Kitap etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kitap etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

DAİRE 16





-Bazı kapıların kapalı kalması gerekir.-

Romanın arka kapağını gördüğüm zaman okuyabileceğim bir roman olarak almıştım. Eski bir bina, binanın geçmişi ve mekan olarak Londra'nın seçilmesi ilgimi çekmişti. Okudum da...

Adam Nevill daha önce okumadığım bir yazardı. Farklı bir hayata kapı açabilirdi.

Londra'nın zengin bir bölgesinde yaşayan Lilian ölünce dairesi yeğeni Apryl'e kalır. Genç kız kalan mirası almak için Londra'ya gelir. Apryl için ilk başta çok büyük şans olarak görünen ev ilerde bir o kadar da büyük sorunlara gebedir. Yaşadıkları sonucunda Apryl Barrington House'un geçmişini araştırmaya başlar ama görünen o ki binada yıllardır oturan kişilerin ona yardım etmeye hiç niyetleri olmadığı gibi ona da bu işten bir önce vazgeçmesini tavsiye ederler.

Apryl'in vazgeçmeye niyeti yoktur ve olayların üstüne gider. Sonunda açmaması gereken kapıyı aralar...

Kapı aralandıktan sonra çok farklı bir son beklediğimden olsa gerek bu noktada kitap tüm büyüsünü kaybetti.

İlk sayfadan itibaren olay kurgusu, mekan tasvirleri ve temposu ile güzel ilerleyen roman bir anda 3. sınıf korku filmlerine dönüştü. Finali beklentimi karşılamadı diyebilirim. Hadi bu sayfaya kadar geldim bitsin artık bırakmayım -ne kadar sıkılsam da okuduğum kitabı bırakmama gibi bir huyum var maalesef- dediğim bir kitap oldu Daire 16...

DAİRE 16         ADAM NEVILL    PEGASUS YAYINLARI   CEM DEMİRKAN- ÇEVİRİSİ




BAYAN PEREGRINE'NİN TUHAF ÇOCUKLARI




"Hepimiz kendi masallarımıza tutunuruz; ta ki onlara inanmanın bedelini ağır ödeyene dek."






Bayan Peregrine'nin Tuhaf Çocukları'nı ilk aldığımda kitaptaki fotoğraflar ilgimi çekti. Hele ki eskicilerden toplanmış - on koleksiyoncunun kişisel arşivi -  bu fotoğrafların hepsinin orijinal ve üzerinde oynamamış olması konuya ayrı bir değer kattı diyebilirim.  

Konusunu kısaca şöyle özetleyebilirim...

Bugüne kadar büyükbabasının anlattığı tuhaf hikayelerle büyüyen 16 yaşındaki Jakob büyük babasının aynı hikayelerdeki gibi garip bir şekilde ölümüne şahit olur. Bu durum onda büyük bir travmaya neden olur. Ölümünden sonra yaşlı adamın eşyaları arasında daha önce hiç görmediği fotoğraflara rastlar. Bu arada halası Jakob'a bir kitap hediye eder. Aslında büyükbabasından gelen bir hediyedir. Jakob kitabı açar, içinden büyükbabaya yazılmış bir mektup çıkar. Bu mektup maceranın başlangıcıdır. Terapistinin de onaylamasıyla kuşlar üzerinde araştırma yapmak isteyen babasıyla birlikte adaya doğru yola çıkarlar. Adada Jacob'u Bayan Peregrine'in büyülü ve bir kadar da hüzünlü dünyası beklemektedir.




Jacob Bayan Peregrine'in yetimhanesinde tuhaf çocuklarla ve olaylarla uğraşırken bende burada kendi dünyama daldım. Romanın ada da geçmesinden olsa gerek bazı betimlemeler beni adalar da dolaştırdı. İlk önce Heybeliada Terk-i Dünya Manastırına oradan da Büyükada'daki Rum Yetimhanesine götürdü. Okurken ben de kendi hayallerimin, kendi romanımın içinde dolaştım. Mesela çocukların sergiledikleri oyunda kullandıkları "külüstüre dönmüş bir trombon" beni Büyükada yetimhanesinin içindeki kırık dökük piyanonun başına götürdü. Adanın bir ucunda bulun Peregrine'nin yetimhanesi ise Terk-i Dünya Manastırına... 

Kitabın güzel bir kurgusu var...Ben ilk çıktığında okumuştum. Biraz zaman geçti üstünden. Oldukça zaman geçti demek daha doğru olur :) 

Halen okumadıysanız okumanızı tavsiye ederim. 


"Dünyanın her tarafında tuhaf ruhlar var." dedi, "her ne kadar sayımız eskisine göre epeyce azalmış olsa da. Hala hayatta olanlar, tıpkı bizim gibi saklanıyorlar."







BAYAN PEREGRINE'İN TUHAF ÇOCUKLARI   RANSOM RIGGS     İTHAKİ YAYINLARI

BASİT BİR ES





Yine bir tren yolculuğu hikayesi anlatacağım size. Aslında anlatan ben değilim Enis Batur anlatıyor bu hikayeyi ama ben de okurken kendi hayallerimi kattım içine...Yaşadıklarımı desem belki daha doğru olur. Hayallerim, anılarımdan ufak kesitler ve kendimden çok şey bulduğum Basit Bir Es...

Böyle olunca da ufacık tefecik kitap devasa bir kitaba dönüştü. Zaten yazarın yapmak istediği de buydu sanırım...

Kitabın ilk sayfasında, Italo Calvino'nun bir cümlesini okuyoruz. Enis Batur, Basit Bir Es'te Calvino'nun çok sevdiğim kitaplarından biri olan Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu kitabından esinlendiğini inkar etmiyor.

Bir kış sabahı taşra istasyonundan binen yolcu yazarın karşısındaki tek koltuğa oturuyor ve çantasından yazarın yıllar önce yazdığı kitabı çıkarıp okumaya başlıyor.

Ufak bir kasabanın kırmızı taş tuğladan örülmüş istasyonunda duran trene sadece bir kaç yolcu biniyor. Açılan kapılardan içeri  buz gibi dondurucu hava giriyor. Her yer bembeyaz kar. İnen yolcular ağızlarından duman çıkararak hızlı adımlarla gözden yok oluyorlar. Hareket memuru upuzun kalın paltosunun cebinden çıkarttığı düdüğü çalarak treni bir sonraki istasyona uğurluyor. Trenin içi sıcacık, börek çörek kokusu yayılmış etrafa. Yolculuk uzun sürecek. Kitabınızı çıkartıyorsunuz ve başlıyorsunuz kaldığınız yerden okumaya. Kah okuyorsunuz kah geçtiğiniz uçsuz bucaksız yerleri seyrediyorsunuz. Sonsuz bir beyazlığın içinde tıkır tıkır sallanarak ilerliyor tren. Karşınızdaki adamı bir yerlerden gözünüz ısırıyor ama çıkaramıyorsunuz. Tekrar kitaba dönüyorsunuz...

İşte ben böyle hayal ettim okurken...

Bu arada çeşitli yolcu profilleri görüyorsunuz...Tipik yolcu demek daha doğru olur :). Bunları şöyle   anlatıyor yazar;

"Yaşlı kadın, genç delikanlı farketmez, yolboyu susmayı beceremeyen insanlarla dolu bir dünyada yaşıyorduk. Bıraksanız herşeyini anlatmaya hazır, bıraksanız herşeyi sormaya yatkın, safkan başbelası yolcular serseri mayın, çarpacak birilerini ararlardı."

