kültür etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kültür etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

BATAKLIĞIN KAYIP TANRILARI

"Ruth kumsal boyunca yürüyordu. Mart ayının başlarıydı ve rüzgar havada baygın bir bahar esintisi olsa da soğuk esiyordu. Yalın ayaktı ve ince deniz kabukları ayağına batıyordu.

Taş yapıtın yanındaydı. Donmuş bir deniz gibi dalgalanan kumsal önünde uzanıyordu. "Çok uzaklara kadar uzanan ıssız kumsallar"ın bu dünyada hiç kimseye kalmayacağını düşünüyordu. Denizin ve gökyüzünün sonsuzluğunda büyük ve korkunç şeyler vardı, onu korkutuyordu ama aynı zamanda heyecan da veriyordu. Biz hiçiz, diye düşündü Ruth, bu yerde biz hiçiz. Bronz Çağı insanları buraya gelmiş ve taş yapıtı inşa etmiş. Demir Çağı insanları bedenler bırakmış ve adaklar sunmuş, Modern Çağ insanları ise denizi duvarlar, köprüler ve kulelerle ehlileştirmeye çalışıyor..."



Kitabın ilk sayfalarında adli arkeoloji alanında uzmanlaşmış Kuzey Norfolk Üniversitesinde ders veren, ıssız uçsuz bucaksız Saltmarsh kıyılarındaki bir kaç ufak kulübeden birinde iki kedisi ile yaşayan kırklı yaşlarına ayak basacak olan arkeolog Ruth Galloway ile tanışıyoruz. Sakinlikten hoşlanan, 79 kg olduğu için rahatsız olan ve sürekli koyu renk kot pantolon giyen, sevgilileri ile problemi olan, nadir olarak yemek pişiren, hayatını kedileri, kitapları ve mesleği arasında kurmuş bir arkeolog. Ruth'un bu sakin hayatı bir sabah dedektif Nelson'un kapısını çalması ile değişiyor. Nelson bir cinayet için Ruth'un kendilerine yardım etmesini ister. Ruth Taş yapıtta bulunan bir çocuk ceseti için araştırma yapacaktır. Üstelik bu ilk değildir. Ruth bir anda kendini birbirleri ile ilişkili olduğu düşünülen çocuk kaçırılma olayları içinde bulur. Bu olaylar antik dönemlere ait bazı mistik inanışlarla bağlantılı mıdır? O dönemlerden günümüze uzanan tanrılara kurban adama olayı mı yoksa sıradan cinayetler midir? Tüm sırlar kitabın sonunda teker teker gün ışığına çıkarken Ruth'un çevresindeki insanlarında sırları ortaya çıkar. 

Elly Griffiths'in kaleminden çıkmış Bataklığın Kayıp Tanrıları. Çocukken tatillerini geçirdiği Norfolk sahilleri ve o bölgenin efsaneleri esin kaynağı olmuş romanına. Arkeolojiye ilgisi ise arkeolog olan eşinden kaynaklanıyormuş. 

Arkeolojiye ve polisiyeye ilgisi olanların zevkle okuyabileceği bir kitap. Sıkmadan tam dozunda...Elinizden bırakmak istemeyeceksiniz...

BATAKLIĞIN KAYIP TANRILARI  ELLY GRIFFITHS  MARTI YAYINLARI ÇEV: ÖZLEM DAĞ



SELİM İLERİ VE AYHAN SİCİMOĞLU İLE BİR PAZAR SABAHI

Selim İleri ile güzel sohbetle başladı bu pazar günüm. Mis gibi bir Türk kahvesi eşliğinde her zamanki gibi kısacık ama doyumsuz bir sohbetti. 

Ne yalan söyleyim Selim İleri'nin Her Gece Bodrum kitabından başka kitabını okuyamadım. Ne zaman kitaplarını elime alıp okumaya başlasam içime bir hüzün çöküyor ve bırakıyorum. Mesela "Bu Yaz Ayrılığın İlk Yazı Olacak" adlı kitabını bir heves alıp bir kaç bölümden sonra kütüphaneme koymuştum. Sonra yazın okumak için bir kez daha baştan aldım ama yine olmadı. "Hepsi Alev" de aynı kaderi paylaşmıştı bir önceki kitap ile. Olmuyor bir yerlerde tıkanıp kalıyorum sonra da gitmiyor roman. Sonra okurum, yarın devam ederim, bir sonraki gün, hafta sonu derken bakıyorum ki kütüphanemde okunmayan kitapların arasına kaldırmışım bile. Hüzünlü yazıyor Selim İleri ya da bana öyle geliyor. Ya da şöyle mi demem lazım acaba; o kadar güzel yazıyor  ve satırlarında ki hüznü o kadar etkili bir şekilde okuyucusuna yansıtıyor ki kalbimin derinliklerinde hissettiğim için okuyamıyorum. Zaten gazete sayfaları insanın içini acıtan haberler dolu iken bir de kitaplarda drama katlanamıyorum çok fazla. 


