Yıldızlı ve Yağmurlu Geceler'de huzur içinde uyu...

Ünlü romancı Maeve Binchy hayatını kaybetti


Ünlü yazar hayatını kaybetti

Ünlü roman yazarı Maeve Binchy 72 yaşında hayatını kaybetti.


 İtalyanca Aşk Başkadır, Aşk Mutfakta Pişer, Aşkı Yarın Yaşayacaksın, Bir Dilek Tut Benim İçin ve Geri Döneceksin gibi popüler romanların yazarı Maeve Binchy, geçirdiği rahatsızıktan dolayı 72 yaşında hayata veda etti. Dünya çapında 40 milyondan fazla kitap satış rakamına ulaşan Binchy’nin geçirdiği rahatsızlığın ne olduğu henüz bilinmiyor.



Yıldızları sevenlere!!! Meteor yağmurları başladı:)

Gökyüzünde yıldız şöleni


Gökyüzü, halk arasında "yıldız kayması" olarak da bilinen meteor yağmurlarına sahne olacak. Ay'ın batmasından gün doğumuna kadar gökyüzünde saatte ortalama 15-20 meteor izlenebilecek.

Gökyüzünde yıldız şöleni
Her yıl Temmuz-Ağustos döneminde gözlenen meteor yağmurları periyoduna giriyor.

Halk arasında yıldız kayması olarak da bilinen akan yıldız yağmurlarını izlemek için teleskoba ya da başka bir gözlem aracına ihtiyaç duyulmuyor.

Göktaşı yağmurları, güneş sisteminin iç kısımlarına yani Güneş'e doğru yaklaşan bir kuyruklu yıldızdan kaynaklanan eğlenceli bir oyun gibi izleniyor.

Buz ve tozdan oluşan bu büyük kirli kar toplarından her biri, güneş sisteminin iç kısımlarına doğru yaklaştığında, güneş ışınları kuyruklu yıldızın donmuş yüzeyini ateşe veriyor ve toz parçacıkları serbest kalıyor.

Bir kuyruklu yıldız, güneş sisteminin iç kısımlarından her geçişinde trilyonlarca küçük parçacığı yörüngesinde bırakıyor. Eğer Dünya'nın yörüngesi o kuyruklu yıldızın yörüngesiyle kesişirse bir meteor yağmuru oluşuyor.

GÜN DOĞUMUNA KADAR GÖKYÜZÜ ŞÖLENİ
Bir gök taşı yağmurunun adı genellikle maksimum olduğu zamandaki bu noktanın bulunduğu takım yıldız ile adlandırılıyor.

Güney Delta Aquaridler Göktaşı Yağmuru, Temmuz ortalarından Ağustos ayı ortalarına kadar gözlenebilen bir gök taşı yağmuru etkinliği olarak tanımlanıyor. 

Bu yılki meteor yağmurlarında saatte gözlenen ortalama 15-20 tane meteor izlenebilecek.

Ancak Ay, Dolunay evresinde olduğundan, gözlenebilecek meteor sayısında azalma olacak. Yine de ay battıktan sonra gün doğumuna kadar gözlem yapacak olanlar için zevkli bir gökyüzü şöleni yaşanacak.

RASATHANEDEN BAŞKENTLİLERE DAVET VAR
Ankara Üniversitesi (AÜ) Rasathanesi, yarın düzenlenecek olan etkinliğinde Başkentli gökyüzü meraklılarına yıldız yağmurlarını izlettirecek.

Her yaştan gökyüzü meraklısına açık olan etkinlikte, evrende neşeli bir yolculuğa çıkarak uzmanlar eşliğinde gözlem yapma fırsatını da yakalayacaklar.

Etkinliğe katılanlar, şehir ışıklarından uzakta, ışık kirliliği altında unutulan gökyüzü altında görsel bir şölen yaşayarak, kızıl gezegen Mars'ı, halkalarıyla Satürn'ü ve de kraterleriyle Ay'ı teleskoplarla görme şansına sahip olacaklar. 

