HALFETİ'NİN SARI YAĞMURU

10 Ocak 2012 tarihli yazımda Julio Llamazares'in Sarı Yağmur adlı kitabından bahsetmiştim. Roman Pirene Dağları'nda terk edilmiş bomboş bir köyün ve köyde köpeği ile tek başına yaşayan yaşlı Andres'in hikayesini anlatıyordu.

'...taşıyabilecekleri ne varsa arabalarına yükleyip evlerinin kapılarını kapadılar ve vadiden aşağı inen patikalarda ve yollarda sessizce yok oldular." diye anlatıyordu insanların köyden gidişini. 

Kitabı çok beğenmiştim ve okurken Türkiye'de terkedilmiş köyde Andres gibi tek başına yaşayan biri olabilir mi acaba diye sormuştum kendi kendime. Olur niye olmasın diye cevaplamıştım. Mesela ben Gökçeada'nın hayalet köyü Dereköy'de yaşayabilirim demiştim. 
Şehrin kaosundan sıkıldığımda Dereköy'ün terkedilmiş evlerini, ıssızlığını ve sessizliğini düşünürüm bazen. Gerçi insanın içini acıtan bir hikayesi ve görüntüsü var ama galiba benim içimdeki, hayalimdeki gizli sığınma yerimde orası. Neyse daha fazla uzatmayım...

Issız köyde yaşam soruma bir cevapta Milliyet Cadde'den geldi.

Halfeti'de bir bölümü Birecik Barajı'nın suları altında kaldığı için boşaltılan Savaşan Köyü'nde tek başına yaşayan Hasan Mutlu'nun haberini okuyunca işte bizim Andres dedim. Yarısı sular altında kalan köyde köpeği ile tek başına bir hayat. Sarı Yağmur'daki Andres'e göre daha şanslı belki. Kendi sebzelerini kendi yetiştiriyor ve yaşantısından memnun. Ben ona Halfeti'nin Sarı Yağmuru adını taktım. İşte onun hikayesi...

HAYALLERDE KALMADI
HAYALLERDE KALMADI
Uzaklara gitmek, şehrin karmaşasından kaçmak ve doğayla baş başa olmak fikirleri, hepimizin hayallerinde var. Ancak pek çoğumuzun bunları gerçekleştirmek için yeterli cesareti yok. Olanlarınsa keyfi bir hayli yerinde

“10 yılda bir yaşlanıyorum”
Hasan Mutlu (63) / Emekli işçi-Şanlıurfa (Terkedilmiş bir köyde yaşıyor)
“2000 yılından beri Halfeti’de, büyük bölümü Birecik Barajı’nın suları altında kaldığı için boşaltılan Savaşan Köyü’nde, tek başıma yaşıyorum. Uzun yıllar şehirde, beton yığınlarının arasında kaldım. Çocuklarım büyüdükten sonra kendi hayatımı yaşamaya karar verdim. Toprakla uğraşmak bana huzur veriyor. Yaz aylarında kendi ektiğim sebzeleri yiyorum. Diğer ihtiyaçlarımı şehirden karşılıyorum. Şehir hayatında her gün yaşlandığımı hissederken, burada 10 yılda bir yaşlanıyorum. İnsanlar bir başıma sıkılıp sıkılmadığımı merak ediyor. Yapacak o kadar çok şey var ki; sıkılmaya zaman bulamıyorum. Köpeğimle ve köy boşaltıldıktan sonra sahipsiz kalan kedilerle ilgileniyorum. Burada, güneşin doğuşu da batışı da insana ayrı keyif veriyor. Beni alıp İstanbul’un en güzel yerine götürseniz yaşayamam.”

Herkese içindeki ve hayallerindeki yerde mutlu bir yaşam diliyorum... 

VAN GOGH ALIVE


Veya Muhteşem Van Gogh diye mi başlık atsaydım acaba? İkisi arasında seçim yapmakta zorlandım Van Gogh Alive yazdım.

Evet, bugün Karaköy Antrepo 3'te 10 Şubat'ta başlayan Van Gogh Alive sergisine gittim.

Ünlü Hollandalı ressam Van Gogh'un hayatının son 10 yılında yaptığı eserlerin modern teknolojiyle birleştirilerek 40 projektörün sayesinde müzik eşliğinde perdeye dev boyutlarda yansıtılmasıyla ortaya olağanüstü bir görsel şölen çıkmış.

