Antik Ölüler Bayramı


Ekim ayının son günleri geldi çattı. Druidlerin ülkesinde tarlalarda balkabağı hasatı başladı. Tüm balkabakları toplandı ve geceye hazırlıklar başladı.

O gece çok özeldi. İnanışa göre o gecede fiziksel dünyayı öte dünyadan ayıran perde en ince şeklini alıyor ve öte dünyadan ruhlar ziyarete geliyordu. 

Tüm kasabanın korktuğu bir geceydi Samhain gecesi. Havanın kararmasıyla kapılar sıkıca kilitlendi. Korkunç yüzler oyulan balkabaklarının içlerine mumlar kondu, evlerin kapı eşiğine yerleştirildi. Öte dünyanın varlıklarını evlerinden uzak tutabilmek için gecenin en karanlık saatlerinde tepelerde koskocaman ateşler yaktılar. Yanıbaşlarında  hissettikleri gece varlıklarını korkutmak için en parlak giysilerini giyip maskelerini taktılar. Samhain'in batıl inançlardan korunmak için ateşin etrafında toplanıp bir kafa çemberi oluşturdular ve azizlere dua ettiler. 

Şafakla birlikte bir antik ölüler bayramını geride bıraktılar ve tarihe karıştılar.  

Aradan geçen yıllar  Druidleri korkutan titreten öte dünya ruhlarını Cadılar Bayramına dönüştürdü. Öte dünya varlıklarından korunmak için giyilen parlak kıyafetler yerini cadı ve zombi kıyafetlerine bıraktı. Artık insanlar kasabalarını korumak için tepelerde ateş yakmıyor ama yüzyıllar öncesinden gelen balkabağı geleneği devam ettiriyor. 

Ne dersiniz elinde süpürgesiyle bir cadı çalabilir mi bu gece kapınızı? 

Belki de bir balkabağı:)





Zordur Kadın Olmak:)




Biri kurbağa öper,
biri yüzyıllarca uyur,
biri 7 cüceyle yaşar,
biri kuleye kapatılır.
Bir masal prensesi olsan bile kadınlık zor.

Turgut UYAR

Veda edememenin hüznü




Bir boşlukta hissediyorum kendimi. Koskoca bir kara deliğin içinde. Kaybolmuş gibiyim. Duygularım karmakarışık. Ne düşündüğümü bile bilmiyorum. Göz pınarlarım doluyor ama ağlayamıyorum. Veda edememenin hüznünü yaşıyorum bu günlerde.

Yanına gittiğim zaman boş ver hastalıkları ben sevgiden aşktan konuşmak istiyorum diyordu her zaman.

"Hiç sevmem hastalıktan yakınmayı. Bir yaştan sonra yaşlılar hep oram ağrıyor buram ağrıyordan başka bir şey bulamıyorlar konuşacak işte o yüzden onlarla da konuşmak istemiyorum. O yaştan sonra ne olacak ki başka. Ne kadar yakınırsan o kadar hastasın. Ben aşktan konuşacak insanlar arıyorum. Çok güzel hayatım oldu, neler gördüm geçirdim. Eh sonuna geldim artık kalan kısa zamanımı da hastalık konuşarak geçiremem doğrusu." 

Bazı geceler uykusu kaçtığında televizyon seyrederdi. Gece üç, dört sesi gelirdi odama ama rahatsız olmazdım nedense. Alışmıştım yan daireden gelen seslere. Bazen arardım bile, duymak hoşuma giderdi. 

Az da olsa hala bayramı böyle kutlayan aileler var diye yazmıştım biraz da onu düşünerek nerede o eski bayramlar başlıklı paylaşımımda. İşte bayramlarda misafirlerine halen gümüş tepside kahve likör ikram eden nadir insanlardan biriydi o. Bana çocukluğumdaki bayramı yaşattınız demiştim geçmişteki bir bayram ziyaretinden sonra yanından ayrılırken.

Bir kaç gün önce cep telefonundaki bir problem için çağırdı beni. Her zamanki gibi ne zaman vaktin olursa diyerek. Karşılıklı kahve içtik, problemi hallettik. Bayramda akşam üstü görüşmek üzere diye kapıdan çıkarken eliyle öpücük gönderdi arkamdan. Bende öpücük gönderdim ona gülümseyerek. Gelenekselleşmiş vedalaşmamızdı bu bizim. Gün içinde kaç kere görüşürsek görüşelim aynı şekilde hoşça kal derdik birbirimize.  

İlk gün sabah erken çıktık evden. Aile büyüklerini ziyaret ettik. Dönüşte en sevdiği çiçeklerle kapısını çaldım ama açılmadı. Bir gariplik vardı ama kötüye yormamaya çalışarak bakıcısının dışarı çıkmış olabileceğini düşündüm. Kendisi uzun süredir ayağa kalkamıyordu. Cep telefonunu  çaldırdım. Kimse açmadı. Belli ki bakıcı evde yok, telefonda uzanamayacağı bir yerdeydi. Aradan bir süre daha geçti tekrar kapıyı çaldım. Kimse yok. İçeriden televizyon sesi de gelmiyor. Ne oluyor dedim kendi kendime. Apartman görevlisini aradım. Öğlen ambulansla hastaneye kaldırıldı dedi. Kalakaldım. Biraz sonra yakınları evden eşyalarını almaya geldiler. 

