Şehirden bir insan öyküsü

 

Gazeteleri karıştırırken rastladım ona. Elinde mumu, beyazlamış saçları, geçirdiği yılların  bıraktığı izlerle dolu yüzüyle gülümsemeye çalışarak poz vermişti kameraya.

İçimizden biri. Şehrin sokaklarını arşınlarken her an karşımıza çıkabilecek insanlardan biri. Bu şehrin insan öykülerinden biri...


Radikal'den Şenay Öztürk'ün haberini paylaşmak istedim yaşadığımız şehirden bir insan öyküsü olarak...

 

Belediye, sığındığı evin giriş kapısını kaynakla kapatmış; kentsel dönüşüm faaliyetleri, yol genişletme, yol değiştirme... Fakat Alev Ateş'e kimse oradan çık dememiş çünkü kağıt üstünde orada yaşayan kimse yok artık!

"Bir 'Alev' gibi yandım söndüm"
Alev Ateş, 64 yaşında.
Tarlabaşı Bulvarı’nda ışıklar bir bir sönerken yağmurlu bir günde tanıştım Alev’le. Ben durağının yeri kim bilir kaçıncı kez değiştirilen otobüsün peşinden koşuyordum, o ise ayakta zor duran bir apartmanın brandalar ve öteberiyle kapatılmaya çalışılmış uzaktan ancak kömürlük penceresi sanılabilecek girişine paslı bir merdiven dayamaya çalışıyordu. Belediye, sığındığı evin giriş kapısını kaynakla kapatmış; kentsel dönüşüm faaliyetleri, yol genişletme, yol değiştirme... Fakat Alev’e kimse oradan çık dememiş çünkü kağıt üstünde orada yaşayan kimse yok artık! En son kayıtlı kimseler de kim bilir ne kadar zaman olmuş orayı terk edeli... Birkaç kez daha gittim, etraftakilere, güvenlik görevlilerine sordum. Kimse böyle bir kadını ne görmüş ne de duymuştu, Alev adı gibi sanki sadece geceleri daha belirgin olan bir varlıktı artık benim için.
Fatih’te doğup büyümüş Alev. Annesi o üç yaşındayken, babası ise hemen ardından bir trafik kazasıyla yalnız bırakmışlar onu. Tek başına. Kardeşi yok. Ardından hatırladığı en net anı pavyonlar... Gerçek adını kendisi de unutmuş. Bitmek üzere olan muma bakarak “Alev Ateş” diye tekrarlıyor sahne adını. Boşluğa belki en çok bu kez yaklaştığını söylüyor. Yarın ne olacağına dair en ufak bir fikri yok. Çünkü hep sorgusuzca yaşamaya devam etmiş, boşluğu pek umursamamış halk müziği, potporiler ve aranjmanlar arasında. Derken aşık olduğu adamla evlenmiş; mahallenin berberi. İki çocukları olmuş. Sonra bir gün çocukları da alıp gitmiş “Tipi Orhan Gencebay gibiydi ama fena çok fena bir adamdı” dediği kocası. “Bıçaklara gelesice!” diye kapatıyor bu bahsi hızlıca, gözleri büyüyor, bakışları, nefes alış verişi değişiyor, astım ilacına uzanıyor.

