Şehirden bir insan öyküsü

 

Gazeteleri karıştırırken rastladım ona. Elinde mumu, beyazlamış saçları, geçirdiği yılların  bıraktığı izlerle dolu yüzüyle gülümsemeye çalışarak poz vermişti kameraya.

İçimizden biri. Şehrin sokaklarını arşınlarken her an karşımıza çıkabilecek insanlardan biri. Bu şehrin insan öykülerinden biri...


Radikal'den Şenay Öztürk'ün haberini paylaşmak istedim yaşadığımız şehirden bir insan öyküsü olarak...

 

Belediye, sığındığı evin giriş kapısını kaynakla kapatmış; kentsel dönüşüm faaliyetleri, yol genişletme, yol değiştirme... Fakat Alev Ateş'e kimse oradan çık dememiş çünkü kağıt üstünde orada yaşayan kimse yok artık!

"Bir 'Alev' gibi yandım söndüm"
Alev Ateş, 64 yaşında.
Tarlabaşı Bulvarı’nda ışıklar bir bir sönerken yağmurlu bir günde tanıştım Alev’le. Ben durağının yeri kim bilir kaçıncı kez değiştirilen otobüsün peşinden koşuyordum, o ise ayakta zor duran bir apartmanın brandalar ve öteberiyle kapatılmaya çalışılmış uzaktan ancak kömürlük penceresi sanılabilecek girişine paslı bir merdiven dayamaya çalışıyordu. Belediye, sığındığı evin giriş kapısını kaynakla kapatmış; kentsel dönüşüm faaliyetleri, yol genişletme, yol değiştirme... Fakat Alev’e kimse oradan çık dememiş çünkü kağıt üstünde orada yaşayan kimse yok artık! En son kayıtlı kimseler de kim bilir ne kadar zaman olmuş orayı terk edeli... Birkaç kez daha gittim, etraftakilere, güvenlik görevlilerine sordum. Kimse böyle bir kadını ne görmüş ne de duymuştu, Alev adı gibi sanki sadece geceleri daha belirgin olan bir varlıktı artık benim için.
Fatih’te doğup büyümüş Alev. Annesi o üç yaşındayken, babası ise hemen ardından bir trafik kazasıyla yalnız bırakmışlar onu. Tek başına. Kardeşi yok. Ardından hatırladığı en net anı pavyonlar... Gerçek adını kendisi de unutmuş. Bitmek üzere olan muma bakarak “Alev Ateş” diye tekrarlıyor sahne adını. Boşluğa belki en çok bu kez yaklaştığını söylüyor. Yarın ne olacağına dair en ufak bir fikri yok. Çünkü hep sorgusuzca yaşamaya devam etmiş, boşluğu pek umursamamış halk müziği, potporiler ve aranjmanlar arasında. Derken aşık olduğu adamla evlenmiş; mahallenin berberi. İki çocukları olmuş. Sonra bir gün çocukları da alıp gitmiş “Tipi Orhan Gencebay gibiydi ama fena çok fena bir adamdı” dediği kocası. “Bıçaklara gelesice!” diye kapatıyor bu bahsi hızlıca, gözleri büyüyor, bakışları, nefes alış verişi değişiyor, astım ilacına uzanıyor.

“Burada her yol var”
“Sokaklar...” diye devam ediyor; okuyuculuk dediği şarkıcılık işini icra ettiği mekanların yakınındaki otellerde uzun süre kalmış. Yaşı ilerleyip işler kesatlaşınca hep uğradığı esnaf lokantasının sahibi ona bugünlerde kaldığı evi göstermiş. O bina ki yenileme projesi kapsamında boşaltılmış fakat hemen ardından elbette dolmuş yine defaatle, “işe çıkan kızlar”, “dayıları”, “serbest meslekten çocuklar” ile. Belki de bu toplumsal sınıflandırmalar, “daha büyük adamlar” yüzünden sığındıkları birer göz odalardan, saçak altlarından, merdiven boşluklarından, çatı katlarından çıkarılmak istediklerini söylüyor. Buna inanmak istiyor çünkü yaptıklarının sadece en insani ihtiyaçlarını karşılamaya çalışmak olduğunu söylüyor; “Bize yatacak yer lazım, aş lazım. Bu kadarcık” diyor. “Bunun için burada her yol vardır, yaşamak istiyorsan bu işler böyledir.” “Ama sen hep gel” diyor. “Evin yakın olsa ben sana gelirdim” diyor saçlarımı okşarayak, “Gel saçını tarayayım dağılmış gene, seni deli kız!” diyor. Saçlarımı tarıyor, yatağının kenarına sapladığı ve dışarı çıkarken taktığı küpelerinden takıyor bana da. “İşte şimdi kıza benzedin hadi çıkar şu gözlükleri de” diyor. Onun da gözleri bozuk ama hiçbir sosyal güvencesi yok. 64 yaşında Alev Ateş. Bir gün gözünü karartıp gittiği Darülaceze ise geri çevirmiş kendisini, kefil istemişler, “Ne kefili, ben kendime kefil olamam, şu halime bak!” diyor. Tam ağlamaklı oluyor, bir kelimemi bahane ederek gözlerinden yaşlar gelesiye gülüyor. İçten içe de o denli güçlü ki!

