Kars ve Kar



Buuuuuzzzz gibi bir şehir burası. Sonsuz beyazlık ve sessizlik hakim her sokağında. Benim gibi kar kış düşkünü birine İstanbul'un bahar havasından sonra çok iyi geldi. Kars'a yaklaşırken uçakta dışarıya baktığımda bir anda doğanın rengi kahverengi yeşilden beyaza dönüştü. Dönüşüm yer demir gök bakır filmini getirdi aklıma. Sonsuz beyazlığın ortasında köyleri oluşturan ev kümeleri vardı ama onlara giden yollar yoktu. 1saat 55 dakikalık uçuşun sonunda bomboş ve küçücük bir havaalanına indik. Kapıda buzzz gibi bir hava çarptı yüzümüze. Kars'a hoşgeldiniz :) 




Otele valizleri bırakır bırakmaz buz tutmuş kaldırımlara attık kendimizi. Gezilecek, görülecek, fotoğraflanacak o kadar çok yer var ki. Tamı tamına dört günümüz var burada. Hiç bir şeyi kaçırmak istemiyorum. En ufacık bir ayrıntıyı bile yakalamak istiyorum çünkü çok şeyler fısıltıyor bu bembeyaz şehir ziyaretçilerine. 





Yapıların kiminin boynu bükük tamamen harap olmuş, kimi aslına sadık kalınarak restore edilmiş, kullanılıyor. Ruslardan, Ermenilerden kalmış tipik Kars evleri. Çift camlı, kalın taşlardan yapılmış, çini döşemeli, ahşap tavanlı enine tek veya çift katlı. Şehrin ortasından akmaya çalışan  akmaya çalışan diyorum çünkü kısmen buz tutmuş Kars Çayı şehre ayrı bir güzellik katıyor. Her adımda farklı bir görüntüyü yakalıyor objektif. Harika bir manzara bazen yerini muhteşem bir yıkıntıya bazen elleri yüzleri kıpkırmızı birbirinden güzel leğenle kayan çocuklara bazen eski Kars evlerine giren kemerli taş kapılara bazen de mistik bir kiliseye. Hepsinin tek bir ortak özelliği var. Tüm bu güzellikleri bembeyaz ve suskun bir ortamda sunuyor ziyaretçilerine. Bembeyaz çünkü bu şehir tam bir karlar kraliçesi bana göre, suskun belki de kırgınlığın getirdiği bir sessizlik bu yeterince ilgi göremediği için. Eski yapıları gitgide tarihe karışmaya başladığı için. 




Beni en çok şaşırtan şeyler biride şehrin trafiği oldu. Yerler kaldırımlar ve caddeler cam gibi buz. Trafik ışıkları sürekli sarı yanıp sönüyor ama sürücüler birbirine ve yayaya son derece saygılı. Kaza yok, birbirine bağıran, sonuna kadar kornaya basan yok. Trafik tıkır tıkır işliyor. 
Kayan araçlar var tabikii ama plakalarına baktığınızda hepsinin başka şehirlerden gelen araçlar olduğunu görüyorsunuz. Ayrıca şehirde düşe kalkan birileri görürseniz onlarında başka şehirlerden ziyarete gelen insanlar olduğunu hemen anlayabilirsiniz. Karslılar buzlu kaldırımlarda  yürümeye alıştıkları gibi buzlu caddelerde de araç kullanmakta ustalaşmışlar. 




Taksileri ve minibüsleri turiste alışkın. Sarıkamış, Ani gibi turistik yerlerine minibüsler kalkıyor ve istediğinizde cüz i bir rakam karşılığında bölgeyi gezdiriyorlar. Taksiler bu rakamı biraz abartıyor ama yine de İstanbul'un yanına yaklaşamıyorlar. 




Her yerde bal ve peynir satan dükkanlar var. Ben en çok yerel marketlerini sevdim. Simişka (ay çekirdeği) evelik satan yerleri ve tavanları ahşap eski kars evlerinden bozma dükkanlarını. 




Bu arada daha önce yazdığım Ludmilla Denisenko'nun Böyle Bir Kars kitabı bana gerçek bir rehber oldu. İçinde yazmış olduğu eserlerin çoğunu şehirde görmek mümkün. 


