Şimşek Tanrıları




Şimşek tanrıları işbaşında bu gece. Bulutların arkasından şehri aydınlatan mavi ışıklarını görüyorum. 

Zeus mu o elinde şimşeği ile yoksa çekicini büyük bir hızla sallayan Thor mu? İki elinde tuttuğu aynalarla şimşek çaktırmaya çalışan Dian Mu olabilir mi acaba? 

Göremiyorum...Bulutların arkasına gizlenmişler.

Eğlence mi, gizli bir ayin mi? 

Bilmiyorum...

Yağmur cinlerini arıyor gözlerim. Acaba bu gece katılacaklar mı onlara? 

Ufak bir sürpriz yapabilirlermiş gecenin ilerleyen saatlerinde.

Bekliyorum diyorum hemde sabırsızlıkla. 

Gözlerim kapanmaya başlıyor koyu karanlığa...

Kulaklarım mavi kanatlı gök gürültüsü tanrısında...

El yazısı ölüyor mu?



El yazısı ölüyor mu

The Missing Ink (Kayıp Mürekkep) adlı kitabında yazar Philip Hensher, hem el yazısının yavaş ölümüne bir ağıt yakıyor hem de kalemle yazı yazmanın hayatımızda hâlâ nasıl özel bir yeri olabileceğini anlatıyor.





“Altı ay önce fark ettim ki, en yakın arkadaşımın el yazısının neye benzediğiyle ilgili hiçbir fikrim yok! Onu yıllardır tanımama rağmen hiçbir zaman yazılı kağıtlarla iletişim kurmadık. Bana sesli mesaj bıraktı, email attı, SMS yolladı ama ondan el yazısıyla yazılmış hiçbir mektup veya tatilinden bir postakartı almadım.”
Bu sözler The Missing Ink (Kayıp Mürekkep) kitabının yazarı Philip Hensher’e ait. Evet, son yıllarda el yazısı az kullanılır oldu.
Oysa, el yazısı geçen yıllara kadar insanlar arasındaki iletişim için gerekli ve kaçınılmaz bir aracıydı. Herkes mesajlarında, mürekkeple kağıda kendilerinden de bir parça bırakıyordu.
Peki ne oldu da el yazısı bu kadar arka plana atıldı? Son 20 yıldır, neredeyse her şeyi klavyeyle yazıyoruz. Klavye bağımlılığı öyle bir noktaya geldi ki eskiden cebimizde taşıdığımız telefonlar yapışmış gibi hep elimizde. El yazısının gündelik hayatta çıkardığı güçlükler de yok değildi. Ekonomik açıdan bakınca internet çok şeyi değiştirdi. Amerikan istatistik verilerine göre 1994’te kötü el yazıları, Amerikan işletmelerini 200 milyon dolarlık zarara uğrattı. 38 milyon okunamayan mektup sahibine ulaştırılamadı. 2000’de, doktorun kötü el yazısını okuyamayan bir eczacı, hastaya yanlış ilaç verip ölümüne sebep oldu. Devlet, açılan dava sonunda ölen hastanın ailesine 450 bin dolar tazminat ödedi.
Ama yazar Hensher, her şeye rağmen el yazısının hayatımızda olması gerektiğine inanıyor: “El yazısı kişiliğimizi belirler, kültürümüzü gösterir. Ruhlarımızın kilidini açan bir anahatardır. Toplumsal sağlığımızın, zekamızın, zerafet, fantezi ve güzelliğin işareti olan el yazısının tüm güzelliği yakında kaybolacak...”

Haberin devamını okumak için linki tıklayınız...

Neil Gaiman'dan Yazma Kuralları

Her cuma Aydınlık ve Radikal Gazetelerinin kitap eki günü. Perşembe Cumhuriyet. Elimden geldiğince kitap eki günlerini kaçırmamaya çalışıyorum. Kaçırdıklarımı da internet sitelerinden takip ediyorum. 


Bugün Aydınlık Kitap (galiba içlerinden en çok bu eki seviyorum) Neil Gaiman'a yer vermişti. Koralin, Kıyamet Gösterisi, Sandman Düş Ülkesi, Mezarlık Kitabı, Ara Dünya, Yıldız Tozu kitaplarının yazarı olan Neil Gaiman çocuk edebiyatında her zaman korku unsuru bulunmuştur diyerek kurt tarafından yenilmek üzere olan kırmızı başlıklı kızı, cadı tarafından yenilmekte olan Hansel ve Gratel'i örnek verir ve korku unsurunun çocuk masallarının vazgeçilmez parçası olduğunu söyler. Yüzyıllar öncesinin masal anlatıcılarının bile bu gerçeği kavradığını belirtir. Zararı dokunmayan adrenalin artışının genç enerjisini tatmin edebildiğini ve yaratıcılığı olumlu yönde etkilediğini savunur. 



Gaiman'ın dünya çapında üne kavuşmasının nedenleri arasında net anlaşılır bir dil kullanmasının yanı sıra çok yetenekli çizerlerle çalışmasıdır. 

"Öykülerinde içinizdeki bir şeyi yakalıyor, öyküleri birden fazla şeyi anlatıyor, öykülerinden ne bir cümleyi çıkarabiliyorsunuz, ne de ekleyebiliyorsunuz   Her şey bir anlama bürünüyor. Gaiman'ı iyi bir yazar yapan da bu unsur. Gaiman'ın çalışmalarının yüksek derecede ima ve göndermelerle dolu olduğu biliniyor. Özellikle Victorya dönemi peri masalları ve kültürüne , William Shakespeare, G.K Chesterton gibi yazarlara kadar mitolojik ögelerden besleniyor." diye yazıyor Aydınlık kitap yazarın çalışmaları hakkında. 



Ayrıca Neil Gaiman'ın 8 iyi yazma kuralını da paylaşmış okuyucularıyla. İşte Gaiman'ın yazma kuralları:

1. Yaz

2. Bir kelimenin ardına bir diğerini ekle. Doğru kelimeyi bul ve yerleştir.

3. Yazmakta olduğun şeyi bitir. Bitirmen için ne gerekiyorsa yap ve bitir. 

4. Bir kenara bırak. Sanki daha önce okumamışsın gibi oku. Görüşlerine saygı duyduğun ve yazdığın türde şeylerden hoşlanan arkadaşlarına göster.