Kitapları bir yana sohbetine doyum olmuyor Selim İleri'nin. Bir zamanlar pazar günü öğleden sonraları şimdi hangi kanal olduğunu hatırlayamadığım bir programı vardı. Edebiyat söyleşisi yapardı ve ben dört gözle beklerdim o programını. Eski İstanbul'u anlatırdı, kitaplardan pasajlar okurdu ve yanlış hatırlamıyorsam yeni çıkan kitapları tanıtırdı programın sonunda. Zaten İstanbul denince aklıma gelen ilk yazarlardandır İleri. 

Bu sabahta CNN Türk'te Hakan Çelik Hafta Sonu Keyfi programında anlattı eski İstanbul'u. İstanbul'un eski bozulmamış halini ondan dinlemek ayrı bir zevk benim için. Pangaltı Şişli arasındaki alışveriş hattından troleybüslere, dolmuşlara, geçmişin kültür- sanat hayatına,  6-7 Eylül olaylarından, İstanbul'un aldığı göçlere, yitip giden siluetine kadar kısa ama keyifli bir gezinti yaptırdı izleyicilerine. Saatlerce anlatsa saatlerce dinlerdim ama her güzel şey gibi çabuk bitti. Bir daha ki sefere diyerek bir sonraki çok ama çok sevdiğim programa geçtim.

Ayhan Sicimoğlu'nun Renkler programını mümkün olduğunca kaçırmamaya çalışırım. Kendi deyimi ile "hastasıyız" :) Gittiği yerlere kendine özgü anlatımıyla seyircisini de götüren Sicimoğlu bu kez benim çok sevdiğim bir şehirde Prag'ta idi. Prag'ın daracık tarih kokan korunmuş sokaklarında gezerken her zamanki gibi İstanbul'u anmadan geçmedi ve "Biz niye böyle değiliz insan üzülüyor" diye ekledi. Selim İleri'nin İstanbul sohbetinden sonra Sicimoğlu'nun bu sorusu yarama tuz bastı.


Bu soruyu ne zaman yurt dışına çıksam ben de kendime sorarım. Biz niye korumuyoruz? Tek bir cevabı var bu sorunun niyet meselesi. Ama iyi niyet. Tamam tüm dünya değişim yaşıyor bunu kabul ediyorum ama en azından Avrupa'nın hiç bir ülkesinde İstanbul'a yapılan "Vurun Kahpeye" muamelesini görmedim. Doğu Roma İmparatorluğuna ve Osmanlı İmparatorluğuna başkentlik yapmış dünyanın gözünün üstünde olduğu bu güzelim şehir bu kadar kötü bir katliamı hak etmiyor doğrusu. Gelişme tabii ki olacak ama tarih korunarak olmalı. AVM yaparak, gökdelen dikerek gelişen bir ülke daha görmedim bu güne kadar. Siz ne dersiniz? Gelişmek bu mudur ? 




KİTABI KİTAPÇIDAN ALMAK BİR RİTÜELDİR




Kesinlikle öyledir benim için. İnternet daha büyük kolaylık,bas düğmeye iki gün sonra istediğin kitap kapında bunu kabul ediyorum ama kitapçıdan kitap alma zevkinin yerini tutmuyor işte. Bu konuda belki çok klasiğe kaçıyorum, kimilerine göre demode bile olabilirim. 

Aradığım kitabı raflardan bulmak eğer vaktim varsa (yoksa bile :) sayfalarını açıp karıştırmak, ilk bir kaç sayfasını okumaya başlayıp devamı getirmek, sonra eğer çok sevdiysem bitmesin diye elimde süründürmek...İşte benim kitapla aramdaki iletişimim. Beğendiğim sayfalara renkli etiketler yapıştırıp bazı kitapları dilek ağacına çevirmem de cabası. 

Kitapçılarda yaptığım bazı garipliklerde yok değildir. Kitabın adını ve yazarını bilmeden kitap almak gibi. Kaç yıl önce hatırlamıyorum (teşrin-i evvel diyelim:) arabada giderken spiker radyoda yeni çıkan bir romanı anlatıyordu. İsmini ve yazarın adını o arada kaçırmıştım ama hikaye çok hoşuma gitmişti. Sadece isminde "günbatımı" kelimesini duymuştum. O gün gittiğim semtteki kitapçıya uğrayıp almak istiyordum ama adını ve yazarını bilmeden nasıl alabilirdim. Konuyu anlatmak ? Yok artık dedim kendi kendime satış elemanın onca kitabın içinde bilmesi imkansız. 

Nişantaşı'ndaki Remzi Kitabevine gittim. Önce raflara bir göz gezdirdim adında günbatımı kelimesi bir kitap bulabilir miyim diye. Ihhh yok, öyle bir bir kitap görünmüyordu ortalıklarda. Sonra benim uzun uzuuuunnn umutsuzca kitaplara baktığımı gören bir hanım geldi yanıma. Bende kitabın ne adını ne de yazarını biliyorum ama böyle bir konusu var dememle aaaaa siz Çikolata Dağlarında Günbatımını arıyorsunuz demez mi? İşte günbatımını buldun dedim içimden gülerek. Boşuna dememişler imkansız diye bir şey yoktur diye kitabı alıp büyük bir zafer kazanmış edasıyla eve gelmiştim. 