Bu kez daha fazla tadımlık yazmayacağım kitaptan. Zaten 76 sayfa yazmaya kalksam romanın yarısını burada okumuş olursunuz. Altlarını çizdiğim bir sürü cümle,işaretlediğim bir dolu paragraf var. Bu kez bana kalsın ama size tavsiyem mutlaka okuyun Basit Bir Es'i...

Bol kitaplı, sağlıklı günler diliyorum...

Sevgiyle kalın...




GÜNLÜK RİTÜELLER







Sonbahar geldi çattı...En sevdiğim mevsimlerden biridir...Kitap, kahve, battaniye durumuna geçiştir benim için.

Kitap ve kahve günlük ritüellerimin olmazsa olmazı. Bir de şu bloguma üvey evlat muamelesi yapmaktan vazgeçsem, onu da ötelemesem iyi olacak ama bugün yarın diyerek bakıyorum bazen bir ay el sürmemişim.

Yazmak ise vakit buldukça yaptığım bir şey. Ne kadar kötü değil mi ? Oysa ne çok severim yazmayı. İçimdekileri dökmeyi ya da gördüğüm, korktuğum, sevdiğim, nefret ettiğim, beğendiğim, beğenmediğim şeyleri öykülemeyi. Düzenli yazmayınca da olmuyor işte. Bir çok şey eksik kalıyor. Kelimeler havaya karışıveriyor, cümleler işlevini kaybediyor, pratiklik yok oluyor. Oysa yaşadığımız toprak üzerinde yazacak binlerce konu varken hepsi bir yerlere saklanıveriyor sanki.

Düzenli yazınca insan istediği yerlere ulaşabiliyor. Her gün  piyanonun başına oturup siyah beyaz tuşların üzerinde gezinen parmaklar kitlelerin hayran olduğu konçertoları çıkarıyor ortaya, ya da belli bir disiplinle tuvallerin üzerine saçılıveren rengarenk boyalar sayesinde ortaya çıkan görsel bir şölenle ruhumuzu dinlendire biliyoruz. .

İşte tüm bunları anlatan bir kitap Günlük Ritüller...

Büyük yazarların, bestecilerin ve ressamların hayatlarından bir kesim sunuyor okuyucuya. Nasıl çalıştıklarını, eserlerini ortaya nasıl koyduklarını anlatıyor. Yaklaşık 230 ünlü ismin günlük çalışmaları var sayfaları arasında. Simone de Beauvoir'dan tutun Patricia Highsmith'e, Thomas Mann'dan Umberto Eco'ya, Kafka'dan Alice Munro'ya, Çaykovski'den Liszt'e, Matisse'den Miro'ya...

Hepsinin çalışmalarından kısa kısa örnekler verilmiş. Yazarların çoğu ya sabah çok erken saatlerde kalkıp çalışıyorlar ya da gecenin sessizliğinde el ayak çekilince. Kaostan hoşlanmayanlarda yok değil içlerinde. Kimi mutfağındaki tencere tavasına günaydın diyerek başlıyor güne kimi bahçedeki çiçeklerine.

"Yazmak zor iş değil, kabustur." demiş Philip Roth.

"Yazarken, bir karakter yaratırken, o sürekli sizinle birliktedir, onunla dopdolusunuzdur, ete kemiğe bürünür, onu hayatınızdan çıkardığınızda, hayatınız oldukça yalnızlaşır." demiş Somerset Maugham.

Thomas Mann ise "Her paragraf bir yolculuğa dönüşür, her sıfat da bir karara." demiş yazarken.

Para idare etmeyi hiçbir zaman beceremeyen Karl Max ise "Hiç kimse bu kadar parasız olup da para hakkında yazmamıştır." demiş ünlü eseri Kapital'i yazarken.

Carl Jung ise  Bollingen Kulesi diye bilinen ilkel taş bir evde yaşamış. Öyle ki kendi deyimiyle "On-altıncı yy'dan bir insan bu eve taşınacak olsa, ancak gaz lambalarıyla kibritler yeni gelebilir ona." diyebilecek kadar ilkel. "Elektriksiz yaşıyorum, şömineyi ve gaz ocağını kendim yakıyorum. Akşamları eski lambaları yakıyorum. Su tesisatı yok, suyu kuyudan çekiyorum. Odun kesip yemek pişiyorum. Bu basit işler insanı basitleştiriyor. Basit olmak da öyle zor ki." Böyle bir yaşam tercihi varmış Jung'ın.

Hepsi de eserlerini yaratırken masalarından kahveyi, içkiyi ve sigarayı eksik etmemişler. Uyanık kalmak, rahatlamak, belki de kelimeleri, notaları ve boyaları daha iyi kullanabilmek için.

Ben çok ama çok zevk alarak okudum Günlük Ritüeller'i.

Geçmişten günümüze büyük eserlerin yaratıcılarının nasıl çalıştığını merak edenlere tavsiye ederim.

Şimdilik basit bir es...Sırada başka güzel bir kitap var :)

Kalın sağlıcakla...






TRENLER ANILARDAN GEÇER...



Trenler anılardan geçer...Trenler ve anılar...Benim için birbiriyle çok bağdaşan iki kelime olmuştur her zaman. Çok ama çok severim tren yolculuklarını ve garları. Hele ki eski olanlarını. Yurt içi, yurt dışı bir çok yerde nereye gittiğinin hiç önemi olmadan sadece trene binmek için uğradığım ve birkaç istasyon sonra inip tekrar geri döndüğüm yerler bile olmuştur hayatımda. Hatta yazın okuduğum Paula Hawkins'in Trendeki Kız romanında kendimden çok şey bulmuştum. Okuyanlar bilir; hani şu trende giderken evlerin içine bakıp orada yaşayanlar için kafasında kendi hikayeleri yaratan kız gibi. Ben de geçip giderken çok hikayeler uydurmuşumdur kafamdan. Belki bir çoğunuzda aynı duyguları yaşamışsınızdır.

Aslında bugün burada İstanbul 9.Sahaf Festivali ile ilgili yazacaktım ama..Olmadı..Olamadı..Kaç gündür elim gitmedi bir şeyler yazmak için...


Her sene önümüzdeki yıl artık gitmem dediğim fuara bu yıl da gittim. Giderken bu kez aklımda bir kitap yoktu. Biraz geçiyordum uğradım gibi oldu. Stantlar arasında gezerken gözüm bir kitaba takıldı. Trenler Anılardan Geçer...Hani şu çok güzel ama çok güzel kitaplar yayınlayan ama sadece ve sadece doktorlara ve okul kütüphanelerine verip yalvarsanız yakarsanız da, ücreti neyse veririm deseniz de vermeyen, göndermeyen  Novartis  Kültür Yayınlarının kitabı. Bildiğiniz Novartis İlaç. ( Bu arada böyle yaptıklarını Yalnızın Işıkları Deniz Fenerleri kitaplarını almak için defalarca kendilerini aramam sonucu nuh deyip peygamber dememeleri ama azmin elinden hiç bir şey kurtulmaz kuralının arkasından giderek kitabı bir şekilde elde etmemden biliyorum. Bahsettiğim kitap Türkiye'deki deniz fenerlerini birbirinden güzel görselleriyle anlatan en güzel kitap. Bu güne kadar farklı kitaplar da yayınlandı ama bana göre en başarılısı diyebilirim. Benzer örneğini görmedim. Benim gibi deniz feneri tutkunlarına duyurulur.)

