DARISI BAŞIMIZA

'İyi niyetli kütüphane'

'İyi niyetli kütüphane'

Almanya'nın Köln kentindeki şehir parkında okuma alışkanlığını yaygınlaştırmak amacıyla oluşturulan ve geçen yıl “Fikir Ülkesi” ödülüne değer görülen kütüphanede ne kitapların, ne de okuyucuların kaydı tutuluyor.Her şey iyi niyet ve gönüllülük esasına dayanıyor.

Köln şehir parkındaki küçük, yeşil ahşap kulübede hizmet veren Mini Bibliothek (Mini Bib) yani küçük kulübe, Köln Şehir Kütüphanesi'nin bir şubesi. Okuma alışkanlığını yaygınlaştırmak için özgün bir proje olarak hayata geçirilen kütüphanede, ne kitaplar, ne de kitapları okumak için ödünç alanlar kaydediliyor. Okuyucu dilediği kitabı alıyor ve sadece kitabın ait olduğu kategoriye bir çizik atılıyor. İsim, adres ve benzeri bilgilere ihtiyaç yok.
Kitaplar; çocuk, edebiyat ve uzmanlık kitapları olmak üzere 3 kategoriye ayrılıyor. Kütüphaneye giren veya çıkan her kitap için ilgili kategorideki çizikler sayılabiliyor.

Mini Bib ile ilgili bilgi veren gönüllü kütüphaneci Karin Odening, önünde duran defterdeki çentikleri göstererek, günde 10 ile 30 kitabın ödünç alındığı bu küçük kütüphanede mevcut tek kayıt sisteminin nasıl işlediğini anlattı./_np/0499/16160499.jpg

Odening, “Aldığınız kitabı okumak için 2 haftanız var. Herhangi bir zorlama yok. Başka kitaplarla birlikte geri de getirebilirsiniz, bir daha uğramayabilirsiniz de... İyi niyet esas” diye konuştu.

Bu kütüphanenin türünün tek örneği olduğunu vurgulayan Odening, Köln Şehir Kütüphanesinin özellikle şehrin daha fakir ve eğitim bakımından daha geride kalmış bölgelerinde başka şubeler açmayı da planladığını söyledi.
İki yılı aşkın süredir haftanın 7 günü açık olan kütüphanede toplamda 20 gönüllü nöbetleşe çalışıyor. Gönüllülerin, profesyonel hayatlarında kitapla ilgili bir alanda çalışıyor olmaları da gerekmiyor. Odening için ise durum biraz farklı. O, yargıçlar, avukatlar ve savcılar için meslek kitapları basan bir yayınevinde çalışıyor.
 
Haberin devamını okumak için linki tıklayınız...

Yazarların kayıp eserleri

Bazı yazarların yayımlanan eserleri kadar çalındığı ya da kaybolduğu için yayımlanmayan eserleri de edebiyat tarihine geçti. Ama tabii kayıp olarak...

Hepsi dünya edebiyat tarihinde hatırı sayılır bir yere sahip. İnişli çıkışlı yaşadıkları hayatları yazın dünyalarını da etkiledi şüphesiz. Biz onları yayımlanan yapıtlarıyla tanıdık ve okurları olduk. Ama yazdıkları her yapıt yayımlanmadı. Kimi yarım kaldı, kimi öldükten sonra yakılmasını istedi, kimi elleriyle yaktı, kimi trende çaldırdı, kiminin yazdıkları da kayboldu gitti. İşte o yazarlardan bazıları ve onların tuhaf hikayeleri...


Kaleminin en güçlü döneminde yazmıştı

   

 Sylvia Plath’in tek romanı Sırça Fanus dışında başka bir roman yazmaya başladığına dair tek kanıt 1977’de Ted Hughes’tan gelmişti. Hughes, eski eşinin adı Double Exposure olması düşünülen başka bir roman için 130 sayfa civarı bir şeyler karaladığını ancak romanın 1970’lerde bir ara kaybolduğunu söylemişti. Edebiyatseverlerin karalar bağlamasının sebebi ise Plath’in Ariel kitabını oluşturan şiirleri de yazdığı dönem olması. Zira Plath kariyerinin en özgün örneklerini bu dönemde veriyordu.


Pustperest misin sen Gogol


Ömrü yettiğince ahlak ve din konularıyla mücadele eden Nikolay Gogol, başyapıtını da bu savaştan çıkarmıştı. Gogol, 19’uncu yüzyıl Rus edebiyatının çığır açan eserlerinden biri olarak kabul edilen Ölü Canlar'ın devamı niteliğinde bir roman daha yazmıştı. Ne var ki, edebiyatın putperestlik olduğunu telkin eden bir papazın sözlerini dinleyen Gogol, Ölü Canlar II metnini yaktı. Delirmenin eşiğine gelen Gogol 10 gün sonra hayatını kaybetti.




