Heybeliada - Halki



















Heybeliada - Halki


Saatin alarmı 07.00'de kalkma vaktini haber verdiğinde bugünkü rotam çoktan Heybeliada'ya çevrilmişti. Perdeyi aralayıp dışarıya baktığımda yağmakla yağmamak arasında karar veremeyen bulutlu bir havayla karşılaştım. Çantaya yağmurluk atmalı. Son bir kontrol; gözlük, fotoğraf makinası, yolda okunacak kitap, yağmurluk, cüzdan hepsi tamam.

Bostancı'dan hareket ettiğimizde şehri geride bırakmamın mutluluğu kapladı içimi. Bir kaç saatliğine de olsa karmaşadan uzaklaşmak güzel doğrusu. Aslında gezmeye değil bir iş için mecburi bir gidiş bu seferki.

Motor iskeleye yanaştığında bomboş insanda terkedilmiş hissi uyandıran ada sahiline indim. Motordan benimle birlikte inen 4-5 kişi sanki bir anda buharlaşıp yok oldular. Hangi istikamete gittiler, ne ara kayboldular anlamadım. Kediler, köpekler ve ben. Sakinlik derken bu kadarını düşünmüyordum ama oldu işte. Şaka bir yana henüz ada sezonunun açılmaması ve hafta içi olmasının avantajını yaşadım bugün Heybeli'nin bomboş yemyeşil sokaklarında.




İskelenin tam karşısından yukarıya doğru yürüdüğümde parkın içinde Hüseyin Rahmi Gürpınar karşıladı beni. Ömrünün otuzbir yılını Heybeliada'daki köşkünde geçirdikten sonra yine buraya defnedilen yazarın eserleri uçuştu kafamda: Kuyruklu yıldız altında bir izdivaç, Şıpsevdi, Gulyabani...Gürpınar'ın eserlerine dalmışken arkamdan bir ses 'hanımefendi madem adamızı gezeceksiniz size bir haritasını vereyim' dedi.  Teşekkür edip yoluma devam ettim.






Haritada ilk aradığım yer Terk'i Dünya Manastırı oldu. Burası bana her zaman mistik gelmiştir. Bambaşka farklı bir dünya. Ada'nın bir ucunda ıssız, sessiz. Bugünlük oraya gidemem çok uzak. Ama Hürriyet Gazetesinde Terk-i Dünya Manastırı ile ilgili çıkan yazıyı sizinle paylaşabilirim:)

"Çam Limanında, Sanatoryum'un bulunduğu burunun karşısındaki buruna Terki Dünya denir. Buradaki manastırda dünyadan elini çekmiş keşişler (Ta*riki Dünya'lar) oturduğu için, ta*riki dünya deyimi bozulmuş ve halk arasında Terki Dünya halini almıştır. Bir diğer inanışa göre de bu manastırda oturan keşişler ihtiyarlayınca yüksek uçurumlardan kendilerini atarak intihar ederlermiş. O sebepten Terki Dünya denilmiş.

Aşk intiharlarının yapılmasına uygun yüksek bir uçurum olduğu için de bu deyimin kullanıldığını ileri sürenler vardır. Nedeni, ne ise, bu manastırın ve yörenin halk arasındaki adı Terki Dünya'dır.

1859 yılında, Heybeli'ye yalınayak 19 yaşında bir genç geldi. Çok yakışıklı, çok zeki fakat cahil bir köylü çocuğuydu. Hristos manastırına baş vurdu. Orada Kayseri'li Efstation tarafından yetiştirildi ve 1861'de Arsenios adı ile keşiş oldu. 1865'de mürşidinden ayrıldı. Aya Yorgi manastırına başvurdu. Kudüs patrikhanesine bağlı olan bu manastır kendi topraklarında yeni bir manastır kurulmasına izin vermedi. Panayia kilisesine başvurdu. Kefalonya'lı metropolit Embariki Mazarakis'in yardımı ile bugünkü Terki Dünya burnunda kendisine küçük bir kulübe yapması için müsaade verildi. Kulübenin yapılışına çok fakir bir kimse olan Mastor Yani ve karısı da yardım etti.

Arsenios, tatlı dilli, güzel yüzlü idi. Perhizka*r bir hayat yaşıyordu. O kadar ilgi topladı ki fakir balıkçısından asiline, Papaz Okulu öğrencisinden, Papaz Okulu öğretmenine kadar herkes günah çıkartmak, akıl almak için ona geldi.

Bu ilgi üzerine Arsenios önce kiliseyi inşa etti ve hamisi Mazarakis'in arzusu üzerine kiliseyi Aziz Spridon'a ithaf etti. Sonra öteki binalar yapıldı ve sonunda Arsenios'un kulübesi büyük bir manastıra dönüştü.

Bugün kilesinin içinde duvar üzerinde, yüksekçe bir yerde şerit biçiminde büyük yazılarla kilisenin 1868'de Arsenios tarafından kurulduğu, Ayios Spridon adına bağışlandığı ve 1894 fela*ketinden sonra yeniden yapıldığı yazılıdır.

Gerçekten 1894 depreminde manastır yıkılmış ve Padişah Abdülhamit manastırın tamiri için 200 altın göndermiştir.

Arsenios pek çok yetenekli gence manevi babalık da yapmıştır. Bunların içinde üniversite profesörleri, doktorlar, avukatlar vardır.

Arsenios, kuvvetli kişiliği, geniş dünya görüşü, yüksek toleransı ile herkesi etkilemiş, manastır Müslüman, Hristiyan, kadın, erkek pek çok kişinin ziyaret ettiği, adak adadığı bir yer olmuştur.

Arsenios, çok perhiz yaptığı için tutulduğu ülser hastalığından 2 Şubat 1905'de ölmüş ve kiliseye gömülmüştür.