Neyse gelelim kitabımıza. Oturdum incelemeye başladım. Nereler yok ki...Hepsi birbirinden güzel garlar, trenler...Anı dolu, hüzün dolu, mutluluk dolu, kavuşma dolu, ayrılma dolu...Günün birinde bunlar yalnızca fotoğraflarda kalacak diyerek aldım.


Dört gündür kitabın 128. sayfasına takıldım kaldım. Ne zaman açsam gözlerim yaşarıyor. Boğazıma bir şeyle düğümleniyor. Oysa o gün eve geldiğimde kendime bir yorgunluk kahvesi yapıp ne kadar keyifle bakmıştım sayfalarına...Nereden bilebilirdim o sayfalara bir kaç gün sonra hüzünle bakacağım ve 128. sayfanın kararacağını.

O günde trenler geçti bu ülkede...Geride acı anılar bırakarak süzülüp gittiler rayların üstünden...Bu kez hüzünlü tren düdüklerinin yerini çığlıklar aldı. Bir çok anne, baba, genç için son istasyon oldu Ankara Garı...

Trenler anılardan geçer...Kapkara...


NE Mİ YAPIYORUM?



Ne yapmıyorum ki? Yaz gelince şehirden kaçabilen şanslılar arasında olduğum için öncelikle şehirden uzak yaşamanın özgürlüğünü çıkarıyorum. Bomboş köy yollarında araba kullanmanın zevkini çıkarıyorum. Bazen tepemde  bir leylek süzülüyor bazen bir şahin. ( Geceleri balkonuma gelen baykuşumu saymıyorum bile. Eskiden kov bunu uğursuz bu diyen komşularım bile artık sevmeye başladılar boynunu çevirerek ters ters bakan bay baykuşu. Kimseden duymuyorum artık kov lafını. ) O yollar önüme binbir güzellik seriyor benim. Bazen bir höyük çıkarıyor karşıma bazen sapsarı ayçiçek tarlalarını bazen de taaa uzaklarda traktörle sürülen yemyeşil bir tarlayı.





Kış hazırlıkları yapıyor komşularım. Geleneksel yöntemlerle saatlerce salça kaynatıyorlar. Domates kurutuyorlar. Çanakkale domatesi ile ilgili kişisel facebook sayfamda paylaştığım bir yazımı bir sonraki yazımda burada paylaşacağım sizlerle. Aslında domates hakkında hepimizin bildiği korkunç gerçeğin ilk ağızdan itirafını...



Reçeller kaynatılıyor, asma yaprakları şişeleniyor bir taraftan da.



Deniz bir durgun bir dalgalı ama genellikle deli :) Durgunken sahil tıka basa doluyor. Ben deli denizi seviyorum. Sahilde kimde olmuyor. Deniz ne bulursa getiriyor kıyıya. Herkes evlerinde oturuyor kimse girmek istemiyor. Dalga sesleri eşliğinden şezlonga uzanarak kitap okumak, kafamı dinlemek hoşuma gidiyor. Benim gibi iki üç kişi daha görüyorum sahilin diğer uçlarında. Güneşin batması ayrı güzel oluyor tepelerin ardından.


Bazen mavi ayın peşinden koşuyorum bazen  meteor yağmurunun...Kızıma meteor yağmuru ne diye soruyorum. Öğretmenim nasıl gerçekleştiğini anlattı ama ben dilek tutmak diyeceğim diye açıklama yapıyor. Birlikte dilek tutuyoruz başımızın üstünden kayıp giden yıldızları seyrederek. Aklıma babam geliyor. Tam kızımın yaşındayken Atlas Okyanusunun ortasında ilerleyen geminin güvertesinde söyledikleri... Yıldızlar denizde ölen denizcilerin gökyüzüne yansımasıymış demişti. Ne zaman yıldızlara baksam bu cümle gelir aklıma. Bir denizci selamı çakarım sessizce...

Bu arada üç dostumdan bahsetmeden de geçemeyeceğim. Bunlardan ilki gerçek bir Dost...Çocuklarla deniz de, kahvede, evlerin bahçelerinde, sokaklarda...Her yerde...Dünya şekeri golden retriever diğeri de her gece el ayak çekildiğinde bahçeme gelen kirpim :) En sonuncusu da her sabah balkonumda bulduğum kedi. Onlarsız hayat biraz gri olurdu diye düşünürüm her zaman. Hayvanlar can dostlarımız...




Kitaplar...kitaplar...kitaplar...Yanıma gelirken üç tane kitap almıştım. Trendeki Kız, Yolun Sonundaki Okyanus, İyi Yazmak Üzerine...Yazın yeter bu kadar bunları ancak okur bitiririm dedimmmmmm ama olmadı. Kitaplar bir çırpıda bitti. Nasıl bitti ben de bilmiyorum. Gündüz deniz, ev işleri, akşamları konu komşu kahve çay muhabbetleri derken hangi ara bir dere okuyup bitirdim onları da kitapsız kalıverdim anlayamadım ama oldu :) Neyse dedim İstanbul'a dönmeme az kaldı orada yaz başında alıp bıraktığım kitaplar var almayım dedim ama olmadı. Başladım kıvranmaya :)) neyse ki bu sene ilçe de çok güzel bir kitapçı açılmış soluğu onda aldım. Aklımda bir kitap yoktu rüzgar nereye götürürse diye raflarda dolanmaya başladım. Aaaaaaa Georges Perec yanına bir de Paul Auster...Tamam İstanbul'a kadar idare ederim artık...Eeeee edeyim artık...






Bu arada blogumu da boşlamışım. Biraz tembellik fena olmuyor doğrusu. Yine burnuma yanık odun kokusu gelmeye başladı...Birileri domates kaynatıyor galiba...

İşte benim yazlık hikayem de bu kadar...İstanbul'a dönüşün tasası sarmaya başladı bile...Çınar ağacım sararmış yapraklarını dökmeye başladı...Sıcak mavi bir yazı da geride bırakıyoruz yavaş yavaş...



Görüşmek üzere...Kalın sağlıcakla...








UYUMSUZ DEFNE KAMAN'IN MACERALARI...TOPRAK...




Buket Uzuner'in 2012 yılında yayımlanan Uyumsuz Defne Kaman'ın Maceraları : SU kitabından üç yıl sonra dörtlemenin ikinci kitabı olan TOPRAK  raflarda yerini aldı.

İlk macerada İstanbul'u fon alan Uzuner bu kez Çorum'u ve Hitit Uygarlığının kalıntılarını fon olarak almış.

Defne Kaman aldığı bir duyum üzerine tarihi eser kaçakçılığını araştırmak üzere foto muhabiri arkadaşı Attilla ile birlikte Çorum'a giderler. Burada uzun süre önce Umay ninenin İstanbul'daki evinde misafir ettiği rehber Kemal Yörüklü ve oğlu Karaca ile buluşurlar. Şehrin ileri gelenlerinden Vali  Sabahattin Ali Okur ve Emniyet Müdürü Muhtar Köroğlu İstanbul'dan şehirlerine araştırma için giden gazeteci Defne Kaman'ı ve arkadaşını en iyi şekilde ağırlamaya çalışırlar. Çorum Arkeoloji Müzesi müdürü ve arkeolog Güneş Aytan'da Defne'ye yardımcı olur.

