HAYATIMIN KİTABI VE STING



It's the book of my days
It's the book of my life
 It's a book I'm afraid to write

and it's all there to see
as the section reveals
There is some sorrow in every life

I'm still forced to remember
Remember the words of my life

There is a chapter of secrets,
and word to confess


Bu benim günlerimin kitabı,
Bu benim hayatımın kitabı
Yazmaya korktuğum bir kitap

Ve bütün görülecek ve keşfedilecekler var içinde
Her hayatta biraz hüzün vardır

Hala kendimi hatırlamak için zorluyorum
Hayatımın kelimelerini hatırlıyorum

Sır konular ve itiraf kelimeleri...

Böyle devam ediyor Sting'in 'Hayatımın Kitabı' adlı parçası. Sözleri çok anlamlı geldi bana. Bu benim hayatımın kitabı diyor. İçinde bir sürü şey barındıran. Tüm görülmesi gereken, açığa kavuşturulması gerekenlerin yanı sıra gizlenenler ve itiraflar. Yazmaya korktuğum bir kitap diye de ekliyor. Çünkü ne kadar istensede her zaman güzel satırlar eklenemiyor kitaba.

Hepimizin hayatının kitabında yazanlardan bahsediyor. Ulu orta yaşadıklarımız, sevinçlerimiz, hüzünlerimiz, dışa vurduğumuz duygularımız, içimize attıklarımız, paylaştıklarımız, kendimize bile itiraf etmeye anlatmaya korktuğumuz sırlarımız. Sonuçta tüm yaşadıklarımızla hikayeleri olan insanlarız biz. Ve en önemli hikayelerin bizim olduğuna inanan.

Hani şehirlerarası bir yolculuğa çıkarsanız da yanınızdaki kişi yol boyunca tüm yaşadıklarını anlatır ya size. İşte o da onun kitabıdır. Onun için önemli olan ne varsa bulur çıkartır içinden ve belki hayatında bir kez daha karşılaşmayacağı bir insana ki üzerinde birazda bunun rahatlığını hissederek sayfa sayfa okur yaşadıklarını. Sizi belki hiç ilgilendirmez ama onun için çok önemlidir yaşanmışlıklar tıpkı sizinkiler gibi. Yolculuk biter o alır kitabını kolunun altına, sizde kendi kitabınızı farklı yönlere gidersiniz ama ikinizinde kitabına yeni satırlar eklenmiştir yolun sonunda.

Hepinizin kitabına sayfalar dolusu uzun mutlu bölümler eklemeniz dileği ile iyi bayramlar...

Minu / Deniz Kurbanzade

Minu / Deniz Kurbanzade

Tutkulu bir aşkın ve bir aşk sürgününün öyküsü...

