YAŞASIN OKULLAR AÇILDI:)

Daha dün annemizin kollarında yaşarken
Çicekli bahçemizin yollarında yürürken
Şimdi okullu olduk,
Sınıfları doldurduk....

Evet bugün okullar açıldı. Okul açıldığı gün servisin arkasından şampanya patlatacağım demiştim kendi kendime, yapmadım tabii ama ne yalan söyleyim çocuklardan çok dört gözle ben bekledim servisi. Eminim bu söylediklerim bir çok veli için de geçerlidir.

Tatilden döndükten sonra şehir hayatı zor geldi tabii çocuklara da. Bu şehir çocuklar ve yaşlılar için yaşanacak yer olmaktan çıkmış durumda. Her ne kadar günleri onların emir ve telakkilerine göre ayarlamaya çalıştıysak da yetmedi tabii. Sonunda onlarda bende okulu özlemeye başladık veeee büyük gün geldi çattı.

Bir gece önceden herşeylerini hazırlamalarına rağmen sabah kalkıp yine bir şeyler aradılar:). Sonunda formalarını giyip, bir eşşek yükü kitapla dolu çantalarını sırtlayıp (taşıyamadıklarını biz arkalarından yetiştirdik) servise binip okulun yolunu tuttular. Törenden sonra sınıflara dağılıp öğretmenlerine ve arkadaşlarına kavuştular. Akşam üstü mutlu bir yorgunlukla yaşasın bugün ödev yok diyerek ağızları kulaklarında eve geldiler. İlk günü bitirip kendi deyimleriyle '-1 geriye kaldı 259 gün' diye geriye saymaya başladılar.

Bir çoğumuzun evinde aynı sahneler yaşandı bugün. İlk okula başlamanın heyecanını yaşayan, anne babasının elinde okul yolunu tutan minikler, arkadaşlarına ve okuluna kavuşma heyecanını yaşayan büyükler.

Hepsine can-ı gönülden başarılı bir yıl geçirmelerini diliyorum. Tabii öğretmenlerine de sabırlar ihsan eyliyorum:)


                                                                        

CADDELERDE YAĞMUR:)

Su sıçratana ceza geliyor

Trafiğe AB normları geliyor: Yol kenarlarına dikkati dağıtan reklamlar asılamayacak, trafik güvenliğinde yayalar da en az sürücüler kadar sorumlu olacak.

HÜKÜMET, “Karayolu Trafiği Konvansiyonu Avrupa Anlaşmasına Katılıma Dair Tasarı”yı TBMM’ye sevk etti. Bir kısmı Türkiye’nin trafik yasalarında var olan ama yaptırım uygulanmayan birçok ihlale AB normlarıyla uluslararası güvence gelecek. Buna göre, yol kenarlarına dikkati dağıtan reklamlar asılamayacak, trafik güvenliğinde yayalar da en az sürücüler kadar sorumlu olacak. Haberin devamını okumak için aşağıdaki linki tıklayınız:)
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/18759890.asp

Sabah sabah hiç gülesim yoktu ama bu haberi görünce vayyyyy beee diyerek bastım kahkahayı. Türkiye'de araçlar yayaların üzerine su sıçratamayacak ve eğer kazara:)))) sıçratırlarsa ceza yiyecekler. Yok canım biz daha o kadar medeni değiliz ki. İstedikleri kadar AB zoruyla kanun çıkartsınlar insanları eğitmedikce çıkarttıkları kanunlarda trafik polislerinin devriye sırasında yakalayabildikleri araçlara kestikleri cezayla sınırlı kalıyor. Görev süreleri bittikten sonra yoldan hız sınırını aşan, hatta kamera olmayan yerlerde yaya ya çarpıp kaçan araçları kim yakalayıp ceza verebiliyor??? Çok nadir ya da hiç bir zaman. Hasbel kader geçtiğiniz yolda bir trafik trafik polisi varsa ve siz bir hata yaptıysanız yakalanıp ceza yiyorsunuz. Aynı yolda dönüşte 50 kişi aynı hatayı yapıyor ama trafik polisi yoksa onlar kurtuluyor. Sizde elinizde ceza makbuzuyla onlara baka kalıyorsunuz. Piyango bana çattı diye. İşte böyle bir ülke Türkiye.