Anevrizma dedi biri. Bilinci yerinde değil. Atlatır benim komşum, o neleri atlattı bunu mu yenemeyecek. Bayram sonrası sapasağlam döner evine dedim. İçim kapkaranlıktı bu kez kendi söylediğime kendimde inanmamıştım ama karşılarına geçip vah vahlarla onları daha üzmektense böyle teselli etmeyi tercih etmiştim. Bir an bana ondan bulaştığını düşündüm hastalığın kasvetli yüzünü görmektense iyi yüzünü göstermenin. Hastalıktan değil aşktan konuşmak gibi...

Üçüncü gün çalan cep telefonumda bir ses kaybettik dedi. Önce bir sessizlik oldu. Hiç bir şey söyleyemedim. Kelimeler çıkmadı ağzımdan. Katıldım kaldım elimde telefon pencerenin önünde. Başımız sağ olsun diyebildim. O kadar çıktı sesim. Telefonu kapadım. Dışarıda hayat devam ediyordu...

Artık yan duvarımdan ses gelmiyor. Karşı dairenin kapısı o günden beri hiç açılmadı. Çiçekler vazomda öyle duruyorlar. Yarın son kez hoşça kal diyeceğim ona ve bir öpücük göndereceğim arkasından kimse fark etmeden. 

Bir boşlukta hissediyorum kendimi. Koskoca bir kara deliğin içinde. Kaybolmuş gibiyim. Duygularım karmakarışık. Ne düşündüğümü bile bilmiyorum. Göz pınarlarım doluyor ama ağlayamıyorum. Veda edememenin hüznünü yaşıyorum bu günlerde.










Cumhuriyetimizin 89.Yılı Kutlu Olsun!!!





Gençler cesaretimizi takviye ve idame eden sizlersiniz. Siz, almakta olduğunuz terbiye ve irfan ile insanlık ve medeniyetin, vatan sevgisinin, fikir hürriyetinin en kıymetli timsali olacaksınız. Yükselen yeni nesil, istikbal sizsiniz. Cumhuriyeti biz kurduk, onu yükseltecek ve yaşatacak sizsiniz. 

Mustafa Kemal Atatürk




Nerede o eski bayramlar?

Ben özlüyorum o eski bayramları. Çok mu yaşlıyım da böyle söylüyorum hayır değilim. Çocukken daha güzel oluyor sanki bayramlar. Çocuk gözüyle daha farklı mı görüyorduk her şeyi ya da o zamanlar daha mı güzeldi bayramlar?

Günler öncesinden başlayan bayram hazırlıklarını hatırlıyorum. Bir başka heyecan vardı. Çocuklara yeni kıyafetler alınır, bayram alışverişi yapılırdı. Akide şekerleri, çikolatalar, lokum, misafirlere sunulmak üzere likör (mutlaka nane olmalı, o zamanlar şimdiki gibi envai çeşiti olmadığı içindir belki de), Türk kahvesi Kurukahveci Mehmet Efendi'den olmalı - başka marka yoktu galiba varsa bile ben bilmiyorum- (mis gibi kokusu geldi burnuma şimdi) çocuklara verilmek üzere mendiller, ufak kolonyalar (sembol kolonyaları vardı ince belli şişesinde) evin eksikleri tamamlanırdı. Dolmalar sarılır, baklavalar yapılır, ev temizliği yapılır, misafir takımları çıkarılır, beyaz işler sandıklardan çıkarılıp kolalanır, herkes bayram sabahı giyeceği kıyafetleri hazırlar ve bayram sabahı iple çekilirdi. 

Şimdiki gibi bol bulamaç değildi hiç bir şey. Azdı ama özdü ve en önemlisi çok ama çok zarifti.
Herkes elindeki en iyi şekilde korurdu çünkü kırk yıllık hatırı olan kahvenin içildiği fincan bile çok değerliydi. Cimrilik miydi bu? Hayır kesinlikle değil. Yazdım ya az ama özdü bol bulamaç değildi onun içinde çok değerliydi. 




