Dünyanın Bütün Sabahları



Kitabın orjinal adı 'Tous les matins du monde' Tous les matins du monde sont sans retour' Kitabın 76. sayfasındaki 'dünyanın bütün sabahları bir daha geri gelmez' cümlesi esere adını vermiş. 

Roman, 17.yy Fransa'sında eşini kaybettikten sonra çiftliğinde iki kızıyla beraber yaşayan besteci viyola da gamba sanatçısı Sainte-Colombe'un hikayesini anlatmaktadır. Colombe sanatta ün değil şiiri ve huzuru arayan bir müzik dehasıdır. Versaille Sarayında çalması ve saray müzisyenlerine katılması için kral tarafından gönderilen elçiyi 'ben yaşamımı bir dut ağacının içindeki kül rengi tahtalara, bir viyolanın yedi telinden çıkan seslere, iki kızıma adadım. Dostlarımda anılarımdır. Sarayım şu gördüğünüz söğütler, akan su, sazan balıkları ve mürver çiçekleridir. Yüce kralımıza söyleyin ben yalnızca kendime ait bir yabanım' diyerek geri gönderir. 

Kızları viyola çalmak için uygun boya gelinde onlara da viyola da gamba çalmasını öğretir ve birlikte konserler vermeye başlarlar. On beş günde bir verdikleri bu konserlere katılmak için soylular birbirleriyle yarışır.  

Bahçesindeki küçük tahta kulübesinde kırmızı kaplı defterine yeni bestelerini yazar ama bunları bastırmamakta ve halkın yargısına sunmakta direnir. Sanatı sanat için yapmayı tercih eder. 

Hayatını besteleri, kızları, verdiği konserleri ve kayığı ile paylaşırken horozibiği gibi kıpkırmızı on yedi yaşlarında bir çocuk bir gün kapılarını çalar. Sainte-Colombe'dan viyola hocası olmasını rica eder. Sainte-Colombe önce kabul etmese de daha sonra Marin Marais'yi öğrencisi olarak kabul eder ve birlikte çalışmaya başlarlar. Bu arada Colombe'un büyük kızı Madeleine ile Marais arasındaki yakınlaşma aşka dönüşür. Bir gün Marais Colombe'a Versaille Sarayına kabul edildiğini ve kralın huzurunda çalacağını söylediğinde evde büyük bir olay çıkar ve Colombe Marais'i evden kovar. Marais evi terk eder ama aklı her zaman Madeleine'de ve Sainte-Colombe'un bestelerinde kalır. Gizli gizli eve gelerek Colombe'un çaldıklarını dinler ve kardeşinden Madeleine hakkında bilgi alır. 

Madeleine hamiledir ve ölü bir çocuk doğurduktan sonra hastalanmıştır. Marais gizli gizli sevgilisini ziyaret etmeye devam eder. Bu ziyaretlerinin birinde Madeleine sevgilisinden 'Düş gören kız'ı çalmasını ister. Marais, Madeleine'in isteğini yerini getirir. Marin Marais sevgilisinin bu son istediğini yerine getirdikten sonra Versaille'a dönmek üzere arabaya bindikten sonra Madeleine hasta yatağından kalkar, Marais'in biraz önce oturup viyola çaldığı taburenin üzerine çıkar, ipi kirişin üzerinden geçirir, bir düğüm yapar, boynuna geçirir ve intihar eder.

Aradan yıllar geçer, Sainte-Colombe kendi deyimiyle artık gölgelerle konuşan yalnız bir adamdır. Çok ender çalmaktadır. Marin Marais ise gizli ziyaretlerini sürdürmekte hocası öldükten sonra eserlerinin tamamen kaybolacağı korkusunu yaşayarak geceleri onu gizli gizli dinlemeye devam etmektedir. Sonunda bir kış gecesi Colombe'un kendi kendine konuştuğu bir sırada yine evine gelir ve kapısını çalar. Ondan son bir ders rica eder. Birlikte Madeleine'in viyolasını alırlar ve gözyaşları içinde sabahın ilk ışıklarına kadar çalarlar.

Okuduğum kitapların sonunu genelde yazmamaya ve okuyucuya bırakmayı tercih ederim ama bu kitabın sonunu yazmak istedim. 

Dünyanın Bütün Sabahları benim çok sevdiğim kitaplardan biridir. Kitabı ikinci okuyuşum. Kitapta  ve filmde Colombe'un Özlemler Ağıtı adını verdiği eserini çaldığı an en sevdiğim bölümlerden biridir.

'Nota defterine bakmaya gerek bile görmedi. Eli çalgı tuşu üstünde kendiliğinden gidip geliyordu, gözyaşlarını tutamadı. O anda ezgiler yükselirken, solgun benizli bir kadın kapının yanı başında göründü, gülümseyen dudaklarının üstüne parmaklarını koyarak konuşmayacağını ve yapmakta olduğu işi bırakmamasını işaret etti. Mösyö de Sainte Colombe'un nota sehpasının çevresinde sessizce dolaştı. Masanın ve şarap şişesinin yanı başında köşede duran müzik sandığının üstüne ilişti ve dinlemeye koyuldu. 

Bu, karısının ta kendisiydi ve gözlerinden yaşlar boşanıyordu. Çaldığı parçayı tamamladıktan sonra gözlerini açınca artık onun orada olmadığını gördü. Viyolasını yerine bıraktı, şarap sürahisinin yanındaki tabağa elini uzatırken hemen hemen dibine inmiş bardağı gördü ve onun yanında mavi örtüsünün üstünde duran yarısı ısırılmış pastaya gözü takılınca şaşırdı kaldı.Bu ziyareti başkaları izledi.'