Radikal'den alınmıştır.

Sabuntaşından gözleri var

Hatay'da bulunan gözleri sabun taşından yapılma Hitit Kralı heykeli..

Hatay'da bulunan 1.5 ton ağırlığındaki dev Hitit kral heykelini uzmanlar değerlendirdi
Sabuntaşından gözleri var
Hatay’ın Reyhanlı ilçesi Demirköprü Köyü yakınlarındaki Tel Tayinat höyüğünde bulunan Hitit Kralı II. Şuppiluliuma’ya ait heykel arkeologları heyecanlandırdı. Bugüne kadar Hitit kral mezarına Anadolu ’da hiç rastlanmadı. Tel Tayinat Höyüğü’nde 1.5 metre yüksekliğindeki kral II.Şuppiluliuma’nın heykeli mezarı da burada mı sorusunu akıllara getirdi. Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay yılın buluşu olarak değerlendirdiği heykel için “İlk defa bu gözlere sahip Anadolu ’da bir heykele sahip olduk’’ dedi. Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürü Murat Süslü de, “Gözler genelde farklı malzemeden yapıldığı için düşüyordu ama bu heykelde sağlam çıktı’’ dedi.
Toronto Üniversitesi’nden Prof. Dr. Timothy Harrison başkanlığındaki 8 ülkeden 47 kişilik ekip, Hitit dönemine ait kral heykeli buldu. Önceki gün kamuoyuna tanıtılan eserin en çok gözleri ön plana çıktı. Sakallı, bukleli saçlı, kollarında özel bileklikler olan heykelin üst kısmı sağlam bir şekilde bulunurken, heykelin alt kısmına henüz ulaşılamadı. Yaklaşık 1.5 ton ağırlığındaki heykelin gözlerinin beyazlığı kireçtaşından, siyah bölüm ise steatit denilen sabuntaşından yapılmış. Süslü, gözlerin ilk defa bu tarzda görünmesini, daha önce bulunan heykellerin gözlerinin düşmesine bağlıyor. Süslü şöyle konuşuyor: “Genel haliyle geç Hititlerde gözler hep farklı malzemeden yapılır. Yakut, kireçtaşı, steatit malzeme kullanılır. Gözler aradan geçen yüzyıllar içinde hep düşümüş. İlk defa bu heykelde düşmeden ele geçti.’’

Arkeolog Nezih Başgelen, heykelin son Hitit kralı olmasından dolayı çok önemli olduğunu vurguladı. Bugüne kadar Hitit kral mezarının ortaya çıkmaması nedeniyle buradaki buluntuların çok heyecan verici olduğuna dikkat çeken Başgelen, ‘’Höyük belki de bize bir kral mezarı gösterecek. Son çivi yazılı belgeler Hitit kralı II. Şuppiluliuma’nın Lazkiye ile Adana arasında olduğunu gösteriyordu. Çünkü Hattuşa’ya döndüğüne dair bir kaynağa rastlanılmadı. Bu tarzda heykelleri geç Hititte Zencirli, Karatepe ve Malatya ’dan biliyoruz. Bu heykellerin öncüsü durumda. Bugüne kadar hiçbir Hitit kral mezarı bulunmadı. Belki bir Hitit kral mezarı buluntusunun habercisi olur. Portrenin tam olarak ele geçmesi çok önemli” dedi.

Müzeler Genel Müdürü Süslü de ‘’Tel Tayinat’da bir tapınak olduğunu biliyoruz. Ona ait heykeller ve kaideler var. Heykelleri bir çukurun içinde üst üste tespit ettik. Kral mezarı da büyük bir tapınak da çıkabilir’’ dedi.

Radikal'den alınmıştır...

Parion'da Kentauros heykeli bulundu

Yaz geldi kazılar başladı. Türkiye'nin değişik bölgelerinden buluntu haberleri gelmeye başladı...İşte Çanakkale Biga Parion Antik Kenti kazısında Kentauros heykeli...


