Gezi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Gezi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

YİNE YENİ YENİDEN PARİS...SANAT HER YERDE...

Uzun süredir ara verdim yazmaya. Tatil dönüşü aldığım haberle yaşadığım şokun sonucunda önce bir dibe vuruşu yaşadım. Hemde öyle böyle değil. Hayat insana hiç beklemediği anda kötü sürprizler yapıyor. Kabullenmek kolay olmadı ilk zamanlar. Neyse ki yeni yeni düştüğüm kuyunun karanlıklarından aydınlığa doğru adım adım çıkmaya başladım. Hiç bir şey olmamış gibi günlük hayatımıza devam etmeye başladık. Ve umarım en kısa zamanda her şey iyi, daha iyi, eskisinden de çok ama çok iyi olacak. Ve artık silkinip kendime gelme zamanı...Pırıl pırıl güneşli bir İstanbul gününden yeni umutlarla tekrar merhaba...

Şimdi ise yarıda bıraktığım Paris gezime ve bloguma devam etmek istiyorum. 




Evet Paris'te sanat her yerde. Nereye bakarsınız bakın binalara, sokaklara, dükkanlara, köprülere her yerde sanatın bir dalı çıkıyor karşınıza. Belki de benim en çok sevdiğim şey bu oldu bu şehirde. Öncelikle tarihi korumuşlar. Eski yapılarına sahip çıkmışlar. Kaldığım ev 1931 yılında o zamanın modern mimarisinin örneği idi. Apartmanın ve dairenin içinde restorasyon yapılmış ama kimse yıkmaya yeltenmemiş. Evde dikkatimi çeken şeylerden biride çok eski bir sistem olmasına rağmen pencerelerin ahşap aksamının korunmasıydı. Bizdeki gibi plastik pimapen yapmamışlar. Balkonlarından rengarenk sardunyalar sarkmayan ev yok gibiydi. Özellikle turistik yerlerde ki evlerde sanki zorunlu tutulmuşlar gibi (belki de öyledir bilmiyorum) her balkonun demirinden mutlaka kırmızılı, pembeli sardunyalar sarkıyordu. 




Daracık Arnavut kaldırımı döşeli (kim bilir kaç yıldır o kaldırım orada duruyor belediye tarafından sökülmeden) sokaklarında karşılıklı bir sürü resim, gravür, tablo satan dükkanlar var. Yağlıboya tablolarda öyle böyle değil. Hem çok güzel hem de çok pahalı. 





Galata'daki Doğan Apartmanını bilirsiniz. Yıllar önce şimdiki gibi kapısında güvenliğin beklemediği, ünlülerin mekanı olmadığı zamanlarda bir pazar günü gezimizde süzülüvermiştim devasa demir kapısından avlusuna. Ahşap panjurları, ferforje balkonları ve tabii ki manzarası beni çok etkilemişti. Çok ta bakımlı değildi o zamanlar. Kimse ne aradığımı, kime geldiğimi sormamıştı yalnızca benim hayran hayran baktığımı fark eden apartman görevlisi "abla çok ilgilendiysen öndeki daire satılık. İki buçuk milyara satıyorlar. (o zamanlar tl de değişiklik yoktu) Sahibi perşembe pazarında bir tüccar istersen numarasını veririm" demişti ve ben aldırmamıştım. Şimdi kafamı nereye vursam faydasız :)




İşte bu Doğan Apartmanından Paris'in her yerinde var. Eskiye verilen değer her adımda kendini hissettiriyor. Alacağımız çok ders var...