Filmin müzikleri ünlü viyola da gamba sanatçısı Jordi Savall tarafından yapılmış. Viyola da Gamba ve Jordi Savall demişken onun bir eserini de paylaşmadan olmaz:) İşte sevdiğim parçalarından biri...
Güzel bir kitap okumak isteyenlere tavsiye edilir...                                                                             DÜNYANIN BÜTÜN SABAHLARI     PASCAL QUINARD      CAN YAYINLARI

30 AĞUSTOS

30 AĞUSTOS ZAFER BAYRAMI'MIZ KUTLU OLSUN!

MEHTAP, YAZ VE AŞK


Dışarıda şimşek çakıyor. Uzaktan gök gürültüsünün sesi geliyor kulağıma. Giderek yaklaşıyor. Bir kez daha şimşek geceyi aydınlatıyor. Yağmur damlaları düşmek üzere. Belki bazı yerlere düştüler bile. Yaz göçmen kuşlarıyla birlikte yavaş yavaş terk ediyor bizi. Dalgaların sesi, kuş cıvıltıları yerini şehrin gürültüsüne bıraktı. Yazlık evlerin kapıları bir bir kapanmaya başladı. Yaz bitti, sonbahar kendini hissettirmeye başladı. 
Yaz sonu genellikle hüzünlüdür diye yazmış Atilla Birkiye Mehtap, Yaz ve Aşk başlıklı yazısında. Hele ki yaz aşkı yaşamışsan ve yazın bitmesiyle aşkın da sonu da gelmişse.
İşte yaz sonunu anlatan güzel bir yazı...Atilla Birkiye'nin kaleminden...Mehtap, Yaz ve Aşk 


Yazsonu genellikle hüzünlüdür; güneşin aydınlığı giderek kendini “karamsar ve sıkıntılı” ışıklara bırakır. Sonbaharın üzerinde taşıdığı hüzün de biraz bundandır. Yeni arkadaşlıklar, dostluklar bir tatil kasabasında kalmıştır. Denizin mavili ve mehtaplı gecelerdeki söyleşiler, kumdaki ateşin başında içilen içkiler...
Belki de bir aşk... Genellikle bir aşk. Coşkuyla yaşanan. Öylesine bir coşkudur ki, sanki, siz, sevgili, deniz ve mehtaptan başka hiçbir şey yoktur yeryüzünde...
Evet, yaz aşkları başkadır. Biraz platonik, bazen biraz umutsuz, biraz imkânsız aşklardır bunlar. Gizli kalmış aşklardır bazısı; söyleyememenin ki söyleyememek için bazen binlerce neden çıkar karşınıza, gizlediği aşklardır.
Yaşamın çetrefilliği diye bir şey vardı. Yollar ayrılır, ayrılabilir; işler karışır. Genellikle de gençlik aşklarıdır yaz aşkları. Anılarını hiç unutamadığımız aşklardır. Çoğunlukla hüzünle biter; bazen acıyla. Sonu sanki hep ayrılıktır...
Zaten her bitiş, her ayrılık hüzün ve acı değil midir, hep bizimle birlikte olan...
Yaz aşkları bazen mehtabın denizden batışı gibidir. Ay inişe geçtiğinde giderek kızıllaşır, yukarıdaki parlaklığını yitirmiştir. Bir süre sonra denizin ortasında kızıl bir toptur. Ne yazık ki o kızıllık orada kalmayacak giderek küçülecektir. Karanlık suların içinde ateşin sönmesi gibi kızıllık birdenbire yiter ve yüreğinizde bir acı duyumsarsınız.
Belki de bu, karşılığı olmayan bir aşk hançerinin bıraktığı acıdır. Belki de uzaklardaki sevgilidir. Belki hiç yaşanmayacak bir aşktır. Belki de birkaç gün sonra yaşanacak zorunlu bir ayrılıktır...
Yaz biter, sonbahar gelir. Ayrılığın ardındaki hüznü sonbaharda yaşarsınız. Sanki doğa, duygularınıza denk düşmektedir.
Türkçe’nin en güzel aşk şiirlerinden biri olan Cemal Süreya’nın “Aşk” adlı şiirinden üç dizeyle, yaz aşklarına şapka çıkartalım:

Şimdi sen kalkıp gidiyorsun. Git.
Gözlerin durur mu onlar da gidiyorlar. Gitsinler.
Oysa ben senin gözlerinsiz edemem bilirsin.

Çok ama çok eskilerden


Uzun Bir Yaz


Bir günde okundu bitti. 102 sayfa kısacık bir roman. Kimin eli kimin cebinde belli olmayan ikili, üçlü ilişkiler, kovalanan ama ulaşılamayan sonu sürprizle biten sanat tarihçisi Leopoldo ile Nina'nın aşk hikayesi.

