Kurban

Her şey jinekolog Tora Hamilton'un Shetland'da yağmurlu bir günde yeni taşındığı evinin bahçesine ölen atı Jamie'yi gömmek için çukur kazmasıyla başlıyor. Çukurla uzunca bir süre uğraştıktan sonra eline gelen nesnenin üzerindeki kumaşı çektiğinde eline bir insan ayağı geliyor. Polisin araştırmasında cesetin 30'lu yaşlarında genç bir kadına ait olduğu ve yapılan otopsi sonucu genç kadının ölmeden bir hafta veya on gün önce doğum yaptığı anlaşılır. Kurbanın kalbi çıkartılmış ve vücuduna bir takım semboller kazınmıştır. Tora bu sembollerin, rünlerin, tarih düşkünü kayınpederi sayesinde İskandinavyalılar tarafından adaya getirilen kadim bir alfabe olduğunu  öğrenmişti çünkü buna benzer semboller Tora'nın evindeki mahzende taşlara kazınmış ve yerel tarihe meraklı kayınpederi tarafından teşhis edilmişti. 


Gemi brokeri olan eşi Duncan'ın bu bölgedeki bir şirketten üst düzey ortaklık teklifi almasıyla evi bir   kilise vakfından satın almışlar ve evi tapınma mekanı, içki ve kumar oynatılan bir yer olarak kullanmayacaklarına dair bir kontrat imzalamışlardı. Yaklaşık bir asırlık, geniş taş eve  benzerlerinden çok daha ucuza sahip olmuşlardı. Tora'da Londra'daki işini bırakarak Shetland'daki bir hastanede iş bulmuştu. Çok istemesine rağmen bebek sahibi olamamasının sıkıntısını atları ile oyalanarak atmaya çalışıyordu. 





Öldürülen kadının kimliğinin ortaya çıkartılması için polis adadaki hamile kadınların kayıtlarının incelenmesi sırasında ilginç bir bulguya rastlarlar. Adada daha öncede doğum yaptıktan bir hafta  veya on gün sonra ölen anneler vardır. Ölüm kayıtlarından ailelere ulaşılmaya çalışılır. Bu arada hastane kayıtlarını inceleyen Tora bir takım bilgiler bulur ve bunu polis memuru Dana ile paylaşır. Bu bilgiler Tronal'daki kürtaj yapılan bir doğumevini göstermektedir. Bu hastanede istemeyen gebeliklere son verilirken kürtaj zamanı geçmiş hamilelik sonucu doğan bebekler de evlatlık veriliyordu. Tora ve Dana bir yandan hastanede olup biteni araştırırken öte yandan da Troll efsanesinin peşine düşerler. Bu efsaneye göre Kunal Trowları kız çocuk sahibi olamayan bir erkek ırkı olarak nitelendirilirler. Trowlar insan görünümlü ama çok güçlü, doğal olamayacak kadar uzun yaşayan ve doğaüstü yeteneklere - hipnotize etme ve görünmez olma dahil- sahiptirler. Kunal Trowları üretmek için insan kadınlarını çalıyor, yerlerine bir benzerini yerleştiriyorlardı. Bu birliktelikten daima güçlü ve sağlıklı erkek bebekler doğuyordu. Doğumdan dokuz gün sonra ise anneler ölüyordu.   


Tora bir taraftan bahçesinde gömülen cesetin sırrını ortaya çıkartmaya çalışırken diğer taraftan da Duncan'ın ailesinin sırrını çözmeye çalışıyordu. Kocası Duncan ile Tora'nın atını sakinleştirmek için çok eski bir ilahi fısıldayarak hipnotize eden patronu Ken Gifford'un tesadüfen öğrendiği aralarındaki bağ nereye varacaktır? Ada'daki bu cinayet veya cinayetler, evlatlık verme olayları yıllar öncesine mi dayanmaktadır? Bu soruların cevabını bulmaya çalışırken başka cinayetler işlenmeye devam etmekte ve Tora çıkışını bulamadığı bir labirentin içine hapsolmuştur.  


Kurban, S.J. Bolton'un ilk romanı. Yazar geleneksel Britanya folklörüne olan tutkusundan esinlenerek yola çıktığı Kurban'da kurgusuyla etkileyici bir gerilim romanı ortaya çıkartmış. 

Çevirideki akıcılık ise kitabın zevkle okunmasını sağlıyor. Gerilim romanı okumak isteyenlere tavsiye edilir. 




KURBAN         S.J. BOLTON     PEGASUS YAYINLARI    ÇAĞDAŞ ÖZKAN çevirisiyle











Öğrendik ki...Can Yücel'den...

 
 
 
Öğrendik ki... Bir tek insanın bize ''iyi ki varsın'' demesi, var olduğumuz için... mutlu olmamızı sağlar...

Öğrendik ki... Kibar olmak, haklı olmaktan daha önemlidir...

Öğrendik ki... Hayat şartları bizi ne kadar ciddi görünmeye zorlasa ...
da hepimiz çılgınlıklarımızı paylaşacak birini arıyoruz...

