TRENLER ANILARDAN GEÇER...



Trenler anılardan geçer...Trenler ve anılar...Benim için birbiriyle çok bağdaşan iki kelime olmuştur her zaman. Çok ama çok severim tren yolculuklarını ve garları. Hele ki eski olanlarını. Yurt içi, yurt dışı bir çok yerde nereye gittiğinin hiç önemi olmadan sadece trene binmek için uğradığım ve birkaç istasyon sonra inip tekrar geri döndüğüm yerler bile olmuştur hayatımda. Hatta yazın okuduğum Paula Hawkins'in Trendeki Kız romanında kendimden çok şey bulmuştum. Okuyanlar bilir; hani şu trende giderken evlerin içine bakıp orada yaşayanlar için kafasında kendi hikayeleri yaratan kız gibi. Ben de geçip giderken çok hikayeler uydurmuşumdur kafamdan. Belki bir çoğunuzda aynı duyguları yaşamışsınızdır.

Aslında bugün burada İstanbul 9.Sahaf Festivali ile ilgili yazacaktım ama..Olmadı..Olamadı..Kaç gündür elim gitmedi bir şeyler yazmak için...


Her sene önümüzdeki yıl artık gitmem dediğim fuara bu yıl da gittim. Giderken bu kez aklımda bir kitap yoktu. Biraz geçiyordum uğradım gibi oldu. Stantlar arasında gezerken gözüm bir kitaba takıldı. Trenler Anılardan Geçer...Hani şu çok güzel ama çok güzel kitaplar yayınlayan ama sadece ve sadece doktorlara ve okul kütüphanelerine verip yalvarsanız yakarsanız da, ücreti neyse veririm deseniz de vermeyen, göndermeyen  Novartis  Kültür Yayınlarının kitabı. Bildiğiniz Novartis İlaç. ( Bu arada böyle yaptıklarını Yalnızın Işıkları Deniz Fenerleri kitaplarını almak için defalarca kendilerini aramam sonucu nuh deyip peygamber dememeleri ama azmin elinden hiç bir şey kurtulmaz kuralının arkasından giderek kitabı bir şekilde elde etmemden biliyorum. Bahsettiğim kitap Türkiye'deki deniz fenerlerini birbirinden güzel görselleriyle anlatan en güzel kitap. Bu güne kadar farklı kitaplar da yayınlandı ama bana göre en başarılısı diyebilirim. Benzer örneğini görmedim. Benim gibi deniz feneri tutkunlarına duyurulur.)

Neyse gelelim kitabımıza. Oturdum incelemeye başladım. Nereler yok ki...Hepsi birbirinden güzel garlar, trenler...Anı dolu, hüzün dolu, mutluluk dolu, kavuşma dolu, ayrılma dolu...Günün birinde bunlar yalnızca fotoğraflarda kalacak diyerek aldım.


Dört gündür kitabın 128. sayfasına takıldım kaldım. Ne zaman açsam gözlerim yaşarıyor. Boğazıma bir şeyle düğümleniyor. Oysa o gün eve geldiğimde kendime bir yorgunluk kahvesi yapıp ne kadar keyifle bakmıştım sayfalarına...Nereden bilebilirdim o sayfalara bir kaç gün sonra hüzünle bakacağım ve 128. sayfanın kararacağını.

O günde trenler geçti bu ülkede...Geride acı anılar bırakarak süzülüp gittiler rayların üstünden...Bu kez hüzünlü tren düdüklerinin yerini çığlıklar aldı. Bir çok anne, baba, genç için son istasyon oldu Ankara Garı...

Trenler anılardan geçer...Kapkara...




Ne güzel insanlar, ne değerler kaybettik o korkunç patlamada...Hiçbiri sıradan bir rakam değil...Hepsi ayrı bir yaşam hikayesi...Ne umutlar söndü, ne hayaller yok oldu...İnsanlık yok oldu...

Mekanları cennet olsun...

YA DA AKLINA KİTAPLAR GELEN...