Kentaur'ların bir bulutun çocukları olduklarına inanılır. Vahşi yabani hayat süren ve gürültülü eğlencelerden hoşlanan yarı at yarı insan varlıklardır. Doğanın karanlık ve başına buyruk güçlerini simgelerler. 



Parion'da Kentauros heykeli bulundu





Parion'da Kentauros heykeli bulundu

Çanakkale’nin Biga İlçesi’ne bağlı Kemer Köyü’nde sürdürülen Parion Antik Kenti kazılarında, 8’inci sezon çalışmalarının sonlarına yaklaşılırken, Kentarus olarak bilinen belden yukarısı insan, aşağısı ise at görünümlü mitolojik yaratık heykeli bulundu.












Erzurum Atatürk Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Cevat Başaran’ın kazı başkanlığında gerçekleştirilen bu yılki çalışmalarda, antik kentin altı ayrı bölgesinde, kazılar yapılıyor. Kazıların sürdürüldüğü önemli yapılardan biri olan Roma Tiyatrosu’nda sahne binası içerisinde yoğunlaştırılan bu yılki çalışmalar sırasında, kolları kırık, gövdesine ait bazı parçaları kayıp, bir mermer heykel ortaya çıkarıldı. /_np/0579/17410579.jpg




Haberin devamı için linki tıklayınız...

Mavi Geçti




Öyle bir yazdı ki
Sanki gökyüzünde oturuyorduk

Seni öpmek gökyüzünü öpmek gibi


Mavi bir şeydi

Gençlik öyle bir yazdır ki
Ne yurt ne ev ne oda
Yalnızca gökyüzü
Yeter insana

Biz seninle gökyüzünde
Çok oturduk
Gençliğimiz
Çok mavi geçti… çok!

Haydar Ergülen








Hep bir yerlere, bir şeylere yetişme telaşındasınız değil mi?
Hiç vaktiniz yok, "Fast live", "Fast food", "Fast music", "Fast love"...
Dikte ettirilen "yükselen değerler", "in" ler, "out" lar...
Buna benzer bir odada, şanslıysanız gökyüzünü görebilen bir pencere ardında bitecek hepsi.

Dostluğu klavyelerinde, yaşamı monitörlerinde arayanlar, Size sesleniyorum!
Hangi tuş daha etkilidir ki sıcacık bir gülüşten ya da hangi program verebilir bir ağaç gölgesinde uyumanın keyfini?
Copy-paste yapabilir misiniz dalgaların sahille buluşmasını?
İçinizi ısıtan gün ışığını gönderebilir misiniz maille arkadaşlarınıza?
Sevgiyi tuşlarla mı yazarsınız?
Ya da geri dönüşüm kutusunda saklanabilir mi kaybolan zaman?
Doğayı bilgisayarlarına döşeyenler, neden görmezsiniz bahçedeki akasyanın tomurcuklandığını?
Ve ıslak toprak kokusu var mıdır dosyalarınız arasında?
Koklamak, duymak, dokunmak, yok mu yaşam skalanızda?
Bilgi toplumu oldunuz da, duygu toplumu olmanıza megabaytlarınız mı yetmiyor?

 Müşfik Kenter




Tarihin en hızlı, en verimli yazarlarından öneriler

Yazmak istiyorsunuz. Daha hızlı yazmak, daha çok yazmak, ama ne mümkün. "Tarih boyunca edebiyata yön veren, raflarca kitap yazan yazarların sırrı neydi acaba?", "Hem çok yazmak, hem de nitelikli yazmak mümkün mü?" diye düşünmeden edemiyorsunuz. Öyleyse gelin, yapan nasıl yapmış, onlardan dinleyelim.





Muriel Spark: "Bir kedi edinin."










John Updike: "Yazmak dışında da bir kariyeriniz olsun."