Ancak nedense bugün kilisede mezarı hakkında hiç bir işaret yoktur. Sadece kilisenin küçük müzesinde yağlı boya bir portresi bulunmaktadır.

Manastır, 1906'da Fener patrikhanesine bağlanmıştır. 1945 yılında da patrik Atenegoras'ın emri ile restore edilmiştir.

Halen perşembe günleri a*yin yapılmakta, Hristiyan ve özellikle Müslüman halk tarafından adak adanmaktadır. Esas yortu günü 12 Aralık'tır.

(Heybeliada, Tekin Yayınevi, 2. basım, 1985)"

Hay Allah bir anda adanın bir ucundan diğer ucuna uçtum resmen. Neyse ben yine sokaklarına döneyim. Aya Yorgi Kilisesi ve tam önündeki dallarında portakallar sarkan ağacını geride bırakarak Refah Şehitleri Caddesinden yukarı doğru yürürken bisiklet kiralama yerlerine rastladım. Adayı keşfe çıkmanın en güzel yollarından biride bisiklet.


Caddenin ortasına boylu boyunca uzanmış köpek sürüsü hızla üzerlerine gelen fayton tarafından bozguna uğratıldı. Hepsi güneşlenmelerine bir süre ara vererek ve eminim faytoncuyu bir gün yürürken ellerine geçirmeyi hayal ederek kaldırımlara kaçıştılar.




Eski evler ahhh adaların vazgeçilmez sembolü eski ahşap evleri. Kimi bakımlı, kimi bakımsız sahipsiz, hüzünlü, geçmişteki cıvıl cıvıl günlerine hasret.  




Yeni İskele Yolundan yürüyerek 'Vidalı Köşk'ün' peşine düşüyorum. Vidalı köşk yerini yıkık duvarlara, paslı korkuluklara ve adam boyu otların kapladığı boş bir arsaya bırakmış. Köşkten geriye duvarlarındaki lotus, kobra kabartmaları ve Mısır tanrılarından Ptah'ın asaları kalmış. Bülent Ovacık 'Vidalı Köşkün Peşinde' adlı yazısında böyle anlatmış Abbas Halim Paşa'nın yaptırdığı köşkün hikayesini:

"Abbas Halim Paşa'nın 1897'de yaptırdığı Köşk'ün taşları Malta'da kesildikten sonra gemiyle Heybeliada'ya getirilmişti. Köşk, tek çivi kullanılmadan, numaralı taşlar vidayla monte edilerek yapılmıştı. Batıda ‘‘Egyptian Revival’’ (Mısır uyanışı) diye bilinen üslup tercih edilmişti. Eski Mısır tapınak cephelerinde kullanılan, kesik piramit tarzındaki pilonlar, helozonik şerit kabartmalarıyla bezeli kaval silmelerle çerçevelenmişti. Cephelerdeki pencere grupları ile balkon alınlıkları, kobraların ve akbabaların kuşattığı güneş diskleri ile taçlandırılmıştı. Bu muhteşem köşk, Abbas Halim Paşa'nın vasiyeti üzerine, ölümünden 10 yıl sonra 1945'de, yapıldığı gibi sökülerek Mısır'a götürülmüştü."

Köşkü arkamda bırakıp bu kez de Ümit Tepesi'ne Heybeli'nin çok ses getiren başka bir tarihi eserine doğru ilerliyorum. Aya Triada Manastırı diğer adıyla Heybeliada Ruhban Okulu.

Yazılı belgelere göre Manastır 9yy da İstanbul Patriği Aziz Folios tarafından kurulmuş ve hristiyanlığın kutsal üçlüsüne (Aya Triada) ithaf edilmiş. 1603 yılında Bizans imparatoriçesi Katerina Komnini'nin manastıra hediye ettiği incil üzerinde 'Halki Aya Triada' ifadesi dikkati çeker. Manastır İstanbul fethinden sonrada varlığını sürdürmüş ve bir çok kez tahrip edilip, tamirler geçirerek günümüze kadar gelebilmiş. 

1844'de din adamı yetiştirmek amacıyla Patrik IV Germanos tarafından teoloji eğitimi veren bir okul olarak açılmıştır. 1844 yılında açılışından 1971 yılında kapanışına kadar Aya Triada Manastırı ile bütünleşerek din adamları yetiştirmiştir. Günümüzün patriği I. Bartholomeos'da bu din adamlarından biridir.   

Okul binası 1894 yılında meydana gelen depremde büyük zarar görerek kullanılamayacak hale gelmiş. Yeniden yunan alfabesindeki pi harfi şeklinde inşaa edilen bina görkemli mermer sütunları ve merdivenleri ile antik yunan tapınaklarını anımsatır.

Manastırın 120 binin üzerinde kitap barındıran çok zengin bir kütüphanesi vardır. Teoloji dışında sanat tarihi, arkeoloji, mimari, hukuk, Bizans ve Roma tarihi ile ilgili çok nadir kitaplar bulmak mümkündür. (Tam benlik. Aç tavuk buğday ambarında misali bir daha çıkaramazlar beni ama zaten almayacakları için bir sorun teşkil etmiyorum bu durumda:)

Daha gezilecek çok yer, tırmanılacak çok sokak, fotoğraflanacak çok yer ama bugünlük bu kadar. Gelecek sefere kadar adayı sessizliği ve sakinliği ile başbaşa bırakıp işimi bitirip şehre geri dönüyorum...