Yarım kalan roman

Hastalığı iyice ilerlemiş olan Jane Austen, ölümünden sonra ailesinin The Brothers (Kardeşler) adını verdiği son romanını tamamlayamadan hayatını kaybetti. Austen’ın hastalık ve evham üzerine yazdığı son eseri Aşk ve Gurur'un ününü gölgede bırakır mıydı, hiç bilemeyeceğiz.



Yazarların kayıp eserleri: Yazarların kayıp eserleri

Yüz yıldır kayıp olan beş yüz yıllık kitap bulundu


Dublin’deki Archbishop Marsh’s Library’den (Başpiskopos Marsh’ın Kütüphanesi) yüz yıldan uzun bir süre önce kaybolmuş olan beş yüz yıllık bir kitap, nihayet iade edildi. Yunan filozof ve doktor Galen‘in beş ciltlik eserinin bir parçası olan kitap, aslında 1701′den beri kütüphaneye aitti ve özgün koleksiyonunun bir parçasını oluşturuyordu. Kitabın neden ya da nasıl kaybolduğu bilinmiyor, fakat kütüphane yetkilisi Dr. McElligott’ın açıklamasına göre, bu kadar önemli bir tıbbi metin yüz yıl önce bile ciddi bir şekilde korunuyor olmalıydı.


Irish Times‘ın haberine göre, 17. yüzyılda yaşamış doktor Theodore Gulston’a ait olan kitap Dublin’deki bir eskiciden antika bir aynayla beraber 90 avroya alındıktan sonra geçtiğimiz cuma kütüphaneye teslim edilmiş. Dr. McElligott, kitabın, görür görmez değerini anlayan biri tarafından bulunmuş olmasının büyük bir şans olduğunu söylüyor. Adsız kahramanla ilgili olarak “Özellikle de her türlü ödülü reddetmesi çok etkileyiciydi — tek istediği doğru olanı yapmaktı,” diye de ekliyor. Ciltlerin en önemli özelliklerinden biri de Gulston’ın sayfaların kenarlarına notlar almış ve bazı bölümleri kâğıt parçaları ya da iğnelerle işaretlemiş olması. “Tarihçiler ve akademisyenler için bu altın tozu gibi,” diyor Dr. McElligott.



Türkiye’de de birçok nadir eser, değerini bilmeyen aileler tarafından sahaflara satılıyor. Fakat, Divânü Lûgâti’t-Türk‘ün (Türk Diyalektikleri Sözlüğü) durumunda olduğu gibi bazen sahaflar da ellerinin altında ne bulunduğundan habersiz olabiliyorlar. 11. yüzyılda Kaşgarlı Mahmud tarafından Araplara Türkçe öğretmek için hazırlanan sözlük, uzun yıllar yok olduğu düşünüldükten sonra, 1910 yılında Ali Emiri Efendi tarafından Burhan sahaftan 33 liraya alınmış, böylece dünya üzerindeki tek kopyasının tıpkıbasımı ve günümüz Türkçesine uyarlanmış yeni baskılarıyla tabiri caizse insanlığa yeniden kazandırılmıştır (Melville House aracılığıyla).

Sabit Fikir'den alınmıştır...

SİYAHLI KADIN

Avukat Arthur Kipps müvekkili Alice Drablow'un ölümü üzerine miras işlerini halletmek, Eel Marsh Malikanesini satmak için oğlunu ve dadısını evde bırakarak Londra dışında bir kasabaya gider. Kasabalıların misafirperver olmadığını ve kasabada istenmediğini anlar fakat işlerini bitirmek için hafta sonuna kadar kalmak zorundadır. Trende tanıştığı adamın yardımıyla gelgitlerlerin ortasında kalmış Eel Marsh malikanesine ulaşır. Burada bulduğu bir takım yazılarda Alice Drablow'un oğlunun zorla evlatlık verildiğini ve çocuğun bataklıkta öldüğünü öğrenir. Araştırmalarını ilerlettikçe malikanede yalnız olmadığının farkına varır. Siyahlı kadın ve çocuklar tarafından izlenmektedir.

Bu arada kasabada garip çocuk ölümleri meydana gelmeye başlar. Kipps Alice Drablow'un ve oğlunun trajik ölümü yanı sıra çocuk ölümlerini de araştırmaya başlar ve tüm yollar siyahlı kadına çıkar. Sonunda Kipps siyahlı kadının istediğini ona verir ama her şeyin bir bedeli vardır. Ve o bedeli filmin sonunda öder.


Siyahlı Kadın karanlık, gotik bir film. Beklenmedik anda ortaya çıkan hayaletleri, sallanan sandalyeleri, nerden geldiği bilinmeyen sesleri, kendi kendine çalışan oyuncakları, mezarları, ölüleri ile tipik bir korku filmi. Son zamanlarda seyrettiğim en güzel korku filmi diyebilirim. Bu arada manzaraları çok hoşuma gitti. Filmin geneli Essex bölgesinde Osea adasında çekilmiş. Filmin başrolü Arthur Kipps karakterini Daniel Radcliffe canlandırıyor ama bana göre biraz daha Harry Potter olarak kalsaymış daha iyi olurmuş:) Nedense bu rol onun üzerinde eğreti durmuş gibi geldi bana. Radcliffe'i Harry Potter olarak görmeye olarak alışmışım ki büyümesini kabullenemedim herhalde:)) Şaka bir yana eski bir kasabada, eski evlerin arasında geçen karanlık bir korku filmi seyretmek isterseniz kaçırmayın derim...