Kitabı kitapçıdan almak bir ritüeldir. Bugün Doğan Hızlan'ın Hürriyet'te ki köşesinde bu başlığı görünce kesinle dedim. Kesinlikle bir ritüeldir benim için. Hele ki o kitapçıda kitapları incelemek için isteyenler için oturacak koltuklar, puflar konmuşsa ve ya içinde ufak bir kafesi varsa. O da ayrı keyif tabii ki. 


Yazısında Almanya'daki "kitap danışmanlığı" mesleğinden de bahsetmiş. Böyle bir meslek varmış ve bunu yapmak için üç yıllık eğitimden geçilmesi gerekiyormuş. İlginç değil mi? Keşke bizde de olsa diyorum ve Doğan Hızlan'ın bugünkü "Kitabı Kitapçıdan Almak Bir Ritüeldir" yazısını paylaşıyorum...

Okumak için  tıklayınız...  http://ush.re/k3kn








MASAL DİNLEMEYİ ÖZLEYENLERE...


Masal dinlemeyi özleyenlere, masal dinlemek isteyenlere...

Detaylı bilgi için...


veya 


KİTAP VE KAHVE :)

İllüstratör Gianluca Biscalchin iki vazgeçilmezimi bir araya getirmiş : Kitap ve Kahve. "Edebi Kahve" adını verdiği eserinde Jean Austin, Baudelaire, Kafka gibi dünyaca ünlü yazarların kahvelerini çizmiş. Agatha Christie' mi desem yoksa Kafka'mı ya da Simenon veya Shakepeare...Karar veremedim. Hepsi çok güzel...Ben çok beğendim ve paylaştım :)




Gianluca Biscalchin'in diğer eserlerini de görmek isterseniz linke tıklayınız...

http://www.gianlucabiscalchin.it/

TÜRK ARKEOLOJİSİNİN BÜYÜK KAYBI




Halet Çambel (27.08.1916 - 12.01.2014)

Arkeolojiye adanmış bir hayat...

BİR KIŞ GÜNÜ MİS KOKULU BİR ADADA...





Bir ada düşünün...Denizin ortasında yalnız...Yaban tavşanları asırlık zeytin ağaçlarının altında dolaşıyor...Bir zamanlar manastırı, şapeli ve evleri varmış günümüzde hazine avcılarına kurban giden. Her yer mis kokuyor bu adada...Nergis adası burası...Ayvalık açıklarında...

Kaç gündür nergisleri paylaşıyorum şimdi bu haberi paylaşmadan olmazdı. Sabah gazeteyi okuduğumda günümü aydınlatan mis kokulu bu haberin devamını okumak isterseniz aşağıdaki linki tıklamanız yeterli olacak. Ayvalık Çiçek Adasına iyi yolculuklar dileklerimle... 


http://www.hurriyet.com.tr/seyahat/25555451.asp




Şimdi, diyorum. 
Şimdi. 
Bir deniz,denizde vapur 
gökyüzünde martı 
semaverde çay olmalı 
Bir de çaya yaren..

  Cemal Süreya





KOKİNALARIN, FULYALARIN VE GEÇMİŞ TEBRİK KARTLARININ MEVSİMİ...

“Bazen kafanızdan geçen belli belirsiz bir fikre, ta uzaktan hatıra gelen silinmiş bir hayale bir kitapta rastlayıverirsiniz. Böylece sanki o kitapta en ince duygularınız ifade ediliyormuş gibi gelir size .”demiş Gustave Flaubert  Madam Bovary adlı eserinde. 

Eskiden bu zamanlarda lapa lapa kar yağardı dedim yılbaşı gecesi arayan arkadaşıma. Evet dedi hatırlar mısın tam da bir yılbaşı gecesi yağmıştı...Hatırlamaz olur muyum dedim ne güzel di...Bembeyaz bir yılbaşı gecesi...

İstanbul'da yaşayanlar için anılarda kaldı beyaz yılbaşıları. Şimdilerde isli puslu, sonbahardan kalma bir havayla karşılıyoruz yeni yılı ya da suni karla...


Kokinaların, fulyaların ve geçmiş tebrik kartlarının mevsimidir kış benim için. Yılbaşının sembolü haline gelmiş yeşil kırmızı kokinalar süsler çiçekçilerin tezgahlarını. Kendini beğenmiş nergislerin mis kokusu eşlik eder onlara ama yinede bir şeyler eksiktir.



Geçmişte günümüze ulaşamadan öylece kalakalmışlar. Artık yağmaktan vazgeçen kar gibi...

Tebrik kartları mesela...Her yılbaşı açılan tezgahlarda satılan rengarenk, pırıl pırıl kartları gönderilecek kişiye göre seçmek ayrı, onları postaneden göndermek ayrı heyecandı. Önce tezgahlar kaldırıldı sonra kartlar yok oldu. Günlerden bir gün internet üzerinden kart göndermek icat oldu. Soğuk, duygusuz...



Bana gönderilen kartlardan bir kısmını saklamışım. Elime geçti geçenlerde. Dizdim masanın üzerine anıları. Arkadaşlardan, kuzenlerden, çocuklardan bir başka çocuğa...