Duvarlarda, tavanda ve zeminde kısacası her yerde seyredebiliyorsunuz tabloları.Salona girdiğiniz andan itibaren sizi sarıp sarmalıyorlar. Oturduğunuz yerden önünüzden sinema şeridi gibi geçiyorlar. Bir anda uçuşan kuşlar sarıyor etrafınızı, bir saniye sonra Van Gogh'un odasında buluyorsunuz kendinizi, akordeon eşliğinde değirmenler dönüyor ve bir tren geçiyor önünüzden dumanını tüttüre tüttüre.



Van Gogh'un kimi zaman çoşkulu kimi zaman depresif iç dünyasında yaklaşık yarım saat 45 dakika süren sıradışı bir gezintiye çıkıyor, içinde yaşıyorsunuz. Bir şeyi kaçırdım diye bir kuşkunuz olmasın çünkü başlangıç ve bitiş diye bir şey yok, gösteri kesintisiz dönüşümlü devam ediyor.



Gazetelerde okuduğuma göre sergiyi hafta sonu 6000 kişi ziyaret etmiş ve önünde kuyruklar oluşmuş. Değer mi değer. Hem de sonuna kadar ama bu kadar kalabalıkta zevki çıkmaz. Çünkü ayakta değil oturularak seyredilecek bir sergi ayrıca önünüzden birileri geçtiğinde büyü bozuluyor. Gideceklere tavsiyem hafta içi sabah saatlerinde gitmeleri. Kesinlikle kalabalıkta ziyaret edilecek bir sergi değil.



15 Mayıs'a kadar pazartesileri hariç hergün açık. Ben herhalde bir kaç kez daha giderim bitene kadar:)

Bu arada girişte Van Gogh'un tabloları ve hayatı hakkında bilgi verilmiş. İnsanın içini acıtan bir hayatı var. Oradan oraya sürüklenmiş bir yaşam.

Vincent Van Gogh 1853 yılında Hollanda'da doğmuş bir rahibin oğlu. Bir süre sanat galerisinde ve kitapevinde çalıştıktan sonra babası gibi rahip olmaya karar veriyor ve akrabalarının yardımıyla ilahiyat okuluna hazırlanması için Amsterdam'a gidiyor. Onbeş ay çalışmasına rağmen başarılı olamıyor. Brüksel'de bir rahip okuluna kabul ediliyor fakat burada da maden işçilerinin sefaletinden etkilenerek varlığını onlara harcıyor. İşçilerin bu durumu tanrıya olan inancını kaybetmesine neden oluyor ve bunun sonucu olarak Fransa'nın kuzeyini yaya olarak dolaşarak resim yapmaya başlıyor.



Bu sırada daha önce çalıştığı sanat galerisinde onun yerini alan ağabeyi Theo'ya mektuplar yazmaya başlıyor ki gösteride bu mektuplardan da örnekler sunuluyor. Theo kardeşinin resimdeki kabiliyetinin farkına varıyor ve ona yardımcı olmaya karar veriyor. Van Gogh aldığı yardımlarla desen çalışmak için Brüksel'e gidiyor fakat kısa bir süre sonra Etten'deki rahip evine geri dönüyor. Bu arada dul kuzenine aşık oluyor. Kadının Lahey'e yerleşmesi üzerine peşini bırakmıyor ve kendini engellenmeye kalkışanlara elini yakacağını söylüyor. Bir süre sonra bir fahişeyle tanışıp birlikte yaşamaya başlıyorlar. Fakat Theo'nun bu durumu öğrenmesiyle
kadından ayrılıp Drenthe bölgesine gidiyor. Babasının ölümünden sonra gittiği Nuenen'de ilk büyük tablosu 'Patates yiyenleri' yapıyor.




Başlangıçta karanlık olan resmi Theo'nun resimlerini satmasıyla aydınlanıyor. Theo sayesinde Paul Gaugin'le tanışıyor ama anlaşamıyor. Gaugin'le bir kavgasının sonunda kendi kulak memesini kesiyor ve yaptığı 23 portresinden birinde bunu resmediyor.

Bir süre akıl hastanesinde kalıyor. Bu süreç içinde 250'e yakın portre ve manzara resmi yapıyor.
Kesik kulak, Arles'teki İngiliz köprüsü, Zeytinlik adlı eserlerini burada yapıyor. Yalnız resim yapmakla kalmıyor boya için kullandığı zehirleri maddeleri de yiyiyor. Bunlar da hastalığının artmasına neden oluyor.

Depresif, gelgitlerle dolu hayatı temmuz 1890'da kaldığı otel odasında intiharı ile sona eriyor. Cenaze sırasında kardeşi Theo'nun bir takım tablolarını cenazeye katılanlara dağıtmasıyla ölümünden sonra daha da ünleniyor. 