Ve Montmartre tepesi. İşte benim en sevdiğim yerlerden biri. Burası her gelişinizde ayrı güzellikler keşfedebileceğiniz bir yer. Tam bir jungle. Hediyelik eşya dükkanları, restoranlar, sokak müzisyenleri ve tabii ki ressamları. Her yerden ayrı bir güzellik fışkırıyor. Evler yine rengarenk çiçeklerle kaplı. Dünyanın dört bir yanından gelmiş insanlar renklere renk katıyorlar. En tepedeki Sacre Coeur'den tüm Paris görülebiliyor hatta Paris'in en güzel görüldüğü yer olarak söylense de bana göre şehir en güzel Eyfel'in üzerinden görülüyor tabii zirveye çıkana kadar haliniz kalır da gözünüzde etrafı görecek fer kalırsa :) 




Montmartre demişken ünlü sokak ressamlarından bahsetmeden geçmek olmaz. Ufak bir alanda şemsiyelerin altında toplanıp sanatlarını icra ediyorlar. Kimi resimlerini naklen izleyicilerinin önünde yapıyor, Kimi yaptıklarını satıyor. Bir çok kişi ressamların karşına oturmuş ya portrelerini yaptırıyordu ya da karikatürlerini. Biz de neden olmasın diye düşündüm. Çok nadir de olsa karikatür portre yapan ressamlar bizde de var ama sayıları bir elin parmaklarını geçmez. Eh sanatın içine tükürülen bir ülkede görülmesi zor manzaralar bunlar. Resimlere gelince bazıları çok güzel ve aynı oranda pahalı. Ben ufak karakalem bir Eyfel tablosu aldım. Şu anda kütüphanemde yerini aldı bile. Bazı tablolar ise anlam veremediğim bir şekilde çok cart, çiğ renkler kullanmışlardı. Bu sanatçının seçimi diyelim geçelim. 





Ve sokak müzisyenleri...Bu kadar sanat olur da sokak müzisyeni olmaz mı? Olur tabii ki. Onlarda Montmartre'a başka bir güzellik katıyorlardı. Rengarenk giysileri içinde opera söyleyen iki kız ziyaretçilerin ilgi odağı olmuştu. Ben de bastım deklanşöre. Anı yakalamak lazım dimi :)


                                                                Bu da bir diğeri :)



Montmartre'ın arnavut kaldırımlı sokakları ziyaretçilerine her köşesinde farklı sürprizler sunuyor. Bir tarafta rengarenk dükkanları, diğer tarafta ressamları, sokak şarkıcıları, pandomimcileri vs.
Dünyanın dört bir yanından turistlerin ziyaret ettiği bu bölgede ki en kötü sürprizlerden biri ise yankesicileri. Paris'in en renkli köşesi çantalara en dikkat edilmesi gereken yer maalesef. Özellikle de magrebilere...


Montmartre'dan bu kadar diyerek sizleri Paris'in başka köşelerine götürmek üzere az sonra diyorum :)

PARİS GÜNLÜĞÜ...





Evet, bu seferki yolculuğum gece 3'te başladı. Air France'nın en erken uçuşuna (başka bir deyişle karga kahvaltısını etmeden uçağına) yer ayırttığımız için sersem sepelek bindim taksiye. Sıcak bir yandan, susmayan davulcu bir yandan gözümüzü kırpmadan geçen bir gecenin sonunda evden Atatürk Havalimanı'na uçarak geldik. Şoföre fark versek bu hızla kendimizi gün ışıdığında Paris'te bulabilirdik ama biz indiğimizde tek parça vardığımıza dua eder haldeydik. Luc Besson'un İstanbul versiyonu Taksi'ciyle vedalaştıktan ve check-in işlemlerinden sonra kendimize loungelardan birine atıp biraz sakinleşip ikinci uçuş vaktini beklemeye başladık. 



Uçuş zamanı geldi uçağa bindik. THY'nin son zamanlarda çalışanlarına ve yolcularına uyguladığı politikadan dolayı bu kez Air France'ı tercih ettik iyi de etmişiz. Ben çok memnun kaldım. 