“Burada her yol var”
“Sokaklar...” diye devam ediyor; okuyuculuk dediği şarkıcılık işini icra ettiği mekanların yakınındaki otellerde uzun süre kalmış. Yaşı ilerleyip işler kesatlaşınca hep uğradığı esnaf lokantasının sahibi ona bugünlerde kaldığı evi göstermiş. O bina ki yenileme projesi kapsamında boşaltılmış fakat hemen ardından elbette dolmuş yine defaatle, “işe çıkan kızlar”, “dayıları”, “serbest meslekten çocuklar” ile. Belki de bu toplumsal sınıflandırmalar, “daha büyük adamlar” yüzünden sığındıkları birer göz odalardan, saçak altlarından, merdiven boşluklarından, çatı katlarından çıkarılmak istediklerini söylüyor. Buna inanmak istiyor çünkü yaptıklarının sadece en insani ihtiyaçlarını karşılamaya çalışmak olduğunu söylüyor; “Bize yatacak yer lazım, aş lazım. Bu kadarcık” diyor. “Bunun için burada her yol vardır, yaşamak istiyorsan bu işler böyledir.” “Ama sen hep gel” diyor. “Evin yakın olsa ben sana gelirdim” diyor saçlarımı okşarayak, “Gel saçını tarayayım dağılmış gene, seni deli kız!” diyor. Saçlarımı tarıyor, yatağının kenarına sapladığı ve dışarı çıkarken taktığı küpelerinden takıyor bana da. “İşte şimdi kıza benzedin hadi çıkar şu gözlükleri de” diyor. Onun da gözleri bozuk ama hiçbir sosyal güvencesi yok. 64 yaşında Alev Ateş. Bir gün gözünü karartıp gittiği Darülaceze ise geri çevirmiş kendisini, kefil istemişler, “Ne kefili, ben kendime kefil olamam, şu halime bak!” diyor. Tam ağlamaklı oluyor, bir kelimemi bahane ederek gözlerinden yaşlar gelesiye gülüyor. İçten içe de o denli güçlü ki!

“Ara sıra su lazım”
Alev, tam olarak Tarlabaşı Bulvarı’nı gören, şu sıralar önünde bariyerler, demirler, tahtalar olan bina topluluğunda kaçak göçek yaşayan kimselerden sadece biri. Gündüzleri genelde uyuyor ya da sokaklardan topladığı satılabilir ne varsa onları satmak için etraftaki hurdacılara ve geri dönüşüm işlerine hepimizden fazla haiz olan kimselere gidiyor. Evden çok çıkmamaya çalışıyor mesela gece “büyük adamlar”dan astım ilacı için istediği para ertesi güne çıkmaya yetecekse hemen eve gelip kuytuya sakladığı (ki şimdilerde o da çalınmış) merdiveni dayayıp girmeye çalışıyor tek göz, emanet odasına. “Kiminden bir lira, kiminden on lira istiyorum, astım ilacı almam lazım, bulmaca çözüyorum beynimi yitirmemek için, gazete almam lazım, ekmek arası kuru yaş ne varsa onlardan almam lazım… Elektrik yok, mum lazım, ara sıra su lazım” diye anlatıyor bu durumu da.
Sokağa çıkıyoruz birlikte, ben çok görünmüyorum; “Her gün yaptığım bu, sen varsın diye vazgeçemem! Bugün var, yarın yoksun, herkes öyleydi ama bilemedim…” diyor. Yoldan geçen kimselerden bazen para alabiliyor, bazen alamıyor, küfür yiyor, azar işitiyor, daha fazla soru soran olursa daha fazla para istiyor, lüks otomobiller kırmızı ışıklarda durunca gözleri parlıyor fakat onlardan pek para çıkmıyor, böyle olunca kiminin camına tükürüyor, kimine ise küfrediyor… Kilometrelerce yürüyoruz gecenin karanlığında; Beyoğlu, Elmadağ, Harbiye, Kurtuluş… Aradığı çok net, kimden gelirse gelsin biraz para ya da para edebilecek herhangi bir şeyler; kağıt, teneke, plastik, yenebilecek bir şeyler, sıcak tutacak bir şeyler...

Akıllarda hep aynı soru...
Bugün yarın yıkılıp yerine yepyenileri dikilecek binalarda akla hayale gelmeyecek hikayeler var. Her kırık camın altında bir kırık anı. Ve burada kimsenin kimseye güveni yok, belki dışardan gelen benim gibi katalizörlerden başka. Ben ki bir garip yolcu, hep sığındıkları şarkılarındaki gibi… Zira her gün biri eksiliyor hayatlarından; dün gözleri neredeyse hiç görmediği halde hamile haliyle köşebaşında yatan Meczup Hülya, bugün Ökkeş amca, yarın Korsan Adnan… Ve akıllarda hep aynı soru, şiddetle, uyutmayacak kadar yüksek sesli; “Buralar ne zaman yıkılacak, kim gelecek, ne diyecek, bir sonraki sığınak neresi, yarın hangimiz yok olacağız?”