"Hayret, insan birkaç metrecik yürürken bile neler düşünebiliyor. Uhlandstrasse'de büyük bir evin kapısında, davetkar bir şekilde parlayan bakır bir topuz gördü. Topuzun üzerinde bir öbek kar vardı, altın sarısı bir top dondurmanın üzerindeki kaymağa benziyordu. ("Hiç büyümeyeceksin.") Oraya yürüyüp karları temizledi. Kendini bir küre, iki büklüm olmuş bir cüce, Notre_Dame'ın kamburu gibi hissetti.
Biçimsiz şiş burnuna, ayrık gözlerine baktı. Tabii dilini de çıkardı, hayaletleri kovalamanın en iyi yöntemi. Gününü böyle planlamamıştı, yoksa gidip sarhoş olabilirdi. Bu gününün boş kalması gerekiyordu, saçma sapan şeyler yapacaktı, kar da, hikayeleri, gereksiz rastlantıları gizlemeye çalışan büyük bir örtü olarak yardımcı olacaktı."

Bütün kartları bana ortaya döktüren, yıllar önce kar içindeki resimlerimi albümlerden çıkartan işte bu satırlardı. Uhlandstrasse'de değil ama Bağdat Caddesi'ndeki bir cafede yılbaşından bir kaç gün önce arkadaşımı beklerken okumuştum. Romanın kahramanı Arthur'un karlı bir günde Berlin'in caddelerinde yüzü buz tutmuş bir şekilde yürürken düşündükleri, kapı topuzunda yaptığı çocukluklar. Kar beni geçmişteki kartlara götürdü. İyi ki saklamışım dedim. Artık yoklar :(
Okuduğum kitaba gelince hala elimde süründürüyorum. Çok sevdiğim bir kitabı kolay bitiremem ben. Döner döner okurum. İşte bu da onlardan biri :) Hollandalı yazar Cees Nooteboom'un "Bütün Ruhlar Günü"


Karısını ve çocuğunu bir uçak kazasında kaybeden Arthur Daane diğerleri gibi alkol ve müzikle teselli arama yerine düşüncelere sığınır. Yaşam, ölüm,geçicilik ve ölümsüzlük üzerine felsefe yapar, sanat ve felsefe üzerine derin düşüncelere dalıp sohbet eder.
Yapı Kredi Yayınlarından çıkan Bütün Ruhlar Günü Burcu Duman tarafından çevrilmiş.

Kitaptan tadımlık okumak isteyenler için bu kez link vermek istiyorum. Beni İstanbul'un karlı yılbaşılarına, artık gönderilmeyen tebrik kartlarına yolculuğa çıkartan kitap bakalım sizi nerelere sürükleyecek...İşte Bütün Ruhlar Günün'den birkaç satır...

http://www.ykykultur.com.tr/kitap/butun-ruhlar-gunu


NOEL BABA KAPINIZI ÇALMAYABİLİR BU YIL...



"Önce sevdiler
Sonra dövdüler
Börnüme vurdular
Börnüm ağrıyor
Börnüm ağrıyor..."

Bu yıl Noel Baba bu şarkıyla çalacakmış kapıları. Hatta bir söylentiye göre bu yıl bazı semtlere uğramayacakmış bile, henüz belli değilmiş ama son bir kararla evinden bile çıkmayabilirmiş.

Önce kemiklerini istedik Vatikan'dan, sonra koskoca bir afiş astık mahallenin ortasına Noel Baba bu semtten geçemez diye daha sonra da baktık olmuyor bıçakladık bizim topraklarımızda doğmuş Demre'li Noel Baba'yı.

Önce sevdik, sonra dövdük ve bıçakladık dünyanın sembol haline getirdiği çocukların yüzünü gülümseten kırmızı giysili ton ton ihtiyarı. 

Keşke diyorum o afişi asmadan, Noel Baba'yı meydanlarda bıçaklamadan önce biraz tarihin sayfalarını çevirselerdi de öğrenselerdi üzerinde yaşadıkları toprakların günümüze taşıdığı dünyaya mal olmuş kahramanları. 

Nasrettin Hoca, Keloğlan tamam da bir ben miyim kötü diye soruyor şimdilerde kendi kendine. Bir yandan da haline şükrediyor ya yanında Noel Anne'de olsaydı...Onun başına kim bilir ne gelirdi? 

Umarım 2014'ün gelmesi ile  2013'de yaşadığımız tüm kötülükleri geride bırakmış oluruz. Çevremdeki bir çok kişi gibi benim içinde çok parlak geçmedi 2013. Yine buna da şükür diyorum her zamanki gibi ve tüm olumsuzlukları geride bıraktığımız önce sağlık sonra mutluluk, huzur ve başarı ile dopdolu koskocaman 2014 diliyorum herkese...

NOEL BABA'NIN ÇANTASINDA TÜM İSTEDİKLERİNİZLE KAPINIZI ÇALMASI DİLEĞİ İLE...                                                           YENİ YILINIZ KUTLU OLSUN :) 






SİZİN KAÇ ADANIZ VAR?