Georges Simenon: "Sevgililerinizi öldürün."










Christopher Hitchens: "Konuşmaktansa, yaz."










Stephen King: "Her şeyi okumalısınız."












John Boyne: "Kurgunun, gerçekler tarafından çıkmaza düşürülmesine izin verme."










Robert Louis Stevenson: "Bir ağ kurun."









Jack Kerouac: "Tüm zamanların dahisi, sizsiniz."










Joyce Carol Oates: "Yazmaya karakterleri oluşturarak başlayın."


                        Sabit Fikir'den alınmıştır.


Höyükten çıkan uzun saçlı prenses, Marquez ve diğerleri...

                                                                               
Bu sabah çok erken uyandım. Güneş yeni doğmak üzereydi. Bütün gece açık kalan penceremden içeri süzülen dalga, rüzgar ve kuş sesleri sabahın sessizliğinde muhteşem bir kanon oluşturuyordu. Bir süre tavanı seyrederek onları dinledim. Kıyıda patlayan dalgalara cevap vermekte gecikmeyen envai çeşit kuş. 


Evde tam bir sessizlik hakim. Herkes uykuda. Komidine uzanıp Grangé'nin Şeytan Yemini'ni aldım okumak için. Kitabın satırları arasında kaybolmuşken okuduğum bir cümle beni bir anda 1994 yılına sürükleyiverdi. 


Bir sabah yakın köylerden birinden haftada bir kaç gün tak takıyla siteye sebze meyve getiren karı koca geldi evin önüne. Köylüler her gelişlerinde kendi tarlalarında ürettikleri sebze, meyve, yumurta, süt vs ürünleriyle beraber çevre köylerden haberlerde getirirlerdi yanlarında. Şu köyde o olmuş, öbür köyde bu olmuş. Düğünler, dernekler, ölümler, yetiştirilen ürünler ve efsaneler. Benim dinlemekten en çok zevk aldığım ise anlattıkları halk efsaneleri idi. Tam olarak halk efsanesi diye adlandırmak ne derece doğru olur bilemiyorum ama ben öyle diyorum. Bu hikayeleri kimler çıkarıyordu onu da bilmiyorum ama öyle bir anlatılıyordu ki dönüp dolaşıp çıkaran kendine anlatıldığında hikayeye inanacak hale geliyordu:)


Neyse işte o sabah alışveriş faslından sonra her zaman olduğu gibi bir kahve içmeye balkona davet ettim. Adam arkeolog olduğumu bildiği için hemen konuya girdi. 






'Bizim köyün ilerisinde bir tepecik var ya höyük orada kazı yapıyorlar. Orada çok önceden burada yaşayan bir prensesin mezarı çıkmış. Bir kralın kızıymış. Köyden birileri görmüş. Prenses altın bir yatağın üstünde uzun beyaz kıyafetiyle yatıyormuş. Kadının iki metreye yaklaşan upuzun saçları varmış. Öldüğü zaman nasıl yatağa yatırıldıysa iskeleti aynı şekilde bulunmuş. Saçlarının öldükten sonrada uzadığı söylemişler. Allahın hikmeti işte. Boynunda ve bileğinde çok güzel altın takıları varmış. Yanında yiyecek kapları ve başka altınlarda.  Onunla beraber gömülmüş. Neler çıkmış neler, görenler hep anlatıyor. Hepsini alıp götüreceklermiş. Yatağı çok güzelmiş.'


Anlattıkları karşısında ne söyleceğimi düşündüm bir an. Höyükten altın yatak çıkmaz mı demem gerekiyordu ya da öldükten sonra bir insanın saçı iki metre nasıl uzar mı? Doğruyu söylersem onların hayallerindeki höyüğü ve prensesi yerle bir edecektim. Söylemesem ne olurdu? Hiç bir şey çünkü onlar zaten inanmak istediklerine çoktan inanmışlardı. Bende onların söylediklerini sadece dinledim ve başımı salladım. Yorumsuz. Bir yandan da bu hikayeyi uyduran otantik Marquez'i düşünüyordum. Bu kadar şeyi bir araya getirerek bir höyüğün içine sokabilecek hayal gücünü merak ediyordum doğrusu. 