Sabah erken kalkılır, öncelikle ev halkı birbirleriyle bayramlaşır, evin erkekleri bayram namazına gider. Evin hanımı ve evdekiler kahvaltıyı hazırlar. Namaz sonrası hep birlikte kahvaltı edilirdi. Bu dünyadan göçmüş gitmiş aile büyüklerinin ve yakınlarının mezar ziyaretinden sonra ev ziyaretleri başlardı. Öncelikle ailenin en büyüğünden başlanırdı ziyaretlere. Gelen misafire ilk önce çikolata  ve likör ikram edilirdi. Gümüş tepside beyaz incecik dantel üzerinde zarif likör kadehleriyle... Sonra kahve faslına geçilirdi. Mutfakta bakır cezvede pişen kahvenin kokusu süzülürdü mutfaktan salona. Lokum eşliğinde kahveler yudumlanırken sohbet iyice koyulaşır o sırada kapı çalınır yeni misafirler gelirdi. 



Onlara da bir önceki misafire ikram edilenler edilirdi ve sıra dolma baklava kısmına gelirdi. Mutfakta hazırlanan tabaklar sehpaların üzerine getirilir, yanına bir gün önceden kolalanmış peçeteler konulurdu. İsteyene ince belli bardaklarda çay ikramı yapılırdı. Çay zaten bütün gün fasılalarla demlenir sürekli ocağın kimi evlerde mevsimine göre sobanın üzerinde kaynardı. 

Kalkma vakti geldiğinde misafir çocuğun cebine önceden hazırlanmış mendil içinde bayram harçlığı konulur ve ufak şişede sembol kolonyası verilirdi. Ve bir sonraki eve ziyarete gidilirdi veya onlar uğurlanırken bir sonraki misafir gelirdi.




Çok mu geleneksel oldu yazdıklarım bilmiyorum. Azda olsa bazı ailelerde halen böyle kutlanıyor bayramlar ama çoğumuz bayramlara tatil gözüyle bakıyor olduk artık. Yeni yıl takvimi çıktığı zaman ilk bakılan bayram tarihleri oluyor, tatil kaç gün diye. 

Gelenekselci biri değilimdir, geçmişe körü körüne bağlı biri hiç değil. Yenilikler hayatımı kolaylaştıran değişikler hoşuma gider her zaman, kolay ayak uydururum çağın yeniliklerine ama yine de geçmişe özlem duyarım bazen. 

İşte ben böyle hatırlıyorum o zamanki bayramları. O zamanki sohbetlerde de eski bayramlar konuşulurdu ama bayramlar arasında çok büyük farklar yoktu şimdiki gibi ya da biz mi öyle görüyorduk çocuk gözümüzle bilmiyorum ama ben eski bayramları özlüyorum. 

Veee hepinize mutlu bayramlar diliyorum:)






Kurban Bayramınız Kutlu Olsun:)


Sevgililer - Les Biens-Aimés...

Son zamanlarda en sevdiğim filmlerden biri oldu 2011 yapımı Sevgililer filmi. TV yerine sinema perdesinde seyretmeyi tercih ederdim ama kaçırmışım:(

Les Biens-Aimés Paris'te yaşayan Madeleine'in 1964'den 2007 yılına kadar geçen hayatını anlatıyor. 

Medeleine Jaromil adında bir doktora aşık oluyor ve onunla Prag'a gidiyor. Kızları Vera dünyaya geliyor ama bir gece Madeleine aldatıldığını öğreniyor. Kızını da alıp Paris'e geri dönüyor ve bir jandarma ile evleniyor. Yıllar sonra tekrar Jaromil ile karşılaşıyor ve iki adam arasında kalıyor. Tercih yapmak mı? Hayır o tercih yapmıyor her ikisini de idare etmeye başlıyor. Hem kocası François hem de eski kocası Jaromil ile birbirlerinin haberi olamadan birlikte oluyor. Bu ilişikiden bir tek Vera'nın haberi oluyor. Vera ise Londra'da bir bateriste aşık oluyor ama aşkının karşılığını bulamıyor. Bu arada Clement ile fırtınalı bir ilişki yaşıyor ama sonunda ayrılıyorlar ve ayrılığın sıkıntısını atmak için New York'a baterist sevgilisini görmeye gidiyor. Fakat Henderson Vera'yı erkek arkadaşıyla karşılamaya geliyor. Eşcinsel ve aids olduğunu açıklamasına rağmen Vera ondan çocuk sahibi olmakta ısrar ediyor. Henderson'un onun bu isteğini kabul etmemesi Vera'yı bunalıma sürüklüyor ve...



Film boyunca Madeleine ve kızı birbirlerine fırtınalı aşk hayatlarını anlatıyorlar. Kimi zaman eğlenceli kimi zaman hüzünlü sahneleriyle  ve müzikleriyle hoş bir 2 saat 15 dakika geçirttiriyor seyircilerine.

Madeline rolünde Catherine Deneuve, Vera rolünde Chiara Mastroianni çok güzel bir iki olmuş anne kız rollerinde. 

Güzel bir pazar öğleden sonrası filmiydi benim için. Boş vaktiniz varsa kaçırmayın derim...Özellikle anne kızlar birlikte seyredin. Belki sizinde paylaşacağınız bir şeyler olur filmin sonunda...