“Ara sıra su lazım”
Alev, tam olarak Tarlabaşı Bulvarı’nı gören, şu sıralar önünde bariyerler, demirler, tahtalar olan bina topluluğunda kaçak göçek yaşayan kimselerden sadece biri. Gündüzleri genelde uyuyor ya da sokaklardan topladığı satılabilir ne varsa onları satmak için etraftaki hurdacılara ve geri dönüşüm işlerine hepimizden fazla haiz olan kimselere gidiyor. Evden çok çıkmamaya çalışıyor mesela gece “büyük adamlar”dan astım ilacı için istediği para ertesi güne çıkmaya yetecekse hemen eve gelip kuytuya sakladığı (ki şimdilerde o da çalınmış) merdiveni dayayıp girmeye çalışıyor tek göz, emanet odasına. “Kiminden bir lira, kiminden on lira istiyorum, astım ilacı almam lazım, bulmaca çözüyorum beynimi yitirmemek için, gazete almam lazım, ekmek arası kuru yaş ne varsa onlardan almam lazım… Elektrik yok, mum lazım, ara sıra su lazım” diye anlatıyor bu durumu da.
Sokağa çıkıyoruz birlikte, ben çok görünmüyorum; “Her gün yaptığım bu, sen varsın diye vazgeçemem! Bugün var, yarın yoksun, herkes öyleydi ama bilemedim…” diyor. Yoldan geçen kimselerden bazen para alabiliyor, bazen alamıyor, küfür yiyor, azar işitiyor, daha fazla soru soran olursa daha fazla para istiyor, lüks otomobiller kırmızı ışıklarda durunca gözleri parlıyor fakat onlardan pek para çıkmıyor, böyle olunca kiminin camına tükürüyor, kimine ise küfrediyor… Kilometrelerce yürüyoruz gecenin karanlığında; Beyoğlu, Elmadağ, Harbiye, Kurtuluş… Aradığı çok net, kimden gelirse gelsin biraz para ya da para edebilecek herhangi bir şeyler; kağıt, teneke, plastik, yenebilecek bir şeyler, sıcak tutacak bir şeyler...

Akıllarda hep aynı soru...
Bugün yarın yıkılıp yerine yepyenileri dikilecek binalarda akla hayale gelmeyecek hikayeler var. Her kırık camın altında bir kırık anı. Ve burada kimsenin kimseye güveni yok, belki dışardan gelen benim gibi katalizörlerden başka. Ben ki bir garip yolcu, hep sığındıkları şarkılarındaki gibi… Zira her gün biri eksiliyor hayatlarından; dün gözleri neredeyse hiç görmediği halde hamile haliyle köşebaşında yatan Meczup Hülya, bugün Ökkeş amca, yarın Korsan Adnan… Ve akıllarda hep aynı soru, şiddetle, uyutmayacak kadar yüksek sesli; “Buralar ne zaman yıkılacak, kim gelecek, ne diyecek, bir sonraki sığınak neresi, yarın hangimiz yok olacağız?”

Gece

Okuduğum kitabı koltuğun üzerine bırakıp mutfağa kahve yapmaya gidiyorum. Çaydanlıktaki suyu ocağın üstüne koyup kaynamasını beklerken pencereden dışarıya bakıyorum. Karanlık ve ona eşlik eden puslu soğuk kaplamış ortalığı. Sokak lambaları aydınlatmaya çalışsa da nemli dar sokağı pek başarılı olamıyorlar bu konuda. Camı açtığımda önce soğuk çarpıyor yüzüme sonra is kokusu doluyor içeri. Işık huzmeleri ilerliyor cadde boyunca, kayboluyorlar karanlığın sonunda.

Sesler geliyor kulağıma, ellerine kabanının cebine sokmuş hızlı adımlarla yürüyen bir adamın ayak sesleri. Bir an önce gideceği yere varabilmek için koşarcasına dönüyor köşeyi. Uzaktan çok uzaktan bir ambulans sireni yetişiyor ayak seslerinin peşinden benimde acelem var dercesine. Peşinden bir araba geçiyor sokaktan, bir başkası cep telefonuyla konuşarak devam ediyor yoluna. Ne konuştuğu anlaşılmasa da sesi katları tırmana tırmana çıkıyor yukarıya. Bir uçak geçiyor, ses var görüntü yok. Bulutlar kaplamış gökyüzünü göstermiyorlar, saklıyorlar uçağı, yıldızları ve ayı.

Evlerden sarı, beyaz ışıklar süzülüyor dışarı. Kiminin perdeleri sonuna kadar açık, ekran tam görünmesede televizyonun ışığı görülüyor uzaktan. Kiminin perdeleri sıkı sıkıya kapalı. Kimi kapkaranlık, ışıksız, kimsesiz.