Ertesi gün sabah erkenden ünü bütün köyde yayılmış altın yataklı prensesi görmeye gittim. Kızöldün Tümülüsünde Çanakkale Arkeoloji Müzesi kazı yapıyordu. Kazı ekibi ilk önce benimle konuşmak istemedi ama arkeoloji eğitimi aldığımı ve araştırmayı köylülerden duyduğumu söyleyince konuşmaya başladık. Dışarıdan tümülüsün içini gösterdiler. Bir lahit çıkmıştı. Dört tarafı mitolojik konuların anlatıldığı kabartmalarla çevrili idi. Cenaze töreni ve yas tutma'nın yanı sıra lahitin bir yüzünde de Neuptolemos'un babası Akhilleus'un mezarı önünde Troia kralı Priamos'un kızı Polyksena'yı kurban edişi betimlenmişti. Lahtin üzerindeki betimlemelerde anlatılmaya çalışan bir genç kızın ölümünden yola çıkarak bu mezarın belki de bölgede yaşayan üst düzey birinin kızına ait olduğu söylenebilirdi.  






Arkeologların anlattıklarını dinledikçe uzun beyaz kıyafetin ve prensesin uzun saçlarının sırrıda ortaya çıktı. Lahitin üzerindeki genç kız figürleri belden sıkılmış kıyafetler giyiyorlardı. Uzun bukleli saçları ise omuzlarından aşağı iniyor, kulaklarında ise iri küpeler vardı. 
Tüm köye nam salan altın yataklı prenses sonunda Kızöldün tümülüsünde yapılan kazıda 2600 yıllık Polyksena Lahtinde yatan belki de soylu bir genç kızdı. 


Sonuç olarak ortada ne altın yatak, iki metre uzun saçlar ne de uzun elbiseli kız vardı. O güne kadar Anadolu'da bulunan M.Ö 520 - 500 yıllarına tarihlenen en erken frizlerin bulunduğu mermer lahit ortaya çıkmıştı. 


Lahit Çanakkale Arkeoloji Müzesine götürüldü ve ziyarete açıldı. O günden bu güne anlatılanlara göre hiç tanımadığım yerli Marquez ise hala hikayelerine devam ediyor...


p.s: 
Tümülüs üzeri moloz ve toprakla örtülmüş mezar odası
Höyük üzeri zamanla toprakla kaplanmış yerleşim yeri


Yukarıdaki yazının bazı yerlerinde çevre halkının anlattığı gibi höyük kelimesini kullandım ama lahit tümülüsten çıkmıştır. 
       

Devrilen ağaçlardan halk kitaplığı


Darısı başımıza diyeceğim ama bizde böyle bir uygulama yapılmaya kalkılsa ortada ne kitap kalır ne ağaç. Her ikiside potansiyel yakacak malzemesi muamelesine maruz kalırlar. Çok mu kötümser düşünüyorum acaba? 

2008'den bu yana Almanya'nın Berlin kentinde ormancılık, marangozluk, doğramacılık, medya tasarımı, matbaacılık ve kitap satışçılığı alanlarındaki 'çıraklara' rağbet var. Bunun nedeni de kuşkusuz BAUFACHFRAU adlı bir kooperatifin başlatmış olduğu “devrilen ağaçlardan halk kitaplığı yapma” kampanyası.


Bu kooperatife yardım etmek isteyenler, fırtınadan veya yağmurdan devrilen ağaçların gövdelerini raf şeklinde oyup, içine takas edilecek kitaplar koyup, kaldırımlara yerleştiriyorlar. Berlin halkı da içlerinden okumak istediklerini alıp yerine kendi kitaplarından birini koyarak, takas işlemini gerçekleştiriyor. Devlet tarafından da desteklenen bu proje, “Eğitim İçin Sürdürülebilir Gelişme” projesinin bir parçası.

