Ünlü yazarların yazı ritüelleri


Aslında bu eski bir konu ama her daim bir şekilde ilginçliğini koruyor- sevdiğimiz yazarlar acaba yazı yazarken neler yapıyorlar? Sahip oldukları hangi alışkanlıklar yazı yazmalarını daha rahat bir süreç haline getiriyor? En ilginç alışkanlıklara sahip olduğunu düşündüğümüz yazarları ele aldık ve  eğer biz de bir şekilde kabuğumuzu kırmak istiyorsak buna örnek teşkil edebilecek ritüellere bir göz atalım dedik. Buyurun sevgili okurlar, bakalım yazarlarımız ellerine kalem kağıdı alınca neler yapıyorlarmış?




Truman Capote


Söylenene göre, Capote sırtüstü yatarak yazarmış yazılarını, bir elinde kalem, diğer elinde ise bir kadeh şarapla. Pati Hill ile 1957 yılında Paris Review'e yaptığı bir söyleşide şöyle demiş Capote: “Ben tamamen yatay halde çalışabilen bir yazarım. Uzanmıyorsam rahat düşünemem, mutlaka bir yatakta ya da kanepede uzanıyor, kahve ve sigaraya da mümkün olduğunda kolay ulaşabiliyor olmam gerek. Öğleden sonraları ise kahveden nane çayına, oradan da şaraba ve martiniye geçiş yaparım. Ayrıca, yazmaya başladığımda daktilo kullanmam, yazılarımın ilk halini mutlaka elle yazarım, son hallerini de aynı şekilde tamamlarım.”




John Cheever




1978 yılında Newsweek'e yazdığı bir makalede Cheever, “Amerikalı bir yazar olarak, 60lı yıllarda öykülerden derlenen bir kitap çıkarmak geleneksel ve ağırbaşlı olmayı gerektiren bir olay, ancak bu öykülerimin çoğunu yalnızca iç çamaşırım üstümdeyken yazdığım gerçeğini değiştirmiyor,” demiştir. Sanki Cennetti Görünen kitabının ünlü yazarının o zamanlar tek bir takım elbisesi varmış, o halde onu kırıştırıp buruşturmak yerine, yazı yazarken iç çamaşırıyla kalmayı tercih etmiş. “Banliyönün Çehov”u olarak da tanınan bir yazar için oldukça makul bir tercih gibi görünüyor.





Francine Prose




Blue Angel (Mavi Melek) kitabının yazarı ve PEN Amerika Merkezi başkanı olan Prose, The Daily Beast'e verdiği röportajda, üstünde kocasının kırmızı siyah çizgili pijama altı ve bir tişört varken yazılarını yazdığını söylemiştir. The Atlantic'de, Kate Bolick ile yaptığı söyleşide ise şöyle demiştir: “Neyse ki, ya da maalesef ki pek manzarası olmayan, garip bir apartman dairesinde oturuyoruz. Aslında böylece, yazı yazarken dikkatimi dağıtan hiçbir şey olmuyor. Bir kasabada da yaşıyor olabilirdim. Bir duvara bakarak yazı yazmak, bana yazar olmanın metaforik olarak en uygun anlamı gibi geliyor.”



Ernest Hemingway




Pek çoğumuzun bildiği gibi Hemingway her gün, özellikle de sabah saatlerinde 500 kelime yazarmış. Oldukça üretken bir yazar olmasına karşın, nerede durması gerektiğini bilen bir yapıdaymış, 1934 yılında F. Scott Fitzgerald'a yazdığı bir mektupta “90 sayfalık berbat bir yazı yazacağıma, bir sayfa da olsa harika bir metin ortaya çıkarmanın peşindeyim. Geriye kalan saçmalıkları ise direkt çöpe atıyorum,” demiştir.


William Faulkner


Faulkner yazı yazarken bol bol viski içermiş. Bu alışkanlığı Sherwood Anderson'la, ikisi de New Orleans'da yaşarlarken tanıştıklarında edinmiş, o sıralar Falukner bir içki kaçakçısının yanında çalışıyormuş. 1957 yılında yazar, ilişkilerini şöyle anlatmış: “Akşamları buluşur, bir şeyler içebileceğimiz bir yere giderdik ve saat bire ya da ikiye dek oturup içerdik. O konuşurdu, ben dinlerdim. Sabahları ise o inzivaya çekilip yazmaya başlardı ve saatler sonra yine aynı ritüel tekrarlanırdı. Öğleni ve akşamı birlikte geçiririz, sabah o çalışır. O zaman kafama dank etmişti, eğer yazar olmak için yaşanması gereken hayat buysa, benim de hayatım böyle olmalıydı.”



