Kitabevi 'seans'ları üzre

Günlüğümde en sık geçen cümlelerden biri, sanırım, 'dün bir kitapçı seansı yaptım'dır - ve çeşitlemeleri. Kitapseverlerin, kitap dünyasında yaşamayı seçenlerin yerine koymakta herhangi bir güçlük çekmeyeceği o ritüel'in içeriği gene de kişiden kişiye değişen özellikler, 'şahsilik'ler barındırır.



Bir kitabevinin içinde dolaşanların davranışları görünüşte biribirine benzese bile, herbirinin bünyesinde farklı dinamikler çalışır.

'Tür'lere ayrıştırılabilirler mi? Bunca yıllık bir yaşantı birikiminden, görgü ve gözlem deposundan hareketle, otursam, şen şakrak bir kategorileştirme denemesi kurmakta zorlanmam ya, bilirim, aynı işe soyunabilecek, soyunmuş pek çok okuryazar vardır, herkes sonunda kendi zaviyesinden bakar ama bir dolu ortak değerlendirme sözkonusu olacaktır.

Ana kategoriler, sonuçta, alt kategoriler üzerinden farklı 'tür'lere dağılırlar. 'Benim gibiler' de bir ana kategoriye giriyorlar hiç şüphesiz; ortaklıkları ayrılıklarından fazla ya da üstün müdür oysa? 'Benim gibi'lik tek, biricik bir anlam alanında tanımlanabilir mi? Birden çok ana kategoriye, çok sayıda alt kategoriye sokulmamıza yolaçacak özellikler, saplantılar, sapkınlıklar ile donatılı değil miyiz? Bir deneme kurmak, görüldüğü gibi, masum ve kolay iş değil: Doğru yolu bulduğunu düşündüğü an kaybolmaya aday olduğunu fark eder yazar.

'Benim gibi'liklerden birini seçeyim hemen: Koskoca kitaplığında bir dolu henüz okuma fırsatını bulamadığı kitap beklerken durmadan kitapçı dükkânlarına gidenler. Bu kategoriye girdiğimi gözümü kırpmadan söyleyebilir, ekleyebilirim: Nüfusumuz yabana atılamayacak ölçüde yüksektir.

Buradan saparak denemeyi kurmaya başlayabilirim; şimdi böyle bir niyetim yok gene de burada kalarak 'kitapçı seansı'nda odaklaşmayı seçeceğim.

Bir defasında, kitaplarla tanışmanın öneminden söz etmiştim, çok olmadı: Kitabevlerine yalnızca almak, edinmek için girmiyoruz sonuçta: Karşılaşmak, görmek (görüşmek), yoklamak, kurcalamak, hepsini çatısı altında buluşturduğum tanışmak fiilleri başı çekiyor seanslarda. Kaç başlığa, kapağa, kitap sırtına gözüm ilişir kitapçıda geçirdiğim süre içinde, bilemem; kaçını elime aldığımı, evirip çevirdiğimi, sayfalarını karıştırdığımı, kaçından kaç satır (bazen sayfa) okuduğumu da: Bir seans, her okurun nektar toplamak için noktalar arası arının dolaşmasını andıran irili ufaklı temaslarından, dokunuşlarından, konaklamalarından oluşur.

Dün, 22 Şubat 2012 öğle sonrası, L'Arbre á Lettres kitabevinde yaklaşık bir saat geçirdim. Elim boş çıkabilirdim (sık olageldiği gibi), önceden peylemiş olduğum bir kitabı, Pontalis'in Perdre de Vu'sünü edinerek ayrıldım oradan.