Daha uzaklara bakıyorum. Cadde boyunca ilerliyorum gözlerimle, ara sokaklara dalıyorum. Issızlık ve sessizlik çökmüş. 1945'lerden kalma casus filmlerinden bir sahne seyrediyor gibi oluyorum. Puslu bir hava, ıssız sokaklar. Başında şapkası, ağzında sigarası uzun paltolu yüzü görünmeyen adam eksik bu sahnede. Onuda ben yerleştiriyorum katran karası gecenin tam ortasına kendine eşlik eden gölgesiyle ve ikisinide orada bırakıp kaynayan suyu boca ediyorum kupanın içine.

Tekrar salona dönüyorum, kaldığım yerden devam ediyorum Prag Mezarlığının absent dumanlı çıkmaz sokağındaki eskicinin kalın toz tabakası kaplı vitrininden içeri bakmaya...

Yeşim Ermutlu

Gölgesizler


Hikaye muhtar seçimlerinin ertesi günü köyün sakinlerinden Çıngıl Nuri'nin karısının iki gözü iki çeşme Nuri'nin kaybolduğunu haber vermek için muhtarın kapısına dayanmasıyla başlıyor. Köy halkı Nuri'nin nereye gitmiş olabileceğini düşünürken ikinci bir kayıp haberi gelir muhtara. Bu kez kaybolan köyün genç kızlarından Güvercin'dir. O da Nuri gibi ardında hiç bir iz bırakmadan kaybolmuştur.

Güvercin'in ortadan yok olmasında, Cennet'in 'kaar neden yağaar kaaar' diye bağırarak, insanların korkarak kaçtıkları yılanlarla oyuncakmış gibi oynayan garip oğlundan kuşkulanırlar ve her fırsatta kızı nereye kaçırdın diyerek köşeye sıkıştırmaya çalışırlar.

Köydeki kayıplarla ilgili bilgi vermek ve yardım istemeye şehre giden muhtar ise dönene kadar köyü bekçiye emanet eder. Ve muhtar da kayıplara karışır. Hikaye kayıplarla devam ediyor ve süpriz bir sonla bitiyor.

'Cennet'in oğlu kendini kendi varlığında yok etmişken, gerçekten kadının dediği gibi bir kez daha yok olmuşsa durum kötüydü. Bu işin sonu yavaş yavaş köyün tamamen yok olmasına dek gidebilirdi. belki köy zaten yoktu da bunu kimse anlamıyordu henüz; köylülerin hepsi alışmıştı yokun varlığına...' yazıyor kitabın tanıtım yazısında.

Roman Hasan Ali Toptaş tarafından kaleme alınmış ve filmi yapılmış.

'Metinlerini varoluş ve yokoluş üzerine kurarak varoluşçuluğu taşraya taşımasıyla özgünlük kazanan, sade dilinden yükselen müzikle giderek hayatı yazıya, yazıyı ise büyülü bir hayata benzeten yazar' diye tanımlıyorlar Hasan Ali Toptaş'ı.

Bir büyülü gerçeklik daha...Tavsiye ederim:)

Gölgesizler                                 Hasan Ali Toptaş                          İletişim Yayınları


Yine De İyimserlik

Günaydın:)

Yeni yılın ilk gününe günaydın, yeni seneye günaydın, yeni umutlara günaydın, yeni mutluluklara günaydın, yeni hüzünlere günaydın, yeni güzelliklere ve yeni kötülüklere günaydın, geleceğe günaydın, bilinmeyene günaydın...

Yeni yılın bu ilk sayfasına Nazım Hikmet'in çok sevdiğim bir şiiri ile başlamak istedim "Yine de iyimserlik"
Her şeye rağmen iyimserlik...Bazen karamsarlığa düşüp, ruhumun karalara büründüğü, gelecekten ümidimi kestiğim zamanlarda bile yin yang felsefesinde olduğu gibi her kötülüğün içinde bir iyilik vardır diye iyimserlikle düşünmeye çalışırımki her şey iyi olsun. Dönüşüm yaşansın. Safça olduğunu bile bile tür Pollyanna'cılık oynarım kendi kendime içim açılsın, ruhumdaki kara bulutlar dağılsın diye. Bazen amacına ulaşan bazende ulaşamayan bir tür terapi. Ve güzel şeyler seyretmeye, okumaya çalışırım Nazım'ın şiirindeki gibi sonu tatlıya bağlanan, iyi biten...

İşte Nazım Hikmet'in sihirli kaleminden çıkan mısralar...Yine de iyimserlik


kardeşim
sonu tatlıya bağlanan kitaplar yollayın bana
uçak sağ salim inebilsin meydana
doktor gülerek çıksın ameliyattan
kör çocuğun açılsın gözleri
delikanlı kurtarılsın kurşuna dizilirken
birbirine kavuşsun yavuklular
düğün dernek yapılsın hem de
susuzluk da suya kavuşsun
ekmek de hürriyete
kardeşim
sonu tatlıya bağlanan kitaplar yollayın bana
onların dediği çıkacak
eninde de sonunda da...


Nazım Hikmet Ran

Sevgi ve mutlulukla kalın:)








YENİ YILIN HERKESE SAĞLIK, MUTLULUK, HUZUR, BAŞARI VE BEREKET GETİRMESİ DİLEĞİ İLE....

MUTLU YILLAR:)