Gece Onu Dinleyemezsiniz!!!




Dün gazetenin sayfalarını çevirirken böyle bir başlığa rastladım. Gece onu dinleyemezsiniz...Neden dedim kendi kendime neden dinlemeyelim? İlerleyen satırlarda nedeni çıktı meydana. Belki sizler daha önceden biliyordunuz, yaptığı müziği dinlediniz. Ben ise ilk kez duydum adını. Enteresan geldi. Sıra dışı biri. Yaptığı müzik de öyle. Bazen tehditler bile alıyormuş söylediğine göre. Ailesi bile deli gözüyle bakıyormuş ona. Satanist olmadığını Allah'a inandığını söylüyor röportajında. Korku müzikleri yapıyor Emre Aron. Esin kaynağı ise huzur buluyorum, ruhumu dinlendiriyorum dediği mezarlıklar. Gecenin sessizliğinde kayıt yapıyor ve müziklerinde mezarlıklarda yaptığı bu kayıtları kullanıyormuş. 

Dokuz isimli bir albüm çıkarmış. Tılsım, Oda, 13, Lanetli Kukla, Sırat, Sanrı albümdeki parçalardan bazıları. Albüme adını veren dokuzun manası ise mezara ölünün üzerine konan dokuz tahtadan geliyormuş. Parçaları ölüm ve kader teması ağırlıklı. 

Ben Lanetli Kukla adlı parçasını dinledim. Tam bir korku müziği. Emre Aron ile yapılan röportajı okumak ve parçalarını dinlemek için linki tıklayınız. 

Hadi korkun biraz!!!



Hanna'ya Şiirler




"Dört bulut salıverdim gökyüzüne
Gökyüzünün en yücesine, ucuna
Biri turuncu, biri yeşil, biri al, birisi apak
Dört top bulut yolladım gökyüzünün en ucuna
Dört top ışıktan, koskocaman
Turuncusuna sevgi yükledim
Yeşiline dostluk
Arkadaşlık yükledim alına arkadaşlık
Apak buluta barış yükledim,
Ne kadar çok özlemişsek barışı o kadar çok
Gidin dedim bulutlarım yeryüzünün üstüne
Yağın dedim bulutlarım yeryüzüne
Yağmadık hiç bir yer bırakmayın, hiç bir yer,
hiç bir yer
Ama hiç bir yer, hiç bir yürek, hiç bir göz,
hiç bir kulak
Hiç bir ova, hiç bir çiçek bırakmayın
Her yere, her yere, her yere yağın,
Yağın ha yağın,
Yağın ha yağın, yağın ha yağın yağın ha yağın ha yağın
Yağın insan yüreklerine"

Yaşar Kemal

Albatross





Emilia Conan Doyle yazma denemeleri yapan, kendinin Arthur Conan Doyle'un akrabası olduğunu sanan genç bir kızdır. Annesinin intiharından sonra büyük anne, büyük babasıyla yaşamakta ve Fisher ailesinin işlettiği The Cliff House adlı otelde temizlikçi olarak çalışmaktadır. Evin babası Jonathan Fisher 20 yıl önce The Cliff House adında bir kitap yazarak ünlenmiş bir yazardır. Günlerini yeni kitap yazma çabaları içinde çatı katındaki odasında geçirmekte ama ilk kitabının başarısını yakalayacak ilhamı bulamamaktadır. Anne Joa ise hem otelin işletmesi hemde iki kızıyla ilgilenen evliliğinde aradığını bulamayan mutsuz eski bir sanatçıdır. Büyük kızları Beth Oxford Üniversitesi'ne girmek için yapacağı mülakata hazırlanmakta diğer taraftan ailesinin bu durumundan etkilenmektedir. Emilia destek olmak ve cesaretlendirmek için Beth'in Oxford'daki mülakatına onunla beraber gider ve aralarında bir arkadaşlık oluşur. Emilia Beth için dış dünyaya açılan bir kapıdır. 

Bu arada Emilia'nın yazma isteği Jonathan'ın dikkatini çeker. Ona bu konuda yardımcı olacağını söyler ve Emilia'ya yaratıcı yazarlık dersleri vermeye başlar. Bir gün Emilia'yı Arthur Conan Doyle'un mezarına götürür ve aralarında romantik bir ilişki başlar. Filmin ilerleyen karelerinde Emilia ile Doyle'un akrabalık ilişkisindeki sır çözülür. Bu arada Beth babası ve Emilia arasındaki ilişkiyi fark eder ve aile ilişkileri iyice çıkmaza girer. 

Filmin sonunda...Hayır:) Ne kadar istesem de sonunu yazmayacağım ama küçük bir tüyo vereceğim Beth ve Emilia için çok güzel bir sonla bitiyor özellikle de Emilia için...