Kış kadınlarının zamanı geliyor..
Yaz mevsiminin şımarıklığına ne yapsa ayak uyduramayan kadınların..
Yağmur başladığında niyeyse, aklına şarkılar gelen kadınların...

Ece Temelkuran

5 KİŞİ BİR İNSANA GİRMEYE VAR MISINIZ?



Malum kurban bayramı yaklaşıyor. Şehirde kurban satışlarının yapıldığı yerlere hayvanlar getirildi. Bayramı beklemeye başladılar.Hiç sevmediğim bir bayramdır kurban bayramı. Benim üzerimde o kadar büyük travmalar yaratan bir bayramdır ki o dönem et yemem, yiyemem. Zaten başımın da hoş olduğu söylenemez etle. 

Uzun süredir sosyal medya da paylaşılan ve çok beğenerek okuduğum bir yazıyı sizlerle paylaşmak istedim. Biliyorum pek çocuğunuz okumuşsunuzdur ama bir kez de benden olsun. 

Otuz senelik bir arkadaşımla telefonda bayramlaşıyoruz. Hayvan kesmiş yorgunluğunu anlatıyordu,
-Yedi kişi bir danaya girdik, sen ne yaptın?
-Biz 5 kişi bir İnsana girdik..
- Nası ya anlamadım ?
- 5 kişi diyorum, bir araya geldik, iki aydır çalışmayan birinin evine gittik.
2 aylık ev kirasını, birikmiş faturalarını ödedik, mutfağına ne lazımsa kolilerle indirdik.
Son olarak da esas müjdeyi verdik, bayramdan sonra yeni açılan Zorlu Center'de 2000 tl maaş+sgk+yemek ücreti işe başlıyorsun.
- Hadi hayırlı olsun.
- Çok güzel yapmışsınız da Kurban yerine geçer mi ?
- Senin et dağıttığın insanlar bu adam kadar sevindi mi ?
- Hayır, zannetmiyorum.!
- Öyleyse geçti..! Amaç kurban ( Allah'a yakınlaşmak, paylaşmak ) ise biz yakınlaşmak adına paylaştık, bu huzur ve vicdan rahatlığı bizim için bayram oldu
- Doğrusunu söylemek gerekirse kesim esnasında isyan edesim geldi, babama bir daha gelmeyeceğimi söyledim. Gelecek sene beni de aranıza alsanıza...
- Seve seve dostum..! Aslında herkes bu bilinçle guruplar kurup, 7 kişi bir dana yerine bir insana girse ortalık cennet çığlıklarıyla dolar. Bizler de iyi birşeyler yapmış olmanın mutluluğunu yaşarız..

Alıntı..


Ve diyorum ki...Ya böyle yapın...Yazıdaki gibi....Bir insanı sevindirin...Ya da böyle...Can alacağınıza yapacağınız ufak bir bağışla bir çocuğun hayatının kurtulmasına yardımcı olun...İnanın daha çok sevaba girersiniz...Seçim sizin. 



Şimdiden tüm sevdiklerinizle birlikte geçireceğiniz huzurlu ve mutlu bir bayram diliyorum.



BİR DOMATES FACİASI...