5. Unutma: İnsanlar bir şeylerin yanlış olduğunu veya kendilerinde işe yaramadıklarını söylediklerinde, neredeyse her zaman haklıdırlar. Tam ve kesin olarak neyin yanlış olduğunu ve nasıl düzeltilmesi gerektiğini söylediklerinde ise neredeyse her zaman hatalıdırlar.

6. Düzelt. Unutma ki er ya da geç, mükemmelliğe ulaşmadan evvel yazdığın şeyi bırakmak, yoluna devam etmek ve sonraki yeni şeyi yazmaya başlamak zorundasın. Mükemmeliyet, ufku kovalamak gibidir. Hareket etmeye devam et.

7. Kendi şakalarına gül.

8. Yazmanın temel kuralı, eğer yeterince kendine güven ve inançla yaparsan her şeyi yapabilirsin. (Bu yazmak için olduğu kadar hayat içinde bir kural olabilir.ancak yazmak için kesinlikle doğrudur.) Bu yüzden öykü yazılması gerektiği gibi yaz. Dürüstçe yaz ve yapabileceğin en iyi şeyi anlat. Bir başka, gerçekten önemli bir kural olduğunu sanmıyorum. 

Aydınlık Kitap- Sayı 34. - M. Salih Kurt yazısından alıntıdır 



Şaman Sözü





Kuyu: - İçinde büyüdüğüm kör ayna;
bütün gece boğuştum kendimle tek başıma
boğulmasın diye yoksul yıldızlar.
Bir göksel diye var - ne kefe ne dara-
her şey ile hiçbir şey arasında,
denge bozulacak ben ayakta kalmasam.

Özdemir İnce - Şaman Sözü

Yağmur Duası

Kim bilir belki yağar:)



Kışı Özlemek




Ben özledim. Hem de çok özledim. Benim mevsimim sonbahar ve kış. Kendini yaz sanan bir sonbahar yaşıyoruz. Pastırma sıcakları sözüm ona ama artık bitsin. Yaz yazlığını bilsin sonbahar sonbahar sonbaharlığını:) Bundan 20 yıl önce olsa çoktan yağmurlar başlamıştı. Şimdi neredeyse damlasına hasret kaldım. 

Evet sonbaharı ve kışı, yağmuru ve karı özledim. 

Ve bugün bu konuda yalnız olmadığımı gördüm. Galiba benim gibi bazı kişilerde kışı özlemiş. Öğlene doğru dışarıda yürürken üzerinde pardösü giyen bir hanım, kazak giymiş lise öğrencisi genç bir kız, deri ceket giymiş orta yaşlı bir hanım, mini etek altına mus çorap giymiş genç bir kız, boynuna atkı sarmış başka bir genç kadın, kışlık ayakkabıyla dolaşan genç bir hanım ve bunlar gibi başka bir sürü insan gördüm. Hava sıcak ne pardösü havası ne mus çorap ama giymişler. Üşüdüklerinden değil bence için için kışı özlediklerinden. 



Geçenlerde yurt dışında yaşayan arkadaşlarıma aynen şu satırları yazdım; Sen Londra'da yaşayan arkadaşım yağmur yağdığında benim için yollara yayılmış sapsarı, koskoca Londra çınarının yağmurdan ıslanmış yaprakları üzerinde yürü, sen Kanada'da yaşayan arkadaşım yağmurda benim için evinin karşısındaki gölün kenarında yağmurun altında yürü ya da bisiklete bin, facebook'ta "sidikli Kiev'de evde oturmuş yağmurun dinmesini bekliyoruz" diye yazan arkadaşıma ise, haline şükret biz burada bir damla göremiyoruz madem evdesin benim için bir fincan kahve yap kendine ve yine benim için keyifle seyret yağmurun yağışını diye yazdım benim aksime kar, kış düşmanı yaz düşkünü arkadaşıma. Daha bir kaç kişiye daha yazdım keyfini çıkarın sonbaharın diye. 




Yağmurda yürümek istiyorum artık sonrada karda. Herkes saçak altlarına kaçışıp sağanaktan korunmaya çalıştığı zamanlarda benim yürüdüğüm çok olmuştur caddelerde. Bazen şemsiyeli bazen şemsiyesiz. (Tabii bu şekilde yürümenin acısı sonraki günlerde sinüzit ağrısından gözümü açamamakla çıkmıştır ama olsun o anı yaşadım ya yeter bana). Evdeysem de elim hemen kahve fincanıma gider. Ya ağır ağır mis gibi bir Türk kahvesi yaparım kendime ya da güzelliği kaçırmamak, bir an önce yağmurun zevkini çıkartmak için alelacele nescafe. Açarım camları, yağmurun sesi ve kokusu kahvenin kışkırtıcı kokusuyla karışır. Kah seyrederim, kah bir şeyler okurum. 






Kış kimileri için depresif bir sezondur benim içinse ayrıcalığı olan mevsim. Kış deyince aklıma Rus klasiklerindeki sonsuz beyazlık gelir (aklıma gelirde artık İstanbul'da göremez olduk zaten İstanbul'da kış demek rezillik demek). Ben burçlara inanmam ama arkadaşlarıma göre kışı bu kadar sevmemin sebebi Kova burcu insanı olmam. Neyse kışın çıkıp ayaklarımın altında karı hissede hissede, gıcır gıcır sesini duyarak yürümeyi çok severim. Üşümeyi, ellerimi ceplerimde ısıtmayı, yüzümün donmasını (varsın gelsin sinüzit ağrıları:), fotoğraf çekmeyi, hayvanları beslemeyi severim. Gündüz ayrı geceleri de yürürüm bazen. Gecenin sessizliğinde, hele ki karlı geceler daha da bir sessiz oluyor sokaklar, caddeler. Sonra eve dönüp pencerenin kenarında güzel bir kitap eşliğinde bir dilim portakal ile mis gibi tarçınlı sıcak şarap içmeyi de ihmal etmem doğrusu. 