2011 yılında prömiyeri yapılan film Isle of Man adasında çekilmiş ve harika manzaraları var. Konusunu beğenmezseniz bile görüntüleri için seyredilir. Güzel bir film seyretmek isteyenlere tavsiye edilir:) 

Albatross...Spread your wings...














Sonbahar Saçlarında

Atilla Birkiye'den sonbahara yakışır çok güzel bir yazı. Sonbaharda aşk ancak bu kadar güzel anlatılabilirdi herhalde...







Artık, sonbahar kentte; zamanın en görkemli evresi...

Ekim sarısı yapraklar hüznün gözyaşları, unutulmuş sokaklarda savrulan.

Ey kent artık uzat elini.

Ey aşk, artık kaçırma yüreğini.

Dünyanın en güzel kentinde, insan kendi tarihinin en büyük aşkını yaşamak ister.

Dünyanın en güzel kenti İstanbul’sa, en büyük aşkıdır yaşanan.

Zaman gelir, kente ekim düşer; gözyaşlarıdır doğanın.

İyice bilinmelidir, yeryüzünde akmayan hiçbir gözyaşı da yoktur.

Ayrılıkların, hüznün melodisi kulaklardadır, sonbaharla birlikte.

Yüreklerdeki ise, hep arzulanan bir çarpıntıdır; tüm gözyaşına karşın.

Çünkü ekimde de hayatı yaşamak, hayatı soluklamak vardır.

Çünkü ekimdir aslında arzulananların en şiddetlisi.

Dizeler, ekimin ilk fırtınasında, yağmur yüklü bulutlara doğru yükselir.

Martılardır bu kez dizelere yol veren.

Martılardır bu dizeleri ilk kez okuyan.

Bir vapurda âşık bir adam genç bir kadının gözlerinde, dudaklarında, gülüşünün saflığında erir.

  Ekim rüzgârı

  Saçlarından yüzüme esen

  Ekim yağmuru

  Avucunda tuttuğum

Sonbahardan korkulur; çünkü, tarihin imgesine göre hazan yüreğe saplanan bir hançerdir.

Oysa sonbaharda da büyük aşklar yaşanır.

Oysa sonbaharda da büyük aşklar, dünyanın en güzel kentinin sahiplendiği bir şarkıdır.

Belki de bizim yaşamak istediğimiz, ey okur bağışla beni bunu bunca sarf ettiğim için, belki de yalnızca sonbahardır.

Kimileri selam durur kente sonbahar geldi diye.

Demem o demek ki kimileri yürekten sever sonbaharı.

Esmer bir kadına binlerce dizelerin yazıldığı gibi.

Serinlemiş gecelerde, eski kitaplar raflarından özenle alınır.

Sayfaları, başucu lambasında ağır ağır çevrilir.

O kitaplar ki genellikle aşk şiirlerini, aşk için yazılmış sözcükleri içerir.

Çünkü kente sonbahar gelmiştir...

Dalgalar denizin ortasında şarkılardaki gibi seni söyler.

Dalgalar, fırtınalı bir ekim denizinde bizi adaya taşır.

Dalgalar ilk ekim fırtınasında bir öyküye tanık olur.

Ada kentin, saklanan saklanmayan, unutulan unutulmayan anılarıyla doludur.

En görkemli öykülerle doludur ada.

Söylememe gerek var mı, bunlar aşk öyküleridir, hiç kuşkusuz.

Zaten rüzgâr adaya çağlar boyu, aşkı fısıldamaktadır, coşkulu bir sesle.

Kim bilir, belki de ada bir yanılsamanın romantik bir tanımıdır.

Hep gitmek istediğimiz: hep gitmek istediğimizle...

Kim bilebilir adanın gerçekten var olup olmadığını.

Gerçekten var mıdır, yoksa bizim yüreğimizdeki yasak bir aşk izdüşümü müdür?

İşte, insanı umutlandıran da, acılara gömen de budur.

Belki yanılsamadır, belki de değil.

Ama iki sözcüktür ilk ekim fırtınasında, dalgalar bizi adaya götürürken, yüreğimin gerçeği:

Sonbahar saçlarında...



(Yaşamın Kendisidir Aşk, Özgür yay. 2008)

Bu güzel yazıdan sonra Nat King Cole ve Autumn Leaves'de iyi gider doğrusu:)


Müzelerin geleceği, evlerimizin içinde gizli.