Bugün bahçemde çalışan iki işçiden bahsetmek istiyorum ve yediğimiz domateslerle ilgili hepinizin bildiği korkunç bir gerçeğin ilk ağızdan itirafından. İşçilerden biri usta dediğimiz yıllardır tanıdığım bugüne kadar neredeyse tüm işlerimizi yapan Pomak diğeri ise yanında yardımcı olarak getirdiği 15 yıl önce bir tatil sitesinin inşaatında çalışmak için Ağrı'dan gelmiş biri. 3 günlük çalışmanın sonucu ki daha üç günümüz daha var Ağrı'lının usta dediğimizden çok daha dürüst çalışması ve daha düzgün iş yapması. Usta hala kendini usta sanıyor ama o artık çırak bile olamaz gözümde. Bu ustamızın bir de domates tarlası var. Şu dönemde çoluk çocuk kendi deyimleri ile sandık sarıyorlar. Sağ olsun koca bir poşet bana da getirmiş. Kahve molası sırasında Ağrılı olan usta bana dönüp abla bunlar domatesi tarlaya ektikleri andan itibaren öyle ilaç koyuyorlar ki bir bilsen domates sırf tarım ilacı o yüzden de bunlarınki de de tat var ne koku var. Ustanın verdiği cevap ise şuydu yapacam be yaa ben ticari yetiştiriyorum onu kasası 95 krş dan sarıyoruz şimdi ( kasası dediği kasada ki 1 kg fiyatı) İstanbul'a gidecek mal !!!! Yani biz yiyoruz bu kimyasal domatesleri...!!! 



Benim bir huyum vardır ve bunu sadece domateste yaparım. Nereden alacaksam alayım domatesleri koklarım smile ifade simgesi Garip bir huy biliyorum ama öyleyim. Belki çocukluğumdaki domateslerin kokusu duymak içindir ve maalesef artık hiç birinde o kokuyu alamıyorum bazı komşularımın bahçesinde yetiştirdikleri hariç. Sonra bana tekrar dönüp abla dedi benim evin arka tarafında ufak bir yerim var oraya domates ektim ama ilaç koymadığım için biraz yamuk oldular smile ifade simgesi pazardan domates alan komşum benle dalga geçti bunlar ne biçim domates diye bende o yamuklardan kopartıp bir taneyi dörde kestim bir de onun torbasından istedim onu da dörde kesip ikisini de tattırdım. Aradaki farkı görünce vay be senin domatesler ne güzelmiş dedi. İşin komik tarafı bu benim ustayı tanıyanlar ondan kg larca domates alıp saatlerce uğraşıp kendilerine salça yapıyorlar ne de olsa Çanakkale domatesi eh kaynağı burası olunca ucuz olması da normal diye düşünerek smile ifade simgesi Halbuki gidip marketten alsa salçayı aynı şey smile ifade simgesi İşte bugünün özeti de bu; Bir Domates Faciası...Ben ise ustayı halen domates tarlasına korkuluk yapma planları peşindeyim...Başka türlü adam olmaz çünkü smile ifade simgesi Usta Domates Güzeli...

NE Mİ YAPIYORUM?



Ne yapmıyorum ki? Yaz gelince şehirden kaçabilen şanslılar arasında olduğum için öncelikle şehirden uzak yaşamanın özgürlüğünü çıkarıyorum. Bomboş köy yollarında araba kullanmanın zevkini çıkarıyorum. Bazen tepemde  bir leylek süzülüyor bazen bir şahin. ( Geceleri balkonuma gelen baykuşumu saymıyorum bile. Eskiden kov bunu uğursuz bu diyen komşularım bile artık sevmeye başladılar boynunu çevirerek ters ters bakan bay baykuşu. Kimseden duymuyorum artık kov lafını. ) O yollar önüme binbir güzellik seriyor benim. Bazen bir höyük çıkarıyor karşıma bazen sapsarı ayçiçek tarlalarını bazen de taaa uzaklarda traktörle sürülen yemyeşil bir tarlayı.





Kış hazırlıkları yapıyor komşularım. Geleneksel yöntemlerle saatlerce salça kaynatıyorlar. Domates kurutuyorlar. Çanakkale domatesi ile ilgili kişisel facebook sayfamda paylaştığım bir yazımı bir sonraki yazımda burada paylaşacağım sizlerle. Aslında domates hakkında hepimizin bildiği korkunç gerçeğin ilk ağızdan itirafını...



Reçeller kaynatılıyor, asma yaprakları şişeleniyor bir taraftan da.