TATİANA ALEXIEVICH VE DİĞERLERİ… KAYBOLAN MOZAİKLER.


Beyoğlu’nun arka sokaklarındaki bir evin yüksek tavanlı geniş salonunda son notaların tınılarını bitirip ellerimizi eski piyanonun tuşlarından çektikten sonra “Bu günlük bu kadar, gelecek sefere yüz onbeş, yüz onaltı ve yüz onyedinci sayfaları çalışıp geliyorsun. Ölçülere dikkat et üç sekizlik vivace  (çabuk, canlı), üç dörtlük andante (orta hızda) ve iki dörtlük moderato (ağır)  çalınacak” dedi her zamanki gibi ‘r’ lerin üstüne bastıra bastıra, sert emir verir gibi konuşarak.
“Tamam, Bayan Tatiana” dedim. “Haftaya bu parçaları hazırlıyorum. Bu arada dikkatimi çekti bugün çok şık ve heyecanlısınız. Özel birini bekliyorsunuz herhalde?”
“Ahh evet birazdan bizim kızlar gelecek. Lina ve Anna. Sana daha önce onlardan bahsetmiştim değil mi? Hani şu balerin olanlar. Vaktin varsa otur da tanıştırayım seni onlarla”.
“Vaktim var ama rahatsız etmeyim sizleri”
“Hayıırrr. Rahatsız etmiş olmazsın, isterim onlarla tanışmanı. Bilirsin sen benim için diğer öğrencilerimden farklısın. “
“Tamam, kalıyorum o zaman”.
“Benim mutfakta biraz işim var. Votkaları hazırlayacağım, ha bir de semaveri.
Arkasından baktım, beyaz saçlarını topuz yapmış, ince, uzun boylu, buz mavisi gözlü Tatiana’nın. Daha dün gibi geldi bu eve ilk gelişim. Uzun süre ara verdiğim piyano derslerine tekrar başlamak istiyordum. Opera’da çalışan komşumuzdan yardım istemiştim.
“Bizim Tatuş var ders veren, bizden emekli, ben bir konuşayım haber veririm sana” demişti. Ertesi gün Tatiana’yla konuştum telefonunu bekliyor” diyerek hakkında fazla bilgi vermeden telefon numarasını yazdığı kâğıdı elime tutuşturdu.  Tatiana Alexievich 259…..
Numarayı çevirmemden bu yana iki yıl geçmişti.
“Daha önce piyano çalıştınız mı?”
“Evet”
“İyi o zaman”
“Derslerim kırk beş dakika sürer. Ücretimi her dersin sonunda alırım. Her hafta düzenli gelmelisiniz. Ders atlatan öğrencileri sevmem. Yarın saat üçte müsaidim.  Sizin içinde uygunsa görüşebiliriz. Gelirken daha önce çalıştığınız notaları yanınızda getirin lütfen”.
“Yarın saat üçte görüşmek üzere” diyerek bana hiç seçenek bırakmayan, tek taraflı, nefes almaksızın cümlelerin sıralandığı,  sınırları kesin çizgilerle belirlenmiş hızlı bir görüşmenin sonunda adresini vererek telefonu kapatmıştı. Kimine göre oldukça itici gelebilecek bu konuşma nedense hoşuma gitmişti. Beni hiç tanımamasına rağmen şartlarını hiç kıvırmadan önüme koymuş, kısacası bu iş disiplin ister, öyle lay lay lom işi değildir ona göre gel” demek istemişti.
Ertesi gün elimde notalar, Beyoğlu’ndan Tünel’e inen sokaklardan birinde, ferforje kapılı, beş katlı eski bir apartmanın önünde Tatiana yazan zile basıp içeri girdiğimde ilk önce eski evlere özgü nem kokusuyla sonra da sırasıyla ahşap camlı ikinci bir kapı, mermer merdivenler ve yıllara meydan okumuş bir asansörle karşılaştım. İki kişinin zor sığabileceği asansör gıcırdayarak üçüncü kata çıktı. Kapıyı çaldığımda çift kanatlı kapının arkasından gelen sesi yanıtlar yanıtlamaz kapı açıldı. Karşımda yaşlı ama dimdik duran, beyaz saçlı, uzun etek ve v yakalı kazak giymiş, babet ayakkabılı bir kadın duruyordu.
                                                           