Tabii tüm bu yazdıklarım sonbaharın ve kışın güzel romantik yüzü. Bunun bir de negatif yüzü var ki bu güzelliklerden sonra yazıp içinizi karartmak istemezdim ama hayat hep pozitif olmuyor maalesef. Bu havalarda en çok sokaklarda yatan evsizleri düşünürüm ben. Evlerinde ısınamayanları, işten eve dönmek için saatlerini kapalı yollarda geçirenleri, soğuktan aç biilaç titreyen hayvanları...İstanbul burası say say bitmez:( 

Doğuda ise kapalı yollarda doğuma yetişmek için şanslıysa ambulansta yolların açılmasını bekleyen anne adayları, hastalar, gecesini gündüzüne katıp kötü hava ve arazi koşullarında kapalı yolları açmaya çalışan insanlar, kardan kapanan yollardan dolayı ulaşılamayan köylerde yaşayan insanlar, buz gibi havada nöbet tutan askerler geçer gözümün önünden birer birer. Dua ederim onlar için. İşleri rast gitsin diye. 

Kış güzeldir, romantiktir ama zordur. 

Veeee anormal havaların insanı ben KIŞI ÖZLEDİM...







Erol Günaydın'ı Kaybettik

          Erol Günaydın'ı da kaybettik. 
        Türk tiyatrosundan bir yıldız daha kaydı. 
        Işıklar içinde uyu büyük usta...




"Artık kendimiz yoğuz...
Seyircilerimiz de kalmadı...
Ama repliklerimiz fısıldaşır dururlar sabaha kadar...
Gün ağırır, temizleyiciler gelir, replikler yerlerine kaçışır...
Perde...”


Batan Bu Köhne Şilep





Garson masa iyi manzarayı değiştir
Sırası mı mehtabın yıldız yağmurunun
Bu gece yalnızım onlar gelmeyecek
Sapa bir yerindeyim umutsuzluğumun
Hava soğuk olmalı ağaçlar bütün duman
Eğer bulabilirsen ölü bir kar getir
Beyazlığı kalın bir su gibi uzayan
Bu gece yalnızım onlar gelmeyecek
Batan bu köhne şilepte ne işleri var

Çünkü battım kasa boş ne para ne çek
Çünkü bütün telefonlar ısrarla alacaklı
Bu gece yalnızım onlar gelmeyecek
Hani o sarışın kirpikleri sırçalı
Yanağını viski bardağıyla serinleten
Sonra Nilay hani kafayı buldu mu ağlar
Cam yeşili Yasemin cıgara dumanı Nurşen
Batan bu şilepte ne işleri var

Garson masa iyi manzarayı değiştir
Büyük şimşek çakmalı gök gürültüsü filan
Şöyle dalları kıran şakırtılı bir yağmur
Köpek havlamaları bulut karanlığından
Zehir bulabilir misin çabucak öldürecek
Artık arsenik mi olur siyanür mü olur
Hangisi olursa olsun hepsi işime yarar
Yoksa bir tabanca bul bir avuç mermi getir
Bu gece yalnızım onlar gelmeyecek
Batan bu köhne şilepte ne işleri var

Attila İlhan

Çingeneler:)

Tamda okuduğum kitabın üzerine geldi bu müzik. 

"Çingeneler her zaman grup halinde, yüksek sesle konuşarak yürüyorlar. Bir yabancının onların inanışlarını ve geleneklerini anlaması mümkün değil. Dilleri Romanca bile bir gizem. Çingenelerin onları bir zamanlar köle olarak satan Macarlarla uzun ve çatışmalı bir ilişkileri var." diye devam ediyor.

Sanki kitabın satırları arasından çıkageldi çingenelerin bu ezgisi...Ben severim çingeneleri...Ayrı bir renktirler yaşamın içinde hatta rengarenktirler. 

Kitabın ismi mi? O daha sonra şimdilik sizi Parno Graszt- Cade shucar'la başbaşa bırakıyorum.

İyi eğlenceler:)




Eski kitap kokusuna dair


Kimyagerlere "Eski kitaplar neden bu kadar güzel kokar" diye soracak olursak,  bize hemen eski kitap kokusunun bileşimini söylerler:  “Çimen kokusu ile bir parça asidin karışımına eklenen küf kokusuyla birlikte hafifçe burna çalınan vanilya kokusu” . Oldukça şairane bir cevap olsa gerek, ancak gerçekten ne sebep oluyor bu kokuya?



Kitapların çoğu organik materyallerden yapılmadır: Kağıt, mürekkep, yapıştırıcı ve lifler. Tüm bu materyaller ışığa, ısıya, neme ve hatta birbirlerine karşı etkileşime girerler ve zaman içinde belli miktarda uçucu organik bileşimler ortaya çıkarırlar. Kitabın yapımında kullanılan materyaller ne kadar değişiklik gösterirse, ortaya çıkan bileşim de o denli farklı olacaktır. Yapılan bir araştırmada 72 kitaptan tam 15 bileşimin her defasında ortaya çıktığı görülmüş, bu bileşimlerin bozulmayı gerçekleştirdiklerine dair güvenilir bir kanıt oluşmuştur. Bu 15 bileşimden bazıları, asetik asit, benzaldehit, butanol, furfural, oktanal, metoksifeniloksim ve diğer komik isimli kimyasallardır.



Tabii ki kitapların o kendilerine özgü kokularının oluşmasında çevresel etmenler ve o kitabı okuyan kişinin yaşamı da etkili. Bu yüzden bazı kitaplar kahve yerine geçebilir; kimileri ise parfüm, çiçek veya hemen yanınıza kıvrılıp uyuyuvermiş bir kedi mesela...