Sarı renge olan düşkünlüğünü, bütün bunalımlarını, tanrı ve ışık özlemini tüm tablolarına yansıtarak ve mutsuzluğum sonsuza kadar sürer diyerek bu dünyadan göçüp gidiyor. Ve Vincent Van Gogh'un hikayeside burada bitiyor.

Son bir not;

Teşekkürler Abdi İbrahim ve Van Gogh Alive'da emeği geçen herkes:)


YAĞMURLU VE ŞEMSİYELİ BİR GÜN:)


Dün gece elimdeki kitabı bırakıp uyumadan önce bir süre sessizlikte cama çarpan yağmur damlalarını seyrettim. Huzurun sesiydi kulağıma gelen. Sokak tek tük geçen araba farlarının ışığında pırıl pırıl parlıyordu. Yer yer oluşan su birikintileri bir gölgeyi andırıyordu ıssız sokakta. Oluklardan nazlı nazlı süzülerek inen sular beni uykunun en koyu derinliğine, rüyaların kuytularına sürükledi.

Sabah dışarı çıktığımda elinde şemsiyeyle yürüyen insanları görünce ki buna bende dahilim aklıma Mary Poppins filmi geldi. Hani şu şemsiyeli sihirli uçan dadı.

Film 1910 yılının Londra'sında geçiyordu. Banks ailesinin iki yaramaz çocuğuyla başa çıkamayan dadıları evden kaçınca aile gazeteye yeni bir dadı bulmak için ilan verirler. Eve gelen dadı adayları tuhaf bir biçimde rüzgara kapılarak giderlerken Mary Poppins Banks ailesine gökyüzünden iniverir ve çocukların yeni dadısı olur. Bir parmak şıklatmasıyla odayı toplayabilen, şemsiyesini açarak uçabilen bu sihirli dadı çocukları bambaşka büyülü bir dünyaya doğru yolculuğa çıkarır. Müzik ve danslar eşliğinde bu büyülü dünyada eğlenen çocuklar büyüklerini yaptıkları yolculuğa inandıramazlar ve film böyle devam eder.



Sonra aklıma çok sevdiğim şarkılardan biri geldi. Singing in the rain. Gene Kelly'nin yağmurun altında şarkı söyleyerek dans ettiği meşhur film. Bir yağmur klasiği. İçimden avazım çıktığı kadar şarkıyı söyleyerek ve çocuklar gibi su birkintilerinin tam ortasını hedefleyerek şehri kaplayan gri bulutların altında diğer şemsiyelerin arasına karışıp yürümeye başladım.


"I'm singing in the rain
        Just singing in the rain
               What a glorious feelin'
                               I'm happy again"



DÖRT MEVSİM



Bugün 14 Şubat Sevgililer Günü...

"Aşk dünyanın en tatlı mutluluğu ve en derin acısından yaratılmıştır" demiş Bailey.

Yaşam sevincidir aşk. Pırıl pırıl bir yaz güneşidir insanın içini ısıtan. İçten samimi bir gülümsemedir ilkbahar gibi. Hüzündür aşk sonbahardır bazen. Ölümdür ayrılık. Kıştır hem de en dondurucusundan.

Gökkuşağıdır aşk yağmurdan sonra rengarenk çıkan, sürprizdir köşeyi dönünce aniden karşınıza çıkan, aydır yıldızdır geceyi aydınlatan, heyecandır içinizden taşan...

Ufak bir buket çicek, sıcak bir gülümseme ve o iki sihirli kelimenin mucizesi...
Hiçbir zaman kalbinizden sevginin ve aşkın pırıltılarının yok olmaması dileği ile...

Atilla Birkiye'nin Dört Mevsim şiiri ile kutluyorum Sevgililer Gününüzü:)

Hüzündür sonbahar
dudaklarında yudumlanan
kış ölümdür
saçlarında yaşam
göğüslerinin diriliği
sevinçli ilkbahar şarkısı
kızaran yaz coşkusu
kalçaların

bir tanrıça tapınağında
hiç sönmeyen kor parçası
aşk bedenin



TEB ŞEHRİNİ KURAN KİM?

Bertolt Brecht'in çok sevdiğim bir şiirini paylaşmak istedim bugün...

Dostlar Tiyatrosu "Ben Bertolt Brecht" oyunundan Genco Erkal ve Zeliha Berksoy'un seslendirmesiyle...