“Merhaba ben Tatiana” dedi sıkıca, kendine güvenli bir şekilde elimi sıkarak. Aklıma bir yerlerde okumuş olduğum “tanışmalarda ilk otuz saniye” isimli makale gelmişti. Bu güne kadar otuz saniyede beni etkileyen kimse olmadığı için bunun bir geyikten ibaret olduğunu savunan ben Tatiana’yı gördükten sonra fikrimi tamamen değiştirmiştim.
“İşte bu” dedim içimden. Bu kadın piyanoyu tam anlamıyla öğrenmek isteyen bana öğretebilecek kişi, bundan başkası olamaz. O ana kadar hiçte kale almadığım bir teoriyi alt üst ederek bana bunun doğruluğunu bilmeden yüzüme çarpan bu kadın kim bilir ilerde önümde başka hangi yolları açacaktı.  
Ve aradan geçen iki yıl o andaki düşüncemin hiç de yanlış olmadığını gün gibi ortaya koydu. Belli ki bende onun istediği gibi bir öğrenci oldum. Hastalıktan kafamı kaldıramadığım,  sınavlardan sabahlara kadar ders çalıştığım ve piyanonun kapağını dahi açamadığım zamanlarda bile uykulu gözlerle, sürünerek de olsa mutlaka derslerine gittim. İşte bu yüzden bende onun için farklıydım.
Salondaki gümüşlüğün üzerindeki resimlerine baktım. Resital verirken, büyük bir bahçede ailesi ile objektife gülümserken, elinde içki bardağı bir resepsiyonda, anılar, anılar. Yavaşça mutfağa doğru gittim “Yardıma ihtiyacınız var mı Bayan Tatiana” diye sordum.
“Ah yok ben her şeyi hazırladım bir tek şu semaveri fişe takacağım o kadar. Bunların elektriklilerini çıkarmışlar. Bir öğrencim hediye etti. Biz Rusya’da bunu odun ateşiyle ısıtırdık.” dedi gülerek. Gümüş tepsiye yaydığı kenarları dantel işlenmiş beyaz keten örtünün üzerine dört tane votka bardağı yerleştirdi. “Smirnoff, çarın içkisi, bilirsin” dedi. “Eskiden votkaları annem yapardı. Bende biliyorum yapmasını ama uzun iş. Marketten almak daha kolay”. Mutfak tezgâhının diğer tarafına porselen çiçekli pasta tabaklarını, parlatılmış gümüş çatal ve bıçak takımını, gümüş sıvama tekniği ile yapılmış antika sayılabilecek zarflı bardakları ve beyaz ketenden kolalanmış peçeteleri hazırlamıştı.
“Pirochki yaptım” dedi. “Bilirmisin? Rus Böreği”. Bilmiyordum ama nedense bilmiyorum diyemediğim için sesimi çıkartmadım. “Bu da Pacha, piramit pasta. Çayla ikram edeceğim bunları. Umarım seversin” demeye kalmadan kapı çaldı. “Geldiler” dedi gözleri parlayarak. Belli ki bir iki arkadaşı ve öğrencilerinden başka gelen kimsesi olmadığı için her kapının çalışı onda ayrı bir heyecan yaratıyordu.
Kim tahmin edebilirdi ki dadılarla muhteşem bir köşkte büyümüş, piyano dersleri almış, kristal ve porselenlerle donatılmış koskoca masalarda kardeşleri, anne ve babasıyla yemekler yemiş, genç kızlığında davet edildiği balolarda valsler yapmış ve bu gecelerden birinde hayatının aşkıyla karşılaşmış, Rusya’nın uçsuz bucaksız topraklarının karla kaplandığı kış mevsiminde bir yerden bir yere atlı kızaklarla, kürkler içinde uçarcasına yolculuklar yapmış Tatiana Alexievich’in Beyoğlu’nun arka sokaklarından birinde yaşamını üç beş arkadaşının ve ders verdiği öğrencilerinin yolunu bekleyerek birçok vatandaşı gibi şaşalı hayatını sona erdiren, ülkesinden kaçmasına neden olan Rus devrimi sayesinde başından geçen onca olaya rağmen yine de dimdik hayata tutunmaya çalışacağını. Aynen böyle özetlemişti bitirdiğimiz bir dersin sonunda koskoca hayatını. O zaman anlamıştım geçmişinde yaşamanın günümüzdeki yaşantısından daha mutlu ettiğini onu. Ne zaman Rusya’dan ve evinden bahsetse gözleri buğulanır ve ağlamamak için zor tutardı kendini. Her zaman son cümlesi “neyse ki canımızı kurtarabildik” olurdu.
Kapıyı açtığında içeriye kendi yaşlarında iki yaşlı hanım girdi. Aralarında Rusça bir şeyler konuştular. Salona girdiklerinde Tatiana beni Anna ve Lina ile tanıştırdı. Bu tanışma faslı bana Tatiana ile ikinci ve üçüncü kez tanışıyormuşum gibi geldi. Aynı disiplin, aynı duruş, aynı konuşma tarzıyla seri üretim yapan fabrikanın ürünleri gibiydiler.
Anna çok şık Chanell döpiyesini inci kolye ile tamamlamış, Lina ise lacivert ceket pantolon takımının üstüne gözleriyle aynı renkte bir fular takmıştı. Yetmişli yaşlarını süren bu üç kadın zariflikte birbiriyle yarışıyordu.
Bolşevik devriminden sonra güz yaprakları gibi bir ülkeden diğerine savrulan birçok Rus gibi onların payına da İstanbul’da buluşmak düşmüştü. O gün neler anlatmadılar ki geçmiş yaşamları ile ilgili. Anna’nın  göl kenarında doğduğu, duvarlarında büyük portreler asılı, koridorlarında çocuk seslerinin çınladığı, oyun oynarken kayboldukları, sütunlu koskoca köşkü. Özel öğretmenlerden aldığı binicilik ve bale derslerini, aileleri geceleri davete gittiği zaman dadılarının tüm kardeşleri şömine ateşi karşısında toplayıp anlattığı masallarla süslenmiş mutlu çocukluk günlerini.
Lina’nın her pazar ailesi ile kiliseye gidişi, rahiplerin duvarlarda yankılanan sesleri, dönüşte aşçılarının içmeleri için hazırladıkları borsch çorbasını nasıl iştahla yediklerini, tüm gün kaynayan semaveri, içilen ev votkalarını, kızaklı atları, çan seslerini, ilk aşklarını hatta arkalarında bıraktıkları nişanlılarını.
Anlattıklarını dinledikçe kendimi Dostoyevski, Tolstoy, Gogol ya da Puşkin’in kitaplarının içindeymişim gibi hissediyordum. Yoksa Çehov mu?
Ufak bir farkla Tatiana’nın deyimiyle bizim kızların hikâyeleri hep aynı şekilde bitiyordu.
Bir gün uyandıklarında St. Petersburg’un ismi  Petrograd olarak değişmiş, 1917’de kanlı bir devrim dalga dalga yayılmaya başlamış, insanların evleri basılmış, kimileri tutuklanarak bilinmeyene götürülmüş, şanslı olup kaçabilenler yanlarına alabildikleri eşyaları ile trenler ve gemilerle yeni hayatlarına doğru endişeli bir yolculuğa çıkmışlardı. Lina, Tatiana ve Anna’nın aileleri kader birliği yaparcasına İstanbul Beyoğlu’nda bir araya gelmişlerdi. Diğerlerine göre daha şanslı sayılırlardı. Tatiana İstanbul Opera ve Balesinde yıllarca piyanist olarak çalışmış, Lina aynı yerde bir süre balerin daha sonra ise eğitmen olarak birçok eserin sahnelenmesinde balerin ve baletlere yardımcı olmuştu. Anna ise İstanbul’lu bir beyefendiye aşık olmuş, bu aşklarını mutlu bir izdivaçla tamamlamışlar, çok istemesine rağmen kendi çocuğu olmamış ama açtığı bale okulunda yüzlerce minik balerin yetiştirmişti.
Anıları eşliğinde onlarla birlikte içtiğim Smirnoff’un ve tavşankanı semaver çayının tadı sohbetleri gibi damağımda kalmıştı. Onlardan ayrıldıktan sonra İstanbul’un renkli mozaiğinin parçaları diye düşünmüştüm. O günden sonra bu yaşlı kızlarla bir daha karşılaşmadım. Önce Lina’nın, sonra da Anna’nın sonsuzluğa intikal ettiğini öğrendim.
Geçenlerde yine Tatiana’yı aradım. Uzun uzun çalan telefonu açan olmadı. Kim bilir diye geçirdim içimden, belki de kaybolan son mozaik Tatiana oldu içlerinde…
Yeşim Kuşçu Ermutlu
                                                                                              