Leopoldo bir haziran akşamı Popolo Meydanı'nda uzun süredir tanıdığı ama hakkında çok fazla bir şey bilmediği güzel Nina'ya rastlıyor. Önce selam verip yoluna devam ediyor ama sonra yemeğe davet etmediği için pişman oluyor. Bir kaç gün sonra izini bulup Yunanistan'a tatile gitmelerini teklif ediyor ve bir anda kendilerini Pire'ye giden gemide buluyorlar...Bu arada Nina'nın kolay bir insan olmadığını, kapris yapan, fazla akıl yürüten ve beklenmeyen davranışlarda bulunan bir hayalperest olduğunu öğreniyoruz. Aynı zamanda alımlı, uçarı ve gizemli. Fonda tipik yunan manzaraları eşliğinde çırılçıplak denize giriyorlar, tavernalarda yemek yiyorlar, davetlere katılıyorlar, sokaklarda öpüşüyorlar, terasta uzanıp yıldızları seyrediyorlar, sevişiyorlar. Günler bu şekilde akıp giderken bir gün cafe'de otururlarken vapurdan Taddeo iniyor. Taddeo Nina'nın evli ve çocuklu sevgilisi. Leopoldo bu durumu kıskanmakla birlikte onları yalnız bırakmayı tercih ediyor, kendisi de bu arada İrene'le tanışıyor be birlikte oluyorlar. Uzunca bir süre  Nina'dan haber alamıyor. Bir gün beraber kaldıkları eve gidiyor. Nina evde bıraktığı mektupta Taddeo'nun iki sonra gittiğini, bir hafta Leopoldo'yu beklediğini, kızdığı için onu aramadığını ve  dinlenmek için Korsika'daki bir arkadaşının evine gideceğini yazmaktadır. Leopoldo  Korsika'ya gider. Oradaki ortak tanıdıklarından Nina'nın Fas'a Tanca'ya gittiğini öğrenir ve olaylar burdan sonra hız kazanır. Tanca'da Nina'yı bulur. Nina ona hamile kaldığını söyler ama çocuğun babasının kim olduğu hakkında bilgi vermez. Gittikleri bir davet sırasında Nina bayılır ve hastaneye kaldırılır. Doktorlar ne olduğunu anlamamıştır. Arkadaşları sırayla başında nöbet tutarlar. Leopoldo ve Tanca'ya gelen Taddeo'da nöbetçiler arasındadır. Günler sonra Nina kendine gelir ve gerçeği itiraf eder. 'Ben' diye başlar söze aslında Taddeo'dan hoşlanıyorum, seni seviyorum ve Gérard'a aşığım Gabriele'nin aşık olduğu erkek. Bayılmamın sebebi Gérard ile Gabriele (erkek) öpüşürken yakaladım. Bu itiraftan kısa bir süre sonra Nina hastaneden çıkar,  Leopoldo Fransa'ya döner, Nina, Gabriele ve Gérard Tanca'da kalırlar...

Sonunda Leopoldo ile Nina Venedik'te karşılaşırlar ve Uzun Bir Yaz sürprizle sonuçlanır...

Merak ettiyseniz birlikte olmadıklarını fısıldayım:)

Bu kitabı yaz başında Can Yayınları'nın kampanyasından almıştım. Hoşça vakit geçirttirecek sabun köpüğü bir kitap. Biraz Fransa, biraz Yunanistan birazda Fas manzaraları eşliğinde...

UZUN BİR YAZ    ALAIN ELKANN    CAN YAYINLARI  EREN CENDEY çevirisi

Küçük şeylerden zevk almaya bakın:)



Zorunlu olmayan sayıları çöpe atın: yaş, kilo, boy.
Doktorunuz düşünsün onları. Bunun için ücret alıyor sizden.

Sadece neşeli arkadaşlarınız olsun.
Suratsızlar, negatifler sizi aşağı çeker.

Öğrenmeyi sürdürün: Bilgisayar, el sanatları, bahçecilik, ne olursa.
Beyniniz âtıl kalmasın. Âtıl kafa, iblisin tezgâhıdır.
İblisin adı da, alzheimer’dır.

Küçük şeylerden zevk almaya bakın.

Sık sık, uzun uzun, vargücünüzle gülün. Soluksuz kalıncaya kadar gülün.

Gözyaşları olacaktır. Katlanın, yas tutun, başka yaşantılara geçin.

Sevdiklerinizle doldurun çevrenizi, aile, kedi, köpek, kuş, balık,
yadigârlar, müzik, bitkiler, hobiler, ne olursa.
Eviniz sığınağınızdır. Tadını çıkartın.

Sağlığınızın kıymetini bilin. İyiyse üstüne titreyin.
Bozuksa düzeltin.
Siz kendiniz düzeltemiyorsanız yardım sağlayın.

Vicdan azabından uzak durun.
Çarşı pazarda gezin, komşu illerde dış ülkelerde dolaşın,
ama sakın suçluluk, pişmanlık duygusuna yönelmeyin.

Sevdiğiniz insanlara onları sevdiğinizi söyleyin, hissettirin her fırsatta.

Ve hiç unutmayın ki yaşam, aldığımız soluklarla değil, soluk kesen anlarla ölçülür.

George Carlin

Ruh Yorgunuyum




Ruh yorgunuyum,

Gönül yorgunuyum,

Hayat yorgunuyum,

Öğrenmek, Bilmek, Anlamak,

Anlamamış gibi yapmak,

Düşünmek, Hissetmek,

Tanımak,Tanık olmak,

Katlanmak, Anlayış göstermek,

Görmezden gelmek, Üzerinde durmamak,

İdare etmek, Üzülmemiş görünmek,

Alışmak, Alışamamak,

Sabretmek, Katlanmak,

Beklemek

Yorgunuyum..

Tam da artık bu memlekette hiç bir şey şaşırtmaz beni sanırken,

Her seferinde yeniden şaşırmak

Yorgunuyum


Murathan Mungan

Ajandaya kaydedildi:)


Tanpınar Festivali, korku perdesini aralıyor


Bu yıl dördüncüsü düzenlenecek olan Tanpınar Edebiyat Festivali programı açıklandı. Pek çok yenilik ve sürprizle dolu olan programda, Café Amsterdam buluşmaları, İstanbul dışı etkinlikler, Fellowship Programı ve çocuk edebiyatı etkinlikleri öne çıkıyor.

"Şehir ve Korku" temalı İTEF 2012, 1-4 Ekim'de İstanbul'da, 4-7 Ekim'de Ankara, İzmir ve Hatay'da okurla buluşturacak. 20 farklı ülkeden 68 yazar, okuma ve tartışma etkinlikleri, öğrencilerle buluşmalar, atölye çalışmaları, imza etkinlikleri ve edebiyat partileri ile Türk ve Dünya edebiyatından örnekler İTEF kapsamında sunulacak. Bu yılın bir diğer özelliği de İTEF etkinliklerinin bu yıl yazar listesinden birer seçkiyi İstanbul dışında İzmir, Ankara ve Hatay’a taşıyacak olması!