Geçenlerde yine bir kanun çıktı hayvana çarpan en yakın veterinere görecek diye ve ben aynen şunu yazmıştım insana çarpan kaçarken hayvana çarpan veterine mi götürür hayal kurmayın diye? Sonuç mu?
Hepimizin bildiği gibi caddeler, sokaklar, şehirlerarası yollar kazaya kurban gitmiş hayvan leşleri ile dolu. Kanun bire bir uygulanmış:)

AB ülkelerinde trafik kanunları son derece net ve cezaları çok ağır buna karşılık insanı bilinçli. Geçen yıl kasım ayında Londra'da bardaktan boşanırca yağan yağmurun altında yürüken, sürücüler cadde kenarlarında biriken sulara (bizde ki kadar rezillik olmasa da oralarda oluyor) girmemek için özel gayret sarfettiklerini, girmek zorunda kalanlarında tamamen yavaşlayıp insanlara su sıçratmayacak şekilde geçtiklerini görmüştüm. Aynı olayı Çek Cumhuriyet'i ve diğer ülkelerde de fark etmiştim. Yıllardır araba kullanan bir insan olarak yayaların üstüne su sıçratma olayının kanuni değil insani bir hareket olduğuna inanmışımdır. Ben insanların üzerine su sıçratmamak için yavaşlarken arkamdan kornaya asılan öküzlere de insanlık öğrenemedikleri için her zaman acımışımdır ya da anlayacakları şekilde camı açıp küfürü basmışımdır. 

Sonuç AB kanunları çıkararak medeniyete ulaşılamıyor. Kanunu çıkar kenara koy, yakalayabildiğine ceza yaz yakalayamadığın bildiğini okumaya devam etsin. Herşeyden önce insanını eğit, bilinçlendir sonra kanun koy.
Belki o zaman kanuna bile gerek kalmaz...

Kanun çıkmış ama eğer benim gibi yağmurun altında yürümeyi seven bir insansanız siz yine de kendi tedbirinizi alıp kaldırımın en dibinden yürüyün ve sağlıcakla kalın:)

YA ŞUNDADIR YA BUNDA:)

          

Bir haftadır ya şundadır ya bunda diyerek dolaşıyorum evin içinde (evde olduğum zamanlarda tabii). Gidip gelip sayfalarını karıştırıyorum. Oturup içlerinden bir kaç sayfa okuyorum ve dördünüde öyle merak ediyorum ki hangisine öncelik vereceğime karar veremiyorum. Birini seçsem öbürüne haksızlık yapacakmışım gibi geliyor. Acaba bu durumun psikolojideki açıklaması nedir? Sonucun benim açımdan pek parlak olamayacağını tahmin edebildiğim için açıklamayı duymaktanda korkuyorum doğrusu.

Yine yaptım yapacağımı, duramadım daha elimdekini bitirmeden kitap aldım. Hemde bir tane değil dört tane. Bu gazetelerin kitap ekleri var ya işte onları dava etmeyi düşünüyorum. Onları okudukça soluğu kitapçılarda alıp ve tabii yalnızca ekte okuduğumla kalmayıp şekilde görüldüğü gibi o ve diğerlerinide alıp geliyorum. Sonrada ya şundadır ya bunda:)

Neyse sonunda karar verdim ve Oscar goes to Alexander McCall Smith'in İskoçya Sokağı 44 Numara oldu:)

Aslında Radikal'ın kitap ekinde aynı yazarın 'Kahve Öyküleri' adlı kitabını görmüştüm. Ama kitabı inceleyince İskoçya Sokağı 44 Numara'nın devamı olduğunu görünce tabii bunuda almak zorunda kaldım ki iyi ki almışım. Kitabın önsözünde 'Her biri Edinburgh'da yaşarken karşılaştığım insan tiplerini yansıtan bu karakterleri yaratırken çok keyif aldım. Bu şehirdeki hayatın tek bir kesiti bu belki ama eğlenceli olabilen bir kesit. Bu kitapdaki insanların bazıları gerçek ve metinde kendi isimleri ile yer alıyor' diye yazıyor McCall Smith.