NENNİ



Uyusun da büyüsün canlar nenni
Meydanı boş buldukta kırk harami
Bir yandan bir yana
Savrula kavrula
Yanyana
…Yana yaka
Kanlı sivas ilinde
Madımak otelinde
Alevlerin dilinde
Uyusun da büyüsün canlar nenni
***
Dandini dandini dastana
Mandalar girmiş vatana
Kov bostancı camızı
Yemesin aşımızı
Elele tutuşa
Dayana dayanışa
Uyansında büyüsün bebeler nenni
***
Diyen canların canına okundu
Tekbir getirildi kundaklar kondu
Bir yandan bir yana
Savrula kavrula
Yanyana
Yana yana
Kanlı sivas ilinde
Madımak otelinde
Alevlerin dilinde
Uyusun da büyüsün canlar nenni.

Can Yücel                                                                         


                                                                                                           
                                                                                                              

GECE, KİTAP VE KONÇERTO...


Sayfaları arasına sızdığım güzel bir kitap, ellerimi ısıtan sıcacık bir kahve, battaniye, salona dalga dalga yayılan Rodrigo'nun çello konçertosu...

Varolmanın dayanılmaz hafifliği bu olsa gerek...

Dışarıda geri dönmüş kış, buzzz gibi bir hava, çisil çisil yağan yağmur, gün ışıyıncaya kadar şehrin tüm çirkinliklerini örten pırıl pırıl ışıklar ve kitap ve müzik ve kahve, biraz da melankoli...

Şehrin üstüne yavaş yavaş çöken uyku...Ve rüyalar aleminin büyülü dünyasında kaybolmak...