Hepimizin evinde atmaya kıyamadığımız eski eşyalarımız vardır. Birikirde birikirler. Garip bir şekilde bağlanırız onlara. Hepsinde ayrı yaşanmışlıklar vardır. Her biri ayrı bir anı hatırlatır, tekrar yaşatır sahibine. Eski saatler, eski telefonlar, kiminde giysiler...Liste uzadıkça uzar. Kendimize ait olanlar dışından aile büyüklerinden kalanlarda eklenir bunlara. Zamanla içimizden gelmesede bazılarını eleriz yersizlikten ama bir kısmı hayatımızı paylaşmaya devam eder kıyıda köşede bir yerlerde. Orhan Pamuk'ta eski eşyalardan ve Masumiyet Müzesinden yola çıkarak "Müzelerin geleceği , evlerimizin içinde gizli" diyor. İşte Pamuk'un yazısı...


Orhan Pamuk: Müzelerin geleceği evimizde saklı


Orhan Pamuk: Müzelerin geleceği evimizde saklı

New York Times'tan Holly Brubach, "The Right Stuff (Doğru Nesneler)" adıyla kaleme aldığı makalede Orhan Pamuk'un Masumiyet Müzesi adlı romanını ve aynı adı taşıyan müzesini anlattı.










4 Ekim'de Refik Anadol'un çektiği fotoğraflarla birlikte yayımlanan makalesinde "Başkaları için son derece değersiz ama onun için paha biçilemeyen bazı nesnelere" bağlandığı için kendini çok garip hissettiğini anlatan Brubach, Nobelli yazar Orhan Pamuk'un bu konuda içine su serptiğini yazdı. "Pamuk da aynı hastalıktan muzdarip" diyen Brubach, yazıda Orhan Pamuk'la telefonda konuştuklarını da aktardı.

Makaledeki bazı çarpıcı bölümler özetle şöyle:

* Pamuk, telefonda yaptığımız sohbette "Eski ceketlerimden birinin cebinde yıllar öncesinden kalan bir sinema bileti bulduğumu düşünelim, o an sadece o filmi gördüğümü hatırlamam, aklıma filmden sahneler de gelir. Unuttuğumu sandığım bazı sahneler yıllar sonra böylece bana geri döner. Nesnelerde bu güç vardır ve bu çok hoşuma gidiyor" dedi.
* 2009'da yayımladığı çok satan kitabı "Masumiyet Müzesi"nden sonra aynı adla, şimdiye dek 11 bin kişinin ziyaret ettiği bir müze de açan yazar, bu ay müzenin içeriğini yansıtan "The Innocence of Objects (Nesnelerin Masumiyeti)" adlı bir katalog yayımladı. Bu katalog için "Nesnelere odaklanmak ve hikâyeyi nesneler üzerinden anlatmak, kitabımın kahramanlarını Batı edebiyatındaki romanlardan ayırdı; onları daha gerçek kıldı. Böylece kahramanlar İstanbul'un daha iyi bir özetine dönüştü" yazdı.
* Yeni çağın dinamiği bizi "şimdi"de yaşamaya zorluyor. ABD'deki her 10 evden 1'ine hizmet eden milyarlarca dolarlık "saklama" endüstrisi ve biriktirdikleri malzemelerden kurtulmaları için insanlara yardımcı olan danışmanlar var. Pamuk da, "Modernite sahte ihtiyaçlar arasında kaybolmamıza yol açtı. Yaşadığımız çağda seri üretim nesneler arasında kayboluyoruz. Haber bile vermeden gelen, masalarımızın üzerine, duvarlarımıza yerleşen nesneler arasında yaşıyoruz. Onları, onların aslında hiç farkına varmadan kullanıyoruz. Bir süre sonra da veda bile etmeden hayatımızdan çıkıyorlar" diyor.
* Pamuk'a göre 20'nci yüzyıl Türkiye'sinde yaşayanların Avrupa ve Amerika'da yaşayanları taklit etmeye başlamasıyla, bu insanların evlerindeki pek çok eşya, eşya pazarlarında toplu halde satılmaya başladı. Pamuk da müzede bir araya getirdiği nesneleri pazarlardan satın aldı. Bu eşyalar bugünlere geldiyse Pamuk'un deyişiyle bu durum, değişen Türkiye'de ümitsizliğe kapılan, biraz kıskanç, biraz hırçın bazı insanlar sayesinde olmuştu bu. Eski eşyaları muhafaza edenler, yüzlerini Avrupa ve Amerika'ya dönerek aniden değişen ailelerine yabancılaşmış insanlardı. Pamuk'un katalogda yazdığı şekliyle bu insanlar "nesnelere bağlanmalarının sebebinin yaşadıkları kalpkırıklıklarında ve hüzünlü hikâyelerinden kaynaklandığının bilincindeydiler. Ama onlarla alay eden topluma önemli katkıları olduğuna da tüm kalpleriyle inanıyorlardı."

Haberin devamını okumak için linki tıklayınız...