OKUMUŞ BİR İŞÇİ SORUYOR


Yedi kapılı Teb şehrini kuran kim?
Kitaplar yalnız kralların adını yazar.
Yoksa kayaları taşıyan krallar mı?
Bir de Babil varmış boyuna yıkılan,
kim yapmış Babil’i her seferinde?
Yapı işçileri hangi evinde oturmuşlar
altınlar içinde yüzen Lima’nın?
Ne oldular dersin duvarcılar Çin Seddi bitince?
Yüce Roma’da zafer anıtları dikenler?
Sezar kimleri yendi de kazandı bu zaferleri?
Yok muydu saraylardan başka oturacak yer
dillere destan olmuş koca Bizans’ta?
Atlantis’te, o masallar ülkesinde bile,
boğulurken insanlar uluyan denizde bir gece yarısı,
bağırıp imdat istedilerdi kölelerinden.
Hindistan’ı nasıl aldıydı tüysüz İskender?
Tek başına mı aldıydı orayı?
Nasıl yendiydi Galyalıları Sezar?
Bir ahçı olsun yok muydu yanında onun?
İspanyalı Filip ağladı derler
batınca tekmil filosu.
Ondan başkası acaba ağlamadı mı?
Yedi Yıl Savaşı’nı ikinci Frederik kazanmış ha?
Yok muydu ondan başka kazanan?
Kitapların her sayfasında bir zafer yazılı.
Ama pişiren kimler zafer aşını?
Her adımda fırt demiş fırlamış bir büyük adam.
Ama ödeyen kimler harcanan paraları?


İşte bir sürü olay sana
Ve bir sürü soru.


SEVGİLİLER GÜNÜ VE ÇİÇEKLER


14 Şubat Sevgililer Günü yaklaşıyor. Mağazalar bu özel gün için hazırlıklarını yapmışlar bile. Vitrinler kırmızıya bürünmüş. Günün rengi tutkunun, aşkın simgesi kırmızı. Kırmızı kalp, kırmızı ayıcık, kırmızı mum, kırmızı balon, kırmızı iç çamaşırları, kırmızı, kırmızı....

Sevgililer Günü'nün tarihi Antik Roma'ya dayanıyormuş. 15 Şubat'ta bereket tanrısı Lupercus onuruna Lupercalia günü kutlanır ve tanrıya adaklar sunulurmuş. Lupercalia bayramı arifesinde genç erkekler üzerinde kızların isimleri yazılı olan kura çekerler ve kutlama boyunca adını çektikleri kızla çift olurlarmış. Bu kutlamalarda evlilikle sonuçlanan birliktelikler yaşanırmış.

469 yılında Papa kuralar hariç kutlamaları yasaklamış. Kuralarda ise kızların yerine azizlerin isimleri yazılmasını şart koşmuş.

İmparator II Cladius ise erkeklerin eşlerini ve ailelerini bırakıp savaşa gitmek istememelerinden 
dolayı evliliği yasaklamış. Aziz Valentin Cladius döneminde Romada yaşayan bir papaz imiş. Kendisi gibi papaz olan Aziz Maurius ile birlikte evlenmek isteyen çiftleri gizlice evlendiriyorlarmış. Bu durum bir süre sonra imparatorun kulağına gitmiş ve Aziz Valentin'i tutuklatarak öldürtmüş. 14 Şubat'ta da gömülmüş. Bu olaydan yaklaşık 200 yıl sonra Papa Gelanius Aziz Valentin'i onurlandırmak için 14 Şubat'ı Aziz Valentin günü ilan etmiş.



Yıllar sonra 14 Şubat sevgililerin birbirlerine aşk mesajları gönderdiği bir güne dönüşmüş ve Aziz Valentin sevgililerin koruyucu meleği olarak anılmaya başlamış.

1800 li yıllarda Amerikalı Esther Howland'ın ilk sevgililer günü kartını yollamasıyla bu gün dalga dalga diğer ülkelere de yayılarak kutlanmaya başlamış. 14 Şubat'ta sevgililer aşklarının ifadesi olarak birbirlerine ufak hediyeler verirlermiş. Çikolata ve çiçek sevgililer gününün sembolik hediyeleri haline gelmiş.


Çiçekler...Sade ama anlamlı. Her birinin ayrı dili olan rengarenk, mis kokularıyla duyguların en güzel ifade şekli. 

Her çiçeğe ayrı bir anlam yükleme ilk kez 1600 yıllarında İstanbul'da başlamış. 1716'da İstanbul'da yaşayan İngiliz Lady Mary Wortley Montagu ülkesini dönerken çiçek dilini yanında götürmüş. Zamanla bu dil İngiltere'den Fransa'ya oradan da Avrupa'ya yayılmış. 


