Tarihin en hızlı, en verimli yazarlarından öneriler

Yazmak istiyorsunuz. Daha hızlı yazmak, daha çok yazmak, ama ne mümkün. "Tarih boyunca edebiyata yön veren, raflarca kitap yazan yazarların sırrı neydi acaba?", "Hem çok yazmak, hem de nitelikli yazmak mümkün mü?" diye düşünmeden edemiyorsunuz. Öyleyse gelin, yapan nasıl yapmış, onlardan dinleyelim.





Muriel Spark: "Bir kedi edinin."










John Updike: "Yazmak dışında da bir kariyeriniz olsun."










Georges Simenon: "Sevgililerinizi öldürün."










Christopher Hitchens: "Konuşmaktansa, yaz."










Stephen King: "Her şeyi okumalısınız."












John Boyne: "Kurgunun, gerçekler tarafından çıkmaza düşürülmesine izin verme."










Robert Louis Stevenson: "Bir ağ kurun."









Jack Kerouac: "Tüm zamanların dahisi, sizsiniz."










Joyce Carol Oates: "Yazmaya karakterleri oluşturarak başlayın."


                        Sabit Fikir'den alınmıştır.


Höyükten çıkan uzun saçlı prenses, Marquez ve diğerleri...

                                                                               
Bu sabah çok erken uyandım. Güneş yeni doğmak üzereydi. Bütün gece açık kalan penceremden içeri süzülen dalga, rüzgar ve kuş sesleri sabahın sessizliğinde muhteşem bir kanon oluşturuyordu. Bir süre tavanı seyrederek onları dinledim. Kıyıda patlayan dalgalara cevap vermekte gecikmeyen envai çeşit kuş. 


Evde tam bir sessizlik hakim. Herkes uykuda. Komidine uzanıp Grangé'nin Şeytan Yemini'ni aldım okumak için. Kitabın satırları arasında kaybolmuşken okuduğum bir cümle beni bir anda 1994 yılına sürükleyiverdi. 


Bir sabah yakın köylerden birinden haftada bir kaç gün tak takıyla siteye sebze meyve getiren karı koca geldi evin önüne. Köylüler her gelişlerinde kendi tarlalarında ürettikleri sebze, meyve, yumurta, süt vs ürünleriyle beraber çevre köylerden haberlerde getirirlerdi yanlarında. Şu köyde o olmuş, öbür köyde bu olmuş. Düğünler, dernekler, ölümler, yetiştirilen ürünler ve efsaneler. Benim dinlemekten en çok zevk aldığım ise anlattıkları halk efsaneleri idi. Tam olarak halk efsanesi diye adlandırmak ne derece doğru olur bilemiyorum ama ben öyle diyorum. Bu hikayeleri kimler çıkarıyordu onu da bilmiyorum ama öyle bir anlatılıyordu ki dönüp dolaşıp çıkaran kendine anlatıldığında hikayeye inanacak hale geliyordu:)


Neyse işte o sabah alışveriş faslından sonra her zaman olduğu gibi bir kahve içmeye balkona davet ettim. Adam arkeolog olduğumu bildiği için hemen konuya girdi. 






'Bizim köyün ilerisinde bir tepecik var ya höyük orada kazı yapıyorlar. Orada çok önceden burada yaşayan bir prensesin mezarı çıkmış. Bir kralın kızıymış. Köyden birileri görmüş. Prenses altın bir yatağın üstünde uzun beyaz kıyafetiyle yatıyormuş. Kadının iki metreye yaklaşan upuzun saçları varmış. Öldüğü zaman nasıl yatağa yatırıldıysa iskeleti aynı şekilde bulunmuş. Saçlarının öldükten sonrada uzadığı söylemişler. Allahın hikmeti işte. Boynunda ve bileğinde çok güzel altın takıları varmış. Yanında yiyecek kapları ve başka altınlarda.  Onunla beraber gömülmüş. Neler çıkmış neler, görenler hep anlatıyor. Hepsini alıp götüreceklermiş. Yatağı çok güzelmiş.'


Anlattıkları karşısında ne söyleceğimi düşündüm bir an. Höyükten altın yatak çıkmaz mı demem gerekiyordu ya da öldükten sonra bir insanın saçı iki metre nasıl uzar mı? Doğruyu söylersem onların hayallerindeki höyüğü ve prensesi yerle bir edecektim. Söylemesem ne olurdu? Hiç bir şey çünkü onlar zaten inanmak istediklerine çoktan inanmışlardı. Bende onların söylediklerini sadece dinledim ve başımı salladım. Yorumsuz. Bir yandan da bu hikayeyi uyduran otantik Marquez'i düşünüyordum. Bu kadar şeyi bir araya getirerek bir höyüğün içine sokabilecek hayal gücünü merak ediyordum doğrusu. 