Bir iş nedeniyle adaya gittim bu sabah erkenden. Şehir uyanmış, homurdayarak ağır ağır dönmeye başlayan koca çarkları arasında insanları yutmaya başlamışken süzülüverdi motor İstanbul'un kayıp adası Vordonisi'nin kıyısından Büyükada'sına doğru.Her zaman söylediğim cümleyi bir kez daha tekrarladım içimden : Bu şehri en çok arkamda bırakıp giderken seviyorum. Uzaklaştıkça daha bir sakinlik ve huzur çöktü üstüme. Denizin ortasından İstanbul'un binalardan oluşan siluetine bakınca gördüğüm korkunç manzaranın sabah sabah içimi karartmaması için okuduğum kitabıma geri döndüm. Ada'ya yaklaşırken martıların oynaşmalarını seyretmek için kapadım kitabımı. İndiğimde ise sessizliği dinledim, tertemiz havasını ciğerlerime depoladım. Sessiz, sakin İstanbul'un ötesinde bir cennet. Martıların çığlıkları Can Dündar'ın aşağıda sizlerle paylaştığım yazısını getirdi aklıma ve  "Sizin durup , soluklandığınız ve kendinizi toparlayabildiğiniz kaç adanız var çevrenizde ve..Durup, sığınmak ve kendilerini toparlayabilmek gereksinimi duyan kaç dostunuz için siz bir adasınız?."  cümlesini...
Sahi kaç adanız var kaçıp soluklandığınız ya da kaç arkadaşınızın adası oldunuz bugüne kadar?
İşte o yazı...


Tanınmış gezgin Thomas Cook, bir araştırma gezisi sırasında Atlas Okyanusu’nun ıssız bir yerinde, çığlıklar atan milyonlarca kuşun havada daireler çizerek uçtuğunu gördü. Kulakları sağır edecek denli yüksek sesle çığlıklar atan kuşların kimileri yoruldukça, kendilerini okyanusun dev dalgaları arasına atıyorlardı. Onlar bu son hareketleriyle yaşamlarına son veriyorlar, kendilerini okyanusun dalgalarına bırakırken, çaresizlikten ölüme teslim oluyorlardı.
Bu olaya yalnızca Thomas Cook değil, o bölgede ki balıkçılarda yıllardır tanık olmuşlardı. Kuş bilimcileri ise, yaptıkları araştırmalarda göçmen kuşların farklı yönlerden gelerek okyanusta bu noktada birleştiklerini keşfediyorlar, fakat onların, birbirleri peşisıra kendilerini ölümün kucağına atmalarının nedenini bir türlü çözemiyorlardı.
Gerçek, geçtiğimiz yüzyılın ortalarında anlaşıldı. Bu trajik olayın yaşandığı yerde bir zamanlar bir ada vardı. Göçmen kuşların göç yolu üzerinde bulunan bu ada, bir deprem sonunda, okyanusa gömülmüştü. İnsanların, yok olduğunun bile ayırdına varamadıkları ada, göç yollarının ortasında kuşlar için vazgeçilmez “dinlenme” durağıydı. Kuşlar binlerce yıllık kalıtımsal alışkanlıklarıyla adanın yerini bilmekteydiler ve yıpratıcı, uzun yolculuklarının ortasında, biraz dinlenebilmek ve toparlanabilmek için, yine binlerce yıllık kalıtımsal güdüleriyle, okyanusun ortasındakiadaya geliyorlardı ama…
Olması gereken yerde adayı bulamayınca, yorgunluktan bitkin bedenlerini çığlık çığlığa okyanusun sularına bırakmak zorunda kalıyorlardı.
Söz kendini toparlamaktan açılmışken soralım. Sizin hiç “kendinizi toparlayacağınız” bir adanız oldumu? Yaşamın uzun “göç yolları”nda acaba, sizinde bir yudum taze soluk alabileceğiniz, yolunuzun kalan bölümüne dinç olarak devam etmenizi sağlayabileceğiniz bir adaya sahip olabildiniz mi? Birgün yerinde bulamadığınızda ise, ona illede ulaşmak ve sığınmak için başınız dönercesine, dengeniz bozulurcasına çırpınıp kanat çırptığınız bir ada yaratabildiniz mi yaşamınızda kendinize?
Herşeyi sınırsızca paylaşabildiğiniz bir dost, yola birlikte çıkacak denli güven duyduğunuz bir arkadaş, size her zaman huzur verecek bir eş, ulaşmak için yıllardır uğraş verdiğiniz bir amaç edinebildiniz mi? Şöyle daha bir iyi bakın çevrenize… Size gelen, size sığınan…Sizin gittiğiniz, sizin sığındığınız…Sizin bulduğunuz dostlarınızı bir düşünüverin. Sonra da bir gerçeği görüverin gözlerinizle:
Sizin durup , soluklandığınız ve kendinizi toparlayabildiğiniz kaç adanız var çevrenizde ve…
Durup, sığınmak ve kendilerini toparlayabilmek gereksinimi duyan kaç dostunuz için siz bir adasınız?
Can Dündar


ÇİLLE'NİZ KUTLU OLSUN :)




Bu gece eski Türk inancına göre yılın önemli günlerinden biri, güz mevsiminin son akşamıdır. Bu gecenin sabahı Kış mevsiminin ilk günüdür. 