Araştırmacılar, sadece kağıtlardan değil, kitapların kapakların kokularına da dikkat çekiyorlar. Hatta bu sebeple, kitapların ve diğer kağıt belgelerin yaşını ve durumunu belirleyebilmek için geliştirilen bir metot sayesinde, özel bir koku alma donanımı ile kütüphanelere, müzelere ve arşivlere çok daha sağlıklı bir koleksiyon ve saklama imkanı getirileceğinin de bilgisini veriyorlar.

İyi (k)okumalar!

SabitFikir'den alıntıdır...

Gece Onu Dinleyemezsiniz!!!




Dün gazetenin sayfalarını çevirirken böyle bir başlığa rastladım. Gece onu dinleyemezsiniz...Neden dedim kendi kendime neden dinlemeyelim? İlerleyen satırlarda nedeni çıktı meydana. Belki sizler daha önceden biliyordunuz, yaptığı müziği dinlediniz. Ben ise ilk kez duydum adını. Enteresan geldi. Sıra dışı biri. Yaptığı müzik de öyle. Bazen tehditler bile alıyormuş söylediğine göre. Ailesi bile deli gözüyle bakıyormuş ona. Satanist olmadığını Allah'a inandığını söylüyor röportajında. Korku müzikleri yapıyor Emre Aron. Esin kaynağı ise huzur buluyorum, ruhumu dinlendiriyorum dediği mezarlıklar. Gecenin sessizliğinde kayıt yapıyor ve müziklerinde mezarlıklarda yaptığı bu kayıtları kullanıyormuş. 

Dokuz isimli bir albüm çıkarmış. Tılsım, Oda, 13, Lanetli Kukla, Sırat, Sanrı albümdeki parçalardan bazıları. Albüme adını veren dokuzun manası ise mezara ölünün üzerine konan dokuz tahtadan geliyormuş. Parçaları ölüm ve kader teması ağırlıklı. 

Ben Lanetli Kukla adlı parçasını dinledim. Tam bir korku müziği. Emre Aron ile yapılan röportajı okumak ve parçalarını dinlemek için linki tıklayınız. 

Hadi korkun biraz!!!



Hanna'ya Şiirler




"Dört bulut salıverdim gökyüzüne
Gökyüzünün en yücesine, ucuna
Biri turuncu, biri yeşil, biri al, birisi apak
Dört top bulut yolladım gökyüzünün en ucuna
Dört top ışıktan, koskocaman
Turuncusuna sevgi yükledim
Yeşiline dostluk
Arkadaşlık yükledim alına arkadaşlık
Apak buluta barış yükledim,
Ne kadar çok özlemişsek barışı o kadar çok
Gidin dedim bulutlarım yeryüzünün üstüne
Yağın dedim bulutlarım yeryüzüne
Yağmadık hiç bir yer bırakmayın, hiç bir yer,
hiç bir yer
Ama hiç bir yer, hiç bir yürek, hiç bir göz,
hiç bir kulak
Hiç bir ova, hiç bir çiçek bırakmayın
Her yere, her yere, her yere yağın,
Yağın ha yağın,
Yağın ha yağın, yağın ha yağın yağın ha yağın ha yağın
Yağın insan yüreklerine"

Yaşar Kemal

Albatross





Emilia Conan Doyle yazma denemeleri yapan, kendinin Arthur Conan Doyle'un akrabası olduğunu sanan genç bir kızdır. Annesinin intiharından sonra büyük anne, büyük babasıyla yaşamakta ve Fisher ailesinin işlettiği The Cliff House adlı otelde temizlikçi olarak çalışmaktadır. Evin babası Jonathan Fisher 20 yıl önce The Cliff House adında bir kitap yazarak ünlenmiş bir yazardır. Günlerini yeni kitap yazma çabaları içinde çatı katındaki odasında geçirmekte ama ilk kitabının başarısını yakalayacak ilhamı bulamamaktadır. Anne Joa ise hem otelin işletmesi hemde iki kızıyla ilgilenen evliliğinde aradığını bulamayan mutsuz eski bir sanatçıdır. Büyük kızları Beth Oxford Üniversitesi'ne girmek için yapacağı mülakata hazırlanmakta diğer taraftan ailesinin bu durumundan etkilenmektedir. Emilia destek olmak ve cesaretlendirmek için Beth'in Oxford'daki mülakatına onunla beraber gider ve aralarında bir arkadaşlık oluşur. Emilia Beth için dış dünyaya açılan bir kapıdır. 

Bu arada Emilia'nın yazma isteği Jonathan'ın dikkatini çeker. Ona bu konuda yardımcı olacağını söyler ve Emilia'ya yaratıcı yazarlık dersleri vermeye başlar. Bir gün Emilia'yı Arthur Conan Doyle'un mezarına götürür ve aralarında romantik bir ilişki başlar. Filmin ilerleyen karelerinde Emilia ile Doyle'un akrabalık ilişkisindeki sır çözülür. Bu arada Beth babası ve Emilia arasındaki ilişkiyi fark eder ve aile ilişkileri iyice çıkmaza girer. 

Filmin sonunda...Hayır:) Ne kadar istesem de sonunu yazmayacağım ama küçük bir tüyo vereceğim Beth ve Emilia için çok güzel bir sonla bitiyor özellikle de Emilia için...

2011 yılında prömiyeri yapılan film Isle of Man adasında çekilmiş ve harika manzaraları var. Konusunu beğenmezseniz bile görüntüleri için seyredilir. Güzel bir film seyretmek isteyenlere tavsiye edilir:) 

Albatross...Spread your wings...














Sonbahar Saçlarında

Atilla Birkiye'den sonbahara yakışır çok güzel bir yazı. Sonbaharda aşk ancak bu kadar güzel anlatılabilirdi herhalde...







Artık, sonbahar kentte; zamanın en görkemli evresi...

Ekim sarısı yapraklar hüznün gözyaşları, unutulmuş sokaklarda savrulan.

Ey kent artık uzat elini.

Ey aşk, artık kaçırma yüreğini.

Dünyanın en güzel kentinde, insan kendi tarihinin en büyük aşkını yaşamak ister.