Defne Kaman, bir yandan arkeolog Güneş Aytan'ın yardımıyla bu zorlu konu üzerine araştırmalar yapıp tarihi eser kaçakçılarını ve definecileri  ortaya çıkartmaya çalışırken diğer yandan da kendi geçmişiyle ilgili bir takım olayları fark eder. Yıllardır görmediği, annesi ile ayrıldığı için görmesi engellenen babası ile bir araya gelir. Baba kız arasındaki ilişki tekrar filiz vermeye başlar. Defne babasının onu niye yıllardır görmediğini öğrenir. Güneş Aytan'la bir gece geçirdikleri Yazılıkaya'dan dönüşünde kaybolur. Onun kaybolduğunu öğrenen Umay nine yanına sahaf Semahat'i alarak Çorum'a gider. Bu sırada şehirde büyülü bir geyiğin ortaya çıkışı konuşuluyordur. Yazılıkaya Tapınağı'nda güpegündüz ortaya çıkan geyiğe kimse mana verememekte her kafadan bir ses çıkmaktadır. Geyiği duyan Umay Bayülgen hemen onun yanına gider. Ve olaylar hızlanmaya başlar.

Bu noktadan sonra ilk kitapta olduğu gibi Şamanizm ögeleri sayfalara yayılmaya başlar. Umay Bayülgen'in geyikle konuşması, Defne'nin bulunma çalışmaları, cinayet derken beş yüz elli sayfa bir anda biter.

İlk kitaptaki karakterler bu kitapta da karşımıza çıkıyor. Sahaf Semahat, Komiser Ümit Kaman ve tabii ki Uyumsuz Defne Kaman ve anneannesi Umay Bayülgen.

Toprak'ta karşımıza birbirinin zıttı iki karakter daha çıkıyor. Bunlardan biri şu dönemde bana göre türü tükenmeye yüz tutmuş her şeyi sakinlikle karşılayan hüsnüniyet sahibi Vali Sabahattin Ali Okur diğeri ise öfke kontrolü olmayan, kendine göre bükülemeyen kuralları olan, gençleri bu ülkede tehlike olarak gören Emniyet Müdürü Muhtar Köroğlu.

Çok sevdiğini karısını kaybettiği için bunalıma giren ve tek çocukları Karaca'yı büyütmek için çalışan, kendini tamamen bilgisayara vermiş eğitimi protesto etmek için üniversite sınavına girmeyi reddeden ve bir çok konuda derya bilgisi olan on sekiz yaşındaki Karaca, Amerika'da üniversitede profesör olan arkeolog Güneş Aytan, uzun zaman önce hastaneye götürmediği için doğum sırasında hayatını kaybeden ablasının sakat doğan çocuğu Yaşar'a babalık yapan makam şoförü Hakkı...Romanın diğer kahramanları olarak karşımıza çıkıyorlar.

Sayfalar arasında çok güzel cümleler okuyucuyu sarıp sarmalıyor bazen. Kendimizden, günümüzden, yaşadıklarımızdan bir çok şey bulabiliyoruz satırların arasında ama...

Okuyucu gözüyle kitapta keşke olmasaymış dediğim noktalarda oldu...

- Karakterlerin neredeyse hepsinin entelektüel kişiler olması.
- Defne'nin Kutadgu Bilig beyitlerinden yararlanarak şifreli mesajlar göndermesi. O kadar beyti bir insan numaralarıyla nasıl akılda tutar diye düşünmeden edemedim doğrusu.
- Kitabın bazı bölümlerinde kendimi yazarın karşısında arkeoloji ile ilgili ders dinliyormuşum gibi hissettim. Ders anlatırcasına yoğun bir bilgi aktarımı var ki okurken beni sıktı.
- Bir bölümde (278 sf) Umay Bayülgen'in Hakasça dua okuması yok artık dememe neden oldu :)
- Bazı konuların çok uzatılması...Emniyet Müdürünün kızının bitmez tükenmez doğumu gibi gibi...

Belki de bunun nedeni Buket Uzuner'in "Teşekkür ve Bilgi" bölümünde yazdığı nedendir :( Kitabı yazmaya, aile büyüklerine, büyük annelerine ithaf edeceğini düşünerek başlıyor fakat yazma süreci kendi deyimiyle pekte keyifli bir dönemde olamıyor ve altı aylık bir hastalık süreci sonrasında annesini kaybediyor. Buradan kendisine başsağlığı diliyorum.

Ve şimdi kitaptan tadımlıklar var her zamanki gibi...

"Hayatta öyle zamanlar vardır ki, insan kendisinin içinde bulunduğuna inandığı durum ve konumla tamamen ilgisiz, bambaşka bir yerde durduğunu şaşırarak kavrar."

"Tarih boyunca özellikle bizim halk, daima kendinden üstün ve güçlü bulduğu "adamlar"a ihtiyaç duydu. Saygı uyandırmak için korkuyla karışık hayranlık hissinden daha etkili hiç bir yöntem bizim millete sökmez."

"Çünkü ancak bir kız çocuğu büyüten erkek kadınları anlamayı öğrenir. Aslında kadınları anlamak, dünyayı, doğayı ve hayatı anlamaktır."

"Eski Türkçede alkış teşekkür manasına geliyormuş vali bey.
....
Eski Türkler, değerli büyüklerini son yolculuğuna bu yüzden alkışlarla yolcu edermiş...Cenazelerdeki alkış geleneği meğer eskiden beri kültürümüzde varmış..."

"Aile dostlarıyla neşeli yemek masalarında birlikte söylenerek yükselen şarkılarda saklı güven duygusu, çocukların en mutlu olduğu anıları arasında yer tutar."

"Düşünce ve ifade özgürlüğü olmayan yerde beyin nefes alamaz."

"Dünyayı değiştiren zeki ve yeni fikirlerin hiçbiri, kendi çağının kural ve inançlarına körü körüne itaat eden uyumlu çoğunluğun arasından çıkmadı. Doğruluğuna inanılan fikirleri sorgulayıp, ötesini merak eden milletler dünyanın beyin gücüdür, diğerleriyse tarih boyunca hiç istisnasız onları taşıyan beden olmuştur."

Güzel bir kitap okumak istiyorsanız tavsiye ederim Toprak'ı...

Son zamanlarda sosyal medyada gördüğüm bir cümleyle bitirmek istiyorum yazımı;

"Kitabın birine gözün takılıyor, açıyorsun, bir de bakıyorsun ki içinde hayatın duruyor."

Sevgiyle kalın....

PERA MEZARLIKLARI






Beyoğlu'nda Garibaldi binasının restorasyonu sırasında 8 adet mezar bulundu haberi tüm gazetelerde ve TV lerde yer aldı. Bu durum sadece Garibaldi binasında değil Beyoğlu'nun bir çok yapısında karşılaşılabilecek bir durum.

Kitaplar, Galata ve Pera Bölgesinde Küçük Mezarlık ve Büyük Mezarlık adı altında iki mezarlık bulunduğunu yazıyor. Küçük Mezarlık'ın Tepebaşı-Şişhane-Kuledibi'ni kapsayan alanda Büyük Mezarlık'ın ise bir yandan bugünkü Gezi'nin olduğu yerden Ayaspaşa-Gümüşsuyu'dan Fındıklı'ya kadar uzanan yerde diğer taraftan da Pangaltı yönüne uzanan alanda bulunduğu belirtilmektedir. Yapılan araştırmalar 18-19 yy da bu bölgenin mezarlık alanı olduğunu ortaya çıkartmıştır.