                                            

Şimdilik bu kadar...Şehrin detaylarını, insanların anlattıklarını, tarihi eserlerin hikayelerini, fotoğrafları ve meşhur ucubeyi... Hepsini bir sonraki yazıma bırakıyorum. 




Kars'tan canlı yayınım devam edecek...Görüşmek üzere :)



Kars olur da küreksiz ve sobanın üstünde demlenen çaysız olur mu? Olmaz tabii ki :)

Gitmelerin Mevsimi





Bugünlerde herkes gitmek istiyor.
Küçük bir sahil kasabasına,
Bir başka ülkeye, dağlara, uzaklara…

Hayatından memnun olan yok.
Kiminle konuşsam aynı şey…
Herşeyi, herkesi bırakıp gitme isteği.

Öyle “yanına almak istediği üç şey” falan yok.
Bir kendisi.
Bu yeter zaten.
Herşeyi, herkesi götürdün demektir.
Keşke kendini bırakıp gidebilse insan.
Ama olmuyor.

Hadi kendimize razıyız diyelim, öteki de olmuyor.
Yani herşeyi yüzüstü bırakmak göze alınmıyor.

Böyle gidiyoruz işte.
Bir yanımız “kalk gidelim”,
öbür yanımız “otur” diyor.

“Otur” diyen kazanıyor.
O yan kalabalık zira…
İş, güç, sorumluluk, çoluk çocuk, aile,
Güvende olma duygusu…
En kötüsü alışkanlık.
Alışkanlığın verdiği rahatlık,
Monotonluğun doğurduğu bıkkınlığı yeniyor.
Kalıyoruz…
Kuş olup uçmak isterken, ağaç olup kök salıyoruz.

Evlenmeler…
Bir çocuk daha doğurmalar…
Borçlara girmeler…
İşi büyütmeler…
Bir köpek bile bizi uçmaktan alıkoyabiliyor.

Misal ben…
Kapıdaki Rex’i bırakıp gidemiyorum.
Değil bu şehirden gitmek,
İki sokak öteye taşınamıyorum.
Alıp götürsem gelmez ki…
Bütün sokağın köpeği olduğunun farkında,
Herkes onu, o herkesi seviyor.
Hangi birimizle gitsin?

“Sırtında yumurta küfesi olmak” diye bir deyim vardır;
Evet, sırtımızda yumurta küfesi var hepimizin,
Kendi imalatımız küfeler.

Ama eğreti de yaşanmaz ki bu dünyada.
Ölüm var zira.
Ölüme inat tutunmak lazım,
İnadına kök salmak lazım.

Bari ufak kaçışlar yapabilsek.
Var tabii yapanlar, ama az.
Sadece kaymak tabakası.
Hepimiz kaçabilsek…
Bütçe, zaman, keyif… Denk olsa.
Gün içinde mesela…
Küçücük gitmeler yapabilsek.

Ne mümkün.
Sabah 9, akşam 18
Sonra başka mecburiyetler
Sıkışıp kaldık.
Sırf yeme, içme, barınmanın bedeli
Bu kadar ağır olmamalı.

Hayatta kalabilmek için bir ömür veriyoruz.
Bir ömür karşılığı, bir ömür yani.
Ne saçma…
Bahar mıdır bizi bu hale getiren?
Galiba.

Ben her bahar aşık olmam ama
Her bahar gitmek isterim.
Gittiğim olmadı hiç,
Ama olsun…
İstemek de güzel

Can YÜCEL

Beyaz Uykusuz Uzakta...




Cuma günü Cemal Süreya'nın "Beyaz uykusuz uzakta" diye söz ettiği, Türkiye'nin ızgara plan  üzerine kurulan ilk planlı, Baltık mimarisinin tipik izlerini taşıyan şehri Kars'a gitmek üzere yola çıkıyoruz. 

Gitmeden önce YKY yayınlarından Kars ve Heyamola yayınlarından çıkan Ludmilla Denisenko'nun Böyle bir Kars kitaplarını bitirmeye çalışıyorum. Denisenko ailesinin geçmişini dolayısıyla Kars'ın eski günlerini anlatmış kitabında. Adım adım gezdiriyor okuyucularını Kars'ın karla kaplı caddelerinde. Onun Kars'ını bulamayacağım kesin ama yine de şehrin bana geçmişten çok güzel hikayeler fısıldayacağından eminim. 