Minu, yaşam boyu süren tutkulu bir aşkın öyküsü… Üstelik aynı zamanda bir aşk-ı memnu, yani yasak bir aşk bu! Tıpkı Halit Ziya Uşaklıgil’in unutulmaz eseri Aşk-Memnu’da olduğu gibi, Minu da aile içinde yaşanan ancak son derece masum ve hüzünlü de olan bir yasak aşkı anlatıyor. Ama öte yandan aynı mitolojideki Ulises gibi, bir yol ve kendini bulma hikayesi de bu! Romanın kahramanı olan Refik’in dünyanın pek çok farklı noktasına yaptığı uzun yolculuklarla süren yaşam öyküsü, Mevlana öğretileriyle olgunlaşıyor.
Amerikalı bir Hollywood yıldızı sanılacak kadar yakışıklı bir genç erkek ve Berlin’den üstün başarıyla mezun olan, son derece zeki bir mühendis; Refik… Ateş rengi saçlarıyla her göreni büyüleyen güzeller güzeli ve aynı zamanda ayakları yere basan, tuttuğunu koparan, başarılı bir avukat kadın; Minu… Geçtiğimiz yüzyılın başında İstanbul’da başlayan, Boğaziçi’ndeki zarif yalılardan İsveç’e, Avrupa’nın şık başkentlerinden Arjantin’e dek uzanan bu heyecanlı, tutkulu ve görkemli öykü, artık pek rastlanmayan büyüklükte bir aşkı anlatıyor.
Bu renkli hikaye, her sayfada eklenen yeni bir renkle okuyucusunun başını döndürüyor. Öte yandan İkinci Dünya Savaşı’ndan şiddet dolu manzaralar gibi 20. Yüzyılın bütününe dair pek çok tarihi detayın da yer aldığı bu görkemli roman, epik bir niteliğe de sahip. Bir Osmanlı ailesinin geleneklerini, geçtiğimiz yüzyıl başından İstanbul manzaralarını ya da Boğaz’daki bir yalıda geçen hayatı anlatırken birden bir mobilya detayını olanca canlılığıyla tasvir edebiliyor. Ya da Refik’in annesinin piyanoya değen parmaklarından yükselen müziği sanki canlıymış gibi kulaklarınıza taşıyabiliyor. Deniz Kurbanzade’nin bu canlı, son derece renkli ve detaylı anlatımıyla zenginleşen Minu, hem unutulmaz bir aşkın tutkusunu, hem de geniş bir tarih diliminde dünyanın pek çok farklı köşesinde yaşanan maceraları iç içe geçerek anlatıyor. Minu ise Cumhuriyet’in ilk yıllarından, ayakları yere basan, erkeklerle eşit, tuttuğunu koparan, başarılı bir kadın portresi olarak unutulmaz roman kahramanları arasına ismini yazdırıyor.  


http://www.hurriyet.com.tr/kultur-sanat/kitap-cd/18558474.asp

BİRAZ DA HAYYAM:)





Tanrım ben sana anlatayım, dinle;
Sırrınla ilişkin iki üç kelime;
Sevgiyle yarattın kara topraktan;
Girdik, gene sevginle yerin dibine.

Her gün diyorum, etmeliyim içmeye tövbe.
Bardakta dolup taşmış olan badeye tövbe.
Lakin bakarım, her yana gül mevsimi gelmiş;
"Tanrım, edeyim bari" derim, "Tövbeye tövbe".

Perdede oynuyoruz; kuklasıyız feleğin.
Sözlerimin tümü gerçek, şaka bellemeyin.
Eğlene oynaşa bir gölge misali kayıp
Peşpeşe girmedeyiz sandığına ecelin.

İşin aslını anla bir, evlat.
Gamı boşla da bir yana fırlat.
Feleğin bir oyuncağıyız biz;
Her solukta otur da keyif çat.

Daha ben doğmadan evvel karılırken hamurum,
Kattılar fitne, fesat yoğrulurken çamurum.
Değişik özde bir insan olamam, elde değil.
Böyle çıktım kalıbımdan, niye olsun umurum!

Sohbeti hoş dosta feda olayım.
Bassa başım üstüne, hoş tutayım.
Ham sofu karşında iken hala,
"Nerde cehennem" diye sorma, bayım!

Tanımazken şu hayat çarkını sen.
Çözemezsin ölüm esrarını sen.
Kavramazken bu günün anlamını,
Ne bilirsin ölümün ardını sen?

Sünneti geç, farzı da bir yana ser.
Kıs azıcık lokmanı, yoksula ver.
Kırma gönül, gıybete sapma sakın;
Cennete girdin bile, müjdemi ver.

İçiyorsak a yobaz, horlama ters bakma bize.
Sen yüzerken nice bin hile, dolanlar üzre.
"İçki içmem" diye tafran ne, övünmen ne?
Yüz haram lokmayı yut, sonra sataş içkimize.

Diyelim, sen Türkiye, Çin ve Mısır sahibisin.
Sana uyruk, hükmüne bağlı şu dünya dediğin.
Uçacaktır hepsi inan, kalan ancak payına.
İki arşın toprak ile iki arşın kefenin.

Ömer Hayyam İran'lıdır. (Nişabur).