Deniz bir durgun bir dalgalı ama genellikle deli :) Durgunken sahil tıka basa doluyor. Ben deli denizi seviyorum. Sahilde kimde olmuyor. Deniz ne bulursa getiriyor kıyıya. Herkes evlerinde oturuyor kimse girmek istemiyor. Dalga sesleri eşliğinden şezlonga uzanarak kitap okumak, kafamı dinlemek hoşuma gidiyor. Benim gibi iki üç kişi daha görüyorum sahilin diğer uçlarında. Güneşin batması ayrı güzel oluyor tepelerin ardından.


Bazen mavi ayın peşinden koşuyorum bazen  meteor yağmurunun...Kızıma meteor yağmuru ne diye soruyorum. Öğretmenim nasıl gerçekleştiğini anlattı ama ben dilek tutmak diyeceğim diye açıklama yapıyor. Birlikte dilek tutuyoruz başımızın üstünden kayıp giden yıldızları seyrederek. Aklıma babam geliyor. Tam kızımın yaşındayken Atlas Okyanusunun ortasında ilerleyen geminin güvertesinde söyledikleri... Yıldızlar denizde ölen denizcilerin gökyüzüne yansımasıymış demişti. Ne zaman yıldızlara baksam bu cümle gelir aklıma. Bir denizci selamı çakarım sessizce...

Bu arada üç dostumdan bahsetmeden de geçemeyeceğim. Bunlardan ilki gerçek bir Dost...Çocuklarla deniz de, kahvede, evlerin bahçelerinde, sokaklarda...Her yerde...Dünya şekeri golden retriever diğeri de her gece el ayak çekildiğinde bahçeme gelen kirpim :) En sonuncusu da her sabah balkonumda bulduğum kedi. Onlarsız hayat biraz gri olurdu diye düşünürüm her zaman. Hayvanlar can dostlarımız...




Kitaplar...kitaplar...kitaplar...Yanıma gelirken üç tane kitap almıştım. Trendeki Kız, Yolun Sonundaki Okyanus, İyi Yazmak Üzerine...Yazın yeter bu kadar bunları ancak okur bitiririm dedimmmmmm ama olmadı. Kitaplar bir çırpıda bitti. Nasıl bitti ben de bilmiyorum. Gündüz deniz, ev işleri, akşamları konu komşu kahve çay muhabbetleri derken hangi ara bir dere okuyup bitirdim onları da kitapsız kalıverdim anlayamadım ama oldu :) Neyse dedim İstanbul'a dönmeme az kaldı orada yaz başında alıp bıraktığım kitaplar var almayım dedim ama olmadı. Başladım kıvranmaya :)) neyse ki bu sene ilçe de çok güzel bir kitapçı açılmış soluğu onda aldım. Aklımda bir kitap yoktu rüzgar nereye götürürse diye raflarda dolanmaya başladım. Aaaaaaa Georges Perec yanına bir de Paul Auster...Tamam İstanbul'a kadar idare ederim artık...Eeeee edeyim artık...






Bu arada blogumu da boşlamışım. Biraz tembellik fena olmuyor doğrusu. Yine burnuma yanık odun kokusu gelmeye başladı...Birileri domates kaynatıyor galiba...

İşte benim yazlık hikayem de bu kadar...İstanbul'a dönüşün tasası sarmaya başladı bile...Çınar ağacım sararmış yapraklarını dökmeye başladı...Sıcak mavi bir yazı da geride bırakıyoruz yavaş yavaş...



Görüşmek üzere...Kalın sağlıcakla...








YILDIZLAR YAYILIVERMİŞ...






Yıldızlar yayılıvermiş bu gece başımın üstüne
Rüzgarlar geçiyor içimden şairin dediği gibi
Sessizlik kaplamış her yeri
Titrek sokak lambasının ışığında pırpırlar...
Dalgalar denizin kokusunu katmış önüne
Süzülüyor arnavut kaldırımlı dar sokakların içine...
Ay yükseliyor aheste aheste 
Yakamozlar oynaşmaya başlıyor ışıl ışıl
Gölgeler uzarken saatin tiktaklarında
Bir şarkı duyuluyor radyodan...
Kimine hüzün taşıyor, kimine neşe...
Maviye boyanmış tahta iskemlede oturup
Demleniyor geçmişine, geleceğe ve geceye...