İTEF - İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali bu yıl ekimin ilk haftasında, tematik yazar okumaları ve söyleşiler, interaktif edebiyat projeleri, kapsamlı bir Profesyonel Buluşmalar Fellowship Programı, çocuk edebiyatı etkinlikleri ve bunu yanı sıra edebiyat partileri ile edebiyata dair olan ne varsa takipçilerine sunacak.
  





Tema: Şehir ve korku



Festivalin bu yılki teması 'Şehir ve Korku' olarak belirlendi. Söyleşilerde korku, edebi bir tür, bir kip, bir roman kahramanı, bir motivasyon olarak en geniş anlamıyla ele alınacak, etkinliklerde ‘korku’ kavramının edebiyattaki karşılığının yanı sıra bireysel korkulara ve ifadesini günümüzün toplumsal ve siyasal karışıklıklarında bulan ortak korkulara da değinilecek.

2011’de 'Şehir ve Yemek' temasıyla ruhları besleyen etkinliklere sahne olan festival 2012’de 'Şehir ve Korku' teması altında düzenlenecek okuma ve söyleşiler, imzalar, çocuklar için atölye çalışmaları, film gösterimleri ve edebiyat partileriyle yazarları ve okurlarını bu kez en derin korkularıyla yüzleşmeye davet edecek. Savaştan sansüre, şehirleşmeden soylulaştırmaya, yazarın beyaz kağıt korkusundan hepimizin içinde yaşayan canavara, edebi korkuları, korku edebiyatını, beden korkularını, şehir korkularını ve toplumsal korkuları, kurguyla hakikatin arasına sıkışmış o duyguyu irdeleyecek.

İTEF Festival Kitabı’nın bu yılki sayısında ise festival yazarlarına en çok neden korktuklarını ve ne zaman korkusuz olduklarını soruyoruz. Festival kitabı Şehir ve Korku, Türkçe ve İngilizce olarak yayınlanacak; İstanbul TÜYAP Kitap Fuarı, Frankfurt ve Londra Kitap Fuarları’nda dağıtılacak.









Bu yıl sadece İstanbul'da değil!


 
İTEF - İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali, 4. yılında 4 şehirde edebiyatseverlerle buluşuyor. İTEF - İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali her yıl olduğu gibi bu yıl da ekim ayının ilk haftasında edebiyat sahnemizin seçkin isimlerinin yanı sıra 20 farklı ülkeden 38’i yabancı olmak üzere 68 yazarı İstanbul, İzmir, Ankara ve Hatay’da ağırlayacak.


Profesyoneller bir arada



İTEF - Profesyonel Buluşmalar Fellowship programı dünyanın dört bir yanından yayıncılar, festival organizatörleri, gazeteciler dshil olmak üzere çeşitli alanlarda faaliyet gösteren 20 yayıncılık profesyonelini ağırlayacak ve onlara Türk yayıncılık sahnesini tanıtacak.

Haberin devamını okumak için linki tıklayınız...

Avion Travel

Müzik ve kitaplar hayatımın her zaman bir parçası olmaya devam ederken bunu da paylaşmadan edemedim

Avion Travel-Canzone arabbiata


Ta P'tite Flame


Ünlü simaların kütüphaneleri


Okumayı seven biri olarak kitapların artık sığmayarak kendini raflardan atmaya başladığı bir kütüphanem var evimde. Salonumun bir duvarını baştan aşağı kaplıyor. Yapım aşamasında marangoz atölyesine giden müşteriler  marangozun ifadesine göre hangi sahafa yaptıklarını sormuşlar. 15'de bir evime temizliğe gelen yardımcım ise yan gözle kütüphanemi işaret ederek senin evde de bana göre atılacak çok şey var be abla ne biriktiriyorsun bunları diyor. Fena halde kitaplarıma göz dikmiş vaziyette:). Evime ilk kez gelenler veya kapı aralığından salonu görenler bu kadar kitabı bir kitapçıda birde sizde gördük diyorlar. Eh okumayan bir ülkede bu lafları duymak bana çok normal geliyor. Her ne kadar artık kitap almayacağım desemde kendime hakim olamıyorum ve her kitapçıya gidişte kütüphaneme yenileri ekleniyor. Laf aramızda bugünde Lizbon'a Gece Treni eklendi. Kimi eşyadan eve sığmaz, bende yakından kitaptan sığmayacağım. Benden beterleri de vardır mutlaka. 

Sabit Fikir ünlü simalarını yayınlamış sayfasında...Hepsini çok beğendim ama favorim William Randolph Hearst'ın kütüphanesi oldu. Müze gibi. Baktıkça burnuma eski ve kitap kokusu geliyor. Ayrıca Julia Child'ın kütüphanesinde de soğuk kış gecelerinde sıcacık bir fincan kahve eşliğinde şöminenin karşısında kitap okumak fena olmazdı doğrusu. Hele bir de dışarıda kar yağıyorsa.
İşte Ünlü Simaların Kütüphaneleri. Biri mutlaka sizin için diye düşünüyorum. 

Birçoğumuzun hayalidir, çok paramız veya yeni bir evimiz olunca ya da evimizdeki fazlalıklardan kurtulunca güzel bir kütüphane oluşturmak. Ünlü ve zengin simalardan birkaçı bu hayali gerçekleştirmiş görünüyor. Bakalım kimin nasıl bir kütüphanesi var?

Karl Lagerfield'ın Kişisel Kütüphanesi: Samimi olmak gerekirse o kadar çok kitap var ki sırf isimlerini okumak bile bir hayli vakit alabilir.