Charles De Gaule'e indiğimizde rengarenk bir dünya ile karşılaştım. Afrika'nın dört bir yerinden gelen yolcular rengarenk giysileri ile havaalanına bambaşka bir hava katıyordu. Etrafımı seyretmekten kendimi alamadım acelem olmasa hepsini teker teker fotoğraflamak isterdim ama Paris Dolmuşu bekletmek olmazdı. Polisten geçerken fransızcayı çok iyi konuşuyorsunuz iltifatınıda cebime koyup bagajları aldık ve artık Paris'teyiz. İşte Paris Dolmuşu tabelası. Yanlış okumadınız Paris Dolmuşu. İki kardeşin kurduğu genelde Paris'e gelen Türklere transfer hizmeti veren bir kuruluş. Nasıl otele ya da eve gideceğim derdiniz olmuyor. Havaalanından alıp kaldığınız yere veya havaalanına transferlerinizi yapıyorlar. Bu arada çok ta dakikler. Detaylı bilgi yi http://www.parisdolmusu.com sitelerinden alabilirsiniz. İstanbul'daki taksiye de hiç benzemiyorlardı :) Eh ne de olsa Fransa, kurallar var. Eve gidişimizde dönüşümüzde sayelerinde sorunsuz oldu. 




Aile bireyleri büyüdükçe otel odalarına sığamadığımız için bu kez ev kiralamaya karar verdik. Bu kez HouseTrip'e başvurduk. Paris'te yüzlerce daire önümüze döküldü. Bizim istediğimiz yer 17. bölge idi. 17. Bölgeyi seçmemizin nedeni ise Paris'in orta ve üst düzey insanlarını yaşadığı Champs Elysées'ye yakın güvenli bir bölge olması idi. Alışveriş merkezine yakınlığından çok Parisyenlerin yaşadığı bölgede kalmak istedik. Sonunda bütçemize ve kişi sayımıza uygun bir ev bulup önümüze ne çıkacağını bilmeden çekinerek te olsa biraz da riske girerek kiraladık. Eve vardığımızda HouseTrip'te yayınlanan evi bire bir karşımızda bulunca rahat bir nefes aldık. Herhalde bundan sonra HouseTrip'in servis verdiği ülkelerde onlardan rezervasyon yapacağız. Rezervasyon yapmak hem çok kolay hemde sorduğunuz sorulara anında cevap alıyorsunuz. Mesela vize için konfirmasyon istediğimde yarım saat içinde tüm isimler ve pasaport numaraları ile konsolosluğa verilme üzere yazıyı gönderdiler. Ev sahibi ile buluşma ve yazışmalar site üzerinden çok kolay sağlanabiliyor. Housetrip ile ilgili bilgiyi  http://www.housetrip.com sitelerinden alabilirsiniz.




Eve vardığımızda bizi ev sahibini gelini Amelie karşıladı. Evdeki eşyaları gösterdi. Çamaşır makinası, bulaşık makinası, buzdolabı, televizyon, kahve makinası, ekmek kızartma ne isterseniz var. Evde komple kahveden tuvalet kağıda her şey vardı. İnternet bizim evde sınırsız ve ücretsizdi. Ayrıca sayfada depozito istenmesine rağmen bizden bir talepte bulunmadı. Çeşitli Paris broşürleri, yakın bölgedeki bir taksi durağının telefonunu, etraftaki marketleri, metro istasyonun yerini anlattıktan sonra apartmana ve çöp girişine olan kapı şifrelerini verdi. Elini kolunu sallayarak çöp atmaya bile giremiyorsunuz. Kapının şifresi var. En son olarak ta bir ihtiyacınız olursa diye kendi cep telefonunu verdi çıkışta görüşmek üzere diyerek gitti ama dönmeden bir önce telefon ederek yarın gelemeyeceğim anahtarları evde bırakarak kapıyı kapatıp gidebiliriz diyerek iyi yolculuklar diledi. Evi kırdık mı döktük mü kontrol bile etmedi. Eh bize kırıp dökmedik tabii...