Evreni anlamak için, içinde yetiştiği islam kültüründeki anlayıştan uzaklaşarak, kendi akıl yürütmeleri ile yarattığı dörtlüklerle eşine az rastlanır edebi bir başarı yakalamıştır.

Rubailerinde dünya, Allah, var oluş, toplum, devlet gibi hayata ve insana dair yazmıştır ve bütün dünyada yüzlerce çevirisi bulunmaktadır.
Yukarda yazmış olduğum Rubaileri Rüştü Şardağ çevirisi olup MEB'in 1990 yılında basılmış olan "Rubailer" kitabından alınmıştır.







KOOP - ISLAND BLUES

Depresyondayım, bunalımdayım her ikisiyim. Yaz bitti, tatil bitti ve İstanbul'a döndüm. İşte bu yüzden beş karış suratla geziniyorum ortalarda. Homur homur homurdanıyorum. Hiç özlememişim bu şehri. Daha doğrusu gürültüyü, trafiği, karmaşayı, dip dibe yapıları.  Çatısız yaşamaya o kadar alışmıştım ki İstanbul'a dönüş ters geldi bünyeye. Ama tilkinin (burda tilki ben oluyorum) dönüp dolaşıp geleceği yer kürkçü dükkanıymış, bizde geldik. Bu senelik elveda bazen durgun bazen rüzgarlı sahil, bazen deli bazen sakin deniz, her akşam kıpkızıl batan güneş, mis gibi hava ve pırıl pırıl yıldızlar (şehir ışıklarından yıldızlarıda seyredemiyorum), bir şort bir tişört rahat giysiler (sıkıysa giy şehirde bak başına neler gelir). Neyse adaptasyon dönemindeyim, umarım çabuk atlatırım...

Valizleri boşaltıp, genel istek üzerine ısmarlanan pizzaları yedikten sonra dinlenmek için nette dolaşırken faceden gelen "Island Blues" parçası birazda olsa şehre dönüşün acısını hafifletti. İşte Koop işte Island Blues. Umarım seversiniz. İyi dinlemeler:) (gülümsemeye başladımmmm galiba).



METRODAKİ VİVALDİ

Hürriyet’te bir haber.  Sokak müzisyenlerine de yasak geldi. Niye, neden? Belediyenin izin vermesi gerekiyormuş. Onay kartı alacaklar.  Herhalde vergide ödeyecekler (trilyonlar kazanıyorlar ya!).  Gerekçe “Her önüne gelen müzik yapmaya çalışınca kalabalık çekiyor. Polis de kalabalığın fazla olduğu noktaya hassasiyet gösteriyor. Bunun ise tek bir sebebi var vatandaşın güvenliği.”  Vatandaşın güvenliğini sağlayamıyorsanız bunun faturasını sokak müzisyenlerine çıkartamazsınız. Dünyanın her yerinde, birçok metrosunda, tren istasyonunda gelen geçeni güzel müzikleriyle karşılayan, uğurlayan müzisyenleri dinlemeyi ben çok seviyorum. Ve bu yapılan davranışı doğru bulmuyorum. 21.yy İstanbul’una yakışmıyor. 8000 yıllık bir geçmişi olan İstanbul’un her tarafının müzikle, heykelle, eski eserlerle, resimlerle ve sanatla dolu dolu olması gerekirken karanlık bir tablo çizdiriliyor dünyanın gözünün üstünde olduğu, turistlerin hayranlıkla gezdiği, geçmişin şaşalı Doğu Roma İmparatorluğunun başkenti olan bu şehre. Bu kadarını da hak etmiyor doğrusu:( 
Bu haber üzerine Özgür Edebiyat Dergisinin ocak şubat 2011 25. sayısında yayınlanan yazımı paylaşmak istiyorum. Metrodaki müzisyenlerle ilgiliydi. Umarım beğenirsiniz. İşte Metrodaki Vivaldi…