T.S. Eliot




T.S. Eliot: Çağdaş Bir Yaşam isimli kitabında Lyndall Gordon'un yazdığı üzere, 1920'li yılların başında, T.S. Eliot kendine saklanacak yer olarak seçtiği ve yayınevi olan Chatto & Windus'un üst katında Kaptan Eliot adıylaotururmuş. Ancak saklandığı bir başka yer, Charing Cross Caddesi'ndeki evinde, ziyaretçilerin kapıda “Kaptan”ı sormalarını istiyordu. Üst kata çıktıklarında ise onları Eliot karşılıyordu, üstelik yüzü pudradan bembeyaz olmuş bir şekilde. Ne diyebiliriz ki? Aykırı bir dâhi işte böyle yapıyor.



Flannery O'Connor


İyi İnsan Bulmak Zor kitabının yazarı O'Connor şöyle diyor: “Her gün yaklaşık olarak iki saat yazı yazarım, çünkü tüm enerjim bu kadar yeter. Ancak o iki saate hiçbir şeyin karışmasına izin vermiyorum ve hep aynı saatlerde, aynı yerde yazıyorum.” Lupus hastalığı olduğu için her türlü aktiviteyi yapması yasaklanan yazar, tahta dolabının düz yüzeyine bakarak, hiçbir şeyden dikkati dağılmaksızın yazarmış yazılarını.





Sabit Fikir'den alınmıştır....

Şimşek Tanrıları




Şimşek tanrıları işbaşında bu gece. Bulutların arkasından şehri aydınlatan mavi ışıklarını görüyorum. 

Zeus mu o elinde şimşeği ile yoksa çekicini büyük bir hızla sallayan Thor mu? İki elinde tuttuğu aynalarla şimşek çaktırmaya çalışan Dian Mu olabilir mi acaba? 

Göremiyorum...Bulutların arkasına gizlenmişler.

Eğlence mi, gizli bir ayin mi? 

Bilmiyorum...

Yağmur cinlerini arıyor gözlerim. Acaba bu gece katılacaklar mı onlara? 

Ufak bir sürpriz yapabilirlermiş gecenin ilerleyen saatlerinde.

Bekliyorum diyorum hemde sabırsızlıkla. 

Gözlerim kapanmaya başlıyor koyu karanlığa...

Kulaklarım mavi kanatlı gök gürültüsü tanrısında...

El yazısı ölüyor mu?



El yazısı ölüyor mu

The Missing Ink (Kayıp Mürekkep) adlı kitabında yazar Philip Hensher, hem el yazısının yavaş ölümüne bir ağıt yakıyor hem de kalemle yazı yazmanın hayatımızda hâlâ nasıl özel bir yeri olabileceğini anlatıyor.





“Altı ay önce fark ettim ki, en yakın arkadaşımın el yazısının neye benzediğiyle ilgili hiçbir fikrim yok! Onu yıllardır tanımama rağmen hiçbir zaman yazılı kağıtlarla iletişim kurmadık. Bana sesli mesaj bıraktı, email attı, SMS yolladı ama ondan el yazısıyla yazılmış hiçbir mektup veya tatilinden bir postakartı almadım.”
Bu sözler The Missing Ink (Kayıp Mürekkep) kitabının yazarı Philip Hensher’e ait. Evet, son yıllarda el yazısı az kullanılır oldu.
Oysa, el yazısı geçen yıllara kadar insanlar arasındaki iletişim için gerekli ve kaçınılmaz bir aracıydı. Herkes mesajlarında, mürekkeple kağıda kendilerinden de bir parça bırakıyordu.
Peki ne oldu da el yazısı bu kadar arka plana atıldı? Son 20 yıldır, neredeyse her şeyi klavyeyle yazıyoruz. Klavye bağımlılığı öyle bir noktaya geldi ki eskiden cebimizde taşıdığımız telefonlar yapışmış gibi hep elimizde. El yazısının gündelik hayatta çıkardığı güçlükler de yok değildi. Ekonomik açıdan bakınca internet çok şeyi değiştirdi. Amerikan istatistik verilerine göre 1994’te kötü el yazıları, Amerikan işletmelerini 200 milyon dolarlık zarara uğrattı. 38 milyon okunamayan mektup sahibine ulaştırılamadı. 2000’de, doktorun kötü el yazısını okuyamayan bir eczacı, hastaya yanlış ilaç verip ölümüne sebep oldu. Devlet, açılan dava sonunda ölen hastanın ailesine 450 bin dolar tazminat ödedi.
Ama yazar Hensher, her şeye rağmen el yazısının hayatımızda olması gerektiğine inanıyor: “El yazısı kişiliğimizi belirler, kültürümüzü gösterir. Ruhlarımızın kilidini açan bir anahatardır. Toplumsal sağlığımızın, zekamızın, zerafet, fantezi ve güzelliğin işareti olan el yazısının tüm güzelliği yakında kaybolacak...”

Haberin devamını okumak için linki tıklayınız...

Neil Gaiman'dan Yazma Kuralları

Her cuma Aydınlık ve Radikal Gazetelerinin kitap eki günü. Perşembe Cumhuriyet. Elimden geldiğince kitap eki günlerini kaçırmamaya çalışıyorum. Kaçırdıklarımı da internet sitelerinden takip ediyorum. 