Eve gelince :)))) Bir çok Parislinin yaşadığı gibi bir oda bir salon, mutfak ve banyodan ibaret. Bize yetti. En azından otel odasından büyük...Dairenin önünde uzunlamasına avluya bakan bir balkon vardı. İlk gördüğümde çok hoşuma gitti ben burada oturup kitabımı okurum eh keyfine bir de sigara içerim dedim ama iki gün sonra balkonda oturan tek kişinin ben olduğunu fark edince balkona çıkamaz oldum. Paris sıcak mı sıcak, nefes alınmıyor ve herkes cam çerçeve açık, hatta yatarken de kapatıyorlar, evlerinin içinde yaşıyorlar. Kimse balkona çıkmıyor. Ben ve karşı dairenin balkondaki çığlık maskesi hariç. Bütün bir hafta çığlıkla birbirimizi kestik durduk. Eminim şu anda beni çok özlüyordur. Balkonda gördüğü tek canlı olarak hayatına 7 gün boyunca renk getirdiğime eminim. Bazen benim onu gördüğümü fark ettiğinde aşağıya saklanıyor sonra bir süre balkon demirlerinden yada camın kenarından gözetleyip sonra tekrar balkona çıkıyordu. Ailesinden çekinmesem resmini çekecektim ama Paris'te karakolluk olmak vardı. Zaten balkona çıkıyorum bir de resim çeksem ne  olurdu acaba? Bunun sadece bir soru cümlesinde kalmasını tercih ettiğim için çığlığın fotoğrafını çekmedim. Sonradan avluyu çektim:) 






Kaldığım süre içinde Nuri Bilge Ceylan'ın kulaklarını çın çın çınlattım. Burada bir gün kalsa ne film çıkarırdı ama. Gişe rekorlarını alt üst eden durağan bir film. Düşünsenize altı apartmanın çevirdiği bir avlu. Herkes birbirine bakıyor. Temmuz sıcağı, pencereler açık ama insanlar içeride. Çamaşırlarını bile odalarda ya da salonda kurutuyorlar. Bazı pencerelerin önünde çiçekler var. Karşıdaki yaşlı kadının tek aksiyonu çıkıp teker teker usul usul çiçeklere su vermek, üst çaprazda beni keserek hayatını renklendirmeye çalışan 7-8 yaşlarında bir çığlık, yan dairede gecenin bir yarısında balkonunda beslediği kediyi sessizce seven bir kadın. Kedi kesin bunalımda, sağ tarafımda mor perdeli dairede yere oturarak kitap okuduğunu balkon demirlerinin arasından gördüğüm genç kız ve ilk önce balkona sandalye atan sonra içeri kaçan ben. Baudelaire boşuna Paris sıkıntısı diye kitap yazmamış. İşte nedeni :)




Eve eşyalarımızı bırakıp biraz dinlendikten sonra Champs-Elysées'ye gitmeye karar verdik. Hemde yürüyerek amaç etrafı keşfetmek. İlk başta her şey güzeldi. Bir sürü tarihi bina, heykeller, ağaçlar, insanlar. Sürekli cadde geçtik. 1 cadde, 2 cadde, 3 cadde, 4 cadde, cadde üstüne cadde...Sonunda Champs-Elysées'ye vardık ama gören kim ? Sıcak ve uykusuzluk iyice bastırdı. Sırt çantam gittikçe ağırlaştı ayaklarım beni taşımaz oldu. Güneş tepeme tepeme gelmeye başladı. Zaten ben sıcaktan kaçtıkça o beni bulur burada da buldu.  Sonunda başladım söylenmeye; bir de buraya aşk şehri diyorlar aşk mı kalır be burada şu hale bak cehennem gibiii:)) Şimdi gülüyorum ama o zaman hiç te gülünecek halim yoktu. Sen misin günden kazanmak için en erken uçağa yer ayırtan böyle olur işte al sana gün gez bakalım diye de içten içe kendimi azarladım. Ben bunları düşünürken oğlum da daha serin olabileceğini düşünerek ilk uçakla Londra'ya kaçma hayalleri kuruyordu. Kaderine razı olan kızım arasıra sessizce eve ne zaman döneceğiz diye sorarak yanımızda yürüyor eşim ise her zamanki gibi hayatından memnun bizi sakinleştirmeye çalışarak Champs-Elysées'nin keyfini çıkarıyordu. Sonunda oturup birşeyler içtiğimiz kafede biraz kendimize geldik ama ilk gün burada noktalandı. Daha fazla gezecek halimiz kalmadığından eve döndük ve ben koltuğa serildim:) İlk günün yorgunluğu çıktıktan sonra Paris hakkındaki düşüncelerimde tamamen değişti tabii ki...