Diane Keaton'un Kişisel Kütüphanesi: Işıklandırma ve renkler harika, duvarlardaki yazılar muhteşem ama hiç sandalye yok gibi. Kitapları okurken ya da sadece karıştırırken insan oturma ihtiyacı hissedebilir.




Woody Allen'ın Kişisel Kütüphanesi: Filmleri dünyada ilgiyle izlenen ödüllü yönetmen Woody Allen'ın kütüphanesi de oldukça ilgi çekici. Oldukça samimi ve rahat görünen kütüphaneye bayıldık.



Keith Richards'ın Kişisel Kütüphanesi: Richards'tan da beklendiği gibi gerçekten çok şeker bir kitaplık.



William Randolph Hearst’ın Kütüphanesi: Rüya gibi bir kütüphane. Eğer burası benim olsaydı bütün arkadaşlarımı davet edip büyük kütüphane partileri verirdim. Herkesin kitapların içinde kaybolduğu, nadir sessiz partilerden olurdu sanırım.



Neil Gaiman'ın Kişisel Kütüphanesi: Bu adam gerçekten 'okuyor'. Bunların hepsini okuduğunu ya da birkaç rafın 'okunacak kitaplar rafı' olduğunu düşünsenize!




Sting'in Londra'daki evinin merdivenlerinin hemen başında duran kütüphanesi çok güzel. Duyumlarımıza göre bu raflar pek fazla hukuk ve felsefe kitabı ihtiva ediyormuş.



Buyrun bakalım. Burası da tasarımcı Mark Badgley ve James Mischka'nın haftasonu evindeki kütüphaneleri. Siyaha boyanmış ahşap kütüphaneye modern bir hava katmış. Yemek masasıyla kitapların yan yana kombine edilmiş olması da eğlenceli bir durum olabilir. Aslında bu bana 'okumalı akşam yemeği partisi' için güzel fikirler çağrıştırdı. Şarap, kitaplar, arkadaşlar ve kısa pasajların okunduğu bir oyun...




Burası  Jula Child'ın Cambridge-Massachusetts'te yaşadığı evin kütüphanesi. Bu samimi ve doğal tonlardaki kütüphane bende şöminenin yanına kıvrılıp bir kitabın içinde kaybolma isteği uyandırdı.  



Burası açık ara farkla en sevdiğim kütüphane oldu. Bu kütüphane Johns Hopkins Üniversitesi'nde çalışan ve Beşeri Bilimler Merkezi'nin kurucusu olan Profesör Richard A. Macksey'e ait. Kendisi 70,000 kitaptan oluşan (yaklaşık 4 milyon dolar değerindeki) bu kütüphaneyle Maryland'in en geniş kütüphanelerinden birine sahip.




Sabit Fikir'den alınmıştır
Çeviren: Ceren Kavak

Her şey 45 saniye içinde bitti...


Özdemir Asaf'tan...



Ne güzel insanlar vardı eskiden.
Çocukluğumuzu kaplamışlardı.
Bize masal anlatırlardı
Cinlerden, perilerden.
Büyük anneler, büyük babalar vardı.

O zaman hepsi uzaktı ölümden.
Hem sevdirir hem korkuturlardı.
Acı hikâyeleri bile tatlı başlardı.
Demek bunun için gittiler hikâyelerden.
Ne güzel insanlar vardı eskiden.

Ne güzel şarkılar vardı eskiden.
Gençliğimizi donatırlardı.
Hep iyi şeyler hatırlatırlardı
Geçip gitmiş devirlerden.
Sevgi ve ümid yaratırlardı.
O zaman her şey uzaktı ölümden.
Yanık şarkılar bile neşeli başlardı.
İster istemez saadet taşardı
Gamsız günlerimizden.
Ne güzel zamanlar vardı eskiden.

Ne güzel şarkılar vardı eskiden.
Hayâl içinde yaşatırlardı.
Güldürür ağlatırlardı
Duymadan biz, düşünmeden.
Her an bir asır kadardı.
O zaman herkes uzaktı ölümden.
Candan sevdiklerimiz vardı.
Hepsi başka güzeldi, bizi tanımazlardı.
Bütün yollarımız geçerdi gül bahçelerinden.
Ne güzel zamanlar vardı eskiden.

Özdemir Asaf

Hayatıma hoş geldin:)


Yalnızlık şarabı




"Bilmem ki kim veriyor bu yalnızlık şarabını bana.

Kimi gece sokaklarda dolaşırken elimde buluveriyorum şişesini. Öyle, tutuşturuvermişler elime gene, tıpasını açıp bir yudum alıyorum ondan; yahu kim veriyor gece zamanı elime şu yalnızlık şarabını?. Bu şarap bana yaramıyor, dokunuyor, hasta ediyor beni diyorum.

Gece zamanı nereden buluyorum ben bu şişeyi, bu şaraptan neden içiyorum bilmiyorum. 

Alın elimden şu şişeyi arkadaşlar! Elimden alın da, başka bir yere koyun şu yalnızlık şarabının şişesini.

Tuttu beni, hasta oldum, ağlıyorum.

Alın bunu elimden arkadaşlar. İçirmeyin bana yalnızlık şarabını..."

Ayışığı Sofrası - Nazlı Eray




Madem ateşin var ne duruyorsun karanlıkta


'Ey kara mezarlık Karacaahmet sana gelmiyorum işte...Yorgo'nun Meyhanesine gidiyorum. Daha çok beklersin...'

Işıklar içinde uyu büyük usta...Müşfik Kenter'in anısına...

Bizden kaçırdığınız eserleri geri vermeyin!