İlk 100 sayfasını okudum bile. Okuduğum yere kadar günlük hayatta karşılaşabileceğiz karakterler ve olaylarla abartısız yazılmış bir roman. Bende bu kitabın karakterlerinden biri olabilirim diyeceğiniz türden.
Hele 5 yaşındaki Bertie ve annesi Irene'in ilişkisi...Bugün günümüzde proje çocuk yaratmak isteyen yüzlerce anneden biri Irene. Hırslı ve zaman zaman bu yüzden komik duruma düşen.
Üniversiteden mezun olduktan sonra hayatına ara veren Pat, ev arkadaşı Bruce, resim galerisi sahibi Matthew, Koca Lou, Pat'in komşusu orta yaşlı Domenica ve diğerleri ilk 100 sayfada karşıma çıkan karakterler oldu...Devamı kitabın sonunda:)

Sizde benim gibi kitap kurtlarındansanız ve bu kitabı okumak isterseniz;

İskoçya Sokağı 44 Numara    Alexander McCall Smith   Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

PERA'DAN BEYOĞLU'NA

                                                            


Jak Deleon ve Nur Akın...Bu iki yazarı çoğunuz bilirsiniz. Ortak özellikleri Pera - Beyoğlu ile kitaplar yazmaları.

Jak Deleon'un ki, artık malesef kitaplarını okuyamayacağız, Beyoğlu'nda Beyaz Ruslar'ını , Nur Akın'ın ise 19.yy İkinci Yarısında Galata ve Pera isimli kitaplarını her karıştırdığımda hayallere dalar, Pera'nın o şaşalı günlerini gözümün önüne getirmeye çalışırım.

Jak Deleon Beyoğlu'nda Beyaz Ruslar Kitabının tanımında şöyle yazar:

"Kapısında siyah kasketli, gümüş hançerli Kazak'ların beklediği ve sahnesinde beyaz kürklere sarınmış kadınların 'evvel zaman raksı' icra ettiği 'Odessa Serkli' adı verilen gece kulübünde rastlar Beyaz Rus Luba'ya Fransız genci Pierre. "Şiir ve hayal" kadar güzeldir Luba. Ve bir Beyoğlu gecesinde Pierre'e şunları söyler :
"Şiir ve hayal burada yok".

Nur Akın ise şöyle anlatmıştır Pera'yı 19.yy İkinci Yarısında Galata ve Pera isimli kitabının Toplumsal ortam bölümünde:

"Ayrıca başta karnaval olmak üzere, çeşitli bayram eğlenceleri de Pera'nın vazgeçemediği faaliyetlerindendi. Örneğin Rum karnaval eğlencelerini, yollarda maskeleriyle ve özel kıyafetleriyle bir müzisyenler grubunu izleyenleri anlatan ilginç haberlere rastlanılmaktadır."
"1 Mayıs Bahar Bayramı kutlamalarıda Pera ve Galata için özel önem taşır. O gün, geleneğe uygun bir biçimde Rum ve Ermenilerin büyük gruplar halinde, sabahın erken saatlerinde kırlara çıktıkları ve bütün günlerini burada çiçek toplayarak, eğlenerek geçirdikleri yazılmakta, evlerin kapılarının yine gelenek uyarınca çiçeklerle donandığı, bir buket ya da çelengin kapıya asıldığı, özellikle bazı kapıların üst düzeyde bir zevki yansıtacak biçimde bezendiği yazılmaktadır."

İşte bu kitapları okuyup Pera ve Galata'yı şimdiki Beyoğlu ile karşılaştırdığımda Jak Deleon'un yazdığı gibi şiir ve hayalin yok olduğunu görüyorum.

Sahaflar Festivaline gittiğim gün İstiklal'de kalabalık ama bomboş bir caddede yürüdüm. Kulağım sokak çalgıcılarının güzel ezgilerini ararken, gözlerimde kafelerin önüne atılmış ufak masaları aradı. İkisi de yoktu.