Yılın en uzun gecesi olan 21 Aralık'ta güneş oğlak dönencesinde giriyor.  21 Aralık'ta başlayan Büyük Çille 40 gün,  Küçük Çille  ise 20 gün sürüyor.  Büyük çillenin başlandığı gün, yani astronomik olarak gece ile gündüzün beraberleştiği 22 Aralık günü kutlanan eski Türk bayramı Nardoğan (Nartuğan) doğadaki değişimi yansıtıyor. 

Büyük Çille'nin başladığı günün önceki akşamı, yılın en uzun gecesi Bayram yapılıyor. Her bölgenin iklim ve imkanlarına göre güz mevsiminin son günlerine kadar bulundurulabilen meyvelerden sofra kuruluyor. Kuru ve yaş meyvelerin yanında tatlı, pasta, çörekde sofrada yer alıyor.

Çille akşamının kendine özgü ritüelleride vardır:

Nişanlı kızların ve yeni gelinlere kaynana, kaynata ve diğer birinci derece yakınları tarafından hava kararmadan "çilelik" denilen hediyeler gönderiliyor . 
Çille payı yedi tabağa konuluyor. Bu tabaklara da "Çille tabağı" deniyor. Tabaklar itina ile hazırlanıp ve üzerleri ak ve ya al  şal ile örtülüyor. Tabakların birine karpuz, diğerlerine kavun, nar, kırmızı elma, armut, un ve Düğü ( pirinç ), parça kumaşlar, elbiseler, altın ve gümüş konuluyor.
Kızın ve ya gelinin anne ve babası hediye getirenleri önlerinde üzerlik otu yakarak karşılıyor ve hediyeleri saygı ile alıp konak odasına diziyor.
Hediyeleri getirenlere para, yün çorap gibi hediyeler veriliyor. Kız ve oğlan tarafları birlikte şenlik yapıyorlar. Getirilen hediyelerden, ertesi sabah konu komşuya pay gönderiliyor .
Çille Gecesi ayrıca düğü pilavı pişiriliyor. Pişirilen bu pilavın çilleler süresince mutluluk getireceğine inanılıyor . Gece boyunca türküler okunuyor, şans tutma, kapı dinleme gibi geleneksel köy oyunları oynanıyor.
Dedeler, Nineler çocuklara masallar, hikayeler anlatır, bilmeceler, bulmacalar söylüyorlar :)


Günümüzde halen İran Türkleri ve Azerbaycan'da kutlanan Çilleniz Kutlu olsun:)





SADOKA SASAKİ VE TURNA KUŞU




Sadako Sasaki ile dün akşam tanıştım. Daha önce ne adını ne de dramatik öyküsünü duymamıştım. 

Origami üzerine araştırma yaparken çıktı küçük kız karşıma. Bilirsiniz origami sanatının en ünlü karakteri turna kuşudur. Yıllar önce çıktığım bir gezi sırasında Japon bir kadın bana bu kuşun yapılışını öğretmişti. Dün gece defalarca denememe rağmen başarılı olamadım. Unutmuşum :(
Baktım olmayacak nasılsa internette bulurum diye araştırma yapmaya başladım ve işte o anda Sadako ile karşılaştım. 

11 yaşında bir Japon kızı Sadako. 1943 Japonya doğumlu. 1954 yılına kadar yaşıtları gibi normal bir çocukluğu var. Okula gidiyor, koşuyor, oynuyor, sporu çok sevdiği için hayallerini spor öğretmeni olmak süslüyor. 


1954 yılının Kasım ayında Sadako hastalanıyor. Ailesi ilk önce basit bir soğuk algınlığı zannetse de yapılan testler hiçte öyle olmadığını söylüyor. Küçük kıza o dönem bir çok insanın yakalandığı kan kanseri teşhisi konuyor. Nedeni ise 1945 yılında Hiroşima'ya atılan atom bombası. O dönemde yaşadıkları ev bombanın atıldığı yere sadece 1.7 km uzaklıkta. Sadako evden yara almadan kurtuluyor fakat alevlerden kurtulmak için annesi ile birlikte Misasa Köprüsüne kaçarlarken "black rain" diye adlandırılan radyoaktif serpintiye maruz kalıyorlar ve bu olaydan dokuz yıl sonra Sadako tedavi için hastaneye yatmak zorunda kalıyor. 

Nagoya halkı hastaneye hastalara moral vermek amacıyla binlerce renkli kağıt gönderiyor. Sadoka'da iyileşmek umuduyla bu kağıtlardan rengarenk turna kuşları yapıyor ve odasının tavanına asıyorlar ama maalesef büyük umutlarla yaptığı turna kuşları atom bombasının 
vücudunda yarattığı hastalıkla savaşamıyor ve 1955 yılının 25 Ekim günü Sadako arkasında 1000 tane turna kuşu bırakarak hayata gözlerini yumuyor. 


Her yıl atom bombasının atıldığı 6 Ağustos'da Japonya'dan ve tüm dünyadan çocuklar Sadako'nun hatırasına dünya barışı için turna kuşları yapıp Hiroşima'daki anıta gönderiyorlar ve tüm dünyaya "Savaşlara Hayır" mesajı veriyorlar. 