Her sabah olduğu gibi ayakkabılarını giydikten, çantasını koluna taktıktan sonra son bir kez aynaya baktı Ayşe. Kıyafeti saçı başı düzgündü. Portmantonun üstüne koyduğu yolda ve öğlen yemeği molasında okuduğu Pascal Quignard’ın ‘Dünyanın Bütün Sabahları’ kitabını ve şemsiyesini alıp kapıyı arkasından çekti. Merdivenlerden indi. Ağır demir sokak kapısını açıp dışarı çıktı. Gökyüzü yağmurun habercisi gri bulutlarla kaplıydı. Yüzüne çarpan sabah serinliği ile kendini haftanın ilk gününe hazır hissetti. Aklında bu gece arkadaşları ile gideceği viyola de gamba üstadı Katalan müzisyen Jordi Savall’ın İstanbul temalı konseri, koşar adımlarla her zaman izlediği yoldan metro istasyonuna yürümeye başladı.
Evi ile metro arası yaklaşık on dakika sürüyordu. Sokağı geçip ana caddeye çıktıktan sonra karşıya geçti. Pastaneden yeni çıkmış mis gibi dumanı üstünde sıcacık poğaçalardan alarak yoluna devam etti. Sabahın bu saatinde önünden geçtiği dükkanların kepenkleri hep kapalı olurdu. Bazı akşamlar eve dönerken çiçek aldığı köşe başında duran yaşlı çingenenin tezgah niyetine kullandığı üç tahta kasa üst üste toplanmış, birkaç saat sonra sahibinin getireceği rengarenk çiçekleri bekliyordu. Nedense bu adamdan aldığı çiçeklerin, çiçekçi dükkanlarındakilerinin aksine daha taze, renklerinin daha canlı, kokularının daha keskin ve bohem ruhlu olduklarına inanırdı.

Bankanın köşesinden dönüp yokuş aşağı yürümeye başladı. Muhtarlık binasının önünden, yıllar önce bidonlarla su aldıkları ama artık akmayan, yoldan geçenlerin çöp kutusu olarak kullandığı hamidiye çeşmesinin önünden ilerleyerek köprünün altındaki geçitten geçti. Günün bu saatinde oldukça tenha olan bu yol çok değil birkaç saat sonra uzun kuyruklar oluşturan arabalar, kornalar, egzoz dumanı içinde işlerine yetişmeye çalışan insanlar ve okula giden öğrencilerle bir kaosa dönüşecekti. ‘Boşken de doluyken de sevimsiz  burası’ diye geçirdi aklından. Otobüs durağında duran halk otobüsünün şoförü yolcularını almak üzere kapılarını açmış, yanındaki biletçiyle konuşarak kalkış saatini bekliyordu. Biraz ilerdeki devasa reklam panolarında ki artık modern adıyla bilbord deniyordu, bir araba, bir telefon ve bir de herhalde kıyafeti beğenmeyenler tarafından yarısı
yırtılmış giyim firması reklamı vardı. Köşedeki gazeteci henüz açmamış, dağıtıcılar paket halindeki gazeteleri kulübenin önüne bırakıp gitmişlerdi. Şehrin bu henüz uyanmaya başlayan boş halini, caddelerini, sokaklarını seviyor hatta bazen yolun ortasında çılgınca, tepinerek dans etmek istiyordu.

Yan yana sıralanmış, çiçekçi, butik ve turizm acentesinin önünden geçerek M işaretli yerin merdivenlerinden inmeye başladı. Karşısına her zamanki jeton gişeleri çıktı. Onlara nispet yaparcasına elindeki akbil ile turnikelerden geçip yürüyen merdivenlerden aşağına inerken metronun o tam olarak tanımlayamadığı gizemli, küfle karışık nem kokusu burnuna geldi.
Rayların öbür yanındaki fayans kaplı karşı duvarda büyük harflerle istasyonun adı yazıyordu. Yukardan sarkan televizyonda hava durumu vardı. Tik takları duyulmayan büyük saatin akreple yelkovanı ise trenin gelmesine birkaç dakika kaldığını gösteriyordu.

