiminde düşünülen bu ruhlar Şaman'a gökyüzüne yapacağı yolculukta yardımcı olmaktadırlar. Toplumda ulu kabûl edilen kişilerin ölümünden sonra ruhlarından medet ummak mezarları kutsamış ve bu yerler medet umulan yerler hâline gelmişlerdir. Günümüzde mezar, türbe, yatır ve benzeri yerlerin ziyareti ve bunlardan medet umulması da bu inanç sisteminin devamı olarak ortaya çıkmıştır.Eski Türkler’de mezarları gizleme geleneği yoktur, aksine özellikle büyüklerin özel mezarları yapılıp, üzerlerine bir yapı (bark) yapılmış, barkın iç duvarları ölünün yaşarken katıldığı savaş sahnelerini gösteren resimlerle süslenmiştir. Ayrıca mezarın veya mezar yapısının üstüne Balballar dikilmiş, sıradan kişilerin mezarlarına da, belirli olması için tümsek biçimi verilmiştir.Arap dünyasında mezar taşı yoktur. Ölünün toprakla bütünleşmesi ve zaman içinde kaybolması istenir. Kutsanması günahtır. Mezarlara taş dikilmesi ve bu taşın san'at eseri hâline getirilecek kadar süslenmesi İslam coğrafyasında sadece Anadolu’da görülmektedir

Dilek tutma:
Göktanrı inancında kanlı kurbanlardan başka bir de kansız kurbanlar vardır. Saçı, yalma, yani ağaçlara veya kamın davuluna bağlanan paçavralar, ateşe yağ atma, tözlerin ağızlarını yağlama ve kımız serpme gibi törenler bu kansız kurbanlardır.
Ölüm ve köpek uluması:
Şamanizm'de köpek ruhun yaklaştığını uzaktan acı ulumayla haber verebilmektedir. Sıradan bir kişi bu ruhu görürse bu onun pek yakında öleceğine işaret sayılır. Anadolu’da günümüzde köpek uluması uğursuz sayılmaktadır. Köpeklerin bâzı olayları önceden algıladıklarına ve bunu uluyarak anlattıklarına inanılır.

İçki:
Şamanlar (kamlar), Tanrı ve koruyucu ruhlar için arak (rakı) saçı saçarlar, bu kansız kurban sayılır. Oysa İslâm’da içki içilmesi kesinlikle yasaklanmıştır. Eski Türk kültüründe içki içilmesi yaygın bir gelenektir. Özellikle düğünlerde ve mutlu günlerde müzik eşliğinde içki içilmesi geleneği vardır.

Kubbe:
Ayrıca, cami mimarisine kattığımız "kubbe" gök tanrı dini'nden taşıdığımız bir durumdur.

Nazar:
Anadolu’da halk arasında “nazar” olgusu çok yaygın bir inançtır. Bâzı insanların olağandışı özellikleri olduğu ve bunların bakışlarının karşılarındaki kimselere rahatsızlık verdiğine, kötülük yaptığına inanılır. Bunun önüne geçmek için “nazar boncuğu”, “deve boncuğu”, “göz boncuğu” v.s. takılır. Nazar olgusu da eski Türk inançlarındandır.
 
Halı Kilim Desenleri:
Şaman'ın üzerine giydiği giysiye yılan, akrep, çiyan, kunduz gibi yabanî ve zararlı hayvan şekilleri çizilerek onların kaçırılacağına inanılırdı. Bugün Anadolu’da Türkmen köylerinde dokunan halı, kilim gibi örgüler Şaman giysilerinin izleri taşımaktadır.
 
Müzik:
Şamanlar âyinlerinde davul ve kopuz kullanmışlardır. Müziksiz bir âyin düşünülemez. Oysa İslam dininde Kur'an dışındaki dinî eserlerin müzikle okunması günahtır. Şaman geleneğinin devamı olarak Anadolu’da Hz. Muhammed'in, Hz. Ali’nin hayatları müzikle okunmaktadır. Mevlit ve İlâhiler sâdece Anadolu’da uygulanan müzikli anlatımlardır.
 
-Alıntı-

MELEĞİN İZİ



"Bir yahudi söylencesine göre, bir bebek doğmadan hemen önce bir melek gelir, parmağını bebeğin dudaklarına bastırırmış; doğmadan önce gördüğü herşeyi unutsun, masum doğsun diye. Burunla üst dudak arasındaki o küçük çukur meleğin parmağının iziymiş." diye yazıyor Nancy Huston'un Meleğin İzi adlı romanında.