Gece

Okuduğum kitabı koltuğun üzerine bırakıp mutfağa kahve yapmaya gidiyorum. Çaydanlıktaki suyu ocağın üstüne koyup kaynamasını beklerken pencereden dışarıya bakıyorum. Karanlık ve ona eşlik eden puslu soğuk kaplamış ortalığı. Sokak lambaları aydınlatmaya çalışsa da nemli dar sokağı pek başarılı olamıyorlar bu konuda. Camı açtığımda önce soğuk çarpıyor yüzüme sonra is kokusu doluyor içeri. Işık huzmeleri ilerliyor cadde boyunca, kayboluyorlar karanlığın sonunda.

Sesler geliyor kulağıma, ellerine kabanının cebine sokmuş hızlı adımlarla yürüyen bir adamın ayak sesleri. Bir an önce gideceği yere varabilmek için koşarcasına dönüyor köşeyi. Uzaktan çok uzaktan bir ambulans sireni yetişiyor ayak seslerinin peşinden benimde acelem var dercesine. Peşinden bir araba geçiyor sokaktan, bir başkası cep telefonuyla konuşarak devam ediyor yoluna. Ne konuştuğu anlaşılmasa da sesi katları tırmana tırmana çıkıyor yukarıya. Bir uçak geçiyor, ses var görüntü yok. Bulutlar kaplamış gökyüzünü göstermiyorlar, saklıyorlar uçağı, yıldızları ve ayı.

Evlerden sarı, beyaz ışıklar süzülüyor dışarı. Kiminin perdeleri sonuna kadar açık, ekran tam görünmesede televizyonun ışığı görülüyor uzaktan. Kiminin perdeleri sıkı sıkıya kapalı. Kimi kapkaranlık, ışıksız, kimsesiz.

Daha uzaklara bakıyorum. Cadde boyunca ilerliyorum gözlerimle, ara sokaklara dalıyorum. Issızlık ve sessizlik çökmüş. 1945'lerden kalma casus filmlerinden bir sahne seyrediyor gibi oluyorum. Puslu bir hava, ıssız sokaklar. Başında şapkası, ağzında sigarası uzun paltolu yüzü görünmeyen adam eksik bu sahnede. Onuda ben yerleştiriyorum katran karası gecenin tam ortasına kendine eşlik eden gölgesiyle ve ikisinide orada bırakıp kaynayan suyu boca ediyorum kupanın içine.

Tekrar salona dönüyorum, kaldığım yerden devam ediyorum Prag Mezarlığının absent dumanlı çıkmaz sokağındaki eskicinin kalın toz tabakası kaplı vitrininden içeri bakmaya...

Yeşim Ermutlu

Gölgesizler


Hikaye muhtar seçimlerinin ertesi günü köyün sakinlerinden Çıngıl Nuri'nin karısının iki gözü iki çeşme Nuri'nin kaybolduğunu haber vermek için muhtarın kapısına dayanmasıyla başlıyor. Köy halkı Nuri'nin nereye gitmiş olabileceğini düşünürken ikinci bir kayıp haberi gelir muhtara. Bu kez kaybolan köyün genç kızlarından Güvercin'dir. O da Nuri gibi ardında hiç bir iz bırakmadan kaybolmuştur.

Güvercin'in ortadan yok olmasında, Cennet'in 'kaar neden yağaar kaaar' diye bağırarak, insanların korkarak kaçtıkları yılanlarla oyuncakmış gibi oynayan garip oğlundan kuşkulanırlar ve her fırsatta kızı nereye kaçırdın diyerek köşeye sıkıştırmaya çalışırlar.

Köydeki kayıplarla ilgili bilgi vermek ve yardım istemeye şehre giden muhtar ise dönene kadar köyü bekçiye emanet eder. Ve muhtar da kayıplara karışır. Hikaye kayıplarla devam ediyor ve süpriz bir sonla bitiyor.

'Cennet'in oğlu kendini kendi varlığında yok etmişken, gerçekten kadının dediği gibi bir kez daha yok olmuşsa durum kötüydü. Bu işin sonu yavaş yavaş köyün tamamen yok olmasına dek gidebilirdi. belki köy zaten yoktu da bunu kimse anlamıyordu henüz; köylülerin hepsi alışmıştı yokun varlığına...' yazıyor kitabın tanıtım yazısında.

Roman Hasan Ali Toptaş tarafından kaleme alınmış ve filmi yapılmış.