Hürriyet yazarlarından Melis Alphan'ın bugün köşesinde böyle bir başlık vardı. Okumuşsunuzdur gazetelerde, son zamanlarda bir moda çıktı Türkiye'den yurt dışına kaçırılan eserlerin istenmesi. Bu yeni bir şey değil her zaman yapılıyor. Ülkemizden yurt dışına çeşitli yollarla tarihi eserlerimiz kaçırılıyor ve biz istiyoruz. Tekrar kaçırılıyor, tekrar istiyoruz. Sonu gelmez diziler gibi. Son zamanlarda bu haberler gazetelerde boy boy yer almaya başladı. Şurdan şunu istedik, burdan bunu istedik diye. Kültür Bakanlığı iş başında, iz üstünde olduğunu göstermeye çalışıyor. Biz çalışıyoruz eserlerimizi geri istiyoruz. (da o eserler kaçırılırken neredesiniz acaba?)

Bende basında çıkan haberleri bir kaç kez  facebook'ta 'gittikleri ülkelerde kalsınlar, oralardaki müzeler bizim eserlerimize daha çok değer veriyor. Bizde çanak çömlek muamelesi gören arkeolojik eserlerimiz oralarda dünya mirası gözüyle bizden daha iyi korunuyor' diye paylaşmıştım. 

Kimi arkadaşlarım bu fikrime katılmış, kimiyse hem arkeoloji eğitimi aldın hemde böyle yazıyorsun diye beni eleştiri yağmuruna tutmuştu. Bende onlara tv programlarına konu olan müzelerin bodrumlarında çürütülen eserlerimizden, geçen yıllarda gazetelerde haber olan, plastik oyuncak kalıbı olarak Atatürk Havalimanından yurt dışına çıkarılan 1.5 tonluk lahitten ve benzeri olaylardan bahsetmiştim. Bilmem anladılar mı ama kim ne derse desin ben yurt dışına çıkarılan eserlerin Türkiye'ye getirilmesini istemeyenlerdenim. Evet bizim topraklarımızdan çıkan paha biçilmez eserlerimize yabancılar bizden çok daha fazla sahip çıkıyor ve en önemlisi dünya mirası gözüyle koruyorlar. 

Melis Alphan'da bu günkü Hürriyet'teki köşesinde bu konuyu kaleme almıştı. Yurtdışına kaçırılan eserlerimizle, arkeolojiyle ilgilenenlere...Bizden kaçırdığınız eserleri geri vermeyin...

Haberi okumak için linki tıklayınız...

LÖSEV Gönüllüsü Olmak Bir Ayrıcalıktır...


Büyük LÖSEV Ailesi, lösemili&kanserli çocuk ve ailelerin bu zorlu mücadelede yalnız olmadıklarını göstermek için sevgi ve azimle çalışan bir vakıftır. LÖSEV kurulduğu 1998 yılından bugüne dek faaliyetlerini duyarlı kişi ve kuruluşların destekleri ve binlerce GÖNÜLLÜSÜ’nün katkılarıyla gerçekleştirmiş; Türk halkının konu hakkında daha bilinçli ve duyarlı olmasıyla beraber tedavide %91'lere çıkardığı başarısını %100’e çıkartmayı hedeflemiştir.



LÖSEV'e gönlünü veren gönüllüler LÖSEV’in her etkinliğinde aktif rol almakta, vakıf çalışmalarına aktif katılım göstererek çocukları hayata bağlamaktadırlar.

Yüreğinde paylaşım ve sevgiye yer olan herkesi Lösev gönüllüsü olmaya davet ediyoruz.


Lösev gönüllüsü olabilmek için aşağıdaki formu doldurmanız yeterli: http://bit.ly/losevgonullusu
Lösev’i Facebook’ta takip etmek için: www.facebook.com/losev0660
Lösev’i Twitter’da da @losev1998 hesabından takip edebilir, #LosevHayatVerir hashtag’i ile  paylaşımlarınızla destekleyebilirsiniz.

Bir bumads sosyal sorumluluk içeriğidir.

Rüzgar



Var gücüyle kıyıyı döven dalgaların sesi yaprakların sesiyle dans ediyor bu gece. Deli rüzgar bomboş sokaklarda evlerin duvarlarına çarparak dolaşıyor. Rüzgar çanı fazla mesaide. Gecenin tüm olumsuzluklarını evden uzak tutmaya çalışıyor sanki. 

Yıldızlar pırıl pırıl parlıyor gökyüzünde. Sakin, sessiz...

Dün gecenin boğucu sıcağı yerini rüzgara bırakmış kaçmış. Uzaklardan bir pencere çarpması geliyor kulağıma. Terk edilmiş evin etrafında yarasalar uçuşuyor. Elektrik direğinin üzerindeki baykuş geceyi bölen bir çığlık atıyor. Ve bir araba geçiyor aheste aheste arkasında toz bulutu bırakarak. 

Kopan yapraklar sürükleniyor çimlerin üzerinde, duvarın kenarına sıkışıp kalıyorlar. Karşı tarafta sazlar rüzgarın ritmine ayak uydurmuş salsa yapıyorlar. 

Rüzgar tanrılarının gecesi bu gece. Sahneyi Boreas, Poseidon, Zephyrus, Zeus paylaşıyor. Poseidon elindeki asasıyla dalgaları yükseltiyor, Zeus kalkanına vurarak fırtınayı başlatıyor, batı rüzgarı Zephyrus ve kardeşi Boreas Trakya'daki saraylarından çıkarak rüzgarın hızıyla yarışan atlarının üzerinde dört nala gidiyorlar. Ve rüzgar çanı daha da hızlanıyor. Büyülü bir şeyler fısıldıyor   geceye.


Sahnenin diğer köşesinde ise ben rüzgarın kollarında uykuya dalıyorum. Çanın tınıları, rüzgarın uğultusu ve dalgaların sesi eşlik ediyor rüyama. Denizin, çoktan uykuya dalmış bir köyün, teker teker ışıkları sönmeye başlayan şehrin, çatıların, kapkara bir ormanın üzerinden uçuyorum...Ve perde kapanıyor yarın gün doğumuna kadar...

Basit Yaşamak




Basit yaşayacaksın basit,

Mesela, susayınca, su içecek kadar basit.
Dört çıkacak, ikiyle ikiyi çarptığında.
Tek düğmesi olacak elindeki cihazın;
Tek bir düğme, tek bir cümle gibi;
Sevince lafı dolandırmadan söylediğin
“Seni seviyorum” gibi.

Basit bir öpücük yetecek sana;
Basit sıcak bir öpücük ve o öpücükle dolacak tüm günlerin, tüm düşlerin.
O öpücük için yapacaksın hayatının kavgasını,
O öpücük için yiyeceksin hayatının dayağını.
Kabak çekirdeği verecek sana, rakamların veremediği mutluluğu.

El yazısıyla yazılmış eğri büğrü bir mektup olacak.
En değerli kağıdın; hep yanında taşıdığın, atmaya kıyamadığın.

İki harekette giyiniverecek, iki harekette soyunuvereceksin.
Kısacık olacak uyanman ve yola çıkman arasında geçen süre;
Kısacık olacak
Sıcacık kollara dolanman
ve yolculuklara çıkman arasında geçen süre.

Kendin bile anlayabileceksin yazdıklarını;
Bakışların bile anlatabilecek kendini.

Beklentilerin de basit olacak.
Kaf Dağı’nın önünde bekleyecek mutluluklar.
Bir ıslıkta bulabileceksin en uzun dostluk romanını;
Ya da bir damla gözyaşı yaşatacak sana en ucuz aşk romanını.

Pankreasının sağlığına dua edeceksin kapatırken gözlerini.
Zafer işareti yapacaksın tuvaletten çıkarken.

Bir kaşarlı tost olacak aradığın nasıl oturacağını bilemediğin sofrada;
Parmakların olacak en kıymetli çatalın.
Yine, aynı parmaklar çözecek en karmaşık denklemleri.
İskender’in kılıcı duracak avukat rehberinin yanında.

Bir filarmoni orkestrası veremeyecek sana
Kontrplak bir gitarda, doğru basılmış bir “Fa diyez”in mutluluğunu.

Makyajın ilk “a” sına kadar bilmen yetecek.
Temizlik kokacak en pahalı parfümün.

“Bilmiyorum” diyebileceksin bilmediğinde ve çok normal olacak onu da bilmeyişin.
Tek dereden su getirmen yetecek, bir “istemiyorum” diyebilmeye.

Ne durduğu farketmeyecek abanın altında.

Saatin, sadece saati gösterecek;
Telefonunu sadece telefon etmek için kullanacaksın.
Küçük bir not defteri olacak bilgini en hızlı sayan.

Basit yaşayacaksın, basit.
Sanki yaşamın bir gün sona erecekmiş gibi basit.

Yalçın Ergir - Düş Hekimi

(Herkesin Can Yücel veya Nazım Hikmet sandığı şair)  

Nedenini okumak isterseniz http://www.ergir.com/nesinlik_hikaye.htm tıklayınız...


Ölüme Yakın Deneyimler ve Şeytan Yemini



Ölüme yakın deneyimler (ÖYD) veya Near Death Experience (NDE) tıbbi anlamda kalbin durup daha sonra tekrar hayata dönen insanların geçirdiği tecrübelere verilen isimdir. 


Bu olayı yaşayanların çoğu vücutlarından yükseldiklerini, kendilerini yukarıdan seyrettiklerini anlatmaktadırlar. Uzun karanlık bir tünelin sonunda parlak bir ışık gördüklerini, içlerini büyük bir huzurun kapladığını, kendilerinden önce ölmüş yakınlarının onları karşıladıklarını ve o ışığa doğru gittiklerini söylerler.


Mathieu Durey komadaki meslektaşı Lou Soberas'ı ziyaretiyle başlıyor Şeytan Yemini. Mat ve Luc'un okul yıllarından başlayan arkadaşlıkları meslek yaşamlarında da devam etmektedir. İkiside emniyette kendi alanlarında başarılı polisler olmuşlardır. Luc bir cinayet soruşturması sırasında beline taş bağlayarak nehirde intihar etmeye çalışmış ve komaya girmiştir. Mat arkadaşının bu hareketinin altındaki nedenleri araştırırken elindeki bulgular onu yıllar önce işlenmiş Manon Simonis cinayetine götürür. 8 yaşındaki kız okul çıkışı oynadığı evinin önünden kaybolmuş ve bir süre sonra Rozé Tepesindeki dağıtım istasyonu kuyularının birinin dibinde bulunmuştur. Bulunduğunda Manon için yapacak bir şey kalmamıştır. Cinayet sorumlusu olarak saat tamircisi olan annesi Sylvie'nin çocukluk arkadaşı Cazeviel tutuklanır ama olay çözüme kavuşturulamaz.   


Bu olaydan 12 yıl sonra Notre-Dame de Bienfaisance doğal parkında bir kadının cesedi bulunur. Çürümeye yüz tutmuş cesetin bir kısmı larvalar tarafından delik deşik olmasına rağmen kafasına bir şey olmamış ama kadının duyduğu acı yüzüne yansımıştır. Cesetin üzerinde çeşitli böcekler  ve göğüs kısmında ise nereden geldiği belli olmayan parlamaya devam eden liken bulunmuştur. Öldürülen kadının ismi Sylvie Simonis'dir. 12 yıl önce öldürülen Manon Simonis'in annesi. Böceklerin ölüm mangası olarak kullanıldığı cinayete kimilerine göre şeytani güçler karışmıştır. Cinayetteki en ilgi çekici nokta ise cesetin konumu ve vajinasına yerleştirilmiş baş aşağı haçtır. Bacakları açık manastıra dönük olarak bulunmuş ceset satanik bir cinayeti mi işaret etmektedir?