Bugün Aydınlık Kitap (galiba içlerinden en çok bu eki seviyorum) Neil Gaiman'a yer vermişti. Koralin, Kıyamet Gösterisi, Sandman Düş Ülkesi, Mezarlık Kitabı, Ara Dünya, Yıldız Tozu kitaplarının yazarı olan Neil Gaiman çocuk edebiyatında her zaman korku unsuru bulunmuştur diyerek kurt tarafından yenilmek üzere olan kırmızı başlıklı kızı, cadı tarafından yenilmekte olan Hansel ve Gratel'i örnek verir ve korku unsurunun çocuk masallarının vazgeçilmez parçası olduğunu söyler. Yüzyıllar öncesinin masal anlatıcılarının bile bu gerçeği kavradığını belirtir. Zararı dokunmayan adrenalin artışının genç enerjisini tatmin edebildiğini ve yaratıcılığı olumlu yönde etkilediğini savunur. 



Gaiman'ın dünya çapında üne kavuşmasının nedenleri arasında net anlaşılır bir dil kullanmasının yanı sıra çok yetenekli çizerlerle çalışmasıdır. 

"Öykülerinde içinizdeki bir şeyi yakalıyor, öyküleri birden fazla şeyi anlatıyor, öykülerinden ne bir cümleyi çıkarabiliyorsunuz, ne de ekleyebiliyorsunuz   Her şey bir anlama bürünüyor. Gaiman'ı iyi bir yazar yapan da bu unsur. Gaiman'ın çalışmalarının yüksek derecede ima ve göndermelerle dolu olduğu biliniyor. Özellikle Victorya dönemi peri masalları ve kültürüne , William Shakespeare, G.K Chesterton gibi yazarlara kadar mitolojik ögelerden besleniyor." diye yazıyor Aydınlık kitap yazarın çalışmaları hakkında. 



Ayrıca Neil Gaiman'ın 8 iyi yazma kuralını da paylaşmış okuyucularıyla. İşte Gaiman'ın yazma kuralları:

1. Yaz

2. Bir kelimenin ardına bir diğerini ekle. Doğru kelimeyi bul ve yerleştir.

3. Yazmakta olduğun şeyi bitir. Bitirmen için ne gerekiyorsa yap ve bitir. 

4. Bir kenara bırak. Sanki daha önce okumamışsın gibi oku. Görüşlerine saygı duyduğun ve yazdığın türde şeylerden hoşlanan arkadaşlarına göster.

5. Unutma: İnsanlar bir şeylerin yanlış olduğunu veya kendilerinde işe yaramadıklarını söylediklerinde, neredeyse her zaman haklıdırlar. Tam ve kesin olarak neyin yanlış olduğunu ve nasıl düzeltilmesi gerektiğini söylediklerinde ise neredeyse her zaman hatalıdırlar.

6. Düzelt. Unutma ki er ya da geç, mükemmelliğe ulaşmadan evvel yazdığın şeyi bırakmak, yoluna devam etmek ve sonraki yeni şeyi yazmaya başlamak zorundasın. Mükemmeliyet, ufku kovalamak gibidir. Hareket etmeye devam et.

7. Kendi şakalarına gül.

8. Yazmanın temel kuralı, eğer yeterince kendine güven ve inançla yaparsan her şeyi yapabilirsin. (Bu yazmak için olduğu kadar hayat içinde bir kural olabilir.ancak yazmak için kesinlikle doğrudur.) Bu yüzden öykü yazılması gerektiği gibi yaz. Dürüstçe yaz ve yapabileceğin en iyi şeyi anlat. Bir başka, gerçekten önemli bir kural olduğunu sanmıyorum. 

Aydınlık Kitap- Sayı 34. - M. Salih Kurt yazısından alıntıdır 



Şaman Sözü





Kuyu: - İçinde büyüdüğüm kör ayna;
bütün gece boğuştum kendimle tek başıma
boğulmasın diye yoksul yıldızlar.
Bir göksel diye var - ne kefe ne dara-
her şey ile hiçbir şey arasında,
denge bozulacak ben ayakta kalmasam.

Özdemir İnce - Şaman Sözü

Yağmur Duası

Kim bilir belki yağar:)



Kışı Özlemek




Ben özledim. Hem de çok özledim. Benim mevsimim sonbahar ve kış. Kendini yaz sanan bir sonbahar yaşıyoruz. Pastırma sıcakları sözüm ona ama artık bitsin. Yaz yazlığını bilsin sonbahar sonbahar sonbaharlığını:) Bundan 20 yıl önce olsa çoktan yağmurlar başlamıştı. Şimdi neredeyse damlasına hasret kaldım. 

Evet sonbaharı ve kışı, yağmuru ve karı özledim. 