Yani bugün İstanbul'un eğlence ve alışveriş merkezi olan Beyoğlu'nun büyük bir bölümü bir zamanlar mezarlıkmış. Büyük mezarlığın bulunduğu bölge Edmond De Amicis'nin "İstanbul (1874)" kitabında ifade ettiği gibi Museviler hariç her dinden insanın mezarlarının bulunduğu selvi, akasya ve akçaağaç ormanı gibiymiş. İki mezarlığın da ortadan kalkması 1930'lu yıllara kadar uzanmış. Düşününce insan ürperiyor değil mi? Binaların altı, metro...Yok ben düşünmeyim en iyisi...



Bu arada İstanbul'un ve Galata-Pera'nın geçmişini merak edenlere çok güzel iki kitap önerebilirim.

Bunlardan ilki Prof.Dr. Nur Akın'ın 19.yy İkinci Yarısında Galata ve Pera kitabı. Galata ve Pera'nın  19yy ikinci yarından 20yy başına dek olan kültürel, sosyal yapısını anlatıyor.

İkincisi ise  Edmond De Amicis'in İstanbul (1874) kitabı. Amicis İstanbul'da kaldığı dönemdeki gözlemlerini anlatmış.

Galata ve Pera'yı zaman zaman okurum ve her defasında da yanlış zamanda dünyaya geldiğimi düşünürüm. İstanbul'un İstanbul olduğu zamanlarda yaşamak varmış ruhunun yok edildiği şimdide değil.








İYİMSERLİĞİN SIVI HALİ...






Bahar geldi artık...Her ne kadar kışı sevsem de sabahları ılık güneşli bir havaya uyanmak güzel oluyor...Özlemişim.

Dışarıda mis gibi bahar havası hüküm sürerken ben aralık ayının soğuk bir gününde Barcelona'nın sokaklarını arşınlıyorum. Derken Sempre & Oğullarının vitrinine bakmak için bir an duraklıyorum. Hani şu insanların yaşamları boyunca kendilerini bekleyen kayıp  kitabı sormak için içeri girdikleri kitabevinin önünde. İçeri giriyorum.

Birden birilerinin mırıldandığını duyuyorum "İşte o gün bugündür. Bugün şansımız dönecek." diyor iyimserliğin sıvı hali olan ilk kahvesini içerken...

Bu kitap, içindeki kitapçı dükkanı ve günün ilk kahvesi...Daniel, Martin, Fermin, Bea, Isabella... Bunların hepsi aynı çetenin üyesi...Çete başları da Carlos Ruiz Zafon...Beni baştan çıkartmak için kafa kafaya vermişler...Güzel çevirisi ise kitabı ruhundan hiçbir şey kaybettirmeden dilimize çeviren Füsun Doruker ise onlarla işbirliği halinde...

Rüzgarın Gölgesi, Meleğin Oyunu şimdi de Cennet Mahkumu...Araya bir de gençlik kitabını sıkıştırmıştım Sisler Prensi...

Carlos Ruiz Zafon, okumaktan her zaman zevk aldığım bir yazar...İyimserliğin sıvı hali eşliğinde...

Güzel bir kitap okumak isteyenlere tavsiye ederim...Cennet Mahkumu...

Kitaplar eşliğinde mutlu, güneşli günler diliyorum...

Kalın sağlıcakla,,,





BEN KİTAP OKUMAM Kİ...





Bu da farklı bir bakış açısı....


"Okuduğun kitapları eleştirmez mi?"
"Benim mi? Ben kitap okumam ki!" diyor Irnerio
"Ne okuyorsun o halde?"
"Hiçbir şey. Okumamaya öyle güzel alıştım ki, rastlantısal olarak elime geçen şeyleri bile okumam. Bu çok kolay değildir. Bize küçükken okumayı öğretiyorlar ve bütün hayatımız boyunca burnumuza dayadıkları yazılı malzemenin kölesi oluyoruz. Okumamayı öğrenmek için belki başlangıçta biraz kendimi zorlamış olabilirim, ama artık bana çok doğal geliyor. İşin sırrı yazılı sözcüklere bakmayı reddetmek değildir; tam tersine onlar yok olana dek dikkatle bakmaktır."


Eğer Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu  - Italo Calvino -

Ufak bir not : Kitaba bayıldım !!!...Daha önce nasıl okumamışım...Halen okumaktayım...

BİR YAŞAR KEMAL GEÇTİ BU DÜNYADAN






Ne çok sevmiştim okurken. Aklımda nedense Gökçeada...Güle Güle büyük usta...
Işıklar içinde uyu...
Türk Edebiyatının boynu büküldü bugün....





AYLAK ADAM







"İnsanlarda anlayamadığım bir şey de gazete okumalarıydı. Neden her sabah içlerini karart
mak gereğini duyarlardı acaba? Futbol maçı hastalarınınkini anlıyordu. "Ya ötekiler?. Binlerce gazete satılıyor bu şehirde. Örneğin şu yaşlı adam. Yoksa FATİH'TE İKİ EV YANDI başlığını görüp 'İyi, Benim orada evim yok,' diye düşünebilmek rahatlığı için mi okur? BİR ADAM KARISINI ÖLDÜRDÜ. 'İyi etmiş. Kim bilir ne namusuzdu.' ÇİN'DE İSYAN. Beter olsunlar, kırsınlar birbirlerini. Bize dokunmasınlar da!...Bu 'biz' dediği daha çok 'ben' değil mi. 'Ben, benim, bana, beni!' Herkes 'Ben'."

Farklı ve doğru olanı arayan bir adam...Sıradanlığa, tekdüzeliğe katlanamayan...Her şeye karşı duran, karşı çıkan, karşı bir yaşam süren...Kısaca adı bile olmayan C.'nin hikayesi...Aylak Adam...


AYLAK ADAM       YUSUF ATILGAN       YAPI KREDİ YAYINLARI

KAĞIT EV






Kitaplar tehlikeli hatta ölümcül olabilir mi? Bence olmaz ama olabiliyormuş meğerse :)

Cambridge Üniversitesinde İspanyol Dili ve Edebiyatı profesörü olan Bluma Lennon 1998 baharında Soho'daki bir kitapçıdan aldığı kitabı yolda okumaya başladığında arabanın altında kalmış. Antik Diller profesörü ise kütüphanesinde raftan kafasına düşen Britannica Anksiklopedisi sayesinde felç oluyor. Yazarın arkadaşı Richard ise raftaki Abşalom'a ulaşmaya çalışırken merdivenden düşüp bacağını kırıyor.

Kitabın ilk sayfalarında yazan bu kazaların hepsini kendime bir uyarı olarak devam ediyorum sayfalarını çevirmeye. 

Bluma Lennon'un ölümünden bir süre sonra onun adına kimin tarafından gönderildiği belli olmayan üzerinde Uruguay pulu olan bir zarf gelir. Onun yerine derslerine devam eden eski sevgilisi zarfı açar. İçinden Lennon'un ölmeden önce üzerinde çalıştığı "Gölge Hattı" kitabın eski bir baskısı çıkar. Kitabın sayfaları çimentoyla yapışmış okunamayacak haldedir. Mendille harç kalıntılarını temizlemeye çalışır. Kapağını açar ve Bluma'nın yeşil mürekkeple yazılmış yazısını görür. Carlos'a diye başlayan cümleler 8 Haziran 1998 tarihi ile sona ermektedir. İlk başta Bluma'nın mahremiyetine saygı duymak adına kitabı bir kenara koyar fakat bir yandan da ne anlama geldiğini çözmeye çalışır. Montevideo'ya doğru yola çıkar...

Son zamanlarda büyük bir zevkle okuduğum kitap üzerine yazılmış en güzel kitap diyebilirim. 