MİNA URGAN'DAN...





“Daha önce anlattığım gibi, çocukluğumdan beri her koşul altında okurum. Yatılı okulda, yorganların battaniyelerin altında, el feneriyle okuduğum olurdu. Yeterince okuyamayınca,afyondan yoksun kalmış bir esrarkeş kadar tedirgin olurum. Kimisi bir iskemleye oturup kitabı masanın üzerine koyar, eline kalem alır, öyle okur. Çünkü okumak entelektüel bir uğraştır onun açısından. Benim için ise bir keyif olduğundan kendimi divanlara atarak,rahat koltuklara gömülerek ya da yatağıma uzanarak okurum.”

Bir Dinozor'un Anıları - Mîna Urgan

BİRAZDA PRAG VE KARLOVY VARY OLSUN :)






















7.KADIKÖY KİTAP GÜNLERİ BAŞLADI...






12 - 15 Aralık tarihleri arasında 7. Kadıköy Kitap Günleri başlıyor...12 Aralık saat 18:00'de onur konuğu gazeteci-yazar Hıfzı Topuz ile başlayacak ve Caddebostan Kültür Merkezinde gerçekleşecek olan kitap günlerinde her gün imza ve söyleşi programları var. Ayrıca kitapseverler istedikleri kitapları %25 indirimli alabilecekler...


Detaylı bilgi ve program için;

https://www.facebook.com/pages/7Kad%C4%B1k%C3%B6y-Kitap-G%C3%BCnleri/175805899292816

ROMAN KAHRAMANLARI GÜNÜ...




"Roman Kahramanları Günü" bu yıl 21 Aralık'ta Zonguldak'ta gerçekleştiriliyor... Şimdi Zonguldak'ta olmak vardı diyorum ve haberin devamını paylaşıyorum...


TÜRKİYE’DEN DÜNYAYA ARMAĞAN !
"21 Aralık Roman Kahramanları Günü" 

Roman Kahramanları Günü” tüm yurtta kutlanmasının yanı sıra, bu yıl Zonguldak’ta gerçekleştiriliyor. Bülent Ecevit Üniversitesi’nde Zonguldak İl Halk Kütüphanesi ve Zonguldak Fotoğraf Sanatçıları Derneği’nin katkıları, Zonguldak Mehmet Çelikel Lisesi, Bülent Ecevit Üniversitesi, Zonguldak Endüstri Meslek Lisesi, Tiyatro Arın (özel Tiyatro), öğrenci ve öğretmenlerin katılımıyla Roman Kahramanları sahnede canlandırılarak, geniş çaplı bir etkinlikle kutlanıyor.

Festival sırasında Roman Kahramanlarının fotoğrafları Zonguldak Fotoğraf Sanatçıları tarafından çekilerek yılın anısına bir albüm kitap hazırlanacak. Ayrıca Roman Kahramanlarına yazılan mektuplar da etkinlikte ve albüm kitapta yer alacak. Toplamda yüz roman ve kahramanın yansıtılması amaçlanan etkinlikte yirmi beş roman kahramanı sahnede 3-5’er dakika dramatize edilecektir. Geriye kalan kahramanlar ise sahnede gösterilecek ve yıl boyunca il çapında sergilenecektir.

Dünya Roman Kahramanları Günü Edebiyat Festivali’nin ilki 21 Aralık 2012 tarihinde Maltepe Üniversitesi kampusunda gerçekleşti. Kültür ve Turizm Bakanlığı desteğiyle gerçekleşen etkinliğin konusu ise Balkan Savaşı’nın 100. yılı olması sebebiyle “Balkan Barışı” olarak belirlenmişti. Bu anlamda; Türkiye, Bulgaristan, Romanya, Kosova, Karadağ, Makedonya, Sırbistan, Yunanistan, Arnavutluk, Hırvatistan’ın Kültür Bakanları, bu ülkelerin ünlü romancıları, eleştirmen ve gazetecileri festivale katılmıştı.

Roman Kahramanları Edebiyat Parkı

Roman Kahramanları Dergisi Yayın Yönetmeni Ömer Asan bu günle ilgili olarak : “Bugün artık insanlığın on binlerce roman kahramanı var. Ancak hızla değişen gündem ve sürekli artan roman yazımı, yaratılan roman kahramanlarının kısa zamanda unutulmasına, edebiyat tarihinin derinliklerinde kaybolmasına neden oluyor. Öyle ki, sayılı dünya klasiklerinde yaratılan roman kahramanlarının bile bir miras olarak devredilememe tehlikesi artık söz konusu. Bu nedenle; bugüne kadar yaratılmış roman kahramanlarının ait oldukları yerlerde, ülkelerde, yazarlarının tasvir ettiği mekânlarda, en azından her yıl anılmasını sağlayacağız. Bu amaçla ülkemizde üzerine en çok roman yazılan kent olan İstanbul’da roman kahramanlarının yer alacağı bir edebiyat parkı oluşturulması için girişimde bulunmak üzere proje hazırlıklarımızı sürdürmekteyiz. Bu yılkı etkinlik için Bülent Ecevit Üniversitesi’ne ayrıca teşekkür ediyoruz.” dedi.