İlk ya da son vagonlar boş olduğu için bunlardan birine binmeyi tercih ediyordu. İlk vagona binecekse sola, son vagonlardan birini binecekse sağa doğru ilerlerdi. Sabahları genelde hep aynı insanlarla karşılaşıyordu. Yeşil parkalı, çantasını çapraz asmış kirli sakallı bir genç, yırtık kot pantolonlu kız, fötr şapkası, elinde tuttuğu eski tür evrak çantası, paltosu, düzgün ütülenmiş pantolonu, boyalı siyah ayakkabılarıyla yaşlı bir İstanbul beyefendisi, kot montun içine kazak giymiş, göbekli, sivri pabuçlu, elinde tespih, ağzında kürdan ile şehrin son yıllarda türeyen sakinlerinden biri, yüzünü boya küpüne çevirmiş yüksek topuklu ayakkabılar giymiş genç bir kadın, elinde bond çantası, üstünde koyu renk pardösüsü ile buldok suratlı bir adam, bacaklarını ortaya çıkartmak için üniformalarına isyan ederek, eteklerini bellerinden kıvırmış kıkırdaşan bir grup orta okul öğrencisi kız, lacivert kabanı, sırtında çantasıyla kızıl saçlı, çilli yüzlü şişko çocuk, ince, uzun, düzgün traşlı, sürdüğü losyonun kokusu uzaktan hissedilen delikanlı. Kimi ayakta, kimi oturmuş, kimiyse duvara yaslanmış treni bekliyordu.
Önce bir vızıltı geldi kulaklarına, sonra iki göz göründü kara delikten. Ani bir hareketlilik oluştu ve tren büyük hızlı bir tırtıl gibi kıvrılarak perona girip yolcuların önünde durdu. Yavaşça açılan kapılanlardan içeri giren yolcular Atatürk Oto Sanayi’den Taksim istikametine giden vagonlardaki, daha önceki istasyonlarda binen yolcularla karıştı.
Az sayıdaki boş yerlerden birine oturup, 17.yy'da Fransa'da yaşamış ünlü besteci ve viyola sanatcısı Sainte-Colombe'nın yaşamından bir bölümü anlatan kitabını kaldığı sayfadan okumaya başladı. Ufak tefek olduğu için tavandan sallanan tutamaklara tutunarak ayakta yolculuk yapmaktan nefret ediyordu. Zaten iniş, binişlerde insanlar tepesinden atlıyorlarmış gibi geliyordu. Boyu uzun görünsün diye genelde topuklu ayakkabı giyiyordu. Onun haricinde görünüşünden pek de şikayeti yoktu. Esmer, omuzlarına dökülen düz kestane rengi saçları, buğday teni, yüzüyle orantılı bir burnu, ela gözleri ve düzgün dişleri vardı. Günün modasıyla uyumlu üstüne yakışan kıyafetleriyle eline yüzüne bakılabilen biriydi. Kapılar kapanınca hızla sallana sallana rayların üzerinde kaymaya başladılar. Gelecek istasyon ve onu takip eden next station anonsları ile Taksim’e vardı.
Metrodan inen insanlar sürüler halinde yürüyen merdivenlere yöneldiler. Herkes birbirinin peşi sıra bir fabrikanın kayan paletlerinin üzerindeki paketler gibi teker teker merdivenlere dizildiler. Kimi kendini yürüyen merdivenin yavaş adımlarına teslim etti, kimiyse koşar adımlarla yukarı tırmandı. Ayşe’nin acelesi yoktu, durduğu basamakta yukarıya taşınmayı tercih edenlerdendi.