Sırada Montmarte, Eyfel, tekne gezisi, sokak ressamları, Opera, St. Germain, sanat galerinin olduğu ufak sokaklar, Tour de France, kitapçılar, kafeler, bistrolar, kiliseler, tarihi binalar var...



KAÇIŞ...



Kaçışlardaydım bir haftadır. İnternetin olmadığı, cep telefonun bile zar zor çektiği medeniyetin çok fazla erişemediği, İstanbul'dan fazla değil, 6 saat uzakta, kuytu bir köşede sessiz sakin, esen rüzgarın ve dalgaların sesini dinleyerek huzur bulduğum bir yerlerde. Geceleri şehirde asla göremeyeceğim pırıl pırıl yüzlerce yıldızları saatlerce seyrettiğim, yarasaların hızla uçuşlarını yakalamaya çalıştığım, elektrik direğinin üstüne tüneyen baykuşla bakıştığım, çarşamba günü bardaktan boşanırcasına yağan yağmurun altında sırılsıklam olana kadar yürüdüğüm, bembeyaz deli dalgaların sesini dinleyerek deniz kabukları topladığım huzur köşemde.

Şehirden uzak ve mutlu...Ben...

Şimdi ise rotamı başka bir yöne çevirdim. Lavantalar ülkesine...Bir zamanlar bohemliğin ve aristokrasinin sonuna kadar yaşandığı, tüm dünyada sanatın ve edebiyatın merkezlerinden biri olarak kabul edilen bir ülkeye...Georges Perec ile Bir Paris Semtinin Tüketilme Denemesi yapıp Simone de Beauvoir ile Les Deux Magots'da kahve yudumlamaya...

Ben yine Kaçtım...




İstanbul Oyuncak Müzesi :)



"Noel Baba Türkiye'de mi yaşadı?"
"Evet oğlum,..."
"Oyuncak dağıtırken ölmüş, değil mi baba?"

Kırdığımız Oyuncaklar
Sunay Akın



Bugün Oyuncak Müzesi günüydü. Benim gitmekten asla bıkmadığım,her gidişimde yeni birşeyler keşfettiğim, çocukluğumu bulduğum, her seferinde beni İstanbul’un bomboş sokaklarında, caddelerinde fütursuzca koştururken ki günlerime geri götüren Türkiye’nin tek Oyuncak Müzesi’ne.

Evimizin en küçük ferdi sabah uyanır uyanmaz ben Oyuncak Müzesi’ni görmedim dedi. Evet, okulla gidecekleri gün bizimki hastalıktan döşek yatak yattığı için gidememişti ve içinde kalmıştı. Bugün uyandığında bu kelimeler döküldü ağzından. Tamam dedim bugün Oyuncak Müzesi günümüz. Gidiyoruz…

Sokağı döner dönmez karşımıza çıkan dinazorlar hoşgeldiniz diyor  minik ziyartçilerine.
İstanbul Oyuncak Müzesi 23 Nisan 2005 yılında şair ve yazar Sunay Akın tarafından hayata geçirildi. Çok anlamlı bir tarihte açılışını yapmış Akın. Bir oyuncak müzesi açmak için seçilebilecek en güzel günü seçmiş. 23 Nisan. Geçmişin ve şimdinin çocuklarına ithafen. Müze geçmişten günümüze dünyanın dört bir yanından toplanmış 5000 adet oyuncağa ev sahipliği yapıyor. Daha çok geçmişten gelen oyuncaklara. Plastik bebeklerden, teneke arabalara, barbilerden, Fatoş oyuncaklara J.