Dünyanın en güzel kenti İstanbul’sa, en büyük aşkıdır yaşanan.

Zaman gelir, kente ekim düşer; gözyaşlarıdır doğanın.

İyice bilinmelidir, yeryüzünde akmayan hiçbir gözyaşı da yoktur.

Ayrılıkların, hüznün melodisi kulaklardadır, sonbaharla birlikte.

Yüreklerdeki ise, hep arzulanan bir çarpıntıdır; tüm gözyaşına karşın.

Çünkü ekimde de hayatı yaşamak, hayatı soluklamak vardır.

Çünkü ekimdir aslında arzulananların en şiddetlisi.

Dizeler, ekimin ilk fırtınasında, yağmur yüklü bulutlara doğru yükselir.

Martılardır bu kez dizelere yol veren.

Martılardır bu dizeleri ilk kez okuyan.

Bir vapurda âşık bir adam genç bir kadının gözlerinde, dudaklarında, gülüşünün saflığında erir.

  Ekim rüzgârı

  Saçlarından yüzüme esen

  Ekim yağmuru

  Avucunda tuttuğum

Sonbahardan korkulur; çünkü, tarihin imgesine göre hazan yüreğe saplanan bir hançerdir.

Oysa sonbaharda da büyük aşklar yaşanır.

Oysa sonbaharda da büyük aşklar, dünyanın en güzel kentinin sahiplendiği bir şarkıdır.

Belki de bizim yaşamak istediğimiz, ey okur bağışla beni bunu bunca sarf ettiğim için, belki de yalnızca sonbahardır.

Kimileri selam durur kente sonbahar geldi diye.

Demem o demek ki kimileri yürekten sever sonbaharı.

Esmer bir kadına binlerce dizelerin yazıldığı gibi.

Serinlemiş gecelerde, eski kitaplar raflarından özenle alınır.

Sayfaları, başucu lambasında ağır ağır çevrilir.

O kitaplar ki genellikle aşk şiirlerini, aşk için yazılmış sözcükleri içerir.

Çünkü kente sonbahar gelmiştir...

Dalgalar denizin ortasında şarkılardaki gibi seni söyler.

Dalgalar, fırtınalı bir ekim denizinde bizi adaya taşır.

Dalgalar ilk ekim fırtınasında bir öyküye tanık olur.

Ada kentin, saklanan saklanmayan, unutulan unutulmayan anılarıyla doludur.

En görkemli öykülerle doludur ada.

Söylememe gerek var mı, bunlar aşk öyküleridir, hiç kuşkusuz.

Zaten rüzgâr adaya çağlar boyu, aşkı fısıldamaktadır, coşkulu bir sesle.

Kim bilir, belki de ada bir yanılsamanın romantik bir tanımıdır.

Hep gitmek istediğimiz: hep gitmek istediğimizle...

Kim bilebilir adanın gerçekten var olup olmadığını.

Gerçekten var mıdır, yoksa bizim yüreğimizdeki yasak bir aşk izdüşümü müdür?

İşte, insanı umutlandıran da, acılara gömen de budur.

Belki yanılsamadır, belki de değil.

Ama iki sözcüktür ilk ekim fırtınasında, dalgalar bizi adaya götürürken, yüreğimin gerçeği:

Sonbahar saçlarında...



(Yaşamın Kendisidir Aşk, Özgür yay. 2008)

Bu güzel yazıdan sonra Nat King Cole ve Autumn Leaves'de iyi gider doğrusu:)


Müzelerin geleceği, evlerimizin içinde gizli.


Hepimizin evinde atmaya kıyamadığımız eski eşyalarımız vardır. Birikirde birikirler. Garip bir şekilde bağlanırız onlara. Hepsinde ayrı yaşanmışlıklar vardır. Her biri ayrı bir anı hatırlatır, tekrar yaşatır sahibine. Eski saatler, eski telefonlar, kiminde giysiler...Liste uzadıkça uzar. Kendimize ait olanlar dışından aile büyüklerinden kalanlarda eklenir bunlara. Zamanla içimizden gelmesede bazılarını eleriz yersizlikten ama bir kısmı hayatımızı paylaşmaya devam eder kıyıda köşede bir yerlerde. Orhan Pamuk'ta eski eşyalardan ve Masumiyet Müzesinden yola çıkarak "Müzelerin geleceği , evlerimizin içinde gizli" diyor. İşte Pamuk'un yazısı...


Orhan Pamuk: Müzelerin geleceği evimizde saklı


Orhan Pamuk: Müzelerin geleceği evimizde saklı

New York Times'tan Holly Brubach, "The Right Stuff (Doğru Nesneler)" adıyla kaleme aldığı makalede Orhan Pamuk'un Masumiyet Müzesi adlı romanını ve aynı adı taşıyan müzesini anlattı.










4 Ekim'de Refik Anadol'un çektiği fotoğraflarla birlikte yayımlanan makalesinde "Başkaları için son derece değersiz ama onun için paha biçilemeyen bazı nesnelere" bağlandığı için kendini çok garip hissettiğini anlatan Brubach, Nobelli yazar Orhan Pamuk'un bu konuda içine su serptiğini yazdı. "Pamuk da aynı hastalıktan muzdarip" diyen Brubach, yazıda Orhan Pamuk'la telefonda konuştuklarını da aktardı.