Ve bugün bu konuda yalnız olmadığımı gördüm. Galiba benim gibi bazı kişilerde kışı özlemiş. Öğlene doğru dışarıda yürürken üzerinde pardösü giyen bir hanım, kazak giymiş lise öğrencisi genç bir kız, deri ceket giymiş orta yaşlı bir hanım, mini etek altına mus çorap giymiş genç bir kız, boynuna atkı sarmış başka bir genç kadın, kışlık ayakkabıyla dolaşan genç bir hanım ve bunlar gibi başka bir sürü insan gördüm. Hava sıcak ne pardösü havası ne mus çorap ama giymişler. Üşüdüklerinden değil bence için için kışı özlediklerinden. 



Geçenlerde yurt dışında yaşayan arkadaşlarıma aynen şu satırları yazdım; Sen Londra'da yaşayan arkadaşım yağmur yağdığında benim için yollara yayılmış sapsarı, koskoca Londra çınarının yağmurdan ıslanmış yaprakları üzerinde yürü, sen Kanada'da yaşayan arkadaşım yağmurda benim için evinin karşısındaki gölün kenarında yağmurun altında yürü ya da bisiklete bin, facebook'ta "sidikli Kiev'de evde oturmuş yağmurun dinmesini bekliyoruz" diye yazan arkadaşıma ise, haline şükret biz burada bir damla göremiyoruz madem evdesin benim için bir fincan kahve yap kendine ve yine benim için keyifle seyret yağmurun yağışını diye yazdım benim aksime kar, kış düşmanı yaz düşkünü arkadaşıma. Daha bir kaç kişiye daha yazdım keyfini çıkarın sonbaharın diye. 




Yağmurda yürümek istiyorum artık sonrada karda. Herkes saçak altlarına kaçışıp sağanaktan korunmaya çalıştığı zamanlarda benim yürüdüğüm çok olmuştur caddelerde. Bazen şemsiyeli bazen şemsiyesiz. (Tabii bu şekilde yürümenin acısı sonraki günlerde sinüzit ağrısından gözümü açamamakla çıkmıştır ama olsun o anı yaşadım ya yeter bana). Evdeysem de elim hemen kahve fincanıma gider. Ya ağır ağır mis gibi bir Türk kahvesi yaparım kendime ya da güzelliği kaçırmamak, bir an önce yağmurun zevkini çıkartmak için alelacele nescafe. Açarım camları, yağmurun sesi ve kokusu kahvenin kışkırtıcı kokusuyla karışır. Kah seyrederim, kah bir şeyler okurum. 






Kış kimileri için depresif bir sezondur benim içinse ayrıcalığı olan mevsim. Kış deyince aklıma Rus klasiklerindeki sonsuz beyazlık gelir (aklıma gelirde artık İstanbul'da göremez olduk zaten İstanbul'da kış demek rezillik demek). Ben burçlara inanmam ama arkadaşlarıma göre kışı bu kadar sevmemin sebebi Kova burcu insanı olmam. Neyse kışın çıkıp ayaklarımın altında karı hissede hissede, gıcır gıcır sesini duyarak yürümeyi çok severim. Üşümeyi, ellerimi ceplerimde ısıtmayı, yüzümün donmasını (varsın gelsin sinüzit ağrıları:), fotoğraf çekmeyi, hayvanları beslemeyi severim. Gündüz ayrı geceleri de yürürüm bazen. Gecenin sessizliğinde, hele ki karlı geceler daha da bir sessiz oluyor sokaklar, caddeler. Sonra eve dönüp pencerenin kenarında güzel bir kitap eşliğinde bir dilim portakal ile mis gibi tarçınlı sıcak şarap içmeyi de ihmal etmem doğrusu. 




Tabii tüm bu yazdıklarım sonbaharın ve kışın güzel romantik yüzü. Bunun bir de negatif yüzü var ki bu güzelliklerden sonra yazıp içinizi karartmak istemezdim ama hayat hep pozitif olmuyor maalesef. Bu havalarda en çok sokaklarda yatan evsizleri düşünürüm ben. Evlerinde ısınamayanları, işten eve dönmek için saatlerini kapalı yollarda geçirenleri, soğuktan aç biilaç titreyen hayvanları...İstanbul burası say say bitmez:( 

Doğuda ise kapalı yollarda doğuma yetişmek için şanslıysa ambulansta yolların açılmasını bekleyen anne adayları, hastalar, gecesini gündüzüne katıp kötü hava ve arazi koşullarında kapalı yolları açmaya çalışan insanlar, kardan kapanan yollardan dolayı ulaşılamayan köylerde yaşayan insanlar, buz gibi havada nöbet tutan askerler geçer gözümün önünden birer birer. Dua ederim onlar için. İşleri rast gitsin diye. 

Kış güzeldir, romantiktir ama zordur. 

Veeee anormal havaların insanı ben KIŞI ÖZLEDİM...







Erol Günaydın'ı Kaybettik

          Erol Günaydın'ı da kaybettik. 
        Türk tiyatrosundan bir yıldız daha kaydı. 
        Işıklar içinde uyu büyük usta...