Kaynak: Koray Löker aracılığıyla http://www.baufachfrau-berlin.de/en/stadtraeume/stadtmoebel/buecherwald/

Sabit Fikir'den alınmıştır...



Okuma zevki

Tamda bende bir gariplik var artık kitap beğenemiyorum, çok okuduğum için beklentilerim de fazlalaştı herhalde diyerek kendimden kuşku duymaya başladığım anda Züllfü Livaneli'nin bu yazısını okudum Vatan Gazetesi'nde. Ve problemin bende olmadığını anladım. Nasıl mı? Son günlerde kitapçıların raflarında sizde okunmaya değer kitap bulamadınız ise bu yazı size cevabını verecektir...Zülfü Livaneli'den Okuma Zevki...

Okuma zevki

Zülfü Livaneli - zlivaneli@gazetevatan.com
Zülfü Livaneli
EDEBİYAT NOTLARI- 45

Hayatta yapılan her iş gibi, kitap da zevk alarak okunmalı. Edebiyat, insanları canından bezdirecek sayfaları art arda sıralamak değil, ne kadar derin düşünceler anlatılırsa anlatılsın, bunları okura zevk verecek, sayfaları sabırsızlıkla çevirtecek, hatta “Aman bitmesin” dedirtecek bir biçime büründürme sanatıdır.

Bütün büyük yazarlar bu özelliğe sahiptir. Siz hiç Cervantes, Dostoyevski, Tolstoy, Dickens, Gogol, Flaubert, Stendhal, Marquez okurken sıkılan, öf pöf eden birini gördünüz mü? Ben görmedim.

Çünkü bu yazarlar büyük bir ustalıkla okurun ruhuna sızarlar, roman kahramanlarını, gerçek hayatta tanıdıkları kişilerden daha çok tanımalarını, hatta bazılarıyla kendilerini, özdeş kılmalarını başarırlar. Sonra o kahramanların başından geçen aşk, entrika, felaket, savaş, iflas, intihar, ölüm vs. gibi insana ait bütün haller, okuru birinci dereceden ilgilendirmeye başlar.

Evet, edebiyat zevklidir dedik. Ünlü bir Fransız yayınevinin adı “Okuma Zevki”ydi zaten.

Öğrencilik yıllarımızdaki edebiyat dersleri, ne yazık ki öğrenciyi edebiyattan soğutmak için elinden geleni yapan bir tavra bürünmüştü. Divan edebiyatından iki dize alıp oradaki “sanatları” açıklamak, aruz vezinlerini ezberlemek vs. gibi genç bir öğrencinin içini bayacak derslerdi bunlar. Oysa, o yaştaki çocuklara kitap okumayı sevdirecek ne programlar uygulanabilirdi. Ama yapmadılar, hâlâ da bu tutum devam ediyor herhalde.

Yalnız okullar değil, edebiyat âlemi de genç insanları okumaktan soğutmak için elinden geleni yaptı. Çok derin ve entelektüel görünmek isteyen yazarlar, biz zavallı faniler için gönül indirerek yazmak lütfunda bulundukları kitaplarda uzun, upuzun, içinden çıkılmaz cümlelerle, olay örgüsü olmayan ve karakterlerin ancak silik bir gölge gibi kaldığı biçimsel denemeler yaptılar. Sonra da sayfalarını bin bir gereksiz ayrıntıyla doldurdular. Bunların içinde, bakkala giderken yaptığı alışveriş listesini yayınlayanlar bile oldu. (Gülmeyin, bu bir gerçek.) Sonra da bu beceriksizliği, bu tıkızlığı “post-modern” falan gibi cafcaflı lafların arkasına saklayıp, acemi bir piyanistin sürekli tek bir tuşa basıp “Siz anlamıyorsunuz, bu çağdaş müzik” demesi ya da kuş resmi bile çizemeyen bir ressamın (!) tuvalin ortasına küçük bir kırmızı leke yerleştirip “Önemlidir, çünkü o lekeyi oraya BEN koydum” diye kendini, Güzel Helen’in yanağına ben konduran bir Tanrı mertebesine yükseltmesi gibi saçmalıklarla uğraşır olduk.

Yani tam bir şarlatanlar döneminin göbeğindeyiz.

Bazen bunların yakasından tutup sarsmak ve sorular sormak gelir içimden. “Birader sen Cekhov’dan daha mı derinsin, Yunus Emre’den daha mı akıllısın, Tolstoy’dan daha mı büyük anlatıcısın? Onlar okunuyor da sen niye okunamıyorsun? Eğer anlatacak hikâyen yoksa sus. Eğer okurların etine kemiğine işleyecek ve bir daha da unutulmayacak karakterler yaratamıyorsan başka bir işin ucundan tut.’’

Ama durun; daha kurnazlıklar silsilesi bitmedi.

Bütün bunları yaparken, bir de okurda “Galiba bende bir yanlışlık var. Kitap bir türlü ilerlemiyor, anlayamıyorum. Galiba aptalın biriyim ben” duygusu uyandırmak gerekir ki, işlem tamamlansın.

Sevgili okurlar, eğer içinizde böyle düşünenler varsa lütfen şu soruya cevap verin: “Bayıla bayıla Cehov, Orhan Kemal, Tolstoy, Yaşar Kemal okuyabiliyorsunuz da niye bu kitaplardan sıkılıyorsunuz?’’

Cevap basit.

Çünkü kitaplar sıkıcı. Yazar işini beceremiyor, kendini okutamıyor. Bu yüzden de ortalık; edebiyat niteliği taşımayan, sadece vakit geçirtme amacına yönelik, aşk ya da cinayet gibi konuları sömüren popüler kitaplara kalıyor. İyi yazılmış edebiyat örnekleri de bu can ve mal pazarında kaybolup gidiyor.

Ey sevgili okur. Eğer bir kitap kendini okutamıyorsa, ilerlemiyorsa, o zaman derhal bu kitabı kaldırıp atmak ve dünyada okunmayı bekleyen nitelikli eserlere yönelmek en iyisi.

Kapitalizmin kafa karıştırıcı ürün pazarlama tekniklerinden kurtulmanın tek yolu, kendi okuma zevkinize güvenmektir.

Kelimeler yaşlanmaz, ya yazarlar?

Edebiyat sahnesinden erken inen yazarlar


Geçtiğimiz hafta Nobel ödüllü yazar Gabriel García Márquez’in kardeşi Jaime García Márquez, yazarın bunama sürecinde olduğunu ve yazmayı bıraktığını açıkladı. Bir yazarın böyle bir durumu kabullenmesi elbette zor olacaktır. Ancak bir yandan edebiyat tarihine baktığımızda Márquez’in yalnız olmadığını görmek de bir hayli şaşırtıcı. Farklı dönemlerde kendisi gibi pek çok tanınmış yazar muhtelif sebeplerden ötürü kalem bırakmak zorunda kalmış. Hastalıklar, psikolojik sorunlar ve bağımlılıklar, yazarları edebiyat sahnesinden yavaş yavaş uzaklaştırmış.



Bu hafta Flavorwire hazırladığı liste ile edebiyat sahnesinden erken inmek zorunda kalan sekiz yazarı ve ayrılık nedenlerini inceliyor. Sıralama en güncel örnekten, Márquez’den başlıyor;




Gabriel Garcia Marquez


1. Gabriel García Márquez: Jamie García Márquez, yaptığı açıklamada kardeşinin kanser yüzünden bunama sürecinde olduğunu söylüyor. Kemoterapinin yazarın hayatını kurtardığını ancak tedavinin yıpratıcı etkilerinin bunama sürecini hızlandırdığını düşünüyor. Ayrıca Jamie, bu süreçte yazarın huzurlu olduğunu, her gün kitap okuduğunu ve ailesiyle birlikte olduğunu da belirtiyor.