Makaledeki bazı çarpıcı bölümler özetle şöyle:

* Pamuk, telefonda yaptığımız sohbette "Eski ceketlerimden birinin cebinde yıllar öncesinden kalan bir sinema bileti bulduğumu düşünelim, o an sadece o filmi gördüğümü hatırlamam, aklıma filmden sahneler de gelir. Unuttuğumu sandığım bazı sahneler yıllar sonra böylece bana geri döner. Nesnelerde bu güç vardır ve bu çok hoşuma gidiyor" dedi.
* 2009'da yayımladığı çok satan kitabı "Masumiyet Müzesi"nden sonra aynı adla, şimdiye dek 11 bin kişinin ziyaret ettiği bir müze de açan yazar, bu ay müzenin içeriğini yansıtan "The Innocence of Objects (Nesnelerin Masumiyeti)" adlı bir katalog yayımladı. Bu katalog için "Nesnelere odaklanmak ve hikâyeyi nesneler üzerinden anlatmak, kitabımın kahramanlarını Batı edebiyatındaki romanlardan ayırdı; onları daha gerçek kıldı. Böylece kahramanlar İstanbul'un daha iyi bir özetine dönüştü" yazdı.
* Yeni çağın dinamiği bizi "şimdi"de yaşamaya zorluyor. ABD'deki her 10 evden 1'ine hizmet eden milyarlarca dolarlık "saklama" endüstrisi ve biriktirdikleri malzemelerden kurtulmaları için insanlara yardımcı olan danışmanlar var. Pamuk da, "Modernite sahte ihtiyaçlar arasında kaybolmamıza yol açtı. Yaşadığımız çağda seri üretim nesneler arasında kayboluyoruz. Haber bile vermeden gelen, masalarımızın üzerine, duvarlarımıza yerleşen nesneler arasında yaşıyoruz. Onları, onların aslında hiç farkına varmadan kullanıyoruz. Bir süre sonra da veda bile etmeden hayatımızdan çıkıyorlar" diyor.
* Pamuk'a göre 20'nci yüzyıl Türkiye'sinde yaşayanların Avrupa ve Amerika'da yaşayanları taklit etmeye başlamasıyla, bu insanların evlerindeki pek çok eşya, eşya pazarlarında toplu halde satılmaya başladı. Pamuk da müzede bir araya getirdiği nesneleri pazarlardan satın aldı. Bu eşyalar bugünlere geldiyse Pamuk'un deyişiyle bu durum, değişen Türkiye'de ümitsizliğe kapılan, biraz kıskanç, biraz hırçın bazı insanlar sayesinde olmuştu bu. Eski eşyaları muhafaza edenler, yüzlerini Avrupa ve Amerika'ya dönerek aniden değişen ailelerine yabancılaşmış insanlardı. Pamuk'un katalogda yazdığı şekliyle bu insanlar "nesnelere bağlanmalarının sebebinin yaşadıkları kalpkırıklıklarında ve hüzünlü hikâyelerinden kaynaklandığının bilincindeydiler. Ama onlarla alay eden topluma önemli katkıları olduğuna da tüm kalpleriyle inanıyorlardı."

Haberin devamını okumak için linki tıklayınız...

Deniz Fenerindeki Sisler Prensi

Sisler Prensi ile göz göze geldiğimizde ona çekinmeden elimi uzattım. 

"Deniz fenerine bitişik evin dar yemek odası yeni pişirilmiş kahve ve pipo tütünü kokuyordu. Yer ve duvarlar koyu renk ahşap kaplıydı. Çok büyük bir kitaplık ve Max'ın tam olarak tanımlayamadığı bir kaç gemici eşyası dışında dekorasyon namına hemen hemen hiçbir şey yoktu. Victor Kray'ın kendisine layık gördüğü tek lüks odun sobasıyla, birkaç rengi solmuş eski deri koltuğu olan üzeri koyu renk kadife bir örtüyle örtülü yemek masasıydı." 

Deniz feneri, kahve, pipo tütünü, kitaplık, gemici eşyası kelimeleri ile örülmüş işte bu satırlar üzerinde eski bir deniz feneri (çakar demek daha doğru olur) resmi olan kitabı almam için yeterli bir sebepti. 

Yalnızlığın Işıkları deniz fenerlerinin hayatımda her zaman farklı bir yeri olmuştur. Kitabın kapağı ve konusunun deniz feneri etrafında geçmesi gençlik romanı ibaresini göz ardı etmem için bir nedendi. 




Bahsettiğim kitap Rüzgarın Gölgesi ve Meleğin Oyunu kitaplarının yazarı Carlos Ruiz Zafon'un yazarlık kariyerinin ilk romanı olan Sisler Prensi. Rüzgarın Gölgesini okuduğum zaman ki yazarın adını ilk kez bu kitapla duymuştum ne varsa Latin kökenli yazarlarda var demiştim kendi kendime. Latin edebiyatı yazarları havasından mı suyundan mı aldıkları eğitimden mi bilemiyorum ama dünya edebiyatında farklarını ortaya koyuyorlar. 

Sisler Prensi, Carver ailesinin kentten ve savaştan uzaklaşmak için küçük bir sahil kasabasına taşınmasıyla başlıyor. Kısa bir süre sonra taşındıkları evde garip olaylar yaşanmaya başlar. Evin oğlu Max otlarla kaplı arka bahçede sirk kumpanyasına ait olabileceğini düşündüğü korkunç heykeller keşfeder. Evin küçük kızı Irina sürekli garip sesler duymaya başlar. Babaları ise evin eski sahipleri tarafından çekilmiş bir kutu eski film bulur. 

Kasabada evin eski sahipleri Eva ve Richard Fleischmann'ın oğulları Jacob'un esrarengiz bir şekilde ortadan kaybolduğu söylentisi vardır ve kasaba halkı eve tekinsiz gözüyle bakmaktadır. 

Bu arada Max Roland adlı bir gençle tanışır, arkadaşlık etmeye başlarlar. Roland'ın anne ve babası bir kazada ölünce deniz fenerinin bekçisi Victor Kray tarafından büyütülmüştür. Victor Kray ise bölgede geçirdiği bir deniz kazası sonucunda gemiden kurtulan tek kişidir. Kaza sonrasında kasabalılar tarafında sahilde bulunup tedavi edilmiştir. Victor iyileştikten sonra aynı yerde bir kez daha benzer trajedinin yaşanmaması için kazanın olduğu yere deniz feneri inşaa etmiş ve bekçiliğini üstlenmiştir. İlerleyen sayfalarda Victor Kray kendi hikayesini anlatmaya başlar ve heykellerle olan bağlantısını açıklar. Romanın sonunda Sisler Prensine bedeller ödenir  ve tüm sırlar ortaya çıkar. 