“insan yaşlandıkça kurtulur” demiş birisi
korkudan belki yılgınlıktan ve başka bir şeylerden

oysa yaşlandıkça bulunur mavinin en iyisi
akasya çürür tren hızlanır eller ufalır gibi
kim yitirir sözgelimi bir başkasının bulduğunu
evet kim yitirir kim bulur
herhangi bir akşam alacası değil ki bu

imdi ey kış diyorum seni de orda geçirseydik
kim düşünecekti bu kumsalda
sabahın tanıksız kendi kendine olduğunu

“oysa” diyor birisi
sabah yeniden hatırlamadır yaşamayı”
bana kalırsa “oysa” diyenlerden hep korkmalı
“oysa ölüm var” da diyebilir aynı kişi

Turgut Uyar

Karlı Bir İstanbul Günü



Beklenen oldu ve İstanbul'a yılın ilk karı yağdı. 

Hava buzzzz gibi. Kar taneleri gökyüzünde nazlı nazlı süzülerek İstanbul'u beyaza boyuyor.

Motor buz mavisi denizin üzerinde ilerlerken camın kenarına oturmuş boğazı seyrediyorum. 


Köprü kar bulutunun ardında saklamış gibi. Martılar bu kez karlarla vals yapıyor. 

Herkes atkılara, berelere bürünmüş. Eller ceplerde hızlı hızlı yürünüyor. Bir an önce varmalı gidilecek yere. 

İstanbul caddelerinde yine her sene ki kar kaosu yaşanıyor. Kazalar olmuş, yollar tıkanmış, sinirler gerilmiş. Dudaklardan hep aynı cümle dökülüyor : ufacık bir karda ne hale geliyor bu şehir. 

Gün çocukların günü okullar tatil olmuş. Kar yağıyor bir de okullar tatil olsa derken o da olmuş. 

Kedi apartmanın içine kaçmış, kaloriferin üstünde keyif yapıyor. Gelene geçene selam veriyor keyifli keyifli. 



Şehre akşam çöküyor. Sokaklar ıssızlaşıyor. Kar hızını arttırmış yağmaya devam ediyor. Etraf ışıl ışıl. Kış beyazı aydınlatıyor her yeri. Ve kar sessizliği hakim geceye...

Ben ise bir elimde kitabım, diğer elimde sıcacık kahvem dalmışım Ahmet Hamdi'nin hikayelerine. Kaptırmışım kendimi gecenin büyüsüne...










  









Biz gerçekten bir kukla sahnesindeyiz.
Kuklacı 'felek' usta, kuklalar da biz.
Oyuna çıkıyoruz birer, ikişer,
Bitti mi oyun, sandıktayız hepimiz.

Ömer Hayyam

21 Aralık Dünya Roman Kahramanları Günü


Wain'nin Kedileri

Son günlerde Uygarlığı Değiştiren 100 Kedi kitabını okumaya başladım. 

Füg besteleyen kediden, yazarlara esin kaynağı olan kedilere, denizci kediden hava saldırılarına kafa tutan kedilere, Antartika'yı keşfeden kediden uzaydaki ilk kedi Felix'e, gemileri batıran kediden, Japon tapınak kedisine kadar dünyanın dört bir yanından derlenmiş kedi hikayeleri var. 

İngiliz şair ve romancı (kitapta böyle yazıyor) Thomas Hardy'nin ise kalbini gerçek anlamda bir kedi çalmış. Ölümünden sonra kalbinin ve vücudunun farklı yerlere gömülmesine karar verilen Hardy'nın kalbi cenaze levazımatçısı tarafından bir bisküvi kutusuna konmuş. Ertesi gün kutuyu boş bulan levazımatçı kalbin kedisi Cobby tarafından yenmiş olabileceğini düşünmüş. Kalbi gömmek zorunda olduğundan ve kalp Cobby'nin midesinde olduğundan...Hikayenin gerisini siz   tahmin edin artık. Evet aynen öyle Cobby'yi de boğazlayıp ikisini birlikte gömmüş. 