Sevgililer Günü'nüne damgası vuran çiçek aşkın çiçeği kırmızı güldür. Verilme nedeni ne olursa olsun benim çiçekteki tercihim mis gibi kokusu kırılgan yapısıyla kışın prensesi fulya'dır. Aralık Ocak geldiğinde fulyalar sokak çiçekçilerinin sepetlerinde yerlerini aldıklarında gözüm başka çiçeği görmez. Demet demet alır gelirim eve. Özenle yerleştiririm vazoya. Gidip gelip koklarım. İki üç aydır ömürleri, sonra bir sonraki kışa kadar başka çiçeklere bırakırlar yerlerini. Fulya'nın çiçek dilindeki manası beni unutma demek miş.


Bu Sevgililer gününde sevgilinize çiçek almak istiyorsanız aşağıdaki yazıya bir göz atmanızı tavsiye ederim. İçlerinden biri aşkınızı ve kendinizi en iyi ifade eden çiçeklerden biri olabilir.

İşte çiçeklerden bir mana buketi:)

Beyaz gül                                        Masumiyet
Kırmızı gül                                       Aşk
Pembe gül                                     Gönlüm sende
Sarı gül                                           Sıcak sevgi

Lilyum                                             Güven

Orkide                                            Gurur

Kırmızı karanfil                               Sevgi
Pembe karanfil                              İçtenlik
Sarı karanfil                                    Hüzün
Beyaz karanfil                                Temizlik, saflık

Beyaz krizantem                            Sadakat
Kırmızı krizantem                           Sessiz istek

Kırmızı lale                                      Seni seviyorum
Beyaz lale                                       Sağlık
Pembe lale                                     Anlayış

İris                                                    Hatıra

Kırmızı glayör                                  Zerafet
Beyaz glayör                                  Dostluk
Sarı glayör                                      Kıskançlık
Mor glayör                                      İnanç

Erken bir Sevgililer Günü yazısı oldu biliyorum ama asıl sürprizi 14 Şubat'a bıraktım.
Güne yakışan çok özel bir şiir hediye edeceğim tüm aşıklara. Romantizm, aşk ve erotizm kokan bir şiir...

Kanuni’nin denizcileri Malta’da günışığına çıktı

Kanuni’nin askerleri kazı çalışmasında bulundu

Malta’da yapılan yol çalışmasında, adayı fethetmek için 1565’te kuşatan Osmanlı İmparatorluğu donanmasının denizcilerine ait olduğu sanılan insan kemikleri bulundu. İnşaatçıların çalışması durduruldu bölgeyi arkeologlar araştıracak.

OSMANLI deniz savaşlarında çok önemli bir tarihi yeri olan Malta Adası’ndaki kazı çalışmalarında çıkan insan kalıntılarının Türk denizcilere ait olduğu belirlendi.

Tarihçileri heyecanlandıran bulgu “Malta Mirası” ve “Ulusal Miras’ın Koruması” adlı vakıfların yetkililerince yapılan incelemede ortaya çıktı. Kanuni Sultan Süleyman’ın saltanatının sonuna yaklaşıldığı 1565 yılında Osmanlı kuvvetleri Malta’ya dört ay süren bir kuşatma uygulamıştı. Tarih boyunca yaşanan en kanlı ve şiddetli savaşlardan biri olarak gösterilen kuşatma, Ada’yı yöneten Hospitalier Şövalyeleri’nin galibiyeti ve Osmanlı kuvvetlerinin kuşatmayı kaldırması ile sonuçlanmıştı. Türk esirlere ait kalıntıların Marsa kasabasından Valetta sahiline yapılan bir yol çalışması sırasında bulunduğu ve tarihçilerin olayı daha iyi araştırıp kemikleri toplayabilmesi için yol çalışmalarının durdurulduğu kaydedildi. Yetkililer kazı alanında geçmişte bir caminin bulunduğunu da belirledi. Ancak 200 yıl önceki İngiliz işgali sırasında mezarlık ve caminin yıkıldığı anlaşıldı.

Türk askerleri zehirlenmişlerdi
Haberin tamamını okumak için linki tıklayınız...

KARLI GÜNLER SÜRÜYOR YİNE-ATİLLA BİRKİYE'DEN

                                              

Kar yine geldi çaldı kapımızı. Dışarısı buzzz gibi. Beyazlık, aydınlık çöktü şehrin üzerine:) Beyazlığın üstünde trafik keşmekeşi, ulaşım sorunu gibi siyah noktalar oluşsa da İstanbul farklı güzel manzaralar sunuyor her semtinde seyircilerine. Çıkıp biraz yürümek lazım...Dikkatlice, yavaş adımlarla...