Ertesi gün sabah erkenden ünü bütün köyde yayılmış altın yataklı prensesi görmeye gittim. Kızöldün Tümülüsünde Çanakkale Arkeoloji Müzesi kazı yapıyordu. Kazı ekibi ilk önce benimle konuşmak istemedi ama arkeoloji eğitimi aldığımı ve araştırmayı köylülerden duyduğumu söyleyince konuşmaya başladık. Dışarıdan tümülüsün içini gösterdiler. Bir lahit çıkmıştı. Dört tarafı mitolojik konuların anlatıldığı kabartmalarla çevrili idi. Cenaze töreni ve yas tutma'nın yanı sıra lahitin bir yüzünde de Neuptolemos'un babası Akhilleus'un mezarı önünde Troia kralı Priamos'un kızı Polyksena'yı kurban edişi betimlenmişti. Lahtin üzerindeki betimlemelerde anlatılmaya çalışan bir genç kızın ölümünden yola çıkarak bu mezarın belki de bölgede yaşayan üst düzey birinin kızına ait olduğu söylenebilirdi.  






Arkeologların anlattıklarını dinledikçe uzun beyaz kıyafetin ve prensesin uzun saçlarının sırrıda ortaya çıktı. Lahitin üzerindeki genç kız figürleri belden sıkılmış kıyafetler giyiyorlardı. Uzun bukleli saçları ise omuzlarından aşağı iniyor, kulaklarında ise iri küpeler vardı. 
Tüm köye nam salan altın yataklı prenses sonunda Kızöldün tümülüsünde yapılan kazıda 2600 yıllık Polyksena Lahtinde yatan belki de soylu bir genç kızdı. 


Sonuç olarak ortada ne altın yatak, iki metre uzun saçlar ne de uzun elbiseli kız vardı. O güne kadar Anadolu'da bulunan M.Ö 520 - 500 yıllarına tarihlenen en erken frizlerin bulunduğu mermer lahit ortaya çıkmıştı. 


Lahit Çanakkale Arkeoloji Müzesine götürüldü ve ziyarete açıldı. O günden bu güne anlatılanlara göre hiç tanımadığım yerli Marquez ise hala hikayelerine devam ediyor...


p.s: 
Tümülüs üzeri moloz ve toprakla örtülmüş mezar odası
Höyük üzeri zamanla toprakla kaplanmış yerleşim yeri


Yukarıdaki yazının bazı yerlerinde çevre halkının anlattığı gibi höyük kelimesini kullandım ama lahit tümülüsten çıkmıştır. 
       

Devrilen ağaçlardan halk kitaplığı


Darısı başımıza diyeceğim ama bizde böyle bir uygulama yapılmaya kalkılsa ortada ne kitap kalır ne ağaç. Her ikiside potansiyel yakacak malzemesi muamelesine maruz kalırlar. Çok mu kötümser düşünüyorum acaba? 

2008'den bu yana Almanya'nın Berlin kentinde ormancılık, marangozluk, doğramacılık, medya tasarımı, matbaacılık ve kitap satışçılığı alanlarındaki 'çıraklara' rağbet var. Bunun nedeni de kuşkusuz BAUFACHFRAU adlı bir kooperatifin başlatmış olduğu “devrilen ağaçlardan halk kitaplığı yapma” kampanyası.


Bu kooperatife yardım etmek isteyenler, fırtınadan veya yağmurdan devrilen ağaçların gövdelerini raf şeklinde oyup, içine takas edilecek kitaplar koyup, kaldırımlara yerleştiriyorlar. Berlin halkı da içlerinden okumak istediklerini alıp yerine kendi kitaplarından birini koyarak, takas işlemini gerçekleştiriyor. Devlet tarafından da desteklenen bu proje, “Eğitim İçin Sürdürülebilir Gelişme” projesinin bir parçası.

























Kaynak: Koray Löker aracılığıyla http://www.baufachfrau-berlin.de/en/stadtraeume/stadtmoebel/buecherwald/

Sabit Fikir'den alınmıştır...



Okuma zevki

Tamda bende bir gariplik var artık kitap beğenemiyorum, çok okuduğum için beklentilerim de fazlalaştı herhalde diyerek kendimden kuşku duymaya başladığım anda Züllfü Livaneli'nin bu yazısını okudum Vatan Gazetesi'nde. Ve problemin bende olmadığını anladım. Nasıl mı? Son günlerde kitapçıların raflarında sizde okunmaya değer kitap bulamadınız ise bu yazı size cevabını verecektir...Zülfü Livaneli'den Okuma Zevki...

Okuma zevki

Zülfü Livaneli - zlivaneli@gazetevatan.com
Zülfü Livaneli
EDEBİYAT NOTLARI- 45

Hayatta yapılan her iş gibi, kitap da zevk alarak okunmalı. Edebiyat, insanları canından bezdirecek sayfaları art arda sıralamak değil, ne kadar derin düşünceler anlatılırsa anlatılsın, bunları okura zevk verecek, sayfaları sabırsızlıkla çevirtecek, hatta “Aman bitmesin” dedirtecek bir biçime büründürme sanatıdır.

Bütün büyük yazarlar bu özelliğe sahiptir. Siz hiç Cervantes, Dostoyevski, Tolstoy, Dickens, Gogol, Flaubert, Stendhal, Marquez okurken sıkılan, öf pöf eden birini gördünüz mü? Ben görmedim.

Çünkü bu yazarlar büyük bir ustalıkla okurun ruhuna sızarlar, roman kahramanlarını, gerçek hayatta tanıdıkları kişilerden daha çok tanımalarını, hatta bazılarıyla kendilerini, özdeş kılmalarını başarırlar. Sonra o kahramanların başından geçen aşk, entrika, felaket, savaş, iflas, intihar, ölüm vs. gibi insana ait bütün haller, okuru birinci dereceden ilgilendirmeye başlar.

Evet, edebiyat zevklidir dedik. Ünlü bir Fransız yayınevinin adı “Okuma Zevki”ydi zaten.

Öğrencilik yıllarımızdaki edebiyat dersleri, ne yazık ki öğrenciyi edebiyattan soğutmak için elinden geleni yapan bir tavra bürünmüştü. Divan edebiyatından iki dize alıp oradaki “sanatları” açıklamak, aruz vezinlerini ezberlemek vs. gibi genç bir öğrencinin içini bayacak derslerdi bunlar. Oysa, o yaştaki çocuklara kitap okumayı sevdirecek ne programlar uygulanabilirdi. Ama yapmadılar, hâlâ da bu tutum devam ediyor herhalde.

Yalnız okullar değil, edebiyat âlemi de genç insanları okumaktan soğutmak için elinden geleni yaptı. Çok derin ve entelektüel görünmek isteyen yazarlar, biz zavallı faniler için gönül indirerek yazmak lütfunda bulundukları kitaplarda uzun, upuzun, içinden çıkılmaz cümlelerle, olay örgüsü olmayan ve karakterlerin ancak silik bir gölge gibi kaldığı biçimsel denemeler yaptılar. Sonra da sayfalarını bin bir gereksiz ayrıntıyla doldurdular. Bunların içinde, bakkala giderken yaptığı alışveriş listesini yayınlayanlar bile oldu. (Gülmeyin, bu bir gerçek.) Sonra da bu beceriksizliği, bu tıkızlığı “post-modern” falan gibi cafcaflı lafların arkasına saklayıp, acemi bir piyanistin sürekli tek bir tuşa basıp “Siz anlamıyorsunuz, bu çağdaş müzik” demesi ya da kuş resmi bile çizemeyen bir ressamın (!) tuvalin ortasına küçük bir kırmızı leke yerleştirip “Önemlidir, çünkü o lekeyi oraya BEN koydum” diye kendini, Güzel Helen’in yanağına ben konduran bir Tanrı mertebesine yükseltmesi gibi saçmalıklarla uğraşır olduk.

Yani tam bir şarlatanlar döneminin göbeğindeyiz.

Bazen bunların yakasından tutup sarsmak ve sorular sormak gelir içimden. “Birader sen Cekhov’dan daha mı derinsin, Yunus Emre’den daha mı akıllısın, Tolstoy’dan daha mı büyük anlatıcısın? Onlar okunuyor da sen niye okunamıyorsun? Eğer anlatacak hikâyen yoksa sus. Eğer okurların etine kemiğine işleyecek ve bir daha da unutulmayacak karakterler yaratamıyorsan başka bir işin ucundan tut.’’

Ama durun; daha kurnazlıklar silsilesi bitmedi.

Bütün bunları yaparken, bir de okurda “Galiba bende bir yanlışlık var. Kitap bir türlü ilerlemiyor, anlayamıyorum. Galiba aptalın biriyim ben” duygusu uyandırmak gerekir ki, işlem tamamlansın.

Sevgili okurlar, eğer içinizde böyle düşünenler varsa lütfen şu soruya cevap verin: “Bayıla bayıla Cehov, Orhan Kemal, Tolstoy, Yaşar Kemal okuyabiliyorsunuz da niye bu kitaplardan sıkılıyorsunuz?’’

Cevap basit.

Çünkü kitaplar sıkıcı. Yazar işini beceremiyor, kendini okutamıyor. Bu yüzden de ortalık; edebiyat niteliği taşımayan, sadece vakit geçirtme amacına yönelik, aşk ya da cinayet gibi konuları sömüren popüler kitaplara kalıyor. İyi yazılmış edebiyat örnekleri de bu can ve mal pazarında kaybolup gidiyor.

Ey sevgili okur. Eğer bir kitap kendini okutamıyorsa, ilerlemiyorsa, o zaman derhal bu kitabı kaldırıp atmak ve dünyada okunmayı bekleyen nitelikli eserlere yönelmek en iyisi.

Kapitalizmin kafa karıştırıcı ürün pazarlama tekniklerinden kurtulmanın tek yolu, kendi okuma zevkinize güvenmektir.