Bu vahşet hikayesinden sonra en çok Kıvılcım'a güldüm. Kıvılcım 11000 volt elektriğe çarpıldıktan sonra tüylerinden duman tüterek ve topallayarak sağ salim çıkmış elektrik santralının içinden. Tamam kediler dokuz canlıdır ama 11000 voltta biraz fazla değil mi?



Bütün bunların içinde biraz da Peter'den bahsetmek istiyorum. Peter, İngiliz ressam Louis Wain'in tablolarına esin kaynağı olan kedisi. Mesleğimin temelini atan odur diye bahseder Wain onunla ilgili bir yazısında. Peter yıllar boyu Wain'in tablolarında yer alır. Elbiseli kediler, iki ayak üzerinde yürüyen kediler, gözlükler kediler çizer kedisine bakarak. 1886 yılında Illustrated London News için çizdiği bir sayfa büyüklüğünde A Kitten's Christmas Party adlı resmi sayesinde üne kavuşur. 






Hayatının sonlarına doğru Wain yirmi yılını şizofreniden hastanede geçirir. Dibe vuruşu resimlerine huzursuz kedi figürleriyle yansıtır. Elbiseli kedilerin yerini parlak, ürkmüş, şakın kediler alır. Son zamanlarında çizdiği kedilerin şekilleri değişse bile orjinalinde Wain'in ilham kaynağı Peter yatıyordu. 



Wain'in ve Peter'in hikayesini okuyunca tablolarını araştırdım ve karşıma birbirinden sevimli kediler çıktı. İşte Louis Wain'in kedileri...Tüm kedi severlere gitsin :)



Uygarlığı Değiştiren 100 Kedi       Sam Stall     Can Yayınları       Ayşen Anadol çevirisi

Siste






Ne tuhaf, siste yürümek!
Her çalı, her taş ıssız,
Ağaçlar görmüyor birbirini,
Hepsi de yalnız.

Hayatım aydınlıkken henüz
Dostlarımla doluydu dünya.
Çöktü işte şimdi sis,
Biri yok ortalıkta.
Karanlığı bilmeyen
Bilge değil, olamaz.
İnsanı ayıran her şeyden,
Karanlık: hafif, kaçınılmaz.
Siste yürümek ne tuhaf!
Yalnız olmaktır yaşamak.
Kimse kimseyi tanımaz,
Herkes yalnız.

Hermann HESSE

Çeviren : Behçet NECATİGİL

Kitap Sevmek





"Kitap sevmek başka bir şey tabii ki. Pek anlatılacak gibi bir duygu değil. Kaborüko okurları onun nasıl his olduğunu, insanın nasıl kendini kontrol edemeden mutluluk ışıkları saçtığını bildiği için bu mutluluğu tarif etmekle vakit kaybetmek istemiyorum. Bir yaratıcının olağanüstü dünyasının büyüsüne kapıldığınızda oradan çıkmak istemiyorsunuz haliyle. Onu bulduğunuzda, kendinizi bu kadar mutlu eden bir şeyi bulmuşken sırtınızı dönüp gidecek değilsiniz. Ben de dönemiyorum. Durmadan sayfaları çeviriyorum."

Yukarıda okuduğunuz satırları ben yazmadım. Bu güzel cümleler Radikal Kitap'ta Kaborüko köşesini yazan Görkem Yeltan'ın kaleminden dökülmüş. Yazara hediye edilen bir kitaptan bahsederken böyle anlatmış kitap sevgisini. Benim çok ama çok hoşuma gitti ve Radikal Kitap'ın bu sayısını okumayanlar için ufak bir bölümünü paylaşmak istedim. İflah olmaz kitapsever olarak bu satırlar kitap tutkumda yalnız olmadığımı hatırlattı. Kitap sevgisi böyle bir şey işte asla arkanızı dönüp görmemezlikten gelemiyorsunuz. 

Yalnız değilim galiba...Ne güzel :) Bu sevginin dalga dalga herkese yayılması dileği ile...

http://kitap.radikal.com.tr/AnaSayfa/

Kararsız Okur: İçinizden yazar çıkar mı?