İşte Atilla Birkiye böyle yazmış "Karlı günler sürüyor" yazısında..."Yürümeliyim..."


Kar iyice kenti sardı. Yalnız damlar değil beyazlaşan; sokaklar, kaldırımlar, parklar, merdivenler (ah, İstanbul’un merdivenleri!), bazı caddeler, bile.
Bir cumartesi sabahı, yine yalnız ama bu kez, ne hikmetse bir sevinç çığlığı uyanışta ya da kendine güven duygusu.
Kar lapa lapa yağıyor, İstanbul beyaz.
Yürümeliyim diye düşünüyor insan…
Boğaz yeşil ile mavi arası dönüşümlü, iki beyaz bakışımlı kıyı ortasında…
Hava soğuk, olsun yine de yürümeli insan.
Belki de kar neden, uyanıştaki sevinç çığlığına. Bir sevinç çığlığı daha sokağa çıkınca: yerler beyaz ve kaygan, birlikte; çocukluk günleri sanki.
İstiklal caddesinde yürüyorum, herkes gibi ben de adımlarımı özenle atıyorum; dikkatli, güvenli ve sağlam adımlar atıyorum.
Düşsem n’olur ki…



TAROT

                                                                   
Son günlerdeki merakım Tarot. Okuduğum bir yazıdan sonra öyle böyle değil fena halde taktım. 


Joker'in hayalperestliğine, Büyücü'nün mucizelerine, manastırın kalın duvarları arasında yaşayan Baş rahibenin güçlü sezgilerine, İmparatoriçenin şefkatine, Ölümün kaçınılmazlığına, Münzevi'nin mistik gücüne kapıldım gidiyorum. 


Tarot geleceği gösteren bir fal değil insanlık tarihinin kehanet yöntemlerinden biridir diye yazıyor kitaplar. Tarot'un tarihçeside kartların anlamları gibi gizlidir demeyi de ihmal etmiyorlar.


Tarot'un tarihi kimilerine göre Çin'e kimilerine göre Mısır'a dayanmakta ama somut olarak 14yy sonlarında Avrupa'da ortaya çıktığı yazılmakta. 1392'deki kartlardan sadece 17 tanesi günümüze kadar gelebilmiş. Daha sonra İtalyan ressam Bonifacio soylu Visconti ailesi için bir deste yaratmış. Visconti destesi günümüze kadar ulaşan ilk tarot destesi olarak bilinmektedir. 


Fransız düşünür Antoine Court de Gebelin 22 Büyük Arkana kartlarının eski Mısır uygarlığının dinsel öğelerini içerdiğine inanarak tarotu yeniden yorumlamış ve yarattığı kartlar Mısır Uygarlığındaki gizli öğretilerin görsel bir yansıması olmuş. 


18yy. ve 19yy mistisizmle ilgilenenler tarotun basit bir kart oyunundan farklı felsefesi olduğunu savunmuşlar.


Kartların üzerinde simyaya ve astrolojiye ait simgeler olduğu için okültizm (gizli bilim)  ile ilgisi olduğu söyleniyor. 

                                                                           


78 adet tarot kartları iki ana bölüme ayrılabiliyor. 22 tane Arkana Majör ve 56 tane Arkana Minör. (Majörler ve minörler kulağa hoş gelen bir melodi gibi). 


Arkana Majörler hayatın ruhsal, psikolojik, manevi gibi gizli yönlerini ortaya çıkarırken, Arkana Minörler günlük hayattan bilgi veriyorlar. Kartların düz anlamları olduğu gibi ters açılış anlamlarıda var. Bazen ters gelmesi düzlerinden daha hayırlı olabiliyor.  


Arkana Minör Asalar, Kupa takımı, Kılıç takımı, ve Tılsım (para) takımı olarak ayrılıyorlar. 

Asalar hırsı, karalı hedeflerin peşinden koşan girişimci insanları simgeleyen koç, yay ve aslan burçlarıyla özdeşleşiyorlar. 


Kupalar sevgi, aşk, aile gibi yaşamın duygusal yönlerini işaret eder. Balık, yengeç ve akrep burçları özelliğini gösteriyorlar. 


Kılıçlar mücadeleyi simgeliyor. Mücadelenin yanı sıra adalet, zafere ulaşma gibi anlamlar taşıyor. Burçları ikizler, terazi ve kova.


Tılsımlar (para) ise yaşamın maddi yönünü belirtiyor. Ayrıca azim ve hırsı simgeliyorlar. Boğa, başak ve oğlak burçlarının takımıdır. 