'Metinlerini varoluş ve yokoluş üzerine kurarak varoluşçuluğu taşraya taşımasıyla özgünlük kazanan, sade dilinden yükselen müzikle giderek hayatı yazıya, yazıyı ise büyülü bir hayata benzeten yazar' diye tanımlıyorlar Hasan Ali Toptaş'ı.

Bir büyülü gerçeklik daha...Tavsiye ederim:)

Gölgesizler                                 Hasan Ali Toptaş                          İletişim Yayınları


Yine De İyimserlik

Günaydın:)

Yeni yılın ilk gününe günaydın, yeni seneye günaydın, yeni umutlara günaydın, yeni mutluluklara günaydın, yeni hüzünlere günaydın, yeni güzelliklere ve yeni kötülüklere günaydın, geleceğe günaydın, bilinmeyene günaydın...

Yeni yılın bu ilk sayfasına Nazım Hikmet'in çok sevdiğim bir şiiri ile başlamak istedim "Yine de iyimserlik"
Her şeye rağmen iyimserlik...Bazen karamsarlığa düşüp, ruhumun karalara büründüğü, gelecekten ümidimi kestiğim zamanlarda bile yin yang felsefesinde olduğu gibi her kötülüğün içinde bir iyilik vardır diye iyimserlikle düşünmeye çalışırımki her şey iyi olsun. Dönüşüm yaşansın. Safça olduğunu bile bile tür Pollyanna'cılık oynarım kendi kendime içim açılsın, ruhumdaki kara bulutlar dağılsın diye. Bazen amacına ulaşan bazende ulaşamayan bir tür terapi. Ve güzel şeyler seyretmeye, okumaya çalışırım Nazım'ın şiirindeki gibi sonu tatlıya bağlanan, iyi biten...

İşte Nazım Hikmet'in sihirli kaleminden çıkan mısralar...Yine de iyimserlik


kardeşim
sonu tatlıya bağlanan kitaplar yollayın bana
uçak sağ salim inebilsin meydana
doktor gülerek çıksın ameliyattan
kör çocuğun açılsın gözleri
delikanlı kurtarılsın kurşuna dizilirken
birbirine kavuşsun yavuklular
düğün dernek yapılsın hem de
susuzluk da suya kavuşsun
ekmek de hürriyete
kardeşim
sonu tatlıya bağlanan kitaplar yollayın bana
onların dediği çıkacak
eninde de sonunda da...


Nazım Hikmet Ran

Sevgi ve mutlulukla kalın:)








YENİ YILIN HERKESE SAĞLIK, MUTLULUK, HUZUR, BAŞARI VE BEREKET GETİRMESİ DİLEĞİ İLE....

MUTLU YILLAR:)




                                                                                                         

Geçen yıl neler yaptınız?


 
 
 
İyi Düşünün Bu yılınızı iyi geçirdiniz mi?
Sağlıklı olduğunuz için hiç sevindiniz mi?
Bu yıl hiç gün ışığı ile uyandınız mı?
Kaç kez güneşin doğuşunu izlediniz?
Bir neden yokken kaç kişiye hediye aldınız?
... Kaç sabah yolda bir kediyi okşadınız?
Bu yıl yeni doğmuş bir bebek parmağınızı sıkıca tuttu mu hiç?
Ve siz onu hiç kokladınız mı?
Yaz gecelerinde ne çok yıldız olduğuna hiç şaşırdınız mı?
Kendinize bu yıl kaç oyuncak aldınız?
Kaç kez gözlerinizden yaş gelinceye kadar güldünüz?
Yaşlı bir ağaca sarıldınız mı bu yıl?
Çimlere uzandığınız oldu mu?
Çocukluğunuzdan kalan bir şarkıyı söylediniz mi hiç?
Hiç suda taş kaydırdınız mı bu yıl?
Kaç kez kuşlara yem attınız?
Bir çiçeği dalındayken kokladınız mı?
Bu yıl kaç kez gökkuşağı gördünüz?
Ya da hediye alan bir çocuğun gözlerindeki ışığı?
Kaç kez mektup aldınız bu yıl?
Eski bir dostunuzu aradınız mı hiç?
Kimseyle barıştınız mı bu yıl?
Aslında mutlu olduğunuzu kaç kez farkettiniz bu yıl?
İyi bir yılın, bunlar gibi birçok "küçük şeye"e
Bağlı olduğunu hiç düşündünüz mü bu yıl?
Yayılın çimenlerin üzerine..... acele edin....
Er veya geç... çimenler yayılacak üzerinize...
Mutlu Yıllar!!!
 