Sabitfikir'den Aysu Önen'in yazısı...Ne dersiniz içinizden yazar çıkar mı? 


Thomas Mann, yazarı şöyle tanımlamış: diğer insanlara kıyasla, yazmakta zorlanan kişidir. Yani yazmakta zorlanıyorsanız, doğru yoldasınız. Hemingway demiş ki; yazmak kolay, tek yapmanız gereken klavyenin başına oturup kanamak. Yazmaya oturmadan önce yapmanız gereken ise okumak ve daha çok okumak, diye önermiş Faulkner.

Edebiyat kuramı üzerine yazılmış bütün kitaplar yazarlıkla ilgili ipuçlarıyla dolu. Kuram değil, tecrübeden öğrenirim derseniz, yazarların kendi yazı maceralarında yanıtlar bulabilirsiniz. Kısa yoldan teknik bilgiler isteyenlere, yaratıcı yazarlık öğreten metodlar var. Yazmak konusunda ortaya atılan her kuram, önerilen her teknik, ünlü yazarların öğütleri, sayfalarca müsvedde, ilham perileri, bol kahve bir araya gelse içinizden bir yazar çıkar mı? Önünüzde duran o boş beyaz sayfa hala sözcükler bekliyorsa sizden, okları takip edin; ustanızı, öğretmeninizi, ilhamınızı bulun.




Bir Varmış, Bir Yokmuş, Bir İnci Pastanesi Varmış





Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde 15 yaşında İstanbul'a gelen bir çocuk varmış. Bu çocuğun adı Luca Zgonidis'miş. Babasının ölümünden sonra pastacı çıraklığı yapmaya başlamış. Her gün yeni bir şeyler öğreniyor, unun, şekerin, kakaonun içinde kayboldukça bir gün öncesinden daha lezzetli pastalar yapıyormuş. O zamanlar Beyoğlu'nda Tokatlıyan diye bir otel varmış. Luca, Tokatlıyan'da ve Park Hotel'de mesleğinin inceliklerini iyice öğrendikten sonra çıraklıktan ustalığa geçmiş. Günün birinde bir arkadaşıyla birlikte kendi yerlerini açmaya karar vermişler ve birbirinden şık mini mini hanımların, kaytan bıyıklı beyefendilerin gezdiği İstiklal Caddesi'nde bir dükkan tutmuşlar ve pastanelerini açmışlar. İşte böyle doğmuş İnci Pastanesi. 



Söylenen o ki ilk zamanlar çok zorluk çekmişler. Doğru dürüst para kazanamamışlar ama Luca bir gün bir sürü malzemeyi karıştırarak çok güzel bir profiterol yapmış. İnsanlar profiterolü çok ama çok beğenmişler. Bir tadan bir kez daha tatmak istiyormuş. Hımmm büyülü bir şeymiş bu profiterol. Git gide bütün şehre yayılmış ünü. Herkes bu leziz tatlıyı denemek için İnci'ye geliyormuş. Randevular orada veriliyor, büyük aşklar yaşanıyormuş. Şehre olduğu kadar senelere de yayılmış ünü. O zamanlar annesinin elinden tutarak kapısından girenler yıllar sonra sevgilileriyle el ele çıkmışlar kapısından. Mutluluk saçan bir yermiş orası. 

Aylar ayları, yıllar yılları kovalamış. Beyoğlu'nda değişiklikler başlamış. O birbirinden zarif mini mini hanımlar, fötr şapkalarını çıkartarak birbirini selamlayan kibar beyler sisler içinde yok olmuşlar. Yerine başkaları gelmiş. Gelenlerde İnci'yi öğrenmişler. Bazen oturup profiterolünü, bavaruazını yiyebilmek için kapısında kuyruk olmuşlar. Yaşlısı, genci, çalışanı, öğrencisi...