"Aklını bir şekilde toparlamaya çalışırken uzaklardan yeni bir fırtınanın yaklaşmakta olduğunu haber veren gök gürültüsünü duyarak başını ufka doğru çevirdi. Kasvetli bulutlardan oluşan mürekkep lekesine benzeyen kapkara bir örtü denizin üzerinde gittikçe yayılıyordu. Şimşek gökyüzünü yırtarken, hemen peşinden gök gürültüsü, savaş tamtamlarını andıran bir gümbürtüyle kıyıyı inletti."

"Üzerini değiştirirken yatak odasının penceresinden dışarıya baktı ve gittikçe yaklaşmakta olan fırtınanın gökyüzünü kapkara pelerinle örttüğünü, gecenin normalden saatlerce önce çökmüş olduğunu gördü." 

Yukarıda kitaptan alıntı yaptığım satırları nerede olursa olsun Carlos Ruiz Zafon'a ait olabileceğini tahmin edebilirim. Buna benzer fırtına betimlemelerini Rüzgarın Gölgesinde'de yapmıştı ve fırtına, yağmur, gök gürültüsü, şimşek seven biri olarak bu betimlemelerini çok sevmiştim. Anlaşılan Zafon bunu kitaplarında geleneksel hale getirmiş:).

Benimde gelenekselleştirdiğim gibi kitaptan son bir tadımlık;

"İnsanoğlunun yaşamının üç evreye ayrıldığını biliyorum. İlk evrede günün birinde yaşlanacağımızı  aklımıza bile getirmeyiz, zamanın geçtiğini ve doğduğumuz günden itibaren adım adım nihai bir sona doğru ilerlediğimiz düşünmeyiz. Gençliğin ilk yıllarını, insanın yaşamın kırılganlığının ayrımına vardığı ikinci evre izler. Ve insanın içini kemiren küçük bir kuşku gibi başlayan duygu, içimizde tıpkı belirsizlikler seli gibi kabarır ve yaşamımızın geri kalanında bizden ayrılmaz. En son olarak da, yaşamın sonlarına doğru onaylama ve kabullenme aşamasına ulaşırız, böylece bekleme süreci başlar. Yaşamım boyunca bu evrelerden birine takılı kalıp aşamayan pek çok insan tanıdım. Bu gerçekten berbat bir durumdur."

Bugünlerde kitap okumasını seven bir çocuğa veya gence hediye almak istiyorsanız Sisler Prensi'ni tavsiye ederim. Zafon'un büyülü gerçekçiliği ustalıkla kullandığı satırlarında onu hayal dünyasında bambaşka yerlere götürürsünüz. Merak edip okursanız da deniz fenerinin kumsalında sizde peşinden gidersiniz bu modern Faust hikayesinin:)

Sisler Prensi   Carlos Ruiz Zafon  Altın Kitaplar     Suzan Cenani Alioğlu'nun güzel çevirisi ile...



Bir güzellik yap kendine!





Bir güzellik yap kendine!
Ve sadece sahip olduklarını düşün; mutlu ol onlarla!
Sahip olamadıkların üzülsün senin olmadıklarına… 

Bir güzellik yap kendine!

Keşkeleri hiç düşünme!
Mutlu ol seçimlerinle.
Bırak keşkeler üzülsün senin seçimlerine…

Bir güzellik yap kendine!
Her yeni günü senin günün ilan et ve şımart kendini olabildiğince!
Bırak dünler üzülsün seçilmediğine…

Bir güzellik yap kendine!
Kalbinde daha da büyüt sevgisini sevdiklerinin!
Bırak sevmediklerin üzülsün kalbinde yerleri yok diye!

Bir güzellik yap kendine!
Sev kendini, kimseleri sevmediğin kadar.
Mutlu ol varlığınla!
Bırak seni sevmeyenler üzülsün!
Yüreklerine sığamayacak kadar büyüksün diye!

Alıntı

Amada Mia, Amore Mia


The Starlite Orchestra...



Roma'ya Sevgilerle:)

Tanınmış Amerikalı mimar yıllar önce öğrenci olduğu Roma'da tatildedir. Gençliğinin sokaklarında gezerken genç mimarlık öğrencisi Jack ile karşılaşır. Jack Roma'da kendi gibi öğrenci olan Amerikalı kız arkadaşı Sally ile yaşamaktadır ve Sally'nin erkek arkadaşından yeni ayrılan kız arkadaşı Monica'yı evlerinde misafir etmek üzeredirler. 

Hayley Roma'ya turist olarak gelmiş ve avukat Michelangelo'ya aşık olmuş ve evlenme kararı almışlardır. Hayley'in anne ve babası müstakbel damatları ve ailesi ile tanışmak için Roma'ya gelir. Michelangelo'nun babası Giancarlo cenaze levazımatçısıdır. Hayley'in babası ise yıllarını müzik sektörüne vermiş ve emekliliği ölümle eş tutan bazı takıntıları olan yaşlı bir adamdır. Bir gün Giancarlo'yu duşta arya söylerken duyar ve onun bu yeteneğini ilerletmesi için ısrar eder. 




Antonio ve Milly  akrabalarının fabrikasında çalışmak için taşradan Roma'ya gelirler ve bir otel odasına yerleşirler. Milly eşinin akrabalarına güzel görünmek için saçına fön çektirmek ister fakat otelin kuaförü dolu olduğundan dışarıda tarif edilen başka bir yere gider. Bu sırada otel odasında kalan Antonio'nun beklenmedik bir misafiri gelir. Anna. Antonio ne kadar yanlış yere geldiğini anlatmaya çalışsa da başarılı olamaz ve komik bir karşılaşma sonucunda Antonio'nun yaşlı akrabaları Anna'yı onun eşi zannederler. 

Bu arada kendi halinde bir memur olan Leopoldo'nun, bir gün işine gitmek üzere evden çıktığı sırada etrafı gazetecilerle çevrilir ve bir anda meşhur olur.

Londra Maç Sayısı, Barcelona Barcelona, Paris'te Bir Gece Yarısı ve Roma'ya Sevgilerle...Bir tercih yapmam gerekirse Paris'te Bir Gece Yarısı derim...