Araştırma ilerledikçe benzeri cinayetlerin farklı ülkelerde işlendiği ortaya çıkar. İtalya'da azize ilan edilen bir hemşire kocasını aynı şekilde öldürmüştür. Mat İtalya'ya giderek kadını sorguya çeker. Elindeki veriler Mat'ı Vatikan'a götürür. Vatikan ise onu daha bir kaç yerde karşısına çıkan  'ışıksızlar' ile tanıştırır. Kimdir bu 'ışıksızlar'? Neden onlara 'ışıksızlar' denmektedir?  


İşte burada ölüme yakın deneyim yaşayanların anlattıkları ortaya çıkar. Bu deneyimi yaşayanların çoğu uyandıklarında tünelin sonunda beyaz bir ışık gördüklerini söylemektedir. Bir kısmı ise tünelin ucunda kırmızı bir ışık gördüğünü. Kırmızı ışığı görenler için kullanılan bir deyimdir 'Işıksızlar'. Işıksızlar bundan sonraki hayatlarında şeytanın esiri olarak yaşamaktadırlar. Kırmızı ışık  ve kiminin de anlattığı gözler şeytanın gözleridir. 


Peki bu ışıksızların Manon ve Sylvie Simonis cinayetiyle ne ilgisi vardır? Luc ve Mathieu'ya ne olacak? Luc komadan çıkabilecek mi?


İşte bunların hepsinin cevabı Jean Christophe Grangé'nin soluk soluğa okuduğum 'Şeytan Yemini'nin sonunda aydınlanıyor. 


Şeytan Yemini konusu, kurgusu ve çevirisiyle elinizden bırakamayacağız bir solukta okuyacağız bir kitap. Eğer bugüne kadar okumadıysanız şiddetle tavsiye ediyorum. Yaz günlerinde iyi gidiyor doğrusu. 


Ayrıca bu kitabı okurken nedense sürekli Dan Brown'la karşılaştırdım. İki yazarı da okuyanlar hangisini tercih eder bilemiyorum ama ben Grangé'yi tek geçerim:) 


Vee her zaman olduğu gibi kitaptan tadımlıklar...


"Teybi ararken Mariotte'un kütüphanesinde bölgenin gelenekleriyle ilgili bir de kitap bulmuştum: Jura Hikayeleri ve Efsaneleri. 12. Bölüm'ün bir kısmı ünlü Saat Evi'yle ilgiliydi.


XVIII. yy başında, diye anlatıyordu yazar, bir saatçi ailesi bu evi, kuzeyli fırtınalardan korunmak ve sabır isteyen işlerini icra edebilmek için bir tepenin yamacına inşaa etmişti. Aslında, meraklı gözlerden saklanmak istiyorlardı. Bu zanaatkarlar simyacıydı. Büyüleyici etkiye sahip sihirli pandüller yapmayı başarmışlardı. Şaşmaz çark takımları, hassas mekanizmalar... 


Efsanenin başka versiyonları da vardı. Bunlardan birine göre, saatçiler bir büyücü soyundan geliyordu."


"Çok ender de olsa, kişinin güçlü bir sıkıntı ve korku duyduğu deneyimlerde vardır. Gördüklerinden ürker, ölüme yaklaşmak onu korkutur ve bu deneyimden yıpranmış ve korkmuş olarak çıkar. Bu deneyimler içinde, küçük bir grup bilinen klasik NDE'nin tam tersini bile yaşar. Kişi vücudundan ayrıldığını hisseder, ancak tünelin sonunda ışık yoktur. Sadece kızılımsı bir karanlık. Gördüğü yüzlerde tanıdıkları değildir, acı çeken, inleyen, biçimsiz figürlerdir. Sevgi ve merhamete gelince, onların yerini, korku, sıkıntı ve düşmanlık almıştır. Hasta uyandığında, kişiliği tamamıyla değişmiştir. Kaygılı, agresif ve tehlikeli..."


"Listedeki ikinci ismin üstüne tıkladım. Bir freskin fotoğrafıydı. Altındaki yazıya göre bunlar, Sudan'ın kuzeyinde, Nil üzerinde bulunan kutsal Kent Napata'da ortaya çıkarılmış, bir kraliçeye ait mezar odasını süsleyen resimlerdi. Kuşi uygarlığı MÖ VI yy civarında Mısırlıların gölgesinde gelişmişti. Açıklamalarda "Kara Firavunlar" olarak adlandırılan ve tarihte pek tanınmayan bir kraliyet hanedanından söz ediliyordu. Ancak fresk, "Işıksızları" gayet iyi anlatıyordu.


Işıksızları Koruyorum ... Orada, Her Şeyin Başladığı Yerde... 




Şeytan Yemini       Jean-Christophe Grangé     Doğan Kitap


* Çeviri ise, bendeki kitabın (29.baskı) kapağında Tankut Gökçe olarak yazılırken iç sayfada Şevket Deniz olarak yazılmış. 






  




Kovalamayın beni yatağa
Hiç uykum yok
Daha lafınıza karışacağım
Ortalığı dağıtacağım
Televizyonu kapatacağım
Ayçiçeği resmi yapacağım daha

Başparmağıma şiir okuyacağım
Islık çalacağım
Daha çok işim var
Gecenizi karartacağım
Kütahya vazonuzu kıracağım
Vakitsiz yatırmayın beni
Daha çok erken

Can Yücel