Benim en çok sevdiğim alanlardan biri müzedeki oyuncakçı dükkanıdır. İçinde yaşlı bir adamın tahta oyuncaklar yaptığı yer. Bana "Affan  Dede" yi hatırlattı. Cahit Sıtkı Tarancı'nın Çocuk adlı şiirinin Affan dedesini...

Affan Dede'ye para saydım,
Sattı bana çocukluğumu.
Artık ne yaşım var, ne adım;
Bilmiyorum kim olduğumu.
Hiçbirşey sorulmasın benden;
Haberim yok olan bitenden.

Bu bahar havası, bu bahçe,
Havuzda su şırılşırıldır.
Uçurtmam bulutlardan yüce,
Zıpzıplarım pırıl pırıldır.
Ne güzel dönüyor çemberim;
Hiç bitmese horoz şekerim.



Müzenin en üst katındaki tavan arasını da unutmamak lazım. Nedense orası bana hep Anna Frank’ı hatırlatır. Bodrum kattaki denizaltı ise Denizler Altında 20000 Fersah'ı.



Ayrıca müzede sergilenen minyatür evlerdeki ve dükkanlardaki ayrıntılar ise kesinlikle görülmeğe değer. Bir evin içindeki en ufacık bir abajur bile yerleştirilmiş masanın üzerine. Şekerci dükkanı, gelinlikci, şapkacı…Hepsi birbirinden güzel ve detaylı ama benim favorim kitapçı idi.



Gülümseten oyuncakların yanında hüzünlendirenlerde var tabikii. Mesela Tosya depreminde bebeği ile enkaz altında kalan küçük kızın enkazdan kurtarıldıktan sonra bebeğinin kırılan kolunu selobantla tedavi etmesi ve büyüyüp yıllar sonra emekli bir öğretmen olarak bu bebeği Oyuncak Müzesi’ne hediye etmesi. Ayrıca atom bombosının atıdığı Hiroşima’da bir okul enkazından çıkarılanlar. Hüzenlenmemek elde değil.

Çocuklar için olur da Harry Potter olmaz mı? Kovboylar, Pembe Panterler, Süpermenler, Star Wars, Uzay Yolu, trenler, uçaklar, bebekler, arabalar…Daha neler neler…Anlatılmaz gezilir diyorum…

Ellerine sağlık Sunay Akın…Ne güzel bir müze kazandırmışsın İstanbul’a J Hem büyüklere, hem çocuklara…




"Her akşamüstü oyuncakçı
camekanından
çocuk ellerinin 
izlerini
siler"

                                                                        

İstanbul'da Karı Beklerken...

İstanbul'da bu gece kar bekleniyor. Büyükşehir alarma geçmiş durumda. Dün geceden beri beklenen kardan bu saate kadar tık yok. IDO bazı seferlerini iptal etmiş, valilik zorunlu olmadıkça özel aracınızla yarın trafiğe çıkmayın diyor. Tedbirler alınmış (?), gözler gökyüzünde yağacak kar bekleniyor. 

Benim ise aklım hala Kars'ta. Buz tutmuş kaldırımlarında, caddelerinde, göz alabildiğince bembeyaz kırsalında. İstanbul'la Kars'ı karşılaştırmayacağım. Bu imkansız neredeyse ama bazı şeylerini özellikle de trafiğini ve insanlarını anlatmadan bu konuyu kapatmayacağım. 