Yaşayan ruhçözümcüler arasında, Wacjman'la birlikte, yazdıklarını en yakından izlediğim kişi Pontalis. Yayımladığı son kitabı Önce'yi iki ay oldu alıp okuyalı, bir düşkırıklığı yarattı bu kez bende metinleri, bir düşüş gördüm yazısında, öncekilerden devşirdiğim yazınsal hazzı bulamadım, iyicene yaşlandı Pontalis, ola ki bilgeliğini törpülüyordur durumu. Perdre de Vu eski bir kitabı (1986), geçen sefer, Seine kıyısındaki 'bouquiniste'lerden birinde arka kapak yazısı çelmişti dikkatimi, ama jelâtinle kapatıldığı için içeriğine göz atamamıştım, dün çeyrek saat ayırdım bulduğum açık nüshaya, başlığın bir parça yanıltıcı olduğunu gördüm, gene de baktığım üç bölüm kitabı edinmeye karar vermeme yetti. (Gece, eve dönüş sonrası, kararımın doğruluğunu onaylayacaktım).

Otobiyografimin üç-dört yıldır üstünde yoğunlaştığım cildi 'kayıp'larıma eksenli: Anamın, Samih'in, Hulusi'nin ölümleri peş peşe geldi, anlaşılan yazarak yaralarıma tuz basmayı seçtim. Perdre de Vu nasıl tam çevrilir Türkçeye kestiremiyorum; gözden ırak düşmenin geri dönüşsüzlüğü, birçok yakınımızı bir daha göremeyecek oluşumuz dağlayıcı bir durum. Gelgelelim, o sulara pek açılmamış burada Pontalis (sonraki kitaplarında sıkça yeralan bir izlek), dokunup geçmiş. Olsun, kitap başka ilginç sulara taşıyacak beni, ondan kitaplığıma girsin istedim.

Sonra, arı dansını sürdürdüm kitapçıda. Pennac'ın taze kitabı Gövdemin Günlüğü'nü karıştırdım bir parça, 'kesişme' ölçümleri üzre. Magris'in Alfabeler'i bu hafta çıktı, önümüzdeki hafta Compagnie kitabevinde imza günü yapacak, uğrayıp 'ce' desem mi yaşlı kurda, belki. Corriera della Serra'da son on yıl içinde yayımladığı denemelerden oylumlu bir seçme bu - bir yaştan sonra kalan vaktiniz ve yeriniz konusunda (ve bütçeniz!) ister istemez daha gerçekçi oluyorsunuz, bıraktım rafına kitabı. Charles Juliet'nin Beckett'le karşılaşmalarını anlattığı ufak kitaptan birkaç sayfa okudum ayakta. Ardından, Noksan'da dokunup geçtiğim, genç yaşta intiharı seçen Edouard Levé'nin Yaşamöyküsü'ne daldım. Yazı ritmi de kara alay tonu da çok alımlı. Dönüp alacaklarım arasına katılmış mıdır?

Başka ufak tefek temaslar da oldu dün, tezgâh-raf arası: Biriki Tagor'a göz attım serginin etkisiyle, bir yoklama daha yapacağım. Yeni çıkan şiir kitaplarına eğildim. Conrad'lara bakacaktım, az başlıkla karşılaştım. Çıkışta düşündüm:

İstanbul'daki 'seans'larım nasıl geçiyor? Gönlümce pek az kitapçı kaldı şehirde, asıl vaktimi sahaflara ayırıyorum. Şüphesiz, kitaplığımın Türk edebiyatı ve kültürü bölümünde neredeyse bütün ana yapıtların olduğu bir gerçek. Yeni çıkanlara göz atıyorum sıklıkla, sahaflarda ganimet arayışım sürüyor - orası dipsiz kuyu. İstanbul'da, 'protokol'dayım ayrıca: Bir dolu kitap çıkar çıkmaz ulaşıyor elime. İstanbul tavaflarını farklılaştıran etmenler.

İnsan, midesini doyurmak için her gün çaba gösterir, tinini nasıl ve neyle doyuracağı bir o kadar önemli değil mi? 'Benim gibiler' durmadan okur, dinler, izler: Sabahtan gecenin ucuna. Sokağa bile cebimizde kitap, defter kalem, i-pod ile çıkıyoruz.

Dükkânlar müşteri kaynıyor; gerçek ya da düzmece gereksinme, alışveriş ve tüketim alışkanlığı iliklere işliyor, global mal düzeninde.