Saraylı kartlar ise kişilerin fiziksel ve psikolojik yönlerini ortaya koyarlar. 


Arkana Majör kartları hayatım manevi yönünü belirtiyor. Örn, Büyücü bilinçli bir zihnin temsilcisidir. Arkana Majör kartları varsa açılımda psikolojik ve ruhsal kuvvetlerin rolü vardır. Ölüm ve Şeytan bu grubun en kötü kartlarıdır.  


Tarot'un farklı desteleri vardır ama en ünlüsü Arthur Edgar Waite'ın geliştirtirdiği Raider-Waite destesi. Farklı desteleri gibi farklı açılışları oluyor. Bu açan kişiye göre değişiyor fakat Kelt açılışı en yaygını olarak biliniyor. 

                                                                    
                                                              
Tarot açılışı için uygun zaman ve mekan seçmek gerekiyor. Temiz güzel kokulu bir odada, mum ışığı eşlinde, sakinleştirici bir müzikle tam konsantrasyonla açılan kartların en doğruyu göstereceği belirtilmekte. Kartların tümünü bir resim olarak görmek ve yorumlamak ayrıca önemli. 


Ben şimdilik her güne bir kart seçip öğrenmeye çalışıyorum. Bakalım sonuna kadar gidip öğrenebilecek miyim yoksa sıkılıp yarı yolda mı bırakacağım. Henüz bunun cevabını vermediler. Bende kartlarda beklemedeyiz bu konuda...


 Benim gibi merak sarmış olanlara ve saracaklara bir kaç kitap önerisi;


A'dan Z'ye Tarot Fal Kitabı                 Marcia Masino          Gün Yayıncılık


Modern Tarot  (Rönesans Tarotu)      Jane Lyle                   Gün Yayıncılık


Kehanet Kitabı Tarot                            Nezih Yıldırım             KS Games                 

                                                                                 
                                                                          

CADI - PRİNKİPO'DA BÜYÜLÜ BİR ARAYIŞ



Sevgilisi Kenan'ın annesinin zengin bir kız olsaydı Ümran'ı tabii alırdık ama bu durumda imkansız, davul bile dengine Kenan'a layık bir kız buluruz demesiyle yok olan Kenan'ın yerine geçen eczacı kalfası İbrahim'le olan ilişkisiyle başlıyor roman. Ümran İbrahim'le evleniyor bir de çocukları oluyor. 


İlerleyen sayfalarda İbrahim'i adaya sırtını dönmüş gözünde yaşlarla yumrukları sıkılı bir şekilde adanın en güzel kızını aldığım halde, kalfalıktan eczane sahipliğine yükseldiği, bir oğula sahip olduğu ve güzel bir köşkte oturmasına rağmen her sabah neden bu kadar mutsuzluğa uyanıyorum sorusunu sorarken buluyoruz. 


Ümran ise olanlara İbrahim'le annem çıldırıyor. Çıldırsınlar hayatımı, mutluluğumu kazanmaya çalışan benim ama gelmeyecek yok olmaya mahkum olanım, yolu bulamayanım gölgelere karışacağım diyor ve hikayenin ortasında dediğini yapıyor. Sonrası mı? Sonrası fallar ve hurafelerle hikayenin devamında...


Ümran, İren, kocakarı, büyücü, falcı, Ferman adanın sokaklarında, çamlarda Oylum Yılmaz'ın farklı üslubuyla kendi öykülerini anlatarak dolaşıyorlar. Aman dikkat! Okurken konularla birlikte içlerine karışabilirsiniz. Mutlaka bir çıkış yolu bulun. Ne de olsa karşınızda bir CADI var.  


Fantastik kurgu ve lirik dille yazılmış değişik tarzda bir roman. Bu tür anlatıları sevenlere tavsiye edilir.


Ve her zamanki gibi iyi okumalar dileklerimle kitaptan ufak bir tadımlık;


"Ah ben bile sonra öğrendim, arkadaşlarım nereden bilsindi, Ada'nın eski ruhlarıyla zaten hiç eskimeyen cinlerinin biz dağıldıktan çok sonra hala önlerinde asılı duran an'a, günün akşam olduğu o an'a tedirginlikle, şüpheyle, kararsızlıkla bakıp durduklarını. Ahh, onlar ki adalılardan daha adalı olanlar, onlar ki adanın ağaçlarından daha diplere kök salanlar, adayı çepeçevre saran suları yaracak tek güce sahip olanlar...Dikkatli bir endişeyle, kararsızlıkla, tedirginlikle yaşıyorlardı bu an'ı, tekrar tekrar, hiç usanmadan her ayrıntısıyla yeni baştan hatta doğumumla her şeyi en baştan...Adaya, o vakitler herkesin Prinkipo dediği, dört yanı denizlerle çevrili bu kara parçasına getirdiğim karanlığı izliyorlardı., onlar bile bilmiyorlardı, oysa karanlık hep oradaydı, karanlık zaten onlardı..."  