Yeşim Kuşçu Ermutlu

1 TEMMUZ DENİZCİLİK VE KABOTAJ BAYRAMI





Kolay değildir denizci olmak...Günlerce, aylarca, haftalarca ailenden uzak denizlerde yol almak...Gece, gündüz fırtınayla boğuşmak...
Denizci çocuğu olmak ta kolay değildir...Her fırtınada şimdi babam ne yapıyor acaba diye düşünmek. Acaba o da mı böyle bir havanın içinde yol alıyor diye uykuya dalmak...Kokusunu özlemek.
1 Temmuz Denizcilik ve Kabotaj Bayramımız Kutlu Olsun...

Denizde olanların yolu her zaman açık olsun...

Babamla çıktığım seferlerde duyduğum gibi...

"Hadi Alesta vardiya...Allah selamet versin..."

SEVGİLİ GÜNLÜK...BUGÜN GÜNLERDEN ÇUKURCUMA...



Her gezide olduğu gibi sabah erkenden Kadıköy İskelesinde aldık soluğu. Bugün günlerden Çukurcuma. İstanbul'un en sevdiğim yerlerinden biri. Eskinin kalbinin attığı çıfıt çarşısı. İstanbul'un La Boheme'i... Sürekli bu şehri en çok arkamda bırakıp giderken seviyorum desem de yine de İstanbul'la aramda bitmez tükenmez sado-mazoşist bir ilişki var  her zaman için. Trafiğinden, kalabalığından şikayet etsem de İstanbul'un sunduğu güzelliklerden de vazgeçemiyorum. Gökdelenleri, AVM'leri beni ilgilendirmiyor üstelik  İstanbul'un silüetini bozan, şehri boğan, özelliğini kaybettiren bu sevimsiz yapılara çok soğuk bakıyorum ama eski mahallelerinden, dar sokaklarından geçmişi fısıldayan yapılarından vazgeçemiyorum. Benim İstanbul'um da hala güneş görmeyen dar sokaklarındaki ufak dükkanların içinde soyu tükenmekte olan zanaatkarı, beklenmedik bir anda karşıma çıkan sahafı, bakırcısı, terzisi, şapkacısı, marangozu vs var. İyi ki varlar...Onlarla nefes alabiliyorum.


Konuşa konuşa yürüyoruz Arnavut kaldırımlı sokaklardan. Yavaş yavaş dükkanlar belirmeye başlıyor. Hepsinin önünde eski eşyalar, kaldırımlara yayılmış. Hepsinde ayrı bir yaşanmışlık...Dilleri olsa da anlatsalar hikayelerini.


Kim bilir neler yazıldı tuşlarında ?


İçimdeki gramafonda La Boheme çalıyor durmadan. Ve ilerliyoruz iki tarafımızı sarmış dükkanların arasında günümüzden geçmişe doğru...Her adımda ayrı bir fısıltı...






Biraz soluklayıp sohbet ediyoruz Tombak'ta. Her keseye göre antika var diyor sahibi. Yeter ki zevkinize uysun. 






Çukurcuma kedisiz olur mu hiç? 



Bu bavul bana Çiğdem Talu'nun "Çek git diyor şeytan, git sessiz sedasız." şarkısını hatırlatıyor. Ama olmuyor işte...Gidilmiyor öyle kolay kolay...Hele böyle güzellikler varken...

Çok güzel şeyler doldurduk tahta valizimize bugün.  Güzel anılar, fotoğraflar, pekişen dostluklar...Daha paylaşacak çok fotoğraf var ama bugünlük bu kadar...


 Dönüşe geçmeden önce son bir şey kaldı yapılacak...


Mis kokulu bir Türk kahvesi içmek...

Sıradaki durağımız Balat...