Sararmış sayfaların arasından geceye süzülmek usulca, kimseyi uyandırmadan ve günü burada noktalamak yeni bir güne yeni umutlara, yeni bir günün öyküsünü yazıncaya kadar...

STONEHENGE KADİM TAŞLARININ 5000 YILLIK GİZEMİ



Stonehenge gündönümü törenlerine hazırlanırken arkeolog Nathaniel Chase on 17yy dan kalma malikanesindeki çalışma odasında kendi gibi arkeolog olan oğlu Gideon'a mektup yazıyordu. 

Ertesi gün Gideon Malta'daki kazı çalışmaları sırasında yaptığı telefon görüşmesi sonunda kafasında binbir düşünce ile ofisin duvarlarına boş gözlerle bakmaya başladı. Arayan polis memuru 'babanız ölmüş, kendini vurmuş' sözleri ile babasının intiharını haber veriyordu.  

Defin işlemleri ve soruşturma için İngiltere'ye dönen Gideon evde babasının ona bıraktığı bir takım defterleri ve video kasetleri bulmuştu. Defterler yalnızca babası ve kendisinin anlayacağı bir şifreyle yazılmış, videolarda ise bir aile sırrı açıklanmıştı. Bu arada evde çıkan yangın polisin araştırmayı daha da derinleştirmesine neden olmuştu.

İngiltere'nin tanınmış ailelerinden Jake Timberland bir partide tanıştığı Amerikalı Caitlyn ile kiraladıkları karavanla güzel bir kaç gün geçirmek ve gündönümü törenlerini izlemek üzere Stonehenge'e gelmişlerdi. Güzel başlayan gün  Caitlyn'in ağzını kapatarak kafasına bir başlık geçiren el tarafından kaçırılmasıyla kabusa dönmüştü.  

Elde örülmüş çuval bezinden başlıklı cüppe giymiş Büyük Usta, bekçiler, taşıyıcılar ve takipçilerle Stonehenge'in derinliklerinde gündönümü törenlerine hazırlık yaparken yüzyıllar öncesinin vahşi geleneklerini sürdürüyordu. Ölüm taşı üzerinde elleri kolları bağlanmış bir halde yatan gence 'Babalarımızın, analarımızın, koruyucularımızın ve yol göstericilerimizin adına, seni tüm dünyevi günahlarından arındırıyor ve seni kurban ederek cennetteki sonsuz yaşamına yapacağın yolculuğa ruhun arınmış bir şekilde uğurluyoruz.' diyerek elindeki taş baltayı başına indirdi.

Polis peşpeşe meydana gelen intihar, kaçırılma ve ölüm olaylarını çözmeye uğraşırken Gideon'da kendi yöntemleriyle babasının ölümünün altındaki sırra adım adım yaklaşıyor ve kendini bir anda taşlara tapan Kutsalların Takipçileri adlı gizli kalmış bir örgütün içinde buluyordu.

Gideon, polis memuru Megan'la birlikte bu insanların gerçekleştirdikleri gizli ayini durdurmaya çalışırken bir yandan da kurban durumuna düşmemeye çalışıyordu.

Kurban ritüelleri, gizli kalmış aile sırları, şifreleri, seri cinayetleri, yüzyıllar öncesine dayanan örgütüyle okuyucularını Stonehenge'in büyülü gündönümü törenlerine çekiyor. Soluk soluğa okuyacak bir kitap arıyorsanız Stonehenge'i tavsiye ederim. Kitabın tek eksi tarafı olmaması gereken imla yanlışları. Onlarada nazar boncuğu deyip geçelim artık.

Stonehenge'in bir başka özelliğide , bilimsel keşifler, adam kaçırma olayları, cinayet davaları ve benzer konular üzerine ödüllü belgeselleri bulunan Sam Christer tarafından yazılmış bir ilk roman olması.

İşte her zamanki gibi kitaptan ufak bir tadımlık;

"Çemberin geniş açıyla  yandan çekilmiş bir fotoğrafıydı bu, resimde görülen halinin şimdikiyle alakası yoktu, eskilerin onu tamamladıkları andaki hali olabilirdi bu ancak. Gideon resmi daha yakından inceledi. Devasa taşların üzerinde uzayıp giden solgun beyaz çizgiler, tam taşların üstüne denk gelen küçük beyaz noktalarla birleşiyordu. Gitgide baktığı şeyin ne olduğunu anlamaya başlamıştı. Yıldızlar ve takımyıldızları. Taşlar, gezegenlerin ve yıldızların hareketlerine göre hizalanmıştı. Harita ince çizgilerle dörde bölünmüştü. Küçük harflerle kuzey, güney, doğu ve batı yönleri belirtilmişti. Biri tepede diğeri en altta olmak üzere silik iki kelime daha vardı ve zorlukla seçilebiliyordu; yeryüzü. Cennet.

Gideon ürpermişti. Takipçilerin, Stonehenge'i hayatlarının odak noktası olduğuna inanmakla kalmadıkları apaçık ortadaydı. Bundan çok daha fazlası olduğuna inanıyorlardı. 