Dedim ya değişim başlamış Beyoğlu'nda. Eskiyi yıkıp yerine yeniyi yapma. Ufak, butik dükkanların yerine sevimsiz devasa insanın nefes bile almasını engelleyen alışveriş merkezi yapma sevdası sarmış birilerini. Ve orada yaşayanlar yavaş yavaş nasibini almaya başlamışlar bu furyadan. Önce sinemalar kapanmaya başlamış, sonra dükkanlar. Ve günlerden bir gün sıra İnci'ye gelmiş. Sahipleri direnmişler, müşterileri bırakmak istememişler ama sonunda o da dayanamayıp kepenklerini kapamak zorunda kalmış. Pencerelerine gazete kağıdı yapıştırmışlar, kapısına da zincirden bir kilit. Herkes çok üzülmüş. Bir Beyoğlu klasiği daha tarihe karışıyormuş kapısına vurulan koskoca zincirle beraber. 


Sonra günlerden bir gün bir bir haber okumuşlar gazetede. Şöyle yazıyormuş haberde: İnci Pastanesi Beyoğlu Mis Sokak'ta tekrar misafirlerini ağırlamaya hazırlanıyor. Herkes çok sevinmiş ama İstiklal Caddesi'nde yürüyenler yinede oradaki eski mekanına dönüp dönüp bakıyorlarmış. Hala orada olmasını istiyorlarmış galiba.

İşte bu masalımızda burada bitmiş. Mutlu mu bitmiş? Mutlu bitmiş diyelim öyle olsun.

Ve son olarak bu yazıyı yazarken aklıma hep Ferzan Özpetek'in Arka Pencere filmindeki pasta yapım sahnesi geldi. İçinden ne alaka diyenleriniz çıkabilir ama benim aklıma geldi işte. Hep yazarım ya bazen alakasız konuları alakasız konularla özdeşleştiririm diye. Bu da öyle oldu. Hani yaşlı adamla pasta yapma sahnesi. Bir kaç kere dinledim ma che freddo fa'yı şimdide sizinle paylaşıyorum. Luca Zgodinis'e saygıyla...








Yalnızlık
Müziğin bile seni dinlemesidir.
Yalnızlık
İnsanın kendine mektup yazması
Ve dönüp-dönüp onu okuması
Yalnızlığın da ötesidir...




 Özdemir Asaf

Dark Eyes


Yılbaşı Ağacı

Yılbaşı adım adım yaklaşıyor. Caddeler, mağazaların vitrinleri yılbaşı ışıltısıyla parlamaya başladı. Akşam olup lambalar yandığında evlerin camlarından dışarıya çamların yanıp sönen rengarenk ışıkları yansıyor. Noel babalar kendileri göstermeye bile. 

Bende yılbaşı dekorasyonu için çam ağaçlarını araştırdım. İşte benim çam ağaçlarım :) Her biri ayrı bir renk. Işıl ışıl, satır satır,kelime kelime... Umarım beğenirsiniz...



















Londra'da Kitaplar Dolaşıyor

Bugün Sabitfikir'in sayfalarında dolaşırken gördüğüm haber. Londra metrosunda kitaplar :) Darısı başımıza diyerek paylaşıyorum...

Birinin attığı, diğerinin kaptığı: Londra'da kitaplar dolaşıyor.


2011 yazında başlatılan 'Londra için Kitaplar' projesi büyümeye devam ediyor. Londra'da yüzbinlerce yolcunun kullandığı metronun, şimdilik 10 istasyonunda uygulanan bu proje, Londra'nın 'okur yazarlığın başkenti' unvanını sağlamlaştırmak için gönüllüler tarafından hayata geçirilmiş.
 


 
Proje gerçekten de çok basit: Metro istasyonlarına raflar kuruluyor, bu raflar okunması için bırakılan kitaplarla doluyor ve yolcular da istedikleri kitapları alıp okuyabiliyor, karşılığında kitap bırakabiliyorlar.

 

 
Sürekli hareket halinde olan ve yüzbinlerce insanla dolup taşan metro istasyonlarının seçilmesi ise, bu kitap değişiminin sürekli canlı kalmasını ve verimli bir döngü içinde el değiştirmesini sağlıyor. Hedef ise, 700 istasyonun her birinde bu projeyi gerçekleştirip olabildiğince fazla insana ulaşabilmek. Bu harika fikir hakkında daha fazla bilgi edinmek (ve ilham almak) için, sitelerine göz atabilirsiniz.