Yerin bir kat üzerine çıktıktan sonra kalabalığın arasında ilerlerken tam karşısında metro çalgıcısını gördü. Bu güne kadar Taksim’de ve diğer istasyonlarda gitar çalanına, saz çalanına, kanun çalına, akordeon çalanına hatta flüt çalanına bile rastlamıştı ama bu kez gördüğü ve duyduğu İstanbul’un şu kısacık metrosunda hayal bile edemeyeceği kadar güzeldi. Uyanıkken rüya görmesi imkansızdı. Siyah topuklarına kadar uzun bir elbise giymiş, saçlarını at kuyruğu toplamış, genç kadın vücuduna dayadığı cellosuyla, incecik parmaklarının ucunda Vivaldi’nin ‘La tempesta di mare’sini notalara döküyordu. Çello’nun Ayşe’ye göre insanı kendinden geçiren büyülü sesi ve kadının mağrur görünüşü birbirini tamamlamıştı. Çevresinden geçenlere bakmadan, dudaklarında hafif, zarif gülümsemeyle sanki AKM veya CRR’in salonlarından birinde yüzlerce kişinin önünde konser veren bir çellist ciddiyeti ile çalıyordu. Önünde açık duran çello’nun kutusuna birkaç kişi bozuk para atarak hızla yollarına devam ettiler.
‘Acaba bu para atanlardan kaç kişi hangi enstrümanı ve parçayı çaldığını biliyor.Kimi kulaklarına hoş geldiği için, kimiyse sevaba girmek için atmıştır. Bunca kişinin içinden ne çaldığını anlayabilen bir elin parmaklarını geçmez. Bu kadın buraya , bu kalabalığa fazla gelir. En azından İstanbul metrosu çello çalan bir kadını kaldıramaz’ diye geçirdi içinden. Önünden geçerken cüzdanından çıkardığı on tl’yi hafifçe eğilerek kutunun içine bırakırken göz göze geldiler.
‘Çok güzel çalıyorsunuz’ dedi Ayşe.
Kadın biraz şaşırarak teşekkür etti diğerlerinden farklı bu yolcuya.
Ayşe aslında biraz daha kalıp hem siyahlı kadını dinlemek, hem de onunla konuşmak istiyordu ama saatine baktı. Zamanı azalmıştı. Bir gün daha vakitlice çıkarsam belki konuşabilirim. Kim olduğu, bu işe nasıl başladığı, neler yapmak istediği, ne zamana kadar metroda çalmak istediği, hayallerini, gelecekteki planlarını öğrenmek istiyordu. Tabii kadın cevap verirse.
Kafasındaki düşünceler, yürüdükçe arkasında bıraktığı müzisyenden azalarak kulağına gelen ezgilerle çıkış merdivenlerine doğru yürüdü. Bir süre sonra Vivaldi şehrin gürültüsüne karıştı.
Salı – Bach’ın Cello Suiti eşliğinde aynı kalabalık ve koşturmaca…
Çarşamba- Debussy’den Reverie eşliğinde işe yetişmek için koşar adımlarla önünde geçme…
Perşembe- Haydn’dan Minuett eşliğinde ufak bir selamlaşmayla kutuya para bırakma ve kesinlikle yarın erken gelip konuşma…
Cuma günü Ayşe yine aynı tempoyla metrodan çıkıp, yürüyen merdivenlere bindi. Yoğun geçen bir haftanın sonunda planladığı gün gelmişti. Biraz sonra yanına gidip bu metro müzisyeni ile sohbet edecek, merakını giderecekti. Son basamağa geldiği zaman doğru karşıya baktı. Bu gün onun yerinde avaz avaz saz çalıp türkü söyleyen biri vardı. Olduğu yerde kalakaldı. Belki bir yerden çello’nun sesi gelir diye sağına, soluna bakındı. Yoktu. Gelmemişti. Ayşe geçirdiği koskoca hafta için kendi kendine kızdı. Belki de ilk düşüncesinde haklıydı. Siyahlı çellist buraya fazla gelmişti ve kısacık İstanbul Metrosu bu kadını kaldıramamıştı.
Ayşe, sonraki haftalarda ne kadar görmeye ve duymaya çalıştıysa da bir daha ne görebildi ne de çellonun sesini duyabildi.
O günden sonra her geçişinde yaşadıklarının bir hayalden ibaret olduğunu düşünmeye başladı.