Kitapçı seansları alternatif yaşama düzeninin sıcak törenleri.

-Enis Batur - Cumhuriyet Kitap'tan alınmıştır-

Bir Yıldız Daha Kaydı-Donna Summer




No More Tears - Donna Summer

İyi Düşün


Kendinize bu yıl kaç oyuncak aldınız?
Kaç kez gözlerinizden yaş gelinceye kadar güldünüz?
Yaşlı bir ağaca sarıldınız mı bu yıl?






Carlos Fuentes'in Ölümü



Edebiyat dünyası bugün bir yazarını daha kaybetti. Latin edebiyatının güçlü kalemlerinden olan 1928 Meksika doğumlu yazarın ölümü Meksika başbakanı Felibe Calderon tarafından sevgili dostum ve hayranı olduğum dünyaca ünlü Meksikalı yazar Carlos Fuentes'in ölümünden derin üzüntü duyuyorum sözleriyle duyuruldu.

Hukuk ve ekonomi öğrenimi gören Fuentes bir süre diplomat babasının izinden giderek Meksika'nın Fransa Büyükelçiliğini yaptı. 1950'lerin başında Komünist Partiye girdi. 1962'de partiden ayrıldı ama Marksizmi savunmaya devam etti. 1968 Meksika Olimpiyatları sırasında hükümetin öğrenci olaylarını şiddet kullanarak bastırmasını protesto etmesi üzerine ülke dışına sürüldü.



1954'de yayınlanan ilk öykü kitabı Maskeli Günler'i ilk romanı Havanın Temiz Olduğu yer izledi. 1962 yılında yayınlanan Aura adlı uzun öyküsünden sonra aynı yıl çıkan Artemio Cruz'un Ölümü yazara uluslararası ün kazandırdı. 

Fuentes Terra Nostra, Diana, İnez'in Sezgisi, Yanık Sular, Koca Gringo, Sefer, Kendim ve Ötekiler, Laura Diaz'lı Yıllar gibi romanları ve öykü kitaplarındaki büyülü sözcükleriyle okuyucularının gönlünde taht kurdu.



1978 yılında Marquez ve Llosa'dan sonra Venezuella'nın ünlü Romulo Gallegos ödülüne değer görüldü. Ayrıca Meksika'nın en önemli edebiyat ödülü kabul edilen Ulusal Edebiyat Ödülü ve İspanyolca yazan yazarlara verilen en saygın ödül niteliğindeki Cervantes ödülünün de sahibi olan yazar Arjantinli Ñ (Enye) dergisiyle yaptığı bir söyleşide “siz de onlar gibi Nobel almak istemez misiniz sorusuna ise şöyle cevap verdi:
“Kimin hoşuna gitmez Nobel almak, ama ben çocuklara verilen Veracruz ödülünü bile alsam memnun olurum. Bazıları ödül almak için yazar. Ama ne Mario ne Gabriel ödül almak için yazar. Her ikisi de samimiyet ve içlerinden gelen dürtüyle yazarlar. Üstelik ne Kafka, ne Tolstoy, ne Proust hiçbirisi Nobel almadı. O halde niye şikayet edeyim ki?”

 

Kitap Aşkı:)



Siz hiç bir kitaba aşık oldunuz mu? Ben oldum:) Evet, bir kitaba aşık oldum. Hem de öyle böyle değil. İlk görüşte bir aşktı benimki. Yıldırım aşkı dedikleri türden bir şey. Tamam kitapları severim, onlarsız yapamam falan filan ama bu sefer ki bir başkaydı hani. 


Gerilim filmleri, kitapları derken klasik bir gerilim kitabı ve ya kitabın önsözünde yazdığı gibi 'esrar romanı' okuyayım dedim. Öncelikle esrar romanı hakkında önsözde yazanları paylaşmak istiyorum sonra aşka devam. 