Vee  Kağıt Ev'in satırları arasından tadımlıklarla bitiriyorum..

"Her yıl öğrencilerime en az elli kitap hediye etsem de bir raf dolusu kitap daha eklenip duruyor aralarına, çifter çifter dizili bir şekilde, sessizce, masumca ilerliyorlar evde. onları durduramıyorum." 

"Çoğunlukla kitaptan kurtulmak ona sahip olmaktan daha zordur. Kitaplar, sanki asla geri dönemeyeceğimiz bir anın tanıkları gibi, bir ihtiyaç ve unutkanlık anlaşmasıysa tutunurlar insana. Oysa orada kalmaya devam ettikleri sürece onları birbirlerine yamadığımızı zannederiz. Üstlerinde gün, ay, yıl yazan sayısız kitap gördüm ben; gizli bir takvimi oluşturur her biri. Başkaları ise ödünç vermeden önce adlarını yazarlar ilk sayfaya, teslim edecekleri kişiyi defterlerine kaydedip bir de tarih atarlar yanlarına. Tıpkı kütüphanelerdekiler gibi damgalı kitaplar gördüm, yahut içlerinde sahiplerinin kartları yerleştirilmiş olanlar. Kimse bir kitap kaybetmek istemez. Bir daha okuyamayacak olsak da başlığında eski, belki de kaybolmuş bir duyguyu taşıyan bir kitabı kaybetmektense bir yüzük, saat veya şemsiye kaybetmeyi yeğleriz."

"Kütüphane zamana açılan bir kapıdır."

KAĞIT EV       CARLOS MARIA DOMINGUEZ      JAGUAR YAYINLARI 

KİTAP KURDUNUN BAŞINA GELEBİLECEK EN KÖTÜ ŞEYLER

Kitap kurtlarının başlarına gelebilecek en kötü şeylerden biri herhalde ödünç verdiği kitabın ya hiç geri gelmemesi ya da lime lime bir şekilde geri dönmesidir. Her ikisi de başıma geldiği için artık kitap ödünç vermiyorum kimseye. Ancak çok emin olduğum arkadaşlarıma ve aile fertlerine kitaplarımı emanet edebiliyorum. Hatta kütüphanemde "Dışarıya Kitap Verilmez" kartı duruyor. Tecrübe yenilen kazıkların bileşkesidir diye boşuna dememişler. İnsanı önlem almaya yönlendiriyor. Liseyken bir arkadaşıma Harold Robbins'in Tek Başına adlı kitabımı vermiştim. Kitap geri geldiğinde (neyse ki geri verdi ammaaa...) kitabı tanıyamadım desem yeridir. Hatta kitabı okudun mu güreş mi tuttun anlayamadım demiştim. Zavallı kitap olanca perişanlığı ile halen kütüphanemde durur.



Ah bir de yolculuk durumları var. Hani şu en sevdiğiniz kitabınızı yolculuk boyunca okumak için yanınıza alırsınız ya. Bir de en heyecanlı yerinde veya en sevdiğiniz yerinde bırakmışsınızdır...Ya da Çok merak ederek almışsınızdır da yolculukta okumak için ayırmışsınızdır...Ama ne mümkün. Yanınızda ki bir açar ağzını ne var ne yoksa kitap okumak yerine hayat hikayesini dinlersiniz. Gelini, kızı, oğlu, torunu torbası tanımadığınız bir sürü kişi dökülüverir önünüze, cinnet noktasına gelir değiştirecek koltuk arasınız kitabınızla baş başa kalabilmek için. Varsa ne mutlu ama aranan koltuk bulunamamışsa  hayat hikayesine devam...

Kitap okumayı sevenlerin başlarından kitapları ile bir sürü olay geçmiştir mutlaka. Sinir eden, gülümseten...

Sabit Fikir Dergisi "Kitap Kurdunun Başına Gelebilecek En Kötü 26 Şey" başlığı altında sıralamış neler olabileceğini.

İlk iki madde benim de yazdıklarım var. Sonrakileri de okumak istiyorsanız linke tıklayabilirsiniz...

http://www.sabitfikir.com/dosyalar/bir-kitap-kurdunun-basina-gelebilecek-en-kotu-26-sey

Bana gelince bu maddelerin çoğu uyuyor. İçlerinde umurumda olmaz dediklerimde var, Allah göstermesin dediklerim de. Mesela 19. maddedeki arkadaşınıza tavsiye ettiğiniz kitabı beğenmemesi gibi boş verdiklerim, taşınmak gibi Allah göstermesin dediklerim. 25. madde ise her zaman yazdığım, çok ama çok sevdiğim bir kitabın bitmesi. 16. Maddeye gelince bence onu bana hiç sormayın...Susturamazsınız sonra :)

Mutlu ve bol kitaplı günler diliyorum hepinize....

Sağlıcakla kalın....






YAZMAK ÜZERİNE - ERNEST HEMINGWAY





Yazmak Üzerine - Ernest Hewingway'in mektupları, romanları, konuşmaları, basılmış ve basılmamış tüm metinlerinde yer alan yazmak ve yazarlık kavramı ile üzerine düşüncelerini bir araya getiren bir kitap. Yazmak isteyenler için güzel çıkarımlar yapılabilecek bir rehber niteliğinde ama okurken sıkmayan, su gibi akıp giden bir kitap. Ufacık tefecik doksan beş sayfalık...Hiç bitmesin istediklerimden...Elimde süründürdüklerimden... Ama çabucak bitenlerden...:(

İşte tadımlık cümleler...

"Yazmanın kuralı yoktur. Bazen kendiliğinden ve kusursuz bir şekilde gelir. Bazen kayayı matkapla delip parçalamaya benzer."

Charles Poore'a 1953
Selected Letters, s 800-801

"Fare : Bir yazar için küçük yaşta en iyi alıştırma nedir?
 M : Mutsuz bir çocukluk."

By-Line : Ernest Hewingway p 215

"Dostoyevski Sibirya'dan sürgün edilince Dostoyevski oldu. Yazarlar haksızlıkla tıpkı kılıçlar gibi dövülür."

Green Hills of Africa, s 71

"Bir şey daha. Sembolizm falan yoktu. Deniz denizdir. Yaşlı adam yaşlı adamdır. Çocuk çocuktur ve balık balıktır. Aynı şekilde köpek balıkları da sırf köpek balıklarıdır. İnsanların sembolizm dedikleri şey saçmalık. Bundan ötesini ancak zaten biliyorsan görürsün."

Bernard Berenson'a, 1952
Selected Letters, s.780

"Bir kitabı bitirdikten sonra duygusal olarak tükenmiş oluyorum. Eğer değilsem duyguyu okuyucuya bütünüyle aktaramamışım demektir. Her neyse, en azından bende böyle oluyor."

Charles Scribner'a, 1952
Selected Letters, s. 778

"Sahiden iyi eseri defalarca okursan da nasıl yapıldığını anlayamazsın. Çünkü iyi edebiyatta daima bir gizem vardır ve gizem didiklenip incelenemez. Sonu gelmez ve her zaman mevcuttur. Her okuyuşta yeni bir şey görür ve öğrenirsin."

Harvey Breit'a, 1952
Selected Letters, s. 770

Daha yazılacak birbirinden güzel bir sürü cümle var ama ben burada kesiyorum yoksa Kadıköy'ün o bilinen, serin ve rutubetli laneti beni takip edebilir, hatta saçlarım dökülüp rüyalarımda sürekli Kadıköy sokaklarından yıllık intiharlarını gerçekleştirmek için geçip giden lemur sürülerini görürüm.
    