-Alıntı-

Artık gidebilirsin...2011


 
 
 
 
Bu yıl, kendin için çok şey yap;
Bembeyaz bir sayfaya geç, al kalemi eline, her istediğini yaz..
Çekinme! “Olmaz ki” diye düşünme.. Sen yaz..
... Sonra her gün o sayfaya yeniden bak.. Olan isteklerinin yanına yıldız koy..
Sevdiklerinin ellerini, yüreklerini sımsıkı tut,
Yalnızsan, saltanatını sür ama 2’nin, 1’den daha zengin olduğunu unutma!
Gözündeki yaşları sil, çünkü yaşlı gözlerle geleceği göremezsin…
Dostlarına zaman ayır!
Belki kırgınlıklarını unutmayacaksın ama affetmeyi dene…
Sağlığına dikkat et!
Doğa’nın keyfini çıkart…
Kızılderililerin dediği gibi, “izin verme düne, taşmasın bugüne”…
Ve, arada nefeslen, nefeslen ki, ruhun sana yetişsin…
Ben kendi adıma şunları da ekliyorum beyaz sayfama;
Sevgili 2012, öncelikle insanoğlu bu yıl “insan” olduğunu hatırlasın..
Barış ve özgürlük kelimeleri anlamlarını bulsun.
Ayrımcılık, ırkçılık, ölümler son bulsun.
Adalet, adil olsun..
Hırslar, insan olmanın önüne geçmesin..
Ailem, yavrum, dostlarım sağlıklı, başarılı ve mutlu olsun. .
Yarınım bugünümü aratmasın…
Bi de… .. anladınız siz onu ☺
Hepinize mutlu, güzel bir yıl dilerim.
 
-Alıntı-
 
 
 

Noel Baba Ve Türkiye




Noel Baba, dünyadaki bir çok çocuğun yılbaşı yaklaşırken mektup yazıp hediyeler istedikleri sevimli koca göbekli, beyaz sakallı, kırmızı giysili Santa Claus'ı. Hediyeler ve istekler mektupla bildirildikten sonra heyecanlı bir bekleme dönemine girilir. Acaba ne zaman ve nereden gelecek?

Ve beklenen gün geldiğinde Noel Baba ren geyiklerini çektiği uçan kızağı ile evlerin üzerinden dolaşarak istedikleri hediyeleri bacalardan evlerin içine atar. Teşekkürler Noel Baba:)

Hiç bir zaman gerçeği ile karşılaşamazlar, hayaldir Noel Baba çocuklar için ama yine de güzeldir ve özeldir. Onların geniş hayal dünyasının renkli bir karakteridir taa kii büyüyüp gerçeği öğrendikleri güne kadar.

Çocukların sevgisini kazanmış bu topraklarda doğmuş, yaşamış ve ölmüş tatlı ihtiyarcığı yıllardır yabancılar sahiplenmekte ve üstünden çok güzel gelir elde etmektedirler. İşin maddi yanı bir yana bir de manevi yanı var. Noel Baba'ya aslında en çok bizlerin sahip çıkması gerekirken kaptırıverdiğimiz değerlerden biri olduğunu düşünmüşümdür her zaman. Madem bizim topraklarımızda yaşadı (isteyen aksini söyleyebilir ama) Noel Baba bizimdir:). Nasıl ağaç süsleme geleneği eski Türklerden çıkmışsa Noel Baba'da bu topraklardan çıkmıştır...

Santa Claus, Ayanikola nam-ı değer Noel Baba 4yy'da Lykia Myra'da (Antalya - Demre) yaşamış ve bugüne kadar yaşatılan efsanevi bir azizdir. O dönemde çocukların ve denizcilerin azizi olarak kabul edilmiştir. Ölümünden sonra Myra'da gömülmüş ve kemiklerinin bir kısmı İtalya Bari'ye kaçırılmıştır.