Görüşmek üzere...Sevgiyle kalın...La Boheme eşliğinde...
















UYUMSUZ DEFNE KAMAN'IN MACERALARI...TOPRAK...




Buket Uzuner'in 2012 yılında yayımlanan Uyumsuz Defne Kaman'ın Maceraları : SU kitabından üç yıl sonra dörtlemenin ikinci kitabı olan TOPRAK  raflarda yerini aldı.

İlk macerada İstanbul'u fon alan Uzuner bu kez Çorum'u ve Hitit Uygarlığının kalıntılarını fon olarak almış.

Defne Kaman aldığı bir duyum üzerine tarihi eser kaçakçılığını araştırmak üzere foto muhabiri arkadaşı Attilla ile birlikte Çorum'a giderler. Burada uzun süre önce Umay ninenin İstanbul'daki evinde misafir ettiği rehber Kemal Yörüklü ve oğlu Karaca ile buluşurlar. Şehrin ileri gelenlerinden Vali  Sabahattin Ali Okur ve Emniyet Müdürü Muhtar Köroğlu İstanbul'dan şehirlerine araştırma için giden gazeteci Defne Kaman'ı ve arkadaşını en iyi şekilde ağırlamaya çalışırlar. Çorum Arkeoloji Müzesi müdürü ve arkeolog Güneş Aytan'da Defne'ye yardımcı olur.

Defne Kaman, bir yandan arkeolog Güneş Aytan'ın yardımıyla bu zorlu konu üzerine araştırmalar yapıp tarihi eser kaçakçılarını ve definecileri  ortaya çıkartmaya çalışırken diğer yandan da kendi geçmişiyle ilgili bir takım olayları fark eder. Yıllardır görmediği, annesi ile ayrıldığı için görmesi engellenen babası ile bir araya gelir. Baba kız arasındaki ilişki tekrar filiz vermeye başlar. Defne babasının onu niye yıllardır görmediğini öğrenir. Güneş Aytan'la bir gece geçirdikleri Yazılıkaya'dan dönüşünde kaybolur. Onun kaybolduğunu öğrenen Umay nine yanına sahaf Semahat'i alarak Çorum'a gider. Bu sırada şehirde büyülü bir geyiğin ortaya çıkışı konuşuluyordur. Yazılıkaya Tapınağı'nda güpegündüz ortaya çıkan geyiğe kimse mana verememekte her kafadan bir ses çıkmaktadır. Geyiği duyan Umay Bayülgen hemen onun yanına gider. Ve olaylar hızlanmaya başlar.

Bu noktadan sonra ilk kitapta olduğu gibi Şamanizm ögeleri sayfalara yayılmaya başlar. Umay Bayülgen'in geyikle konuşması, Defne'nin bulunma çalışmaları, cinayet derken beş yüz elli sayfa bir anda biter.

İlk kitaptaki karakterler bu kitapta da karşımıza çıkıyor. Sahaf Semahat, Komiser Ümit Kaman ve tabii ki Uyumsuz Defne Kaman ve anneannesi Umay Bayülgen.

Toprak'ta karşımıza birbirinin zıttı iki karakter daha çıkıyor. Bunlardan biri şu dönemde bana göre türü tükenmeye yüz tutmuş her şeyi sakinlikle karşılayan hüsnüniyet sahibi Vali Sabahattin Ali Okur diğeri ise öfke kontrolü olmayan, kendine göre bükülemeyen kuralları olan, gençleri bu ülkede tehlike olarak gören Emniyet Müdürü Muhtar Köroğlu.

Çok sevdiğini karısını kaybettiği için bunalıma giren ve tek çocukları Karaca'yı büyütmek için çalışan, kendini tamamen bilgisayara vermiş eğitimi protesto etmek için üniversite sınavına girmeyi reddeden ve bir çok konuda derya bilgisi olan on sekiz yaşındaki Karaca, Amerika'da üniversitede profesör olan arkeolog Güneş Aytan, uzun zaman önce hastaneye götürmediği için doğum sırasında hayatını kaybeden ablasının sakat doğan çocuğu Yaşar'a babalık yapan makam şoförü Hakkı...Romanın diğer kahramanları olarak karşımıza çıkıyorlar.