İsyan



Beyin İsyanda !!!




Bir arkadaşımın facebook'ta paylaştığı bu karikatürü çok beğendim ve paylaşmak istedim. Keşke çizerini de bilseydim :( 

Yağmurlu Bir İstanbul Gecesinden İyi Geceler





Ben sana hep üşüyordum,
Çünkü kıştım.
Nakıştım, bakıştım.
İnkâr etmiyorum da bunu,
Seni sevmek gibi büyük işlere kalkıştım.

Ve lütfen inkâr etme;

Sana en çok ben yakıştım.

Özdemir Asaf

Hayat...




Hayat;
Seni kaç kişinin aradığı, kiminle çıktığın,
çıkıyor olduğun veya çıkacağın demek de değildir.
Kimi öptüğün, hangi sporu yaptığın, kimlerin seni sevdiği de değildir.
Hayat, ayakkabıların, saçın, derinin rengi de değildir.

Nerede yaşadığın veya hangi okula gittiğin de değildir.
Aslında hayat; notlar, para, giysiler,
girmeyi başardığın ya da başaramadığın okullar da değildir.
Hayat;
Kimi sevdiğin ve kimi incittiğindir.
Kendin için neler hissettiğindir.
Güven, mutluluk, şefkattir.
Arkadaşlarına destek olmak ve nefretin yerine sevgiyi koymaktır.
Hayat;
Kıskançlığı yenmek, önemsemeyi öğrenmek ve güven geliştirmektir.
Ne dediğin ve ne demek istediğindir.
İnsanların sahip olduklarını değil, kendilerini olduğu gibi görmektir.
Her şeyden önemlisi hayatı, başkalarının hayatını olumlu yönde etkilemek için kullanmayı seçmektir.
İşte hayat bu seçimden ibarettir.
İnsanların en acizi dost edinemeyen,
ondan daha acizi ise dost kaybedendir..
Charles Eguonee

Ursula Le Guin ile Aya Tırmanmak

Ahmet Hamdi Tanpınar derken Ursula Le Guin girdi araya. Aya Tırmanmak. Bu güne kadar hiç okumamıştım. Eleştirilerde fantastik edebiyatın kraliçesi olarak yazıyorlar Le Guin için. Kitabın arka kapak yazısını ise döktürmüşler;




"Bu kitaptaki on sekiz öyküde okuru tekinsiz evlere, tekinsiz konulara, zihnin gerisinde fark edilmeyi bekleyen duygulara, hayata tutunmak için verilen mücadeleye, bakış açısı azıcık değiştirdiğiniz anda değişiveren gerçeklere yolculuğa çağırıyor. 

.....

Büyülü gerçekçilikten gerçeküstücülüğe farklı tarzlar denediği bu öykülerde, Le Guin ne kadar güçlü bir edebiyatçı olduğunu bir kere daha kanıtlıyor." 

Tekinsiz evler, tekinsiz konular, büyülü gerçekçilik derken arka sayfa yazısını okuyunca kitabı aldım ama kitabı okuduktan sonra Cem Yılmaz'ın kulaklarını bol bol çınlattım. Hatta öyle bir noktaya geldim ki okuduğum bir öyküyü ben mi anlamadım, kaçırdığım bir nokta mı var diyerek dönüp bir kez daha okudum. Yoktu, ne kaçırdığım bir yer ne de anlamadığım bir nokta. Öylesine sıradan, tekdüze, zevksiz bir öyküydü ki daha doğrusu öyküler silsilesi. Tüm kitaplarının böyle olduğunu düşünmemekle birlikte uzunca bir zaman daha Le Guin okumayacağım herhalde. Ben okuduğum kitabı elimden bırakmamak adına Aya Tırmanmak için bayağı tırmaladım. Sizlere de pek tavsiye etmiyorum Aya Tırmanmanızı. Yolu çok zevksiz :) 

Son olarak kitaptan kendi payıma çıkarttığım ders: Yazarı ne kadar edebiyat kraliçesi olursa olsun kitapların arka kapak yazılarına göre bir daha kitap almamak ve bir kitabın sırasını başkasına vermemek. Ben Tanpınar'ın hışmına uğradım galiba:)