ESKİ İSTANBUL KAHVEHANELERİ VE KAKTÜS CAFE

Kahve Öyküleri'ni okuduktan sonra Milliyet'te gördüğüm Cem Sökmen'in "Eski İstanbul Kahvehaneleri" kitabını paylaşmadan yapamazdım.Cem Sökmen kitabında Osmanlı'nın son döneminde aydınların, akademisyenlerin, yazarların şairlerin buluşmaları noktaları kahvehaneleri, çayhaneleri ve kıraathaneleri anlatmış. Şu anda çoğu tarihe karışmış mekanları ünlü ziyaretçileri ile kaleme almış. Okumak lazım. Hem de Pierre Loti'de nefis bir Türk kahvesi eşliğinde keyifle:)

Yazarların, şairlerin buluşma yeri kahvehaneler derken bugün okuduğum bir haber beni Beyoğlu'ndan bir adım daha uzaklaştırdı. Daha önceki yazılarımda bahsettiğim Kitap Kulübü'müzün buluşma mekanlarından biri yılların Beyoğlu KAKTÜS kafesi mart ayında kapısına kilit vuruyormuş. İnsanların rahatsız edilmeden rahatça oturduğu yerlerden biri daha tarihe karışıyor. Benim vazgeçilmez uğrak yerlerimden biriydi...Kaliteli yerlerin ömrüde kısa oluyor. Öğrencilik günlerimden beri güzel günlerim geçmişti koyu yeşile boyalı önceleri tablo asılı, sonra aynalı iç mekanında ya da önündeki minik bahçesinde zarif ferforje masalarında. Kah kahve içmiştim, kah serinlemek için limonata yazın sıcak günlerinde, kah sıcak şarap soğuk karlı kış günlerinde...

Belki bir mucize olur ve müşterilerine kapılarını kapatmazsın. Veda etmek zor ama her gittiğimizde bizi en iyi şekilde ağırladığın için ve güzel dakikalar geçirttiğin için teşekkürler KAKTÜS CAFE...

Ve işte Cem Sökmen'in "Eski İstanbul Kahvehaneleri..."

KAHVEHANE DEYiP GEÇMEYiN

KAHVEHANE DEYiP GEÇMEYiN
Cem Sökmen, ‘Eski İstanbul Kahvehaneleri’nde Osmanlı’nın son döneminde ve genç Türkiye’de aydın, akademisyen, yazarlarla şairlerin buluşma noktası ‘kıraathane’, ‘çayhane’, ‘kahvehane’ gibi mekanları anlatıyor

İnsan hayatının en önemli parçalarından birini içinde yaşadığı sosyal ve kültürel ortamla teması oluşturuyor. Bu teması sağlayan mekanlar da toplum ihtiyacına cevap vermesinin yanında toplumun sosyo-kültürel dokusunu da içine sindiriyor. Her bir müdavimine, kendi istekleri oranında nispetinde pay veren bu mekanlar yaşadıkları döneme de şahitlik ediyor. Dolasıyla bu mekanlar her dönemde farklı biçimlerde karşımıza çıkabiliyor. Bugün modern-popüler kültürün bir eseri olarak birbirinden alımlı, birbirinden çekici gece kulüpleri, barlar, kafeler, alışveriş ve kültür merkezleri ya da konferans salonları var. Peki 100 yıl önce nasıldı? Mesela Osmanlı’da ya da Cumhuriyet sonrası dönemde insanlar ‘sosyalleşme’ ihtiyacını nasıl karşılıyordu?
Cem Sökmen’in hazırladığı, Ötüken Yayınları’ndan çıkan ‘Eski İstanbul Kahvehaneleri’ bu soruya güzel bir cevap veriyor. Osmanlı’nın son döneminde ve Cumhuriyet’ten itibaren genç Türkiye’de aydın, akademisyen, yazar ve şairlerin buluşma noktası olan ‘kıraathane’, ‘çayhane’ ