23 NİSAN'DA İÇİNİZDEKİ ÇOCUĞA ELMA ŞEKERİ ALIN...






23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı yaklaşıyor. Bu günün ve dünkü çocukların bayramı...Hepimiz heyecanla beklerdik 23 Nisan'ı. Okullarda hummalı bir çalışma...Herkes evinden bir şeyler getirirdi. Kağıt fenerler, bayraklar, renk renk krapon kağıdından süsler. Şiirler ezberlenir, folklör çalışmaları hızlanırdı. 23 Nisan'da görevli olmak, sahneye çıkıp şiir okumak bir ayrıcalıktı. 

23 Nisan günü heyecan dorukta giderdik okula...Şiirler okunur,şarkılar söylenir, oyunlar oynanırdı. 

"23 Nisan Neşe Doluyor İnsan" der evlere dağılırdık.

Çoğumuz için çok uzakta kaldı o günler. Özlemle anıyoruz. Şimdi çocuklarımız sayesinde kutluyoruz 23 Nisan'ı. Coşma sırası onlarda artık .Ya bizler ? İçimizdeki çocuk hala oralarda bir yerlerde,  kalbimizin bir köşesinde dışarı çıkmayı bekliyor. Neden olmasın ? Belki bu 23 Nisan'da bir elma şekeri hediye edersiniz ona...Eski günlerdeki gibi...

23 NİSAN ULUSAL EGEMENLİK VE ÇOCUK BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN... 

derken içindeki çocuğu asla öldürmeyen dünün çocuklarının da "23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramını" sosyal medyada çok beğenerek okuduğum bir yazıyla şimdiden kutluyorum. 

Sevgiyle, mutlulukla kalın...


"Herkesin çocukluğuna dair özel bir sözcüğü vardır,kimisi kırmızı bayramlık pabuçlarıyla anımsar hayatın o en katıksız dönemini,kimisi komşunun bahçesinden çalınan meyveye diyet olarak ödediği dayakla
Ama çocukluğun ortak bir yansıması varsa alfabede eğer o da; “özlem”dir…
Hayatın diğer dönemlerinde de çocuk masumluğunu muhafaza edebildiğini kim iddia edebilir? Hatalar o dönemde daha kolay affedilir Dokunulmazdır çocukken ağlamak O dönemdeki gözyaşları başka hiçbir zaman olmayacak kadar gerçektir Sınırsız özgürlükler dönemidir çocukluk Küçük sevinçlerin tadına en fazla varılan dönemidir hayatın Küçük bir elma şekeri, doğum günü pastasındaki mumlar, lunapark, sonsuzluktaki uçurtmalar, gündelik yaşamın arasına sıkışmış tüm sevinçli telaşların farkına vardığımız süreçtir Bu süreçteki en baskın duygu “koşulsuz sevgi”dir Karşılık beklemeden ve ince hesaplardan sıyrılmış olarak sunulur sevgi…
Yıllar geçer, çocukluk fotoğraf albümündeki gülümseyen yüzdür artık Hayatın karmaşası,acımasızlığı ve sabırsızlığını görmüş geçirmiş yüz, karşılaşır fotoğraftaki çocukla Ona anlatmak istediği ne çok şey vardır oysa O her şeyden habersiz masum çocuğun elinden tutup koşmak ister sokaklarda Yine beş taş oynamak yine her yerine bulaştıra bulaştıra elmalı şekerini yemek,yine “Çocuktur yapar”sözünün tanıdığı sonsuz rahat ve özgürlüğe sığınmak…
“Kan ter içinde uykularından uyanıyorsan eğer her sabah,
Yalnızlık sevgili gibi boylu boyunca uzanıyorsa koynuna,
Olur olmaz yere ıslanıyorsa kirpiklerin artık her şeye,
Anneni daha sık anımsıyorsan hatta anlıyorsan,
Kalbini bir mektup gibi buruşturup fırlatılmış
Kendini kimsesiz ve erken unutulmuş hissediyorsan,
“İÇİNDEKİ ÇOCUĞA SARIL”
Sana insanı anlatır”…diyen şarkıya sığınır bu defa yürek
Sorunların arasına sıkışıp kaldığınızda sarılabileceğiniz bir çocuk yanınız kalsın sizin de O gün o çocukla gezin sokakları,fark etmediğiniz ayrıntılar çarpacak gözünüze, gökyüzünde ne kadar çok yıldız varmış diyeceksiniz Hatta bir de elma şekeri alın o da sizin içinizdeki çocuğa hediyeniz olsun"
- Alıntı- 

PERA MEZARLIKLARI






Beyoğlu'nda Garibaldi binasının restorasyonu sırasında 8 adet mezar bulundu haberi tüm gazetelerde ve TV lerde yer aldı. Bu durum sadece Garibaldi binasında değil Beyoğlu'nun bir çok yapısında karşılaşılabilecek bir durum.

Kitaplar, Galata ve Pera Bölgesinde Küçük Mezarlık ve Büyük Mezarlık adı altında iki mezarlık bulunduğunu yazıyor. Küçük Mezarlık'ın Tepebaşı-Şişhane-Kuledibi'ni kapsayan alanda Büyük Mezarlık'ın ise bir yandan bugünkü Gezi'nin olduğu yerden Ayaspaşa-Gümüşsuyu'dan Fındıklı'ya kadar uzanan yerde diğer taraftan da Pangaltı yönüne uzanan alanda bulunduğu belirtilmektedir. Yapılan araştırmalar 18-19 yy da bu bölgenin mezarlık alanı olduğunu ortaya çıkartmıştır.

Yani bugün İstanbul'un eğlence ve alışveriş merkezi olan Beyoğlu'nun büyük bir bölümü bir zamanlar mezarlıkmış. Büyük mezarlığın bulunduğu bölge Edmond De Amicis'nin "İstanbul (1874)" kitabında ifade ettiği gibi Museviler hariç her dinden insanın mezarlarının bulunduğu selvi, akasya ve akçaağaç ormanı gibiymiş. İki mezarlığın da ortadan kalkması 1930'lu yıllara kadar uzanmış. Düşününce insan ürperiyor değil mi? Binaların altı, metro...Yok ben düşünmeyim en iyisi...



Bu arada İstanbul'un ve Galata-Pera'nın geçmişini merak edenlere çok güzel iki kitap önerebilirim.

Bunlardan ilki Prof.Dr. Nur Akın'ın 19.yy İkinci Yarısında Galata ve Pera kitabı. Galata ve Pera'nın  19yy ikinci yarından 20yy başına dek olan kültürel, sosyal yapısını anlatıyor.

İkincisi ise  Edmond De Amicis'in İstanbul (1874) kitabı. Amicis İstanbul'da kaldığı dönemdeki gözlemlerini anlatmış.

Galata ve Pera'yı zaman zaman okurum ve her defasında da yanlış zamanda dünyaya geldiğimi düşünürüm. İstanbul'un İstanbul olduğu zamanlarda yaşamak varmış ruhunun yok edildiği şimdide değil.








İYİMSERLİĞİN SIVI HALİ...






Bahar geldi artık...Her ne kadar kışı sevsem de sabahları ılık güneşli bir havaya uyanmak güzel oluyor...Özlemişim.

Dışarıda mis gibi bahar havası hüküm sürerken ben aralık ayının soğuk bir gününde Barcelona'nın sokaklarını arşınlıyorum. Derken Sempre & Oğullarının vitrinine bakmak için bir an duraklıyorum. Hani şu insanların yaşamları boyunca kendilerini bekleyen kayıp  kitabı sormak için içeri girdikleri kitabevinin önünde. İçeri giriyorum.

Birden birilerinin mırıldandığını duyuyorum "İşte o gün bugündür. Bugün şansımız dönecek." diyor iyimserliğin sıvı hali olan ilk kahvesini içerken...

Bu kitap, içindeki kitapçı dükkanı ve günün ilk kahvesi...Daniel, Martin, Fermin, Bea, Isabella... Bunların hepsi aynı çetenin üyesi...Çete başları da Carlos Ruiz Zafon...Beni baştan çıkartmak için kafa kafaya vermişler...Güzel çevirisi ise kitabı ruhundan hiçbir şey kaybettirmeden dilimize çeviren Füsun Doruker ise onlarla işbirliği halinde...

Rüzgarın Gölgesi, Meleğin Oyunu şimdi de Cennet Mahkumu...Araya bir de gençlik kitabını sıkıştırmıştım Sisler Prensi...

Carlos Ruiz Zafon, okumaktan her zaman zevk aldığım bir yazar...İyimserliğin sıvı hali eşliğinde...

Güzel bir kitap okumak isteyenlere tavsiye ederim...Cennet Mahkumu...

Kitaplar eşliğinde mutlu, güneşli günler diliyorum...

Kalın sağlıcakla,,,





SEVGİLİ GÜNLÜK...O NE SOĞUKTU ÖYLE...