"Artık kendimiz yoğuz...
Seyircilerimiz de kalmadı...
Ama repliklerimiz fısıldaşır dururlar sabaha kadar...
Gün ağırır, temizleyiciler gelir, replikler yerlerine kaçışır...
Perde...”


Batan Bu Köhne Şilep





Garson masa iyi manzarayı değiştir
Sırası mı mehtabın yıldız yağmurunun
Bu gece yalnızım onlar gelmeyecek
Sapa bir yerindeyim umutsuzluğumun
Hava soğuk olmalı ağaçlar bütün duman
Eğer bulabilirsen ölü bir kar getir
Beyazlığı kalın bir su gibi uzayan
Bu gece yalnızım onlar gelmeyecek
Batan bu köhne şilepte ne işleri var

Çünkü battım kasa boş ne para ne çek
Çünkü bütün telefonlar ısrarla alacaklı
Bu gece yalnızım onlar gelmeyecek
Hani o sarışın kirpikleri sırçalı
Yanağını viski bardağıyla serinleten
Sonra Nilay hani kafayı buldu mu ağlar
Cam yeşili Yasemin cıgara dumanı Nurşen
Batan bu şilepte ne işleri var

Garson masa iyi manzarayı değiştir
Büyük şimşek çakmalı gök gürültüsü filan
Şöyle dalları kıran şakırtılı bir yağmur
Köpek havlamaları bulut karanlığından
Zehir bulabilir misin çabucak öldürecek
Artık arsenik mi olur siyanür mü olur
Hangisi olursa olsun hepsi işime yarar
Yoksa bir tabanca bul bir avuç mermi getir
Bu gece yalnızım onlar gelmeyecek
Batan bu köhne şilepte ne işleri var

Attila İlhan

Çingeneler:)

Tamda okuduğum kitabın üzerine geldi bu müzik. 

"Çingeneler her zaman grup halinde, yüksek sesle konuşarak yürüyorlar. Bir yabancının onların inanışlarını ve geleneklerini anlaması mümkün değil. Dilleri Romanca bile bir gizem. Çingenelerin onları bir zamanlar köle olarak satan Macarlarla uzun ve çatışmalı bir ilişkileri var." diye devam ediyor.

Sanki kitabın satırları arasından çıkageldi çingenelerin bu ezgisi...Ben severim çingeneleri...Ayrı bir renktirler yaşamın içinde hatta rengarenktirler. 

Kitabın ismi mi? O daha sonra şimdilik sizi Parno Graszt- Cade shucar'la başbaşa bırakıyorum.

İyi eğlenceler:)




Eski kitap kokusuna dair


Kimyagerlere "Eski kitaplar neden bu kadar güzel kokar" diye soracak olursak,  bize hemen eski kitap kokusunun bileşimini söylerler:  “Çimen kokusu ile bir parça asidin karışımına eklenen küf kokusuyla birlikte hafifçe burna çalınan vanilya kokusu” . Oldukça şairane bir cevap olsa gerek, ancak gerçekten ne sebep oluyor bu kokuya?



Kitapların çoğu organik materyallerden yapılmadır: Kağıt, mürekkep, yapıştırıcı ve lifler. Tüm bu materyaller ışığa, ısıya, neme ve hatta birbirlerine karşı etkileşime girerler ve zaman içinde belli miktarda uçucu organik bileşimler ortaya çıkarırlar. Kitabın yapımında kullanılan materyaller ne kadar değişiklik gösterirse, ortaya çıkan bileşim de o denli farklı olacaktır. Yapılan bir araştırmada 72 kitaptan tam 15 bileşimin her defasında ortaya çıktığı görülmüş, bu bileşimlerin bozulmayı gerçekleştirdiklerine dair güvenilir bir kanıt oluşmuştur. Bu 15 bileşimden bazıları, asetik asit, benzaldehit, butanol, furfural, oktanal, metoksifeniloksim ve diğer komik isimli kimyasallardır.



Tabii ki kitapların o kendilerine özgü kokularının oluşmasında çevresel etmenler ve o kitabı okuyan kişinin yaşamı da etkili. Bu yüzden bazı kitaplar kahve yerine geçebilir; kimileri ise parfüm, çiçek veya hemen yanınıza kıvrılıp uyuyuvermiş bir kedi mesela...


Araştırmacılar, sadece kağıtlardan değil, kitapların kapakların kokularına da dikkat çekiyorlar. Hatta bu sebeple, kitapların ve diğer kağıt belgelerin yaşını ve durumunu belirleyebilmek için geliştirilen bir metot sayesinde, özel bir koku alma donanımı ile kütüphanelere, müzelere ve arşivlere çok daha sağlıklı bir koleksiyon ve saklama imkanı getirileceğinin de bilgisini veriyorlar.

İyi (k)okumalar!

SabitFikir'den alıntıdır...