Türkiye’de bilinmeyen dil bulundu

Daha önceki 'Kaybolan Diller ve Gölgeler' başlıklı yazımda bilinmeyen dillerden bahsetmiştim. Arkeolojik kazılar sayesinde bunların yavaş yavaş gün ışığına çıktığını ve çözülmesiyle birlikte dünya tarihini değiştirebilecek bilgilere ulaşabileceğimizi yazmıştım. İşte kaybolan dillerden biri daha 2800 yıllık Asur Sarayı'nın kalıntıları arasından fısıldamaya başladı. Bakalım çözüldüğünde neler anlatacak o zamana ait...
Türkiye’de bilinmeyen dil bulundu

Türkiye’de yapılan bir arkeolojik kazıda, daha önce hiç bilinmeyen yeni bir dil keşfedildi.

Yeni dil, Diyarbakır’ın 60 kilometre doğusundaki Tushan antik kentinde, 2800 yıllık bir Asur imparatorluk sarayının kalıntılarına gömülü halde bulunan kil tabletlerde belirlendi. Uzun süredir kayıp olan ve muhtemelen İran’ın batısındaki Zagros Dağları’ndan gelen halklar tarafından konuşulan dille ilgili kanıtlar bölgede çalışan uluslararası bilim ekibinden Cambridge Üniversitesi arkeoloğu Dr. John MacGinnis tarafından bulundu. MacGinnis tableti deşifre ederken 60 kadın ismi buldu. Asurluların zorunlu göç politikasının kurbanları olduğu sanılan bu isimlerden 45’inin bilim insanlarınca bilinen binlerce Ortadoğu isminin hiçbirine benzemediği görüldü. Yabancı isimlerden bazıları ‘Ushimanay’, ‘Alagahnia’, ‘Irsakinna’ ve ‘Bisoonoomay’ gibi dilbilimcilerin hiç duymadığı kelimeler. Bunların Zagros dağlarındaki halklara ait, kayıp bir dile ait olduğu tahmin ediliyor.

Haberi okumak için linki tıklayınız...

KİTABIN YAPRAKLARI



Kitabın yaprakları, kitabın sayfaları...Bir çoğumuz kitabın sayfaları yerine kitabın yaprakları demeyi, yazmayı tercih ederiz. Kitabın yaprakları daha mı hoş geliyor kulağa acaba...Sonbahar yaprakları gibi daha mı melankolik ve romantik:) Sayfadan çok yaprak daha mı çok yakışıyor kitaba acaba? Galiba öyle...En azından bana göre...

Kitap sayfalarına neden yaprak dendiğini yine okuğum bir kitabın yaprakları arasında buldum. Kendini şöyle anlatıyordu:



"Yunan ve Latin kütüphanelerinde bulundurulan büyük sayıdaki standart kitaplara ek olarak, sadece Druidler tarafından kullanılan Ogham Ağaç harfleri (İrlanda dilinde Bethluinion) ile kaydedilmiş bir çok özel Druidlere özgü çalışma bulunuyordu. Bu tür kitaplarda, her Ogham harfi kendi ismini taşıyan ağaçtan tek bir yaprakla temsil edilirdi. Sonra bunlar uzun bir ip üzerinde kendi kelime ve cümle oluşturmak üzere başka yapraklarla bir araya getirilirdi. Kutsal Druid Şiirleri'nin rahiplik yasasına göre başka şekilde temsil edilmesi yasaktı. Çünkü ağaçlar 'tanrılardan geldiği' için bu 'yazı şekli' nin 'insan elinden çıkmış' sayılazdı. Şekiller şu şekilde korunurdu: Bu uzun ip şeklindeki yapraklardan oluşan kitapları saklamak üzere uzun evler inşa edilmişti. Bu kitaplardan birini okumak için, öğrencinin bir uçtan başlaması ve ip boyunca yürümesi gerekirdi...Yürürken yaprakları kenara itmek zorunda kalarak!...Bu alışılmadık kitaplarla kütüphaneciler ilgilenirdi. Tek sorumlulukları yıpranmış 'sayfaları / yaprakları' değiştirmek ve kitapları okunabilir durumda tutmaktı. Bu oldukça uzmanlık gerektiren çalışma, günümüzde neden bir kitabın sayfalarına - 'kitabın yaprakları' deyiminde olduğu gibi yaprak denildiğini de açıklayabilir."

-Merlyn Kral Arthur'un Büyücüsü'nün Gizli 21 Dersi'nden alıntıdır- Douglas Monroe- New Age Yayınları-

HIDRELLEZ


Hıdrellez Türk dünyasında kutlanan bir bayram. Hızır ile İlyas'ın yeryüzünde buluştukları gün olarak kabul edilmektedir. Türk geleneklerine göre bu buluşma göre kış günlerinin bitip baharın ve sıcak yaz günlerinin gelişini  simgelemekte ve şölenlerle kutlanmaktadır. Ruz-ı Hızır - Hızır günü miladi takvime göre 6 Mayıs'ta kutlanır.


İnanışa göre Hızır baba baharın müjdecisidir. Her türlü renkli çiçeklerden örülmüş cübbesini giyer, al yemenisiyle bastığı yerlerde güller açar, bülbüller ötmeye başlar ve baharın bereketi yer yerde kendini hissettirmeye başlar.


Kutlamalar yeşillik alanlarda ve su kenarlarında yapılır. Hıdrellez gecesi Hızır'ın uğradığı yerlere dokunduğu şeylere bereket getirdiği inancıyla yiyecek kaplarının, ambarların ve para keselerinin ağzı açık bırakılır. Ev, bağ bahçe isteyenler gül ağacının altına dilek bağlarlar ve dileklerinin gerçekleşeceğine inanırlar. Ateş yakıp üzerinden atlamakta Hıdrellezin geleneklerindendir.



Hıdrellez günü sabah gün doğarken kırlara bahçelere çıkılıp buralarda Hızır'ın ayak izlerine basmağa çalışarak bolluğa ulaşılacağı inancı yaygındır. Ve bugün hiç bir yeşil dalından koparılmaz. Doğa ve insan sevgisi ön plana çıkar.