         


                  YAZMAK ÜZERİNE  ERNEST HEWINGWAY    ALTIKIRKBEŞ YAYINLARI

KİTAP BAŞA BELADIR !!!




Hem de nasıl bela :) Bunu en iyi bilen kişilerden biri de benim. Alıyorum, okuyorum, bir kenara koyuyorum, sonra tekrar alıyorum okuyorum ve tekrar bir kenara koyuyorum. Bu bir sene içinde sürekli tekrarlanıyor. Salondaki koskoca kütüphanem artık isyan halinde. Raflarına kitapları almamaya başladı. Günün birinde maazallah taşınmaya kalksam nakliye firmaları benden normalin iki katı fiyat isterler. Eh kolay değil ev + kütüphane taşımak zorunda kalacaklar. 

Benden beter insanlar olduğunu da biliyorum bu arada. İzmir de yaşayan bir arkadaşım ve eşi kitaplar eve sığmayınca çareyi kitapları koyacak ufak ve ucuz bir ev kiralamakta buldular. Hem hafta sonu evi hem de kafa dinlemek istediğimizde buraya kaçıyoruz diyorlar. Bu da bir başka çözüm gözünü kitap bürüyenler için. 

Böyle bir şeyi yazmak nereden aklıma geldi derseniz bunun tek sorumlusu Asuman Kafaoğlu-Büke'nin Radikal Kitap'daki Kitap Başa Beladır yazısı derim. 

"Bütün kitap tutkunları bilir, kitaplarla dolup taşan evlerde yaşamak zordur. Bir zaman sonra kitaplık rafları yetmez, evde boş duvar kalmaz, yatakların ve masaların altı dolar, kitaplar koridora yığılmaya başlar." diye başlıyor yazısı ve Carlos Maria Dominguez'in Kağıt Ev adlı kitabı ile devam ediyor.

Sizde iflah olmaz bir kitap okuyucusu iseniz yazının devamını okumak için linki tıklayabilirsiniz....

http://kitap.radikal.com.tr/makale/haber/kitap-basa-beladir-414818

Ben de gidip Kağıt Evi alıp okumaya başlayım...

Kalın sağlıcakla...




KUTUP DAİRESİNDE BİR EV




İşte ön kapak resmi elimin rafa uzanmasına neden olan bir kitap daha. Benim gibi soğuk, kar, kış seven biri için üzerinde kar resmi olması dikkatimi çekmesi için yeterli bir nedendi. İsmi de ayrı cezbedici; Kutup Dairesinde Bir Ev...Her ne kadar orjinal ismi "A Summer of Drowning" olsa da :)

Hikaye ressam annesi Anne ile birlikte Kutup Dairesine yakın bir evde yaşayan Liv'in okul arkadaşlarından iki gencin boğulması ile başlar. Kimse durgun denizde çocukların nasıl boğulduğuna anlam veremez. Zamanla herkes kendi yaşamına geri döner ve olay unutulur.

Anne, günlerini, evindeki ufak atölyesinde portre dışı resimler yaparak, yaptığı resimleri şehirdeki galeride satışa sunarak, her cumartesi saat on birde gelip öğleden sonra ikiye kadar çay içip sohbet ettiği, Liv'e göre - yıllar içinde kolay idare edebildiği- erkek grubuyla ve ara sıra röportaj yapmak için gazetecilerle geçirmektedir.

Liv ise günlerini tek arkadaşı olarak gördüğü, ona cinli perili hikayelerle kuzeyin vahşi efsanelerini anlatarak vakit geçirten yaşlı Kyrre Opdahl'ın yanında geçirir.

Liv İngiltere'den aldığı bir mektupla o güne kadar hiç tanımadı babasının hasta olduğunu ve onu görmek istediğini öğrenir. Uçak biletini alır, İngiltere'ye uçar fakat yetişemez. Babası ile arasındaki tek bağ ona mektubu yazan Kate Thomson'dur. Kate ona babasını son kez görmesini önerirse de Liv artık çok geç olduğunu düşünerek kabul etmez ve geri döner. Anne ise zaten babası hakkında konuşmamayı tercih etmektedir.  Yazar John Burside kitap boyunca kuzeyin soğukluğunu anne kızın ilişkisine irkiltici bir şekilde yansıtır.

İki gencin boğulması henüz unutulmuşken kasabada yeni bir boğulma olayı yaşanır. Bu kez kurban Kyrre'nin yazı geçirmek için kiralık kulübesine gelen Martin Crosbie'dir  veeeee....diyerek burada kesiyorum.

Her zamanki gibi kitaptan bir kaç tadımlıkla şimdilik bu kadar diyorum...Tabii ki yeni bir kitaba kadar...

"Gözetlemek- ve belki de müdahale etmek. İnsanlar müdahale etmeyi severler. Hep bir şeyler yapıyor olmaları gerektiğini düşünürler."

"Dünyada çok fazla temas var. Çok fazla iç içe geçmişlik var. Belki birbirimizle bağımlı olduğumuz, dünyadaki her şeyin bir başka şeye bağımlı olduğu doğrudur- ama biz aynı zamanda aralardaki mesafelere de bağımlıyız. Mesafelere ihtiyacımız var, çünkü düzeni mesafeler sağlar."

"Rüyalar dünyayı anlamlandırmak için kendimize anlattığımız öykülerdir, der. Akıllı ile deli arasındaki tek fark, delilerin yeterince rüya görmemeleridir."

"Delilik, gizem ve efsane yaratımı birbiriyle çarpışıyor" - Adam O'Riordan- Financial Times

Bence romanı en güzel özetleyen cümleydi bu....

KUTUP DAİRESİNDE BİR EV  JOHN BURSIDE  YKY YAYINLARI   ÇEV : ÖZLEM YÜKSEL




MÖNÜDE AŞK VAR...






Bir gün okuduğunuz kitapta sizden bahsedildiğini görürseniz ne yaparsınız? Herkesin kendine göre cevabı vardır. Hiç aldırmayan da çıkabilir belki. Tesadüf der geçer. 

Aurélie sevgilisinin kendini terk ettiğini öğrendiği yağmurlu ve karanlık bir Kasım gecesinde, kendisini takip eden polis memurundan kurtulmak için Paris'in ara sokaklarından birinde girdiği küçük kitapçı dükkanında Kadınlar Gülümseyince adlı kitabı alır. Eve gelir. Okumaya başlar. Sabah saat altıyı gösterirken 320 sayfalık kitabın son sayfasını "orası benim restoranım" diyerek kapatır. Üstelik romanda ki kadın kahramanda tıpa tıp kendine benzemektedir. Bu kadar özellik bir tesadüf olabilir mi? diye düşünür ve yazara iletilmesi üzere yayınevine bir mektup yazar. Bu arada yayınevi de ortaya çıkmak istemeyen (?) gizemli yazarın peşindedir. Mektubun editörlerden birinin eline geçmesiyle olaylar başlar...

Yılbaşı arifesinde okuyucularını Paris sokaklarında, kafelerinde, kitapçılarında, meşhur Fransız yemeklerinin kokusu eşliğinde dolaştıran bir kitap Mönüde Aşk Var. Hikayeyle ilgili daha fazla bir şeyler yazmayacağım ama her zaman ki gibi kitaptan ufak tadımlıklarla bitireceğim;

"İnsan ne zaman bir mektup yazsa yeni bir süreç işlemeye başlar. Bir diyalog kurulur. Mektuplarda insanlar kendilerini, hayatlarındaki yenilikleri, başlarından geçenleri, duygularını karşılarındakilerle paylaşmak ister ve geri dönüşlerini beklerler. Mektupların hep bir göndereni be bir de alıcısı vardır. Normalde yanıtlanmak üzere yazılırlar, veda mektupları bile böyledir."