CADI                     Oylum Yılmaz                                Sel Yayınları

SON OKUR


Dün gece kitabın son sayfasını okumayı bitirip yattığımda saat kaçtı bilmiyorum. Özellikle bakmadım. Gece 1-2 veya 3. Akşam yemeğinden sonra David Toscana'nın Son Okur'unu elime aldığımda kitabı saat kaç olursa olsun bitirmeyi kafama koymuştum ve sonuna kadar bir solukta okudum. Arada tabi ki ufak bir kahve keyfi yapmayı da ihmal etmedim. Kitap içinde kitap, hikaye içinde hikaye hepsi bir kütüphanede. 

Roman bir yıldır yağmur yağmayan ve kuraklığın pençesinde kıvranan Icomole köyü sakinlerinden Remigio'nun bahçesindeki kuyuya kova sarkıtmasıyla başlıyor. Kuyuları bile kurutan öyle bir kuraklık var ki bunu "gökten ne bir damla yağmur düşmüştü ne de bir damlacık tükürük" diye anlatıyorlardı.

İşte böyle bir ortamda kendi deyimiyle bir ısırıkcık su almak için kovasını kuyuya sarkıtan Remigio kuyunun içinde su yerine ufak bir kızın cesedini buluyor. Daha önce hiç görmediği ve köyün dışından olduğunu düşündüğü bu güzel kız çocuğunu kuyunun derinliklerinden çıkarttıktan sonra köy kitaplığındaki tüm kitapları okumuş kitaplık görevlisi babası Lucio'ya kızı anlatır. Babası kütüphaneye giderek bir kitap alır ve okumaya başlar. Remigio ilk önce duruma sinirlensede sözcükler bire bir evindeki kızı betimlemeye başlayınca babasının okuduklarına ilgisi giderek artar. Kitabın adı "Babette'in ölümü" dür. 

Lucio oğluna cesedi kimse görmeden bahçesindeki ağacın altına gömmesini söyler ve hikaye bundan sonra hız kazanır. Küçük kızın annesinin köye gelmesi, Lucio ile karısı Herlinda'nın hayatı, Melquisedec'in sır ölümü, köye su getiren tankerin hortumundan çıkan suyun altında ıslanan, dans eden köylüler ve sonunda aylardır bekledikleri yağmurun gelişi...

 Yaşamla ölüm, gerçekle hayal birbiriyle harmanlanarak kitap sona ulaşıyor. 


29 yaşında yazmaya başlayan Meksika Polonya arasında yaşayan kitabın yazarı David Toscano 1961 Meksika doğumlu. Bugüne kadar sekiz romanı ve bir öykü kitabı yayınlanmış.  


Kitaptan ufak tadımlıklar;


"Okullarda bazı şiirleri öğrencilere zorla belletirler, bu dizeler insanın zihninde kalır, aradan yirmi ya da elli yıl geçtiğinde bile o eski öğrenci ister bir barda olsun ister aile toplantısında, dizeleri ezbere söylemek için her fırsatı değerlendirirdi."


"Armağan edilen ama okunmayan, kullanılmayan bir kütüphanenin raflarına düşen, bir kitaplığı doldurmak için satın alınan, başka ürünler alınırken verilen, okurun daha ilk bölümden ilgisini yitirdiği, yayıncının deposundan hiç çıkmayan, öylesine satın alınan kitaplar vardır."


"Onun gibi bir iç sıkıntısının Icamole'ye kadar ulaşması için yazarın, düzeltmenlerin, yayıncının, matbaanın, kitapçıların ve hatta okurların işbirliği gerekir."


"Lucio kitabın son bölümünü okumaya karar verdi çünkü iyi bir finalin iyi bir kitabın göstergesi olduğunu biliyordu. Başlangıçlar için aynı şey söz konusu değildi."


"Sayın Başkan, dedi Lucio yüksek sesle, bu kitabı ne yapacağız? Ateşe at, yanıtını verdi ve dediğini yaptı, tek bir el hareketiyle tam yetmiş bin sözcük mahkum oldu." 


Okumak isteyenlere tavsiye edilir:)



Son Okur                 David Toscana                  Kırmızı Kedi Yayınevi