Yıldız zodyağının merkeziydi, hatta tüm evrenin merkeziydi."


 Stonehenge             Sam Christer         Sayfa 6 Yayınları      Funda Sezer çevirisi


DÜN BİR FİLM SEYRETTİM - MY HOUSE IN UMBRIA

                                                                                                                                  
Birbirlerini daha önce hiç görmemiş dört kişi. İtalya Umbria'da yaşayan görmüş geçirmiş İngiliz yazar Emily Delahunty, İngiliz ordusundan emekli general, Alman gazeteci Werner ile genç ve güzel tercüman sevgilisi, yanlarında ufak kızlarıyla Amerikalı bir aile aynı trene binerler. Kompartımanda birbirleriyle sohbet ederlerken inecekleri istasyona doğru ilerlerleyen trende aniden meydana gelen patlama hayatlarının dönüm noktası olur. Kimi sevdiklerini kaybetmiş, kimi de ağır yaralı olarak gözlerini hastanede açar.



Hastaneden çıktıktan sonra general, patlamada sevgilisini kaybeden Werner ve anne babasını kaybeden küçük Aimee, Emily'nin Umbria'daki evinde kalmaya başlarlar. Yaşadıkları travmayı üzerlerinden atmaya çalışırken birbirlerine destek olurlar. Yapılan araştırmada trenin terörist saldırıya uğradığı ve bombanın başka bir yere sevkiyatı sırasında yalnışlıkta trende patladığı saptanır. Şüphelilerin trende olduğu belirlenir ve polis bilgi almak için Emily'nin evine gidip gelmeye başlar.

Bu arada evin sakinleri günlük hayatlarına devam etmekte ve kazanın yaralarını sarmaya çalışmaktadırlar. Aimee kaza sırasında duyma yetisini kaybeder. Günleri çok resimler ve çevrede geziler yaparak geçirmektedir. Geceleri gördüğü kabuslaru ise onu kucaklayarak sakinleştirmeye çalışan Emily'nin sayesinde atlatmaya çalışmaktadır. Tam bu sırada Amerika'da yaşayan ama kızı hiç tanımayan amca ortaya çıkar. Aimee'yi yanına almak için Umbria'ya gelir. Bu soğuk, karıncaları inceleyen itici profesörden Aimee ve Emily hiç hoşlanmaz ama yapabilecekleri bir şey yoktur. Aimee ne kadar istemesede dönmek zorundadır. Emily bu dönüşün küçük kız için bir yıkım olacağını görmesine rağmen ona bir şey belli etmemeye çalışırken bir taraftan da göndermemenin yollarını arar. Ve Aimee ile aralarında şöyle bir konuşma geçer:

'Belki bir daha buraya hayatım boyunca gelemeyeceğim, umarım benim hikayemde senin romanlarındaki gibi mutlu sonla biter' der Aimee.

'Benim hayatıma bak...Fas'taki hayatım, buradaki hayatım. Hayat harika bir kitap okur gibi, bir sonraki bölümde ne olacağını bilemezsin' diye karşılık verir Emily küçük kıza.

Karısı istemediği için çocuğu olmayan amca da Aimee'yi almaya çokta gönüllü değildir. Sonunda Emily amcayla öyle bir konuşma yapar ki ertesi gün uyandığında amcanın Amerika'ya yalnız döndüğünü ve Aimee'nin kaldığını görür.



Aimee'nin hikayesi tam da istediği gibi Emily'nin romanlarındaki mutlu sonla noktalanırken Werner'in bir takım kişilerle tartıştığı görülür ve ertesi gün eve tekrar gelen polis Werner'in merkeze gelmesini ister. Genç gazeteci treni havaya uçurmaktan suçlanmaktadır. Tartıştığı kişilerin arabasına biner ve bir daha görünmez.

Eşsiz güzellikteki bahçede çiçeklerle uğraşırken General Emily'ye 'Carpe Diem' der. 'Carpe Diem, Günü yakala, hediyeyi kucakla ve hala şansın varken dünyadan zevk al'

Ve film biter...

Eğer görmediyseniz mutlaka görmenizi tavsiye ederim 'My House in Umbria'yı. Büyüleyici manzaralarla süslenmiş duygu yüklü bir film.



    'Bazen hepimizin hergün geçtikçe yazılan bir hikayede olduğumuzu düşünüyorum' My House in Umbria

HAYAT BİR ÇOCUĞA NASIL ANLATILMALI?

 
 
Annelik uzun zaman alan ve günün yirmi dört saati devam eden adı 'insan yetiştirmek' olan bir iş. Bir kere bilmelisin ki, zaman alacak. Neye zaman harcarsan onun karşılığını alırsın. İşine zaman harcarsan işinden, eşine zaman harcarsan eşinden, çocuğuna zaman ayırırsan da ondan karşılığını alırsın. Yapabiliyorsan gözyaşlarını tutmamasını öğret, acı çekmeden olgunlaşamayacağını...