"Yazmak böyle bir şeydi. Yazarlar hikayelerini nereden bulurlardı? Rüyalarında gördükleri arasından bazılarını rastgele seçerek mi yazıyorlardı, yoksa hepsini kafadan mı uyduruyorlardı. Kim bilir belki de gerçek insanların başından geçenleri kağıda döküyorlardı. Yazdıklarının ne kadarı gerçek ne kadarı kurguydu? Bahsettiklerinden kaçı gerçek yaşamda karşımıza çıkabilirdi, ne kadarı aslında hiç var olmamıştı? Kurgu gerçek yaşamı etkiler miydi? Yoksa tam aksi mi söz konusuydu?"

"Bu yönde geliştirdiğim teoriye göre roman yazan, hikayeler anlatan insanları üç gruba toplamak mümkün.

Birinci gruptakiler sadece kendileri hakkında yazarlar. Bunlar arasında edebiyat dünyasının önemli isimleri de yer alır. 

İkinci grupta yer alanların hikaye uydurmak konusunda kıskanılmaya değer bir yeteneği bulunmaktadır. Trende giderken camdan bakarlar ve hop akıllarına bir fikir geliverir.

Üçüncü gruptakiler empresyonistlerdir. Onların yetenekleri hikaye bulup çıkartmaktır. Gündelik hayatın içinden, ağaçtan kiraz toplar gibi, çeşitli durumları, ruh hallerini ve kısa olayları biriktirirler.Bu, kimi zaman bir yüz ifadesi, bir gülümseme, kimi zaman birinin saçını geriye atışı ya da ayakkabılarını bağlayış şeklidir. Hepsi de arka planda biricik öyküler barındıran anlık görüntülerdir. Öyküye dönüşmeye hazır fotoğraflardır." 

"Şu Noel'in öyle bir tarafı var: İnsana kendi geçmişini hatırlatıyor; hatıralarını, isteklerini, sanki mucizevi diyarlara açılacakmış gibi hissettiren esrarengiz kapıların önünde, heyecanlı ve meraklı gözlerle bekleyen çocuksu ruhunu anımsatıyordu."

Noel demişken Mönüde Aşk Var okumayı sevenler için güzel bir yılbaşı hediyesi olabilir. Listenizin bir köşesine ekleyin derim. Yanında belki güzel bir CD ile...

Kahve ve battaniye ikilisi eşliğinde zevkle okunacak bir kitap...Fena halde tavsiye edilir :)

MÖNÜDE AŞK VAR   NICOLAS BARREAU   DOĞAN KİTAP   GÜL GÜRTUNCA çevirisi






Okuyan bir kızla çık. Parasını kıyafet yerine kitaplara yatıran bir kızla çık. Kitapları yüzünden dolabına sığamaz o. Okuyacağı kitapların listesini yapan, 12 yaşından beri kütüphane kartı olan bir kızla çık. Okuyan bir kız bul. Okuyan bir kız olduğunu çantasında her zaman okuduğu bir kitap bulunmasından anlayabilirsin. Kitapçıda, sevgiyle raflara bakan ve aradığı kitabı bulduğunda sessizce çığlık atandır o. Sahafta, eski bir kitabın sayfalarını koklayan fıstığı gördün mü? İşte o okurdur. Hele sayfalar sararmışsa kesinlikle dayanamazlar. Kahvecide beklerken okuyan kızdır o.
Fincanını dikizlersen, sütsüz kremasının yüzdüğünü görürsün çünkü o çoktan dalmıştır kitaba. Yazarın yarattığı dünyada kaybolmuştur. Sen de bir sandalye çek yanına. Sana ters ters bakabilir çünkü okuyan kızların çoğu rahatsız edilmek istemezler. Ona kitabı sevip sevmediğini sor. Ona yeni bir kahve ısmarla. Murakami hakkında ne düşündüğünü söyle. Kardeşliğin ilk bölümünü bitirip bitiremediğini öğren. Joyce’un Ulysses’ini anladığını söylüyorsa entelektüel görünmeye çalışıyor demektir. Alice’i seviyor mu yoksa Alice mi olmak istiyor, bunu sor. Okuyan bir kızla çıkmak kolaydır. Doğum gününde, yılbaşında ve yıl dönümlerinde ona kitap alabilirsin. Ona sözcükler hediye et, şiirlerden şarkılardan hediye sözcükler. Ona Neruda, Pound, Sexton, Cummings hediye et. Kelimelerin aşk olduğuna inandığını bilsin. Gerçekle kitaplardaki gerçeği ayırt edebilir ama yine de yaşamını biraz da olsa, en sevdiği kitaptakine benzetmeye çalışacaktır. Bunda senin suçun yok. Bir biçimde, bunu deneyecektir.
Ona yalan söyle. Söz diziminden anlıyorsa, yalan söyleme ihtiyacını anlayacaktır. Sözcüklerin ardında başka şeyler var: niyet, değer, ayrıntılar, diyalog. Dünyanın sonu olmayacaktır. Onu bırak. Çünkü okuyan bir kız çöküşlerin her zaman zirveyle biteceğini bilir. Çünkü her şeyin bir sonu olduğunu bilir. Hikayenin devamını her zaman yazabilirsin. Tekrar tekrar başlayabilir ve hala kahraman olarak kalabilirsin. Bu hayatta bir iki kötü adama yer vardır. Olmadığın her şey için neden korkarsın ki? Okuyan kızlar bilirler ki tıpkı karakterler gibi insanlar da gelişebilirler. Twilight serisi istisnadır. Eğer okuyan bir kız bulursan, yanından ayırma/ayrılma. Gecenin bir yarısında, kitabı göğsüne yaslamış ağlarken bulabilirsin onu, bu durumda ona çay yap ve sarıl. Onu birkaç saatliğine kaybedebilirsin ancak her zaman sana dönecektir. Kitaptaki karakterler gerçekmiş gibi konuşacaktır, çünkü bir anlık da olsa, gerçektirler.
Ona bir sıcak hava balonunda ya da bir rock konserinde evlenme teklif et. Ya da bir daha ki hastalığında gelişigüzel bir şekilde. Skype üzerinden teklif et. O kadar sıkı gülümseyeceksin ki neden hala kalbinin infilak etmemiş ve göğsünün kan içinde kalmamış olduğunu merak edeceksin. Yaşam öykünüzü yazacaksınız, garip isimli ve garip beğenileri olan çocuklarınız olacak. Çocuklarınıza Şapkalı Kediyi ve Aslan’ı aynı gün izletebilir. Yaşlılığınızın kışında birlikte yürüyeceksiniz ve sen botlarındaki karı temizlerken, o mırıldanarak Keats okuyacak ezberinden. Okuyan bir kızla çık çünkü bunu hak ediyorsun. Hayal edilebilen en renkli hayatı sana verebilecek bir kıza layıksın. Eğer ona sadece monotonluk, kayıp saatler ve yarım yamalak öneriler verebileceksen, yalnız kalman daha hayırlı. Eğer dünyayı ve onun ardındaki dünyaları istiyorsan, okuyan bir kızla çık. Ya da iyisi mi, yazan bir kızla çık sen.
Rosemarie Urquico
Türkçeleştiren:Onur Çalı