Kars'a giderken en çok görmek istediğim yerler Ani harabeleri ve Sarıkamış'tı. Taksiciler ve minibüsçüler Ani'ye gidebileceğimizi yolların açık olduğunu ama ören yerine kardan ulaşamayacağımızı ancak uzaktan fotoğraf çekebileceğimizi söyledikleri için Ani'den vazgeçip şansımızı Sarıkamış'tan yana kullandık. 

Şehri arkamızda bıraktıktan sonra bomboş beyazlık içinde ilerliyoruz. Kar ilk defa gözlerimizi alıyor ve güneş gözlüklerimizi takıyoruz. İlçenin içinde görülecek çok fazla tarihi eser yok. Kars'taki bugünkü Fethiye Cami'nin (Aleksandr Nevksi Kilisesi) benzeri olan St. Michail Kilisesi var. !877-1878 yıllarında Osmanlı Rus Savaşında Rus işgaline uğrayan Sarıkamış'ta Rus yönetimi tarafından iki alay kilisesi kuruluyor. Bunlardan biri Aziz Geogiy diğeri ise baş melek Michail'e ithaf edilen Baltık mimarisi tarzıyla inşa edilmiş St. Michail Kilisesi. Rus işgalinin ardından bir süre boş kalmış, sonra Sarıkamış Belediyesi tarafından sinema olarak kullanılmış. Daha sonra ise yanına iki minare eklenerek cami olarak kullanılmaya başlanmış. Bir çok yangın geçirdiği için halk arasında Yanık Kilise olarak bilinmekte. 



Sarıkamış denince bir çok kişinin aklına kayak merkezi gelse de benim aklıma Sarıkamış harekatında Allahüekber dağlarını aşmaya çalışan ordumuzun şiddetli kar yağışı ve tipi sonucunda verdiği kayıplarımız ve Katerina'nın Muhteşem Köşkü geliyor. Önce şehitlerimiz için dikilen anıtı ziyaret ediyoruz. Türkiye'nin dört bir yerinden şehitlerin isimleri yazılı duvarda. Bizim şimdi üşüyerek gezdiğimiz yerde onlar yıllar önce bu ülke uğruna donarak şehit düşmüşler. Işıklar içinde yatsınlar. 



Ve işte çamların önünde Katerina'nın muhteşem köşkü. 80 derecede haşlanmış çam topluluklarının çivi kullanılmadan birbirine geçirilmesiyle inşa edilen tek katlı bina bir rivayete göre Çar II Alexandr'ın sevgilisi Ekaterina Dulgorukova ile gözlerden uzak buluşabilmesi için  yaptırılmıştır. Katerina'nın Köşküne'de kardan yaklaşamıyoruz ama çevre halkı ile konuştuğumuzda yöneticilerin ilgisizliğinden şikayet ediyorlar. Söylenenlere göre köşk bakımsızlıktan çökmek üzere. Yazın gelin ziyaret edersiniz ama görülecek bir yok diyorlar. Belki yazın, bu yaz olamasa bile gelecek yaz mutlaka diyerek bu güzel manzarayı da arkamızda bırakarak Sarıkamış'tan biraz da kayak merkezinde vakit geçirerek ayrılıyoruz. 


Kars'ta nereye giderseniz gidin, isterseniz adres sormak için bir dükkana girin hemen çay ikram edelim diyorlar. Sobanın üstünde gün boyu demlenen sıcacık çay yaşamlarının vazgeçilmez bir parçası olmuş Karslıların. İkram ettikleri çayı içmemek onlara yapılacak ayıp  gibi geldi bana. Çayla arası olmayan ben hayatımda en çok çayı burada içtiğimi söyleyebilirim :).