Tüm isteklerinizin gerçekleşmesi dileği ile:) 

Özgür Edebiyat, Kafe Kafka ve Ben

Artık iyileştim diyerek ilacı yarıda kesmemin sonucunda tekrarlayan hastalıktan kurtulur kurtulmaz kendimi dışarı attım.


Özgür Edebiyat'ın Mayıs-Haziran sayısının sayfalarında kahvemi yudumlayarak keyifle dolaşmak üzere Kafe Kafka'ya gittim. Hava mis gibi, güneş tüm şehrin üzerinde pırıl pırıl parlıyor ama yakmıyor, bunaltmıyor. Karşımda Marmara Denizi, Ahırkapı Feneri, Topkapı Sarayı, Ayasofya ve tüm güzelliği ile Haydarpaşa Garı.
Kendimi bir anda Atilla Birkiye'nin 'Sütun bacaklar İyonyadan olmalı' şiirinin içinde buluyorum.

'En çok yaşlı istasyonları seviyorum büyük taşlı duvarlar
merkezden uzak yalnızlığın ıslığı dört bir yanda asılı kalmış'
.......
......
'birden düşülkesi kuruluyor etrafımda mavi sarmalıyor beni'

Tepemde bağrışarak uçuşan bembeyaz martılar ve Marmara'nın masmavi sularında bir karşı yakaya bir bu yakaya gidip gelen şehir hatları vapurlarıyla.Ve kahvemden bir yudum alıyorum. Oooo mis gibi...


Sonra  Howard Nemerow'un şiirine rastlıyorum.  Yaparak Öğrenmek;

'Kapımın önündeki ağacı kesiyorlar,
Elektrikli testere köpek gibi hırlıyor,
İnliyor ve domuz gibi hırlıyor,
........
Güneşin ve yağmurun altında yüzyıl dayandıktan sonra
Bir sabah gözünü açtığında yerinden sökülmek,
Birer birer parmaklarının sonra kollarının koparıldığı görmek...'

Birden aklıma yıllardır Dolmabahçe'yi sarıp sarmalayan ağaçların mantar hastalığı yüzünden kesilmesi geliyor.
Bulutlar çöküyor üzerime, yüzüm gölgeleniyor. Bir yudum daha içiyorum kahvemden. Bu sefer tadı acı geliyor.

Bir hareketlenme oluyor masada. Adnan Özer, Atilla Birkiye ve Metin Celal'le 'Yazarın Masası'na oturan Behçet Çelik yazmak bana çok şey kazandırdı diye anlatmaya başlıyor çocukluk ve gençlik yıllarından başlayarak yazım hayatını.

Onların sohbeti devam ederken Özdemir İnce 'Ne var ne yok' diye soruyor. 'İlhan Berk ve Ece Ayhan İşleri' diyorum gülümseyerek.

Tam bu sırada;

'Denize dönmek istiyorum!
Mavi aynasında suların:
boy verip görünmek istiyorum!
Denize dönmek istiyorum!

diyerek 'Nazım Hikmet İstanbul'da' yazısı dökülüyor Atilla Birkiye'nin 'Kalemin Ucu'ndan. Onu da zevkle okuyorum. Son yudumumu da içtikten sonra devamını evde okumak üzere bay bay diyorum Kafe Kafka'ya, Haydarpaşa'ya, şehir hatları vapurlarına, Marmara Denizi'ne... Daha okunacak çok şey var...Can Yücel'in şiirleri, Melih Cevdet Anday'ın şiirinin genel çizgileri, Amin Maalouf, Erotik e-kitap, hikayeler, şiirler...

Onları da eve bırakıyorum gecenin sessizliğinde okumak üzere...

Oyun yarım kaldı

CÜNEYT TÜREL'İN ANISINA
Oyun yarım kaldı

Türk tiyatrosu son günlerde protesto gösterileriyle gündemdeyken büyük bir ustanın kaybıyla bir kez daha yıkıldı. Türk tiyatrosunun 'şiir sesli, beyefendi' aktörü Cüneyt Türel, uzun süredir üzerinde çalıştığı projeyi tamamlayamadan yaşama veda etti.

70 yaşındaki Türel, 18.Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali için Elin Elimde adlı oyunu hazırlıyordu. Uzun süredir hayat arkadaşı olan Tilbe Saran ile aynı sahneyi paylaşacaktı bu projede. Sahne arkasında ise yönetmen Başar Sabuncu ve sahne tasarımcısı Metin Deniz yer alacaktı.
Bu projenin en büyük özelliği Türel, Sabuncu ve Deniz üçlüsünü tam 50 yıl sonra Küçük Sahne'de yeniden biraraya getirecek olmasıydı. Ama, Cüneyt Türel'in hayatının son günlerinde üzerinde çalıştığı bu proje yarım kaldı.
Yaklaşık 1 yıldır kanser tedavisi gören Cüneyt Türel, Anton Çehov ile Olga Knipper'ın mektuplarından uyarlanan bu oyun ile Tiyatro Festivali seyircisinin karşısına çıkmaya hazırlanıyordu. Onun ölümüyle proje de rafa kalktı.
"BU OYUN SON GÜNLERİNDE ONUN İÇİN İTİCİ BİR GÜÇTÜ"
Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali Direktörü Dikmen Gürün, Türel'in ölümü ve projenin yarım kalmasıyla ilgili olarak şunları söyledi: "Ne diyebilirim ki? Üzüldüm. Çok üzüldüm. Çok güçlü bir oyuncuydu. Lafını anlatan, sözünü dinleten bir sanatçıydı... İnsan adamdı. Onu 1960’lı yıllarda, Gençlik Festivalleri’nde tanıdım ve o günden bu güne oynadığı hiç bir oyunu kaçırmadım sanki... Bu yıl, 18 İstanbul Tiyatro Festivali için Tilbe Saran’la oynayacağı ‘Elin Elimde’ adlı oyun onu çok heyecanlandırıyordu. Tilbe’nin yanısıra, Başar Sabuncu, Metin Deniz gibi eski dostlar bir kez daha Küçük Sahne’yi paylaşacaklardı bu oyunla... Sanki ‘Elin Elimde’ itici bir güçtü son günlerinde soluk alıp vermesini sağlayan. Olmadı, olamadı..."