O ne soğuktu öyle... Nisan deyince aklıma ılık hava, bahar yağmurları, tomurcuklanan ağaçlar ha bir de bitmez tükenmez polen alerjim gelir. Dün bütün gün dışarıda işim vardı. Önce Taksim Beyoğlu sonra Kadıköy. Öğlen gibi İstiklal Caddesinde idim. Yağmurun altında yürümeyi çok sevdiğim için Taksim'deki işim bitince Tünel'e doğru yürümeye başladım. Üstümde incecik kaban. Gerçi sevemem öyle lahana gibi kat kat giyinmeyi ama bu sefer gerçekten hava şartları göz önüne alındığında  abartmışım durumu. Neyse her zaman uğradığım kitapçılara gire çıka Tünel'e kadar yürüdüm. Arada ufak bir kahve molasını da ihmal etmedim doğrusu. Kabanımın kapşonuna güvenen ben şemsiye de almamıştım elime ama İstanbul'da artık en kolay bulunan ve iskeletleri boydan boya İstiklal Caddesini kaplayan 5tl,- şeffaf şemsiyelerden bir tane alıp devam ettim yoluma. Hava muhalefeti nedeniyle olsa gerek çok fazla kalabalık yoktu. Her zamanki gibi bolca Arap turist kaplamıştı ortalığı. Çöl sıcağından sonra ilaç gibi gelmiştir bu hava onlara desem de hepsi hastadır şimdi. Bünye alışkın değil ne de olsa.



Neyse Tünel'den Karaköy yoluyla Kadıköy'e vardım ama ne varıştı o öyle. Motordan çıkanlar daha doğrusu çıkmaya çalışanlar rüzgarın etkisiyle ilerleyemiyorlardı. Don Kişotlar Yel Değirmenlerine karşı durumları. Uçuşan uçuşana...Yağış bir yandan ama benim şemsiyem var ya bana bir şey işlemez gerçi işlemiş işleyen iliklerime kadar sırılsıklam olmuşum daha ne olsun derken Kadıköy'ün o karanlık sokaklarına doğru yürümeye başladım. Derken olan oldu...Şemsiyem o çok güvendiğim şemsiyem beni yel değirmenlerinden koruyacak olan o güzelim şemsiyem iskelete dönüşüverdi. İhanetin böylesi...Bana çok ama çok ağır geldi bu durum. Bulduğum ilk çöp tenekesinin içine diğer şemsiye iskeletinin yanına tıkıştırıverdim kendisini. Kafamda sadık kapşonum işlerimi bitirdim ve evime döndüm. Hemen sıcak bir kahve yaptım alelacele, açtım CD'yi, uzattım ayaklarımı sehpaya...Fly me to the moon dalga dalga eve yayılırken günün özetini geçti gözlerimin önünden...

"Yağmurda yürüme sevdasıyla ıslanmış hem de sırılsıklam iliklerine kadar üstelik  5tl'ye almış olduğu şemsiyesi de yok artık. Rüzgar aldı götürdü...Kadıköy'ün daracık karanlık sokaklarından karla karışık yağmura karışarak evine döndü."

Diye yazdım facebook sayfama...

Ve yorumlar dökülmeye başladı hemen takır takır...Ha ha ha bu sensin dimi :))) ? diye soranlar, acil ballı zencefilli çay tarifi verenler, çay hazır hemen gel birlikte içelim yazanlar, gel seni Pati ısıtsın diyenler (Pati arkadaşımın henüz 1 aylık ufacık tefecik dünya tatlısı kedisi. Ahh o sıcacık sevgisi...), şehrin çeşitli semtlerinden burası da aynen öyle yazanlar, İzmir'de donuyor, Kars buzzz gibi diyenler, kendine dikkat et, kaloriferin yanına, doğru kırmızı battaniyenin altına diye yazanlar, sen şimdi sıcak şarap içersin diyenler...

Hepinizi çok seviyorum. Böyle bir günde içimi ısıttınız...Bu sıcacık mesajların yerini ne çay, ne kahve ne de sıcak şarap tutar...İyi ki varsınız...Yazdım hepsine camıma çarpan yağmur damlalarının pıtırtıları eşliğinde...

Ben - Mary Poppins





MOR MENEKŞE AĞLIYOR BUGÜN...




Eserlerin ile hepimizin hayatına dokundun...
Seninle Herşeye Varım Ben diyerek aşık olduk... 
Beni Anlamadın Ya diyerek hüzünlendik...
Aslan gibi miyavlayıp, kedi gibi kükredik...
Güldük, ağladık...
Şimdide bir ağızdan Yoksun Sen'i söylüyoruz...



Mekanın Cennet Olsun...