Şehirde en çok dikkatimi çeken şeylerden biri de trafiği. Trafik ışıkları sürekli sarı yanıp sönmesine, yolların buz olmasına rağmen değil kafayı camdan çıkartıp bağırmak birbirlerine korna çalan bile çok az. Herkes birbirine ve yaya ya yol veriyor. Vermeyen de var tabi ama plakalarına baktığınız da maalesef ama yol vermeyen araçların ya 34 ya da 06 plaka olduğunu gördük. Bu konuda kesinlikle en ufacık bir abartım yok. Aynı şekilde yollarda patinaj çeken araçlarda aynı şekilde Kars'ın çevre illerinden değil de daha farklı illerden gelen araçlar olduğunu gördük. Kaza mutlaka oluyordur ama biz kaldığımız beş gün içinde şahit olmadık. 



Kars'a gidilipte çarşısını gezmeden yöresel tatlarını denemeden olmaz dedik ve çarşının en eski dükkanlarından Serhat Pazarı ile işe başladık. İçinde yok yok. Yöreye ait kurutulmuş meyveler, köme, kıtlama şeker, simişka (nasıl öğrenmiş miyim ama:) daha neler neler. Kars'a giderseniz uğramadan dönmeyin derim. Eğer dükkan boşsa içeride fazla müşteri yoksa ki boş bulmak pek mümkün olmuyor sahibi size o zamanki Azerileri, Rusları ve eski Kars'ı anlatır.



Çarşıda adım başı bal ve peynirci dükkanı var. Bir peynir canavarı olarak tam yerine düştüğümü söyleyebilirim. Hediyelik almak istiyorsanız çok güzel paket yapıyorlar, yanınızda taşımak istemezseniz de kargoyla gönderiyorlar. Ha bu arada unutmadan kavanoz bal ve petek balı uçakta kesinlikle el bagajınızda kabul etmiyorlar. Tecrübeyle sabittir :)



Kars denince kazı unutmamak lazım. Kaz eti tüm restaurantlarda porsiyonu 40,-tl den satılıyor. Sorulunca pişirilmesi uğraştırıcı deniyor ama kaz eti satan birine sorduğumda normal tavuk gibi haşlanıp didikledikten sonra tavada kızartılmasının yeterli olduğunu söyledi. 



Birazda yemek yenebilecek yerlerinden bahsedeyim.Kamer Kadıneli Restaurant yöresel yemekler sunan bir yer. Kaz eti, Erişte aşı (evelik otu çorbası) , hangel, acem kavurması. Hepsi birbirinden lezzetli. Sobanın üzerinde illaki kaynayan çay ve karanfil tarçın karışımı sıcak içecekte cabası. Kars'ın en eski yerleşim yeri olan Yusufpaşa Mahallesinde hiç düşünmeden kapısından girebileceğiniz bir restaurant. 

Bir diğeri ise Ani Ocakbaşı. Çarşının içinde tertemiz, modern dekorasyonu ve servisi ile İstanbul'dakileri aratmayacak bir restaurant. Burada da gönül rahatlığı ile yiyebilirsiniz. 

Fiyatlarına gelince turist diye sizi kazıklamıyorlar. Makul fiyatları var. 



Bu arada Kars'ta motiflerini çok beğendiğim özellikle Kars halısı satan bir dükkan yoktu. Sorduğum zaman istek üzerine dokunduğu ama her yer gibi burada da makine halısı moda olduğu için yöreye özel halı dükkanını olmadığını öğrendim. 

Daha hikayelerini anlatacak bir sürü tarihi yer, bina, insan var ama şimdilik burada bırakmak istiyorum. Belki ara ara tekrar yazarım. 



Ve Kars maceramızın sonunda kişisel facebook sayfama şu notu düştüm : İstanbul'u en çok bir yerlere giderken arkamda bırakırken seviyorum. Ve gittiğim yerlerde özlemiyorum. Ama maalesef her defasında da kürkçü dükkanına geri dönüyorum. Karlar Kraliçesini birbirinden güzel insanları ve yapılarıyla baş başa bıraktık ve döndük :(





Ve saat gece yarısını çoktan geçmesine rağmen bir kar tanesi düşmedi henüz pencereme...