Haberin devamını okumak için linki tıklayınız...

Cüneyt Türel'in oynadığını Gökçeada'da geçen bir film Rina'dan ufak bir bölüm...Anısına...





MILAN KUNDERA'DAN AYRILIK VALSİ




Ünlü caz trompetçisi Klima verdiği bir konser sonrasında güzel hemşire Ruzena ile bir gecelik ilişki yaşar ve Ruzena hamile kalır. Bu durumu Klima'ya açıkladığında Klima çocuğu aldırmasını için Ruzena'yı ikna eder. Ruzena ilk başta bunu kabul etse de daha sonra arkadaşlarının da etkisiyle bunun bir cinayet olabileceğini düşünerek bu kararından vazgeçer. 


Klima Ruzena ile görüşmek için gittiği kaplıca kasabasında Dr. Skreta ile tanışır. Skreta kürtaja karşı çıkan ve çocuğu olmayan kadınların özel bir yöntemle hamile kalmasını sağlayan bir doktordur aynı zamanda amatör bir müzisyendir. Klima'yla tanışmasını fırsat bilerek birlikte ufak bir konser vermelerini teklif eder ve hemen hazırlıklara başlar. Bu arada Skreta'nın arkadaşı Jakub gelir. Jakub eski bir siyasi mahkumdur ve yıllar önce doktorun kendisine verdiği soluk mavi hapı hala cebinde taşımaktadır. 


Ruzena Klima'yı çocuk hakkında ikna etmeye çalışırken paranoyak Frantisek ise Ruzena'nın sevgilisi olduğuna ve çocuğun kendinden olduğuna inanmaktadır. Çocuğu aldırdığı takdirde intihar edeceğini ve Ruzena'nın bu durumda iki kişinin ölümünden sorumlu olacağını söylemektedir. Klima ise eski bir şarkıcı olan kıskanç karısının olayı duymaması için elinden geleni yapmaktadır. 


Sağlığı bozulduğu için kasabaya gelen zengin Amerikalı Bertlef, babası Jakub'a ihanet etmiş olan Olga, Ruzena, Klima, karısı Kamila, Dr.Skreta ve Frantisek'i Mılan Kundera bir kaplıca kentinde bir araya getirmiş. Romanın sonunda Jakub'un cebindeki soluk mavi haplar içlerinden birinin sonunu hazırlıyor. Dr. Skreta'nın kadınların hamile kalmasını sağladığı özel yöntem açığa çıkıyor.

Klima ise yaşamı boyunca karısının parfümünden başkasını koklamak istemediği söylüyor kendi kendi kendine. Kamila ise direksiyonun başında yanında oturan Klima ile arabayı hızla yaşamın yolu üzerinde bilinmeze doğru sürüyor. 


Ve Kundera'nın Ayrılık Valsi sona eriyor. 

Ben ise onları kaplıca kasabasında bırakarak İngiltere'ye doğru yola çıkıyorum. Shetland efsanesinden esinlenerek işlenen bir cinayetin peşine...  


AYRILIK VALSİ               MILAN KUNDERA          CAN YAYINLARI







"Korku, biraz korku. Bütün istediğim buydu"

Gotik edebiyatı sever misiniz? Ben severim. İşte size korku dolu maceraların kapısını aralayan bir rehber:)

"Korku, biraz korku. Bütün istediğim buydu": "Korku, biraz korku. Bütün istediğim buydu"

ÖBÜR DÜNYADAN - THE AWAKENING

Bahar tembelliğini üzerimden attım sonunda ama garipliklerim bitmedi. Yeni ilgi alanım cinayet, fantastik kitaplar ve gerilim filmleri oldu bu kez. Milan Kundera'nın Ayrılık Valsi'ni bitirir bitirmez kendimi kitapçıya attım sanki çıktığım varmış gibi. Bu kez ayaklarım beni direkt olarak polisiye ve fantastik kitapların standına sürükledi. Uzunca bir süre rafları karıştırıp kitapların arka sayfalarını okuduktan sonra iki tane alıp çıktım ve bir kafede kuytu bir köşeye oturup okumaya başladım. Onbeş yirmi sayfa okuduktan sonra bir haftadır görmek istediğim Öbür Dünyadan filmine gitmek üzere sinemanın yolunu tuttum. Gerilime sarmış durumdayım bu aralar.

Florence Cathcart paranormal aktiviteler üzerine çalışan, nişanlısını savaşta kaybetmiş genç bir yazar. Film, yatılı okulda öğretmenlik yapan Robert Malary'nin Florence'dan okulda meydana gelen bir çocuğun ölümü sonunuda öğrencilerin gördüklerini iddia ettikleri hayaletle ilgili yardım istemesiyle başlıyor. Florence ilk başta olaya sıcak bakmasada tüm malzemelerini alıp okula gidiyor. İlk önce hayalet bir öğrencinin oyunu gibi gözüksede ilerleyen dakikalarda bunun bir çocuk oyunu olmadığı ortaya çıkıyor. Bu arada okul bir haftalık tatile giriyor ve bir tanesi hariç diğer öğrenciler evlerine dönüyor. Okulda Florence, Robert, hizmetçi Maud ve Tom adındaki öğrenci kalıyor. Paranormal olaylar okulun tatile girmesiyle hız kazanıyor. Florence okulun kullanılmayan odasında bulduğu bebek evinin minyatür odalarında okulda yaşanan olayların canlandırıldığını görüyor ve bu arada ormanda okuldaki garip davranışları olan erkek hizmetlinin saldırısına uğruyor. Robert ve Maud'un yardımıyla bu kötü durumdan kurtuluyor ama bu kez de hayalet çocuk sık sık Florence'a görünmeye başlıyor.  