Öykü, yaşamı sırlarla dolu Saffie'nin, 1957 Mayıs ayında flüt sanatçısı Raphael'in gazeteye verdiği hizmetçi aranıyor ilanına başvurmasıyla başlıyor. Tanışmalarından kısa bir süre sonra Raphael hakkında hiçbir şey bilmediği, donuk, sessiz sedasız Saffie'ye aşık olur ve onunla evlenir. Evliliği ve daha sonra hayatlarına katılan bebekleri Emil bile annesinin bu dünyadan kopmuş yaşantısına renk katmaya yetmez taa ki bir gün Raphael'in bozulan bas flütünü tamir etmesi için götürdüğü flüt tamircisi Macar Yahudisi Andras'la tanışana kadar. Andras, Saffie'nin hayatında yeni bir sayfa açmasına neden olur ve geri dönüşü olmayan ikili bir oyun, yaşam başlar. Saffie-Andras-Emil ve çok mutlu bir evliliği olduğunu düşünen Raphael ile yolun sonuna doğru yavaş yavaş ilerlerken Saffie'nin hayatındaki sırlarda ortaya çıkar.

Yasak aşkın yanı sıra kitabın satırları arasında Alman'ların Yahudi soykırımı ve Fransız'ların Cezayir olayları anlatılıyor. Yahudi soykırımından aşağı kalmayan, Fransızların Cezayir'lilere yaptıkları işkenceler ise tüm şiddeti ile ortaya seriliyor.

Baştan sona insanın içini acıtan olaylarla örülmüş kitabın son cümlesi ise dikkat çekici;

"Gözlerinizi açın, yeter: Her yerde aynı öykü sürüp gidiyor."

Yahudi soykırımın yerini başkaları almış, sonu kötü biten yasak aşklar hala var, kendini mutlu sanan, etrafında olanları görmeyenler ise hala kör ve öykü kahramanları değişerek devam ediyor...

"Müziğin dediği gibi, hadi ama, ağlama"
Bachmann.




MELEĞİN İZİ                Can Yayınları          Nancy Huston        Aylin Yengin çevirisi

SAYGIYLA ANIYORUZ

SAYGIYLA ANIYORUZ


Yüzyıllar nadir olarak dahi yetiştirir. Şu talihsizliğimize bakın ki, o büyük dahi çağımızda Türk milletine nasip oldu.

D.Lloyd George (İngiltere Başbakanı)

Tarih çok büyükler gördü. İskender'leri, Napolyon'ları, Washington'ları gördü. Fakat yirminci yüzyılda büyüklük rekorunu Atatürk, bu Türk oğlu Türk kırdı.

L'Illustration-Fransa

O, büyük bir devlet adamıydı. Büyüktü, çünkü, ölçüyü korumasını her zaman bildi ve eserini tehlikeye sokacak sınırları aşmadı. Yürekliliğin ve kendi yürekliliğinin sınırlarını da çizebilecek kadar anlayışlıydı.

Kurt G. Kiesinger
(Federal Almanya Başbakanı)

O, doğuda modern çağın yapıcılarından biridir.

Cavaharlal Nehru
(Hindistan Başbakanı)

Kemal Atatürk'ün ölümüyle Müslüman dünyası en büyük kahramanını kaybetmiştir.

Muhammed Ali Cinnah
(Pakistan'ın kurucusu)

Kemal Atatürk, yalnız bu yüzyılın en büyük liderlerinden biri değildir. Biz O'nu, gelmiş geçmiş bütün çağların en büyük adamlarından biri olarak görüyoruz.

Eyüp Han
(Pakistan Devlet Başbakanı)

BÜTÜN DÜNYANIN ÖNÜNDE EĞİLDİĞİ, TÜRKİYE CUMHURİYETİ'NİN KURUCUSU BÜYÜK ÖNDER  MUSTAFA KEMAL ATATÜRK'Ü SAYGI VE SEVGİ İLE ANIYORUZ.

                                          RAHAT UYU ATAM....İZİNDEYİZ.....


ÇAKRAZ'IN KERTENKELESİ




Çakraz'da dinozorlardan eski bir kertenkelenin izi bulundu.
Fransız paleontologlar, Türkiye'de ilk kez dinozorların ortaya çıkmasından önce yaşamış 280 milyon yaşında bir kertenkelenin izlerini keşfetti.

Fransız bilimadamı Jean-Sebastien Steyer ve Türk kökenli Fransız paleontolog Şevket Şen, yaptıkları açıklamada, Karadeniz kıyısındaki Çakraz'da dinozorlarla ilgili gerçekleştirdikleri bilimsel araştırmalar sırasında tesadüfi şekilde, bir falezde bu kertenkelenin izlerine rastladıklarını belirtti.

Dünyanın bu köşesinde ilk kez söz konusu kertenkelenin izine rastlandığını ifade eden bilimadamları, küçük bir varan ya da büyük bir kertenkele boyutlarındaki bu sürüngenin ilk dinozorların ortaya çıkışından yaklaşık 60 milyon yıl önce yaşadığının altını çizdi.