Kıskanmamayı ö
ğret ona, arkadaşının başarısından mutlu olmayı, birlikte sevinçleri paylaşmayı, içinden 'neden ben değil de o?' demeden...

Kazanmaktan mutluluk duyup içine sindirmeyi, ama aynı zamanda kaybetmeyi öğrenmesini. Çünkü bir adım sonrasında görünüşte galip olanları gösterecek hayat ona. Her şeyin bir sonu olduğunu öğret. Sahip olduğu bütün değerlerin bir gün keyif vermeyebileceğini, kazanılan ve harcananın bir sonu olduğunu.

Gidilen yerlerin zamanla bıkkınlık verebileceğini, her şeyi tüketebileceğini, tüketemeyeceği tek şeyin bilgi olduğunu öğret.

Kitaplardan keyif almasını.

Ders çalışmak istemiyorsa zorlanmamasını , ama okumayı sevmesini öğret ona. Elbet er ya da geç alacaksın biliyorum, ama mümkün olduğunca geç al ona bilgisayarı.Ona kendisi ile kalacağı sakin zamanlar ver, sıkılmayı öğret ona,sıkılıp ta kendini yönlendirmeyi bulmasını.

Doğaya götür onu, hayvanlardan korkmaması gerektiğini öğret. Arıların bizi sokmasından çok, nasıl bal yaptığını anlat. Doğanın kendi içindeki gizemini bulmasına yardımcı ol, yağmurdan sonraki toprak kokusundan keyif almasını sağla.

 
 

Soğuk kış gecesinde ateş yakmayı öğret, belki büyüdüğünde bir gece sevgilisine ateş yakar ve belki binlerce yıldızın altında birbirlerine sarılırlar,bunu öğretmemiş diğer sevgililerin aksine...

Şartlar çok zor olsa da yalan söylememesi gerektiğini öğret ona.Kazandığı elli milyonun piyangodan çıkan beş yüz milyardan çok daha keyifli olduğunu öğret.Alın terine saygıyı öğret ona.

Aşk acısı çekmenin hiç âşık olmamaktan daha güzel bir duygu olduğunu öğret.Kendi doğruları üzerinden kimsenin onu yargılamasına izin vermemesi gerektiğini öğret,başkalarını da kendi doğruları üzerinden yargılamamayı. ...

Bunun başkalarını dinlememek olduğunu değil, söylenenleri kendi eleğinden geçirmesi gerektiğini öğret.

Kendi fikirlerine inanmanın güzelliklerini anlat.Hayatı sorgulamayı öğret ona...

Bilginin en büyük güç olduğunu öğret.Yapabilirse bunu en büyük fiyata satmasını, ama kalbini ve ruhunu kendisine saklaması gerektiğini öğret. Haklı olduğu konuda sonuna kadar diretmesini öğret ve haklıyken dik durmasını.

Günün birinde yaptıkları değil yapmadıkları için pişmanlık duyabileceğini öğret.

Basit yaşaması gerektiğini öğret ona, çay içmekten keyif almayı...
'İstemiyorum','hayır' demeyi öğret ona, istediğinde ise 'istiyorum' demeyi.

Sevdiğinde ise'seni seviyorum' diyebilmeyi öğret ona. Bir kot pantolon ve tişörtle üniversiteyi bitirmeyi öğret ona. Temiz kokmasını...

Sorgusuz sevmeyi...
El yazısı ile notlar yazmayı...
Lafı dolandırmamayı ....
Sevdiklerinin hiçbir zaman çantada keklik olmadığını, dostluğa yatırım yapması gerektiğini, kıymetini bilmeyenlerden uzaklaşmasını öğret ona. Müziği sevmesini, sporla barışık yaşamasını.

İşlerin hiçbir zaman bitmediğini söyle ona, en yoğun zamanda bile kendine vakit ayırması gerektiğini öğret... Ama en çok da kendini sevmesini öğret... Kendini sevmezse kimsenin onu sevmeyeceğini...

Kendine çiçek almazsa kimseden çiçek beklememesi gerektiğini...
Kendine özenli yemekler yapıp sofralar kurmazsa kimsenin onun için yemek hazırlamayacağını...

Hayatta her şeyden çok kendisinin önemli olduğunu öğret ona...!
 
( Anka Edebiyat-Edebiyat Vadisi'nden alıntı )
 

KADINLAR GÜNÜ

                              
Kadın haklarında halen gelişmiş ülkelerin çok gerisinde olan ülkemizle, çocuk yaştaki gelinlerimizle, başlık parasıyla satılan kızlarımızla, çocuk annelerimizle, dövülen, sömürülen, ayrılmak istediği için sokak ortasında kurşunlanan, bıçaklanarak öldürülen kadınlarımızla, en az kadın milletvekiline sahip olan Meclisimizle, okumak isteyipte okutulmayan kızlarımızla, ikinci sınıf vatandaş gözüyle bakılan, Kadının adı olmayan ülkemizde ne kadar olabilirse...

KADINLAR GÜNÜNÜZ KUTLU OLSUN!!!