Tamam yukardaki yazılardaki gibi Beyoğlu beklemiyorum. O günler geçmişte ve yaşayanların anılarında kaldı. Hiç bir şey durağan değil. Zaman tüm hızıyla ilerliyor. Yıllar geçiyor, dünya değişiyor, bazı şeyler tarihe karışıyor, büyük bir değişim ve gelişim yaşanıyor. Artık ne Beyaz Ruslar var, ne Pera tiyatrolarını dolduran zarif hanımefendiler, çok değil yakın zamana kadar Beyoğlu'na kravatsız çıkılmaz diyen eski İstanbul beyefendileri. Ne eski dükkanları kaldı ne de eski esnafı. Geri dönüşü imkansız bir yolda ilerleyip gözden kayboldular. 

Yerine gelenler ise gelen gideni aratır sözünün canlı kanıtı oldu. Yine bazı hoşluklar da yaşanmadı değil. Kafelerin önüne atılan ufak masalarda sohbet eşliğinde içilen kahveler, yudumlanan içkiler. İstiklal Caddesi'nde ilerlerken kulağımıza gelen insanın ruh halini değiştiren, gülümseten, çaldıkları parçalarla anılara götüren akordeon, gitar veya keman sesleri. Son yapılan uygulamalarla artık duyulmaz oldular. Sırada ne var diye düşünmeden edemiyorum.

Avrupa'daki bir çok şehirde Londra, Paris, Prag, Amsterdam, Zagreb ve daha nicelerinde yorulduğunuzda oturup kahvenizi ya da biranızı yudumlayacağınız kaldırımlara yayılmış cafeler ve caddelerinde önlerine koydukları enstrüman çantalarına atılmış bir kaç bozuk parayla sokak çalgıcıları varken Avrupa Başkenti (?) diye adlandırılan İstanbul böyle bir muameleyi hak etmiyor.

Luba'nın söylediği gibi hayaller yok artık burada...Geçmişe gömüldüler...Tüm güzellikleri ile....


                                                                          
                                                     

BEŞİNCİ SAHAFLAR FESTİVALİ


 





Bugün Beyoğlu'ndaki Sahaflar Festivaline gittim. Geçen sene Taksim Gezi Parkı'ndaki Sahaflar Festivali'nede gitmiştim ama beğenmemiştim. Bu seneki içinde malesef farklı bir yorum yapamayacağım.

Bu seneki Festival (?) Tepebaşı Tüyap'ın önündeki alanda düzenlenmiş. Yüzlerce sahaf geçen sene olduğu gibi ufacık kulübelere yerleştirilmiş. Yerlere ahşap yürüme alanları yapılmış, beyaz taşlar dökülmüş. Binlerce kitap, plak, eski resim sergilenmekte ve alıcılarını beklemekte. Kimi standlardaki pikaplarda eski parçalar  çalınmakta. Çoğunluğu yerli olan ziyaretçilerin içinde sayıları onbeş-yirmi taneyi geçmeyen yabancı ziyaretçide vardı.

Kulübelerin bir kısmı çok kötü kokuyordu. Burası normalde otopark olarak kullanılmakta ve geceleri ise evsizlere, sarhoşlara tuvalet görevi yapmakta olan bir yer. Bana göre buranın organizasyondan önce çok iyi yıkanması ve temizlenmesi gerekirdi ki anladığım kadarıyla böyle bir işlem yapılmamış. Ayrıca festival süresince koruma altına alınması gereken bir alan ama bugün öyle bir önlemde görmedim etrafta. Tam olarak emin değilim ama buraya katılan sahaflar herhalde belli bir kira karşılığında bu kulübeleri kiralıyorlar. Hizmet olarak karşılığını alıp almadıkları hakkında bir bilgim yok ama ben ziyaretçi olarak memnun kalmadım.

Festival (?) alanında bir cafe kurulmuş, ziyaretçilerin soluklanması için. Köy kahvesi gibi. Tamam köy kahvelerini küçümsemiyorum ama Beyoğlu'nun ortasında düzenlenmeye çalışılan Sahaf Festivaline daha iyi bir cafe yapılabilirdi.