Vee sonunda Noel Baba'ya sahip çıkmaya karar verilmiş ve ABD'de Türkiye reklamlarında kullanılmaya başlanmış. Darısı diğer ülkelerdeki tanıtımların başına...

Bu konuyla ilgili haberi okumak isterseniz linki tıklayınız...

İçinizdeki çocuğu hiç öldürmemeniz ve Noel Baba'dan istediğiniz tüm hediyelerin gerçekleşmesi dileği ile:)


Suyun öte yanından Anadolu motifleri

Suyun öte yanından Anadolu motifleri

Yunan ressam Georgios Maroudas’un Rahmi M. Koç Müzesi’nde açılan sergisine verdiği ‘Büyüleyici Bir Gerçeklik’ adı, hem sanatçının tutkun olduğu kilimleri nitelerken kullandığı bir ifade hem de Maroudas’ın resimlerini yakından gören gözlerin eserler için yorumu.

Zira, sanatçının Anadolu motiflerini resmettiği eserlerini ‘gerçek’ten ayırt edebilmek büyük mesele. Rahmi Koç’un Midilli Adası’nda keşfettiği Georgios Maroudas’la kilimlerle tanışmasıyla başlayan göçebe bir sanatçıya dönüşme hikâyesini konuştuk.
Kendinizi natürmorda meraklı sürrealist bir ressam olarak niteliyorsunuz. Peki, kilimlerle tanıştıktan sonra resminiz nasıl bir dönüşüme uğradı?- Bu kavramları sanatta ayrımlar yapabilmek için kullanıyoruz. Kendi sanatımı açıklarken kullandığım ifade ise, akademik gerçekçilik. Çünkü temelimi akademiye dayandırıyor ve objeleri resmederken buna dikkat etmeye çalışıyorum. Daha önceleri natürmort çalışırdım. Yine bir masa ve masa üzerinde bir örtü olurdu eserlerimde. O zamanlar masa örtüsü ve masanın düz bir görüntü olmasına dikkat ediyordum. Üstelik bu teknik, işimi de kolaylaştırıyordu. Şimdi de natürmort resimler yapıyorum. Ancak bu kez masanın üzerine dokusu olan bir örtü, yani kilim koyuyorum. Yakın zamana ait resimlerde, tam tersi söz konusu. Kilimler ilginç olan, etraftakiler ise dekoratiftir. 
Bu merak nereden geliyor?- Kilimlerle ilk başta dokuları sebebiyle ve sadece zorlayıcı bir çalışma resmetmek için ilgileniyordum. Ama ne zaman ki bir kilime dokundum, onun yarattığı his bende merak doğurdu ve zamanla bir tutku halini aldı. Ondan sonra Türkiye’yi dolaşarak kilim aramaya başladım. Hakkında öğrendiklerim kilime olan tutkumu daha da artırdı. Türkiye halkının da bilmesi gereken bir şey var ki, dünyanın hiçbir yerinde böyle kuvvetli bir miras yok. Yeni jenerasyonlar sentetik ipliklerden yapılan halılara aşina. Halbuki hiçbirisi bir Kapadokya kiliminin dokusuna sahip olamaz. Dünyanın her tarafında bu kilimlerden zevk alıp, onları toplayan insanlar var. Bu miras yalnızca Anadolu topraklarına özgü. Bunun iki sonucu var. Bir sürü koleksiyonluk parça yurtdışına, yani toprağından uzağa götürülüyor. Öte yandan, kim bir kilim alıp ülkesine götürdüyse onu saklıyor. Yani, kilimler korunmuş oluyor.
GÖÇEBE KADINLAR SAYESİNDE OLGUNLAŞTIM
Kilimler sizin için neden büyüleyici?- Bundan iki yüz sene öncesine gidelim mesela... İnsanlar çok zor koşullarda yaşıyor. Biz, Anadolu dağlarının birinde yaşayan bir kadın düşünelim. Bakması gereken çocukları, yapması gereken pek çok ev işi var. Ama o bir taraftan da dokuma tezgahında çalışıyor. Yaşantısını o kilime dokuyor aslında. Ortaya çıkan işin etkileyiciliğine ve bugün bir sanat eseri olarak değerlendiriliyor olmasına şaşmamak lazım aslında. Ben kilim resimleri çizmeye başladığımda ise, bende en derin saygıyı o göçebe kadınlar kazandı. Muhakkak beni renkler, dakiklik ve sabır konularında bir sanatçı olarak olgunlaştırdılar.
Aşık birinin heyecanıyla anlatıyorsunuz... İlk ne zaman göz göze geldiniz?- Kesinlikle! İlk görüşte aşktı bu. İkinci kez düşünmeme bile gerek kalmayan bir karşılaşmaydı. Bundan 50 ya da 60 yıl kadar önce halı toplayan kişilere aldıkları halılar, kilimlere sarılarak verilirdi. Halıyı kaplamaya yetecek kadar büyük kağıt nereden bulunacak tabii. Bu kadar değerli bir parçanın halıcının gözündeki kıymetsizliği bana çok çarpıcı geldi. Kilimleri incelerken benim için yeni bir dünya açıldı. Tabii ilk kez kilim koleksiyonu yapmaya başladığımda; semboller, tasarımlar, orijinler ve yaşları hakkında hiçbir fikrim yoktu. İçgüdüsel olarak alışveriş yapıyor, kitaplarda gördüklerimi hatırlamaya çalışıyordum. Çabuk öğrenirim ve doğru  kitapları alma ile doğru zamanda doğru yerde bulunma konusunda şanslıydım.