Iris Murdoch



2. Iris Murdoch: İrlanda doğumlu yazar, 1995 tarihli Jackson’ın İkilemi adlı romanının yayımlanmasından kısa bir süre sonra Alzheimer hastalığına yakalanmış ve yazarlık kariyeri anında sonlanmış. O zamanlar bazı eleştirmenler de romanın sade bir dille yazılmış olmasını hastalık belirtisi olarak değerlendirmiş. Sonunda hastalık, yazarı Oxford’daki evinde acınası bir halde ölüme terk etmiş.









Eugene O'Neill




3. Eugene O’Neill: Hayatı boyunca verem ve sıtma dahil olmak üzere birçok hastalıkla mücadele etmiş oyun yazarı, 1941 yılında Parkinson hastalığına yakalanmış. Zaman sonra ellerindeki titreme kötüleşince de yazmayı bırakmak zorunda kalmış. Sonraları eserlerini başkalarına yazdırmayı denemiş ancak başarısız olmuş.









E.B. White


4. E. B. White: Amerikalı yazar, ömrünün sonlarına doğru tıpkı Márquez gibi bunama sürecine girmiş. Bu süreçte hem yazarken hem de konuşurken zorluk çekmesine rağmen son anlarına kadar espri anlayışını hiç kaybetmemiş. Tabii ki ailesi ve arkadaşları her zaman en büyük destekçileri olmuş. Hatta son aylarında oğlu Joel, yazdığı kitapları babasına okuyormuş.










Ernest Hemingway



5. Ernest Hemingway: Alkol bağımlılığından depresyona binbir türlü rahatsızlıkla uğraşmış ünlü yazar, 60’lı yıllara gelmeden yazmayı bırakmış. Yazar A. E. Hotchner’e göre o yıllarda Hemingway’in bir taslak üzerine saatlerce düşündüğü olmuş ancak ne yazık ki yazmayı bir türlü becerememiş. Hotchner, yazarın sürekli kendisini öldürmeyi düşündüğünü ve elinde silahla uzaklardaki dağlara baktığını anımsıyor.










E.M. Forster



6. E. M. Forster: Listedeki diğer isimlerden farkı olarak İngiliz yazar, ölümünden tam 46 sene önce yazmayı bırakmış. Sebebinin ise 38 yaşında bekaretini kaybetmesi olduğu düşünülüyor. Forster, birkaç yıl önce bulunan günlüğünde cinselliğin daha ünlü bir yazar olmasını ve kitaplarının basılmasını engellediğini yazmış. Bekaretini Mısır’daki bir sahilde yaralı bir askere verdikten sonra itibarını etkileyen konular üzerine yazamayacağını belirtmiş.











Jane Austen



7. Jane Austen: İngiliz gerçekçilik akımının en önemli kadın temsilcilerinden sayılan Austen, ömrünün son demlerine kadar yazmayı sürdürmüş. Göğüs kanseri ile yıllarca savaşan yazar, ölümüne dört ay kala yazmayı bırakmak zorunda kalmış.









Arthur Rimbaud



8. Arthur Rimbaud: Viktor Hugo’nun ‘Küçük Shakespeare’ lakabını taktığı Fransız şairin hikayesi tam bir muamma. En verimli dönemini gençlik yıllarında yaşayan şair aniden yazmayı bırakıp Doğu Afrika’ya yerleşmiş ve ölene kadar tüccarlık yapmış. Bu yüzden yazmayı bırakmak zorunda mı kaldı yoksa kendi isteği ile mi bıraktı tam olarak emin olamıyoruz.

  

Sabit Fikir'den alınmıştır...