Sahaflara gelince dükkanlarında daha fazla ve güzel ürün bulabiliyorsunuz. Ben iki sahaftan kitap aldım. Beni bilen bilir kitap almasam çatlarım. Bunlardan biri PATİKA Kitapevi ve Sahaf'dı. Kemal Tahir'in Bozkırdaki Çekirdek kitabını aldım. İstanbul'da Kazasker'de Şakacı Sokak'daymış.

Diğeri ise HERMES Sahaf'tı. Buradan ise Yiğit Okur'un Piyano isimli romanını aldım. Aldığım kitabın içine kartvizinide ekleyerek kağıt bir poşete koydu ki bu çok hoşuma gitti. Fark yaratmak ve müşterinin ilgisini çekmek için bu tür küçük hareketler bence önemli. Diğer sahaflar kitapları genelde sıradan naylon poşetlere koyarken HERMES'in kağıt poşette vermesi fark yaratan bir hareketti. Kartvizitinin üzerinde ise şu yazı vardı: 'İyi gelir sözcükler'. Banada iyi geldi oradan kitap almak. Sahaflar Festivaline giderseniz HERMES Sahaf'a uğramanızı tavsiye ederim. İstanbul'daki yeride fazla uzakta değilmiş. Galatasaray'da Aslıhan Pasajında.

Bir Hikayem Var bloğumu takip eden ve çok güzel yorumlar yazan 'Esneyen Kedi' sahaflar hakkında şöyle yazmıştı : "Oradaki kitapların her birinin bir anısı, yaşanmışlığı vardır. Sarı, eski, bazılarının şirazeleri kopuktur. Aldığınız kitabın içinde bir eski,kurumuş çiçeğe, ya da geçmişte bir sevgiliye yazılmış bir notu da bulabilirsiniz. Sahaflar (sahhaf), tozlu raflarında tarihi saklayan yerlerdir. Oraları kadın kokusu, kahve kokar adeta. Kurumuş matbua mürekkepleriyle karışan kağıt sayfaları, tozlu raflar, ciltler dolusu eski kitaplar sizi, Fragonard Musée du Parfum'e götürür sanki.
Kelime anlamı olarak sahaf; elle basımı yapılmış eski eserlerin, alınıp, satıldığı, sergilendiği yerler olarak bilinir... Sahaflar, bilimsel veriye ulaşabilmenin, kütüphaneler dışındaki kaynak sağlayıcıları olabileceği gibi, tarihtekileri ve bellektekileri somut verilerle günümüze taşıyan önemli sosyo-kültürel mekânlardır."



'Esneyen Kedi'nin düşüncelerine tamamen katılan biri olarak bu sene beşincisi düzenlenen Sahaflar Festivalini ne İstanbul'un sahaflarına ne geçmişi yüzyıllar öncesine dayanan şehr-i İstanbul'a bir kez daha yakıştıramadım. Ben bir kez daha sukut-u hayale uğramaktansa sahafları kendi yerlerinde ziyaret etmeyi ve pis sidik kokulu otopark yerine eski kitap kokulu raflarında kaybolmayı yeğlerim.

Blog okuyucularıma gitmeyin demiyorum ama gittiğinizde çok büyük bir şey beklemeyin diyorum. Her şey yerinde güzel...

Sonuç olarak Avrupa Başkenti olarak adlandırdıkları İstanbul'a yakışmayan bir Sahaflar Festivali daha gördüm. Bir daha gideceğimi de sanmıyorum takii düzenleyenlerin İstanbul'a ve sahaflara yakışır bir Sahaf Festivali organize edecekleri güne kadar...

Oradan ayrıldıktan sonra kendimi Fransız Kültür Merkezinin içindeki Cafe Français'e attım. Burası Beyoğlu'nun içindeki bir vaha. Filtre kahve eşliğinde aldığım kitapların sayfalarını çevirdim. Biraz okudum, dinlendim, bu seneki Sahaf Festivali şokumuda atlattıktan sonra eve gelip günümü sizinle paylaştım:)