Efendim 'esrar romanı' polis romanları ile asla karıştırılmamalıymış. Polis romanları doğrudan doğruya bir suçun işlenmesi ve o suçun esrarının çözülüşünün mekanizmasıyla ilgilenirmiş. İçindeki karakterler birer kukladan ibarettir ancak suçun esrarını çözen kahramanın karakteri işlenir diye anlatıyor polisiyeleri. (Gördüğünüz üzere bilmiş de) 


"Esrar romanı" ise karakterleri, tipleri, olayları herhangi bir aşk romanı gibi işler. Yalnız romandaki konu bir esrarla ilgilidir. (işte burası çok önemli:). Romanın maksadı da bu esrarın karakterler üzerindeki etkisini anlatmaktır. Esrar romanını polis romanından ayıran en önemli farklardan biri de esrar romanının esas bakımdan bir aşk romanı oluşudur. Henüz ilk sayfalarda olduğum için göreceğiz bakalım esrarlı aşk romanını:)  




Neyse gelelim bu aşkın başlangıcına. Nette klasik bir 'esrar romanı' ararken karşıma çıktı. Google'a Beyazlı Kadın Wilkie Collins diye yazdım. Enter'a basmamla yeni, eski bütün Beyazlı Kadın basımları döküldü ekrana ama benim asıl aradığım Nihal Yeğinobalı çevirisi idi. Birkaç kitap sitesine girdikten sonra Gitti gidiyor'da gözgöze geldik. Yeşil kalın kapaklı Güven Yayınevi'nin eski bir basımı. Anka Sahaf'ın sayfasında, fiyatı ise 2.50,-tl. Fiyatını görünce kitabın yıpranmış kötü durumda olabileceğini düşündüm ama çektiğim mesaja gelen cevapta kitabın sayfalarının tam olduğunu ve temiz iyi kondisyonda olduğunu yazıyordu. Aslında internetten kitap, dergi almayı sevmiyorum. Kitapçıdan ya da sahaftan alıp bulduğum en yakın kafede oturup keyifle hem kahvemi içip hemde okumayı severim ama bu sefer (bir kez daha yapmıştım galiba?) aldım. Kargo kapıma getirdiğinde paketi açtım ve kavuştum aşkıma. Güven Yayınevi Şaheser Romanlar serisinden 1964 basımı Beyazlı Kadın'a. Çeviren tabikii Nihal Yeğinobalı. Yazdıkları gibi tertemiz ve mis gibi eski kokan bir kitap. Şimdi büyük aşk yaşıyoruz kendisiyle. Okumaya başladım bile. Kim bilir kimlerin elinden, kütüphanesinden 48 yıl kadar uzun bir yolculuktan benim kütüphaneme geldi.




Bu arada yazdığına göre kitabın yazarı Wilkie Collins'in hayatıda kitapları gibi kalın bir esrar perdesinin ardında gizliymiş. Yazar tüm hayatı boyunca iki şaheser verip ondan sonra yavaş yavaş sönmüş. Ne yaşadığı dönemde ne de öldükten sonra ün kazanmamış ve hayatı hakkında çok fazla bilgiye ulaşılamamış. İlk eseri 'Beyazlı Kadın' dünya edebiyatının ilk ve en iyi 'esrar romanı' olarak kabul edilmiş. Bu roman yazılana kadar dünyanın hiç bir dilinde esrar romanı yazılmamış. Basıldığı dönemde Avrupa'da fırtınalar yaratan eser hem okuyucularını hem de en titiz edebiyatçıları bile tatmin etmiş. Yazarın arkadaşı Charles Dickens'in Collins'e hayran olduğu ve eserlerinde onu taklit ettiği yazmaktadır.


Daha ilk sayfalarındayım ve Beyazlı Kadın ortaya çıktı. Bakalım ilerleyen sayfalarda neler yapacak. Şimdilik çabuk bitmesin diye yavaş yavaş okuyorum. (bir de böyle bir hastalığım var benim. Sevdiğim kitabı elimde süründürürüm çabuk bitmesin diye:). Bitsin anlatırım size...3 vakte kadar:))