Araştırmayı finanse eden Fransız Ulusal Doğal Tarih Müzesi (Mnhn) ve Bilimsel Araştırmalar Merkezi (Cnrs) adına yapılan ortak açıklamada ise bu sürüngenin Anadolu'da da yaşadığının tespitinin, bu türün Triassik dönem öncesi tüm yeryüzü kara kütlesini kapsadığı varsayılan kıtanın bulunduğu Pangea döneminde, (-359 yıl ve -200 milyon arasındaki dönem) tüm karalarda yaygın olduğunu gösterdiği kaydedildi.

İSTANBUL

İstanbul dünyanın gözünün üstünde olduğu şehir. Her semtinin, her sokağının yaşayanlarına ayrı öyküler sunduğu, her geçen gün ayrı bir yönünü farkettiğimiz mitologyası, kehanetleri ile antik çağlardan günümüze kadar uzanan 7 tepeli gizemli şehir.

İstanbul'a Doğu Roma'nın başkenti Costantinopolis iken kehanetler şehri denilirmiş.

"Şehrin bir başka yerinde pek şaşılacak bir şey daha vardır" diye anlatmaya başlıyor haçlı Romert de Clery Giovanni Scognamillo'nun İstanbul Gizemleri adlı kitabında veee devam ediyor;

"Her biri en azından kulacın üç katı yüksekliğinde iki sütundu bunlar. Münzevi kişiler bu sütunların tepesindeki küçük barınaklarda yaşarlardı ve sütunlarda insanın yukarı çıkabileceği kapılar vardı. Bu sütunların dışına, Costantinopolis'te olmuş ya da olacak bütün olaylar ve bütün fetihlere ilişkin kehanetlerin resimleri yapılmış, yazılmıştı. Ama olay meydana gelene kadar kimse bunun ne olduğunu anlamıyordu ama olay meydana gelince insanlar oraya giderek durum üzerinde düşünüp taşınıp anlarlardı. Hatta şehrin alınmasıyla sonuçlanan saldırıyı yaptıkları gemiler bile buraya yazılmış ve resmedilmişti. Kısa saçlı ve demir kılıçlı bir ırkın batıdan şehri fethe geleceğini söylendiğini gördüler.

Bu sütunlar Apollonius'un yazdırttığı bronzdan yapılmış ve artık olmayan dikili taşlar idi.

Istanbul'un bir başka sütunlarından biride Fatih'te bulunan Kız Taşı veya Marcianus sütunu idi.

Bunun tepesinde ise Bizans dönemine ait İmparator Marcianus'un oturmuş halde bir heykeli duruyordu. Efsaneye göre bu sütunun özelliği ise yakınından geçen günahkar genç kızları hafifçe eğilerek işaret edermiş.

İstanbul'un bir başka semti Galata ise mitoslarda yeri olan bir bölgeydi. Starbon'a göre bölge Eros, Venüs ve Diana  tapınakları ile ilişkili cinselliğe dayalı gizemli ayinlerin, kutlamaların yapıldığı bir bölge idi.
Galata'nın yüzyıllar sonrasında da meyhanelerin, eğlence yerlerinin olduğu zevk ve sefahat bölgesi olması belki bu antik inanışların halen oralarda esen havasından kaynaklanıyor olabilir.

Bizans'ın merkezi olan Hippodrom, Sultanahmet ve civarının yeraltı galeriyle döşendiği gerçektir. Köpek öldüren kanalı denilen bu dehliz Yerebatan Sarayı'nın bir girişinden başlayarak boğazın Marmara'ya açıldığı yerde denizaltından Kınalıada'ya ulaştığı ve buradaki bir manastırda son bulunduğu söylenmektedir.

İşte böyle ilginç taraflarını anlatıyor Scognamillo kitabında. İstanbul'un yüzyıllar boyunca içinde sakladığı sırlarını, ziyaretçilerini, inanışlarını, doğaüstü olaylarını paylaşıyor okuyucuları ile.

İçinde yaşadığınız şehre farklı bir gözle bakmak isterseniz İstanbul Gizemler'ini okumanızı tavsiye ederim. Kimbilir belki hergün önünden geçip gittiğiniz tarihi bir sütunun ya da arnavut kaldırımlı sokağın size fısıldayacağı bir sırrı vardır.


PUCCA II:)

Pucca Günlük ikilemiş. İkinci kitabını çıkartmış. Pucca Günlük ve Geri Kalan Herşey...

Tanıtım yazısına göre ikinci kitapta battaniyenin altından çıkıyor ve farklı yepyeni bir dünyada yerini alıyor. Kimse neyi, kimi anlattığını bilmiyor. Sürprizlerle dolu geri kalanlarda Pucca'nın eğlenceli, komik, bazen de hüzünlü anlatımıyla günlüğünün  devamı geliyor...

"Hepsini affettim, zaten hiçbirinin soyadı bana yakışmıyordu." Pucca:)