Hayalet görüntüleriyle birlikte Florence kendi geçmişiyle ilgili bazı olayları hatırlamaya başlıyor ve okulun aslında çocukken ailesi ile yaşadığı ev olduğunu fark ediyor. Geçmişini hatırladıkça hayalet çocukla olan ilişkisi de ortaya çıkıyor ve ölümün kıyısından dönüyor. Sonunu yazmayacağım. Gerilim türününden hoşlananların severek izleyeceği bir film diyerek noktayı koyuyorum. Son bir not; İngiliz yapımı olan film oyuncuların doğallığı ve görselliği ile amerikan filmlerine fark atıyor.


23 NİSAN ULUSAL EGEMENLİK VE ÇOCUK BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN...

ATA'MIZIN İZİNDE GELECEĞİN UMUDU ÇOCUKLARIMIZLA ELELE NİCE
                                       
                                                          23 NİSAN'LARA...


 
                                                                    
 
Bırak gün yanından geçip gitsin,
Yarın şansını yeniden denersin.
Bırak yıldızları kayıp gitsin,
Yarın başka bir dilek dilersin..

Özdemir Asaf

ÜÇ DİL


En azından üç dil bileceksin
En azından üç dilde
Ana avrat dümdüz gideceksin
... En azından üç dil bileceksin
En azından üç dilde düşünüp rüya göreceksin
En azından üç dil
Birisi ana dilin
Elin ayağın kadar senin
Ana sütü gibi tatlı
Ana sütü gibi bedava
Nenniler, masallar, küfürler de caba
Ötekiler yedi kat yabancı
Her kelime arslan ağzında
Her kelimeyi bir bir dişinle tırnağınla
Kök sökercesine söküp çıkartacaksın
Her kelimede bir tuğla boyu yükselecek
Her kelimede bir kat daha artacaksın

En azından üç dil bileceksin
En azından üç dilde
Canımın içi demesini
Kırmızı gülün alı var demesini
Nerden ince ise ordan kopsun demesini
Atın ölümü arpadan olsun demesini
Keçiyi yardan uçuran bir tutam ottur demesini
İnsanın insanı sömürmesi
Rezilliğin dik alası demesini
Ne demesi be
Gümbür gümbür gümbür demesini becereceksin

En azından üç dil bileceksin
En azından üç dilde
Ana avrat dümdüz gideceksin
En azından üç dil
Çünkü sen ne tarih ne coğrafya
Ne şu ne busun
Oğlum Mernus
Sen otobüsü kaçırmış bir milletin çocuğusun.

 Bedri Rahmi EYUBOĞLU

Bir Niko Göçtü Bu Diyardan

"Yosif ve Niko...Heybeliada'nın en sevilen nevi şahsına münhasır iki kardeşi. Önce Yusuf'u kaybettik şimdi de Niko'yu...Heybeliada artık biraz daha fakir...

...Geçen mart ayında söndü mumu. Adaya götürdüler. İskeleye yanaşırken vapur, kaptan yaslı çalmış düdüğü. Aya Nikola Kilisenin çanı cevap vermiş aynı makamda..."

Yorgo Kırbaki'den Heybeliada'lı Niko'nun hüzünlü öyküsü...

Haberin devamını okumak için linki tıklayınız...

GÖRÜNMEZ KENTLER


Bir tembellik, bir tembellik bu günlerde.Üstüme fena halde çöktü kaldı, gitmiyor. Kapıdan kovuyorum. bacadan giriyor. Bahar yorgunluğu, bahar tembelliği hangisi bilmiyorum ama aniden ısınan, sonra soğuyan sonra tekrar ısınan havalar bana hiç mi hiç yaramadı. Beni aylaklaştırdı. Baykuş bile şaştı kaldı halime. Gözlerini faltaşı gibi açmış "ne olacak bunun hali" diye kara kara düşünüyor.

Uzun süredir okumak istediğim ve büyük bir hevesle elime aldığım Jorge Amado'nun Mucizeler Dükkanı bile mucize yaratamadı bende. Sıkıldım kitabı yarıda bıraktım ki çok az yapmışımdır elime aldığım kitabı yarıda bırakmayı. Laf aramızda bunu kendime ve kitaba hakaret sayarım ama bu sefer tamamen bahar tembelliğine sayıyorum. Mucizeler Dükkanı'nı bırakıp Italo Calvino'nun Görünmez Kentleri'nde bir hayalet gibi gezinmeye başladım. Bir baktım ki ben gezinirken kitap bitmiş.

"Okur, kitabı, mümkünse, (nasıl mümkün olmaz, en büyük zevklerimden biri) büyük bir caddenin kenarına dizilmiş kahve masalarından birine ilişerek okumalı; göz önündeki gerçekle, göz önündeki kurguyu daha iyi görebilmek için...Belki de kent yaşamının kriz noktasına yaklaşmaktayız ve Görünmez Kentler, yaşanmaz hale gelen kentlerin kalbinden doğan bir rüya." diye yazıyor arka kapakta.