Haberin devamını okumak için linki tıklayınız...

BİR CUMARTESİ GECESİ YALNIZLIĞI






 Atilla Birkiye'den...

Yüzünüzdeki gizemin ardına dokunmak
                                                         olanaklı mı?
Kötü bir rüya, yalnızlık
Yarım kalmış kitapları bitirdim
Tozlanmışlardı
Bir trompet eşliğinde
Gizeminin ardına düştüm
Cazın ritmi yüzünü belleğimden silemedi.

Arkamı döndüğümde, sır olup yitivermiştin

Kapının önü bir cumartesi gecesi yalnızlığı
Kapının önünü bir lamba aydınlatıyor
Kapının önünde yalnızca ayak izlerin
Kapının önündeki söylenmemiş bir çift söz

Gecenin karanlığı yüzünü belleğimden
                                                         silemedi.


American Horror Story

TV ve dizi seyretmeyen ben bu aralar bir diziye fena halde takmış durumdayım. Tesadüfen tanıtımını gördüm, hadi bu akşam uyuyakalmazsam seyrederim belki diye işaretlediğim günden beri benden hiç beklenmeyecek bir şekilde dizinin müdavimi oldum.  Genelde dizi özürlüyümdür. Gününü kaçırırım, sıkılırım bir şekilde bırakırım devamını getirmem. Hele ki bölümler birbirini takip ediyorsa hiç katlanamam. En son izlediğim dizi Avrupa Yakası idi, onunda son bölümlerini izlememiştim. 

American Horror Story'yi görünce tekrar dizi izlemeye başladım. Film üç kişilik Harmon ailesinin Boston'dan Los Angeles'a yerleşmesiyle başlıyor. Vivien psikiyatrist olan kocasını  bir kadınla yakaladıktan sonra olanları geride bırakıp yeni bir hayata başlamak için kızları Violet ile Los Angeles'ta benzerlerinden oldukça ucuza aldıkları eve taşınırlar. Evin ucuzluğu daha önceki sahiplerinin ölümü ve evde meydana gelen paranormal olaylardan kaynaklanıyor.

Evden çıkmayan garip komşular, bir görünüp bir kaybolan koşuşturup duran çocuklar, Ben'in hastaları, evin yaşlı ? hizmetcisi, Vivien'in beklediği bebeği, aile ilişkileri, hayaletler, gizemler, paranormal olaylarla örülmüş bir senaryo.

Oyunculara gelince evin babası Ben'i Dylan Mc Dermott canlandırıyor. Anne Vivien'i Connie Britton, kızları Violet'i ise Taissa Farmiga. Gizemli komşuları Costance rolünü ise benim sevdiğim oyunculardan Jessica Lange canlandırıyor.

Seyretmek isterseniz dizi FX kanalında yayınlanıyor. Bu türden hoşlanıyorsanız iyi seyirler:)