Woody Allen'ın Avrupa dörtlemesinin son filmi Roma'ya Sevgilerle Roma'nın birbirinden güzel manzaraları eşliğinde yanlış anlamalar, aşk hikayeleri, hayat dersleri ile devam ediyor ve seyircilerine hoşça vakit geçirtiyor. Güzel bir film seyretmek isteyenlere tavsiye edilir:)



Lizbon'a Gece Treni





Antik diller öğretmeni Raimund Gregorius yağmurlu bir havada çalıştığı liseye doğru giderken Kirchenfeld köprüsünde bir kadına rastlar. Kadının köprüden atlamak üzere olduğu zanneder ve engellemek için ona doğru koşar. Kadın yabancı bir aksanla 'bu telefon numarasını unutmamam gerek' diyerek cebinden çıkarttığı gazlı kalemle Gregorious'un alnına numaraları yazar. Gregorious kadına ana dilinin ne olduğunu sorunca portugues cevabını alır. Bu olaydan sonra Raimund Gregorious alnında kime ait olduğunu bilmediği telefon numarası ve portugues sözcüğü ile baş başa kalır. 

Kirchenfeld köprüsünde yaşadığı bu olay hayatının dönüm noktası olur. Gittiği yerlerde esrarengiz kadını bulma umuduyla dolaşır. Karısına ispanyolca kitaplar aldığı Hirschengraben'deki muhteşem deri ve toz kokan sahafta portekizce bir kitaba rastlar: Um Ouvrives das palavras - Sözlerin Kuyumcusu.

Portekizli doktor Amedeu Prado tarafından yazılmış kitapta hayatla, ölümle, aşkla ilgili paragraflar vardır. Yaşlı dükkan sahibinin kitaptan çevirdiği bir paragraf Gregorious'u çok etkiler  ve adını ilk kez duyduğu yazarın peşinden Portekiz'e doğru yolculuğa çıkar. 

Amedeu Prado diktatör Salazar zamanında yaşamış ve istemeyerekte olsa mesleki içgüdü ile Salazar'ın hayatını kurtarmış ve halkın tepkisini çekmiş bir kişidir. Prado Zalazar devrilmeden bir yıl önce ölmüş kitabı ise kız kardeşi tarafından diktatörün ölümünden bir yıl sonra yayınlatılmıştır. Gregorious kitabın ve Prado'nun izinden giderek bambaşka bir dünyaya adım atar. Bu arada bilinmeyen bir telefon numarası ve Portugues kelimesi ile onu buralara kadar sürükleyen kadını bulabilecek midir acaba?  

Lizbon'a Gece Treni Pascal Mercier takma adını kullanan Bern doğumlu felsefeci Peter Bieri'nin üçüncü romanı. 

Bu sene okuduğum iyi romanlardan biri daha. Belki de en iyisi. (En iyisi; böyle yazmayı pek sevmiyorum. Çünkü her kitap ayrı bir dünya, ayrı bir emek. Bu yüzden de en iyisi demek pek hoşuma gitmiyor. Okuduklarımın içinde farklı bir yeri var demek daha doğru geldi şu anda)

Ve her zamanki gibi kitaptan tadımlık bir kaç satır...

"Denizin kıyısına gidip başımı iyice uzatarak rüzgara tuttuğum oluyor, buradaki bildiğimiz gibi değil de daha soğuk, buz gibi esmesini isterim o rüzgarın: Keşke bütün o yıpranmış kelimeleri, alışkanlıkla söylenen yavan kelimeleri içimden üfürüp alsa, bende hep aynı olan lafların pisliğinden ruhum arınmış olarak geri dönebilsem."

"Okuyan insanlar vardı, birde ötekiler. Birinin okuyan mı okumayan mı olduğu hemen anlaşılıyordu. İnsanlar arasında bundan daha büyük bir fark yoktu."

"Ciddi olarak ölümsüz olmayı arzulayan var mı? Kim sonsuza kadar yaşamak ister? Şunu bilmek ne kadar sıkıcı ve yavan olurdu: Bugün neler olduğunun hiç önemi yok, bu ay, bu yıl: Daha sonsuz gün, ay ve yıl var. Sayılamayacak kadar çok, kelimenin tam anlamıyla. öyle olsaydı eğer, başka bir şeyin anlamı kalır mıydı? Artık zamanı hesap etmemize gerek kalmazdı, hiç bir şeyi kaçırmazdık, acele etmenin anlamı olmazdı. Bir şeyi bugün ya da yarın yapmamız fark etmezdi. Kaçırdığımız milyonlarca şeyin, ebediliğinin karşısında hiç bir değeri kalmazdı, bir şeyin arkasından üzülmenin de anlamı olmazdı, çünkü onu telefi etmek için hep zaman kalırdı. Günün akışına bile karışamazdık, çünkü bu mutluluk akan zamanın bilicinde olmaktan beslenir, avare kişi ölümün karşısında bir maceraperesttir, telaşın zorlamasına karşı çıkan bir haçlı askeridir. Her zaman ve her yerde ve her şey için zaman olsaydı: Zaman harcamanın vereceği keyfe yer kalır mıydı?"

"Kuyruklu piyano - bu geceden itibaren bana artık zamanında yapamayacağım şeyler olduğunu hatırlatıyor. Benim sessiz itirazıma karşı çıktığı gibi gözlerini kapadı. Söz konusu olan önemsiz küçük sevinçler ve tozlu sıcakta bir bardak suyu mideye indirmek gibi küçük zevkler değil. Söz konusu olan insanın yapmayı ve yaşamayı istediği şeyler, çünkü ancak onlar insanın kendi hayatını, o çok özel hayatı bütünleştirebilirler, çünkü onlar olmadan hayat eksik kalır, tamamlanmamış bir yapıt ve sıradan bir parçadır."

Lizbon'a Gece Treni   Pascal Mercier     Kırmızı Kedi Yayınları  Çeviri İlknur Özdemir