Bunun üzerine hazır üzerime tembellik çökmüş, fırsattan istifade gözlerimi kapatıp kendi kentimi yarattım. İstediğim gibi futursuzca yerleştirdim herşeyi ve öyle de yaşadım. İçine istediğim kişileri aldım istemediklerimi sınır dışı ettim. Kafelerinde oturdum, kütüphanelerinde kitap okudum, spor salonlarında spor yaptım (hayal bu ya, yaparım normalde ama kolumu kaldıracak halim yok bu aralar:), parklarında sere serpe uzanıp müzik dinledim, sokaklarında bisikletle tur attım, çingelerden rengarenk mis kokulu çiçekler aldım, salaş lokantalarında karnımı doyurdum, kentin en eski sinemasında eski bir film seyrettim, antikacı dükkanından çok zarif bir biblo aldım, dar sokaklarda çocuklarla saklambaç oynadım, kedileri, köpekleri besledim, sokak çalgıcılarını dinledim, deniz kenarında kumların üzerinde çıplak ayakla koştum...

Benim kentimde gökdelenlere yer yoktu, trafik sıkışıklığı yaratacak araçlar, kornaya sonuna kadar basarak trafiğin açılacağını zanneden trafik magandaları, sevimsiz havasız çok katlı alışveriş merkezleri yoktu. Bunların yerine tek katlı veya iki katlı yapılar vardı. Ulaşım bisikletle veya raylı sistemle sağlanıyordu. Çocukların özgürce koşabilecekleri, oyun oynayabilecekleri koskoca parklar vardı. Her şeyin kolayca bulunabileceği tek katlı büyük marketler vardı. Okullar, sinemalar, kütüphaneler, evler, hastaneler, tüm yapılar tek veya iki katlıydı. Eski binaları vardı şehrin geçmişini anlatan. Çevreye saygısız insanları, gökdelenleri, dip dibe çok katlı şekilsiz binaları, arabaları sınırdışında bıraktım ve kapıya onlar için koca bir tabela astım : GİRİLMEZ.



Görünmez Kentler'deki kentler bilinen kentler değil kurmaca kentler. Italo Calvino hepsine birer kadın adı vermiş. Bizler hayali kentleri okurken Marco Polo'da Kubilay Han'a gezip gördüğü kentleri anlatır satırlar arasında. Kitap okuyucusunu bir kentten başka bir kente götürürken karşısına farklı mekanlar ve insanlar çıkartıyor. Kentler ve anı 3 bölümünde 'Merdivenli yolların kaç basamaktan oluştuğundan, kemer kavislerinin açı derinliğinden, çatıların hangi kurşun levhalarla kaplandığından söz edebilirim sana; ama şimdiden biliyorum, hiç bir şey söylememiş olacağım sonunda. Zira bir kenti kent yapan şey bunlar değil, kapladığı alanın ölçüleri ile geçmişinde olup bitenler arasındaki ilişkidir...' cümlesini bana modernleşme uğruna kentlerimize çektirdiklerimizi aklıma getirdi. Kitapta kentler ve anılar, kentler ve arzular, kentler ve gözler, kentler ve ölüler, ketler ve gökyüzü vs arasındaki ilişkiler anlatılıyor.

İşte Görünmez Kentler'den tadımlık satırlar;

"Kentler bir çok şeyin bir araya gelmesidir: Anıların, arzuların, bir dilin işaretlerinin. Kentler takas yerleridir, tıpkı bütün ekonomi tarihi kitaplarında anlatıldığı gibi, ama bu değiş tokuşlar yalnızca ticari takaslar değil; kelime, arzu ve anı değiş-tokuşlarıdır."

"Kentlerle ilişkimiz rüyalarla olduğu gibidir.:hayal edilebilen her şey aynı zamanda düşlenebilir, oysa en beklenmedik rüyalar bile arzuyu, ya da arzunun tersi, bir korkuyu gizleyen resimli bir bilmecedir. Kentleri de rüyalar gibi arzular veya korkular kurar; söylediklerinin ana hattı gizli, kuralları saçma, verdiği umutlar aldatıcı, her şey, başka bir şeyi gizliyor olsa da."

"Eğer erkek ve kadınlar o kısacık düşlerini yaşamaya kalkışsalar her hayal bir kovalamaca, bir aldatmaca, bir anlaşmazlık, karşıtlık ve baskı hikayesinin yaşanmaya başlayacağı bir insana dönüşür ve hayallerin atlıkarıncası duruverirdi."

GÖRÜNMEZ KENTLER          ITALO CALVINO     YKY YAYINLARI

FİL UÇUŞU: İlk kitabın heyecanı

FİL UÇUŞU: İlk kitabın heyecanı: 1968 yılının sonbaharında bir kitap yayınlanır. Kitabın yazarı bu kitabı bastırabilmek için bütün yaz teyzesinin eczanesinde çalışmış, açığ...

ANLAR


... Eğer, yeniden başlayabilseydim yaşamaya,
İkincisinde, daha çok hata yapardım.
Kusursuz olmaya çalışmaz, sırtüstü yatardım.
Neşeli olurdum, ilkinde olmadığım kadar,
Çok az şeyi
Ciddiyetle yapardım.