Öğrendik ki... Bazen tek ihtiyacımız olan bir el ve bizi anlayacak bir yürektir...

Öğrendik ki... Parayla ''klas insan'' olunmuyor...

Öğrendik ki... Gün içinde başımıza gelen küçücük şeyler gün sonunda koca bir mutluluğa dönüşüyor....

Öğrendik ki... İnkar edip içimizde sakladığımız şeyler gerçekliğini kaybetmiyor...

Öğrendik ki... Biriyle dalaştığımızda tek başardığımız onun bize daha çok zarar vermesini sağlamaktır...

Öğrendik ki... Her yarayı saran zaman değil sevgidir...

Öğrendik ki... Çabuk olgunlaşmak için zeki insanlardan çevre edinmek gerekir...

Öğrendik ki... Karşılaştığımız herkes bir gülüşümüzü hak eder...

Öğrendik ki... Hiç kimse mükemmel değildir...

Öğrendik ki... Hayat zorludur ama biz daha zorluyuz...

Öğrendik ki... Gülümsemek, daha güzel bir görüntüye kavuşmanın bedava yoludur...

Öğrendik ki... Hepimiz zirvede olmak istesek de asıl keyif oraya tırmanırken yaşadıklarımızdır...

Öğrendik ki... Zamanımız ne kadar azsa yapacak işler o kadar çoktur...

Öğrendik ki...Birini ne kadar çok seversek hayat onu bizden o kadar çabuk alıyor...

CAN YÜCEL

19 MAYIS GENÇLİK VE SPOR BAYRAMI



            19 MAYIS ATATÜRK'Ü ANMA

         GENÇLİK VE SPOR BAYRAMIMIZ

                       KUTLU OLSUN!



Kitabevi 'seans'ları üzre

Günlüğümde en sık geçen cümlelerden biri, sanırım, 'dün bir kitapçı seansı yaptım'dır - ve çeşitlemeleri. Kitapseverlerin, kitap dünyasında yaşamayı seçenlerin yerine koymakta herhangi bir güçlük çekmeyeceği o ritüel'in içeriği gene de kişiden kişiye değişen özellikler, 'şahsilik'ler barındırır.



Bir kitabevinin içinde dolaşanların davranışları görünüşte biribirine benzese bile, herbirinin bünyesinde farklı dinamikler çalışır.

'Tür'lere ayrıştırılabilirler mi? Bunca yıllık bir yaşantı birikiminden, görgü ve gözlem deposundan hareketle, otursam, şen şakrak bir kategorileştirme denemesi kurmakta zorlanmam ya, bilirim, aynı işe soyunabilecek, soyunmuş pek çok okuryazar vardır, herkes sonunda kendi zaviyesinden bakar ama bir dolu ortak değerlendirme sözkonusu olacaktır.

Ana kategoriler, sonuçta, alt kategoriler üzerinden farklı 'tür'lere dağılırlar. 'Benim gibiler' de bir ana kategoriye giriyorlar hiç şüphesiz; ortaklıkları ayrılıklarından fazla ya da üstün müdür oysa? 'Benim gibi'lik tek, biricik bir anlam alanında tanımlanabilir mi? Birden çok ana kategoriye, çok sayıda alt kategoriye sokulmamıza yolaçacak özellikler, saplantılar, sapkınlıklar ile donatılı değil miyiz? Bir deneme kurmak, görüldüğü gibi, masum ve kolay iş değil: Doğru yolu bulduğunu düşündüğü an kaybolmaya aday olduğunu fark eder yazar.

'Benim gibi'liklerden birini seçeyim hemen: Koskoca kitaplığında bir dolu henüz okuma fırsatını bulamadığı kitap beklerken durmadan kitapçı dükkânlarına gidenler. Bu kategoriye girdiğimi gözümü kırpmadan söyleyebilir, ekleyebilirim: Nüfusumuz yabana atılamayacak ölçüde yüksektir.

Buradan saparak denemeyi kurmaya başlayabilirim; şimdi böyle bir niyetim yok gene de burada kalarak 'kitapçı seansı'nda odaklaşmayı seçeceğim.

Bir defasında, kitaplarla tanışmanın öneminden söz etmiştim, çok olmadı: Kitabevlerine yalnızca almak, edinmek için girmiyoruz sonuçta: Karşılaşmak, görmek (görüşmek), yoklamak, kurcalamak, hepsini çatısı altında buluşturduğum tanışmak fiilleri başı çekiyor seanslarda. Kaç başlığa, kapağa, kitap sırtına gözüm ilişir kitapçıda geçirdiğim süre içinde, bilemem; kaçını elime aldığımı, evirip çevirdiğimi, sayfalarını karıştırdığımı, kaçından kaç satır (bazen sayfa) okuduğumu da: Bir seans, her okurun nektar toplamak için noktalar arası arının dolaşmasını andıran irili ufaklı temaslarından, dokunuşlarından, konaklamalarından oluşur.