Sayfalar arasında çok güzel cümleler okuyucuyu sarıp sarmalıyor bazen. Kendimizden, günümüzden, yaşadıklarımızdan bir çok şey bulabiliyoruz satırların arasında ama...

Okuyucu gözüyle kitapta keşke olmasaymış dediğim noktalarda oldu...

- Karakterlerin neredeyse hepsinin entelektüel kişiler olması.
- Defne'nin Kutadgu Bilig beyitlerinden yararlanarak şifreli mesajlar göndermesi. O kadar beyti bir insan numaralarıyla nasıl akılda tutar diye düşünmeden edemedim doğrusu.
- Kitabın bazı bölümlerinde kendimi yazarın karşısında arkeoloji ile ilgili ders dinliyormuşum gibi hissettim. Ders anlatırcasına yoğun bir bilgi aktarımı var ki okurken beni sıktı.
- Bir bölümde (278 sf) Umay Bayülgen'in Hakasça dua okuması yok artık dememe neden oldu :)
- Bazı konuların çok uzatılması...Emniyet Müdürünün kızının bitmez tükenmez doğumu gibi gibi...

Belki de bunun nedeni Buket Uzuner'in "Teşekkür ve Bilgi" bölümünde yazdığı nedendir :( Kitabı yazmaya, aile büyüklerine, büyük annelerine ithaf edeceğini düşünerek başlıyor fakat yazma süreci kendi deyimiyle pekte keyifli bir dönemde olamıyor ve altı aylık bir hastalık süreci sonrasında annesini kaybediyor. Buradan kendisine başsağlığı diliyorum.

Ve şimdi kitaptan tadımlıklar var her zamanki gibi...

"Hayatta öyle zamanlar vardır ki, insan kendisinin içinde bulunduğuna inandığı durum ve konumla tamamen ilgisiz, bambaşka bir yerde durduğunu şaşırarak kavrar."

"Tarih boyunca özellikle bizim halk, daima kendinden üstün ve güçlü bulduğu "adamlar"a ihtiyaç duydu. Saygı uyandırmak için korkuyla karışık hayranlık hissinden daha etkili hiç bir yöntem bizim millete sökmez."

"Çünkü ancak bir kız çocuğu büyüten erkek kadınları anlamayı öğrenir. Aslında kadınları anlamak, dünyayı, doğayı ve hayatı anlamaktır."

"Eski Türkçede alkış teşekkür manasına geliyormuş vali bey.
....
Eski Türkler, değerli büyüklerini son yolculuğuna bu yüzden alkışlarla yolcu edermiş...Cenazelerdeki alkış geleneği meğer eskiden beri kültürümüzde varmış..."

"Aile dostlarıyla neşeli yemek masalarında birlikte söylenerek yükselen şarkılarda saklı güven duygusu, çocukların en mutlu olduğu anıları arasında yer tutar."

"Düşünce ve ifade özgürlüğü olmayan yerde beyin nefes alamaz."

"Dünyayı değiştiren zeki ve yeni fikirlerin hiçbiri, kendi çağının kural ve inançlarına körü körüne itaat eden uyumlu çoğunluğun arasından çıkmadı. Doğruluğuna inanılan fikirleri sorgulayıp, ötesini merak eden milletler dünyanın beyin gücüdür, diğerleriyse tarih boyunca hiç istisnasız onları taşıyan beden olmuştur."

Güzel bir kitap okumak istiyorsanız tavsiye ederim Toprak'ı...

Son zamanlarda sosyal medyada gördüğüm bir cümleyle bitirmek istiyorum yazımı;

"Kitabın birine gözün takılıyor, açıyorsun, bir de bakıyorsun ki içinde hayatın duruyor."

Sevgiyle kalın....