Temizlik sorun bile olmazdı asla.
Daha çok riske girerdim.
Seyahat ederdim daha fazla.
Daha çok güneş doğuşu izler,
Daha çok dağa tırmanır, daha çok nehirde yüzerdim.
Görmediğim bir çok yere giderdim.
Dondurma yerdim doyasıya ve daha az bezelye.
Gerçek sorunlarım olurdu hayali olanların yerine.
Yaşamın her anını gerçek ve verimli kılan insanlardandım ben.
Yeniden başlayabilseydim eğer, yalnız mutlu anlarım olurdu.
Farkında mısınız bilmem. Yaşam budur zaten.
Anlar, sadece anlar. Siz de anı yaşayın.
Hiçbir yere yanında termometre, su, şemsiye ve paraşüt almadan,
Gitmeyen insanlardandım ben.
Yeniden başlayabilseydim eğer, hiçbir şey taşımazdım.
Eğer yeniden başlayabilseydim,
İlkbaharda pabuçlarımı fırlatır atardım.
Ve sonbahar bitene kadar yürürdüm çıplak ayaklarla.
Bilinmeyen yollar keşfeder, güneşin tadına varır,
Çocuklarla oynardım, bir şansım olsaydı eğer.
Ama işte 85′indeyim ve biliyorum…
ÖLÜYORUM…

Jorge Luis Borges


8500 yıllık tören izleri

Yenikapı'daki kazılarda bulunan Neolitik dönem insan ayak izlerinin sayısı 390'ı buldu. İstanbul'un ilk sakinlerine ait olduğu düşünülen izler 'törensel bir toplanma' izlenimi veriyor.

8500 yıllık tören izleri
Yenikapı arkeologları, 8500 yıllık ayak izleriyle, kazılarda bulunan iskeletler arasında bağlantı kurmaya çalışıyor.
İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nin başkanlığında yürütülen Yenikapı kazıları sırasında, yaklaşık sekiz ay önce ilki bulunan Neolitik dönem (MÖ 5500 - 8000) insan ayak izlerinin sayısı bugün, 390’ı bulmuş durumda. Yenikapı’daki kazılarda çalışan arkeologların, ilk İstanbullulara ait olduğu düşünülen izler için yorumu, ‘‘Törensel bir toplanmayı andırıyor’’ oldu.
8500 yıllık insan ayak izlerini tespit etmek çok da kolay olmadı. Dere yatağında killi toprak tabakada bulunan ayak izlerinin oluşumunu arkeologlar şöyle tanımlıyor: ‘‘Dere yatağı olduğu için zemin çamurlu. Ayak izleri bu şekilde oluşmuş. Daha sonra kuruyup kalıp şeklinde kalmış. Kısa bir süre sonra da derenin taşması yada birden bastıran selin getirdiği mille, dere kumuyla üzerleri kapanmış. Şimdi o izlerin içinden hep kumları fırçayla tek tek temizleyerek çıkarıyoruz.’’ Ayak izlerinde en büyük ayak ölçüsü 42 numara. 35 numaradan başlayarak 42’ye kadar her numaradan ayak izi bulunuyor.
Antropologlar ayak izleriyle Yenikapı’da bulunan insan iskeletleri arasında bağlantı kurmaya çalışıyor.
Diğer yandan ayak izlerinin birbirinin üzerinde olmaması da arkeologların yorumuna göre ‘törensel bir toplanma yeri duygusu’ veriyor. Ayaklarında sandalet ya da deriden yapılma ayakkabı olduğu tahmin ediliyor.

Yerinde koruma olmaz
Hatta bazı izlerde topuk yerinin daha baskın olduğu da görülüyor. İzlerin yerinde korunması imkânsız. Çünkü metro istasyonunun tam ortasında. Silikon kalıpları alınan izler daha sonra özel yöntemle topraktaki hali bozulmadan müzeye kaldırılacak. İstasyon içinde yapılacak müzede sergilenmesi planlanıyor. İstanbul Büyükşehir Belediyesi BİMTAŞ’ın desteği ile ayrıca lazer scanner ile taratılarak izler bilgisayar ortamına da alındı. Dünyada bu tür izlerden aynı tarihlerde yok. Fransa ve İngiltere’de MÖ 4000 yıllarına ait izler bulunmuştu.

Yenikapı’da tarihi değiştiren kazı
Dünyanın da yakından takip ettiği, sekiz yıl önce başlanan Yenikapı arkeolojik kazılarında sona doğru geliniyor. Kazılmayan çok küçük bir alan kaldı. Osmanlı döneminden başlayarak Bizans erken ve geç Roma dönemleri derken Neolitik tabakaya kadar inildi. İstanbul’un ilk sakinlerine ait urne tipi mezarlar, 36 batık ve çok sayıda müzelik ve etütlük eser bulundu. Bulgular arkeolojik ve tarihsel anlamda yeni bilgileri ortaya koydu. İstanbul’un 2700 yıl önce yani MÖ 7. yüzyılda kurulduğu sanılıyordu. Yenikapı neolitik tabaka bulguları tarihi yarımada ve suriçi bölgesinde yaşamın 2700 yıl değil, 8500 yıl öncesine dayandığını ortaya çıkardı.

Radikal Gazetesi Ömer Erbil'in haberi

 
 

 
 

İşte Aranan İkili: Projektör ve Kamera

Bir kamera düşünün ki kaydettiğiniz anılarınızı küçük ekranlara sığdırmanızı istemiyor. Kaydettiğiniz görüntüleri geniş duvarlara ve istediğiniz herhangi bir yüzeye yansıtmanıza olanak sağlıyor. Yeni Sony Handycam, projeksiyon özelliğiyle her alanı bir sinema salonuna çeviriyor. Kısa ve eğlenceli tanıtım videosunu izledikten sonra siz de neden bahsettiğimi anlayacaksınız.

Eskiden bilimkurgu filmlerinde rastladığımız teknolojilerden biri daha hayatımıza giriş yaptı. Şimdi isterseniz kışın ortasında önceki yaz tatilinizi evinizin duvarına yansıtarak sevdiklerinizle izleyebilir hatta bunu bir alışveriş merkezinin dinlenme alanında bile yapabilirsiniz. Sony Projektörlü Handycam seçimi size bırakıyor.



Bir bumads advertorial içeriğidir.