Zonguldak’ta Etkinlik İletişim:

21 ARALIK, CUMARTESİ
Bülent Ecevit Üniversitesi, Prof. Dr. Arif Amirov Konferans Salonu, Saat 16

Koordinatörler:

Şenay Koca, Zonguldak Mehmet Çelikel Lisesi Edebiyat Öğretmeni / tlf: 0 505 807 60 36
Müzeyyen Yeten Aksoy, Zonguldak İl Halk Kütüphanesi Müdürü / tlf: 0 530 3231540


21 Aralık - İletişim:

Ömer Asan
Roman Kahramanları Dergisi
0216 371 17 37
0554 857 74 50
omer.asan@heyamola.net

www.romankahramanlari.com
www.21aralik.com





Mevsimlerin en merhametlisidir kış... Evin mevsimi, sarılmanın, sarınmanın, sarmalanmanın... Uzun çayların, derinlemesine yemeklerin, etraflıca içmelerin mevsimi… Karşılaşmaların değil buluşmaların… Sıcak olan her şeye doğru neşeyle yönelmenin, böylece beraber ılımanın…

Ece Temelkuran

147 TON KİTAP, KİLOSU 15 KURUŞTAN SATILDI...




Yanlış okumadınız başlığı...Tamı tamına 147 ton kitap kilosu 15 kuruştan satılmış...

Eeee ne var bunda diyenleriniz çıkacaktır içinizden mutlaka. Normal şartlarda belki çok ta önemli bir haber değil ama bu 147 ton kitabın içinde tarihleri çok eskiye dayanan nadide eserler varsa ve bu satış Milli Kütüphane tarafından yapılıyorsa ortada ciddi bir sorun var demektir !

Haberi ilk okuduğumda onlarca soru uçuştu kafamda ... Sattıkları kitapları hiç mi incelememişlerdi? En azından kapaklarını açıp basım tarihe bakmayı bile akıl mı edemediler yoksa zahmet mi etmediler? Yoksa özellikle bilerek mi yaptılar ? Neden döküm listeleri ve tasnifi yapılmamış ? Kim bunlar ve o kütüphanede çalışmayı nasıl hak etmişler ?

Cevaplarını bilmiyorum ama yapılan karşısında PES diyorum ve 1860 yılında basılan Hristiyan  teolojisine göre yazılmış Ermenice bir kitaptan diğerlerine...Başlarına gelenleri okumak isteyenler için aşağıdaki linki tıklayabilirsiniz diyorum...

http://www.hurriyet.com.tr/kultur-sanat/25310113.asp


FIRTINA...

Bak işte yaklaşıyor fırtına
Bak yine yükseliyor dalgalar...

Bugün sabah haberleri dinlediğimden beri dilime pelesenk oldu Yeni Türkü'nün Fırtına'sı. Kuzey Avrupa'yı etkisi altına alacak kuvvetli bir bir fırtına beklentisi içinde insanlar önlem almaya başlamışlar, bazı uçak seferleri iptal edilmişti. 

Fırtınaları severim. Durgun hava bünyeye ters nedense. Yağmur, kar, rüzgar, deli dalgalardır benim sevdiklerim.  Yaklaşık 3-4 yıl önce şubat ayında Çanakkale'de bir köy evinde beni sabahlatan fırtına haricinde çok büyük bir fırtınanın ortasında kalmadım bugüne kadar. Estikçe evi sarsan rüzgar, cama canhıraş vuran  yağmur damlaları, evin çatısına çarpan ağacın dalları, çaktıkça her tarafı aydınlatan mavi ışık ve çarpışan bulutların peşinden yeri göğü inleterek patlayan gök gürültüsü. Korku filminin bitmek bilmeyen kareleri gibiydi ama doğanın bu kızgınlığı hoşuma gitmişti doğrusu. Neyse ki sabaha bir şey kalmadı ama bahçeye çıktığımızda bileklerimize kadar suya batmıştık. Bahçede devrilen bir ağaç ta cabasıydı. 


Fırtına haberini duyunca Google'da fırtına ile görsellere baktım. Birbirinden güzel fotoğraflar döküldü önüme. Denizde, karada...Amacım onları paylaşmaktı taa ki "storm" yazdığımda Storm Thorgerson adına rastlayana kadar. 

Thorgerson 1944 Londra doğumlu bir sanatçı. Leicester Üniversitesi ve The Royal College of Art'da sanat eğitimi almış. Pink Floyd, Led Zeplin, Alan Parsons Project, Peter Gabriel gibi ünlülerin ve grupların albüm kapaklarını yapmış ve bu konuda kitaplar yazmış. 2013 yılındaki ölümüne kadar çalışmalarına Kuzey Londra'daki stüdyosunda devam etmiş. 

Beğendiğim eserlerinden bir kaç tanesini paylaşmak istedim...İşte Storm Thorgerson ve eserleri...







Diğer eserleri için aşağıdaki linklere bakabilirsiniz :



Çok ilgisiz olacak ama fırtına demişken çok sevdiğim bir cümle ile bitirmek istedim yazımı;

"Hayat fırtınada sığınak bulmak değildir. Yağmurda dans etmeyi öğrenmektir."