Dün, 22 Şubat 2012 öğle sonrası, L'Arbre á Lettres kitabevinde yaklaşık bir saat geçirdim. Elim boş çıkabilirdim (sık olageldiği gibi), önceden peylemiş olduğum bir kitabı, Pontalis'in Perdre de Vu'sünü edinerek ayrıldım oradan.

Yaşayan ruhçözümcüler arasında, Wacjman'la birlikte, yazdıklarını en yakından izlediğim kişi Pontalis. Yayımladığı son kitabı Önce'yi iki ay oldu alıp okuyalı, bir düşkırıklığı yarattı bu kez bende metinleri, bir düşüş gördüm yazısında, öncekilerden devşirdiğim yazınsal hazzı bulamadım, iyicene yaşlandı Pontalis, ola ki bilgeliğini törpülüyordur durumu. Perdre de Vu eski bir kitabı (1986), geçen sefer, Seine kıyısındaki 'bouquiniste'lerden birinde arka kapak yazısı çelmişti dikkatimi, ama jelâtinle kapatıldığı için içeriğine göz atamamıştım, dün çeyrek saat ayırdım bulduğum açık nüshaya, başlığın bir parça yanıltıcı olduğunu gördüm, gene de baktığım üç bölüm kitabı edinmeye karar vermeme yetti. (Gece, eve dönüş sonrası, kararımın doğruluğunu onaylayacaktım).

Otobiyografimin üç-dört yıldır üstünde yoğunlaştığım cildi 'kayıp'larıma eksenli: Anamın, Samih'in, Hulusi'nin ölümleri peş peşe geldi, anlaşılan yazarak yaralarıma tuz basmayı seçtim. Perdre de Vu nasıl tam çevrilir Türkçeye kestiremiyorum; gözden ırak düşmenin geri dönüşsüzlüğü, birçok yakınımızı bir daha göremeyecek oluşumuz dağlayıcı bir durum. Gelgelelim, o sulara pek açılmamış burada Pontalis (sonraki kitaplarında sıkça yeralan bir izlek), dokunup geçmiş. Olsun, kitap başka ilginç sulara taşıyacak beni, ondan kitaplığıma girsin istedim.

Sonra, arı dansını sürdürdüm kitapçıda. Pennac'ın taze kitabı Gövdemin Günlüğü'nü karıştırdım bir parça, 'kesişme' ölçümleri üzre. Magris'in Alfabeler'i bu hafta çıktı, önümüzdeki hafta Compagnie kitabevinde imza günü yapacak, uğrayıp 'ce' desem mi yaşlı kurda, belki. Corriera della Serra'da son on yıl içinde yayımladığı denemelerden oylumlu bir seçme bu - bir yaştan sonra kalan vaktiniz ve yeriniz konusunda (ve bütçeniz!) ister istemez daha gerçekçi oluyorsunuz, bıraktım rafına kitabı. Charles Juliet'nin Beckett'le karşılaşmalarını anlattığı ufak kitaptan birkaç sayfa okudum ayakta. Ardından, Noksan'da dokunup geçtiğim, genç yaşta intiharı seçen Edouard Levé'nin Yaşamöyküsü'ne daldım. Yazı ritmi de kara alay tonu da çok alımlı. Dönüp alacaklarım arasına katılmış mıdır?

Başka ufak tefek temaslar da oldu dün, tezgâh-raf arası: Biriki Tagor'a göz attım serginin etkisiyle, bir yoklama daha yapacağım. Yeni çıkan şiir kitaplarına eğildim. Conrad'lara bakacaktım, az başlıkla karşılaştım. Çıkışta düşündüm:

İstanbul'daki 'seans'larım nasıl geçiyor? Gönlümce pek az kitapçı kaldı şehirde, asıl vaktimi sahaflara ayırıyorum. Şüphesiz, kitaplığımın Türk edebiyatı ve kültürü bölümünde neredeyse bütün ana yapıtların olduğu bir gerçek. Yeni çıkanlara göz atıyorum sıklıkla, sahaflarda ganimet arayışım sürüyor - orası dipsiz kuyu. İstanbul'da, 'protokol'dayım ayrıca: Bir dolu kitap çıkar çıkmaz ulaşıyor elime. İstanbul tavaflarını farklılaştıran etmenler.

İnsan, midesini doyurmak için her gün çaba gösterir, tinini nasıl ve neyle doyuracağı bir o kadar önemli değil mi? 'Benim gibiler' durmadan okur, dinler, izler: Sabahtan gecenin ucuna. Sokağa bile cebimizde kitap, defter kalem, i-pod ile çıkıyoruz.

Dükkânlar müşteri kaynıyor; gerçek ya da düzmece gereksinme, alışveriş ve tüketim alışkanlığı iliklere işliyor, global mal düzeninde.

Kitapçı seansları alternatif yaşama düzeninin sıcak törenleri.

-Enis Batur - Cumhuriyet Kitap'tan alınmıştır-

Bir Yıldız Daha Kaydı-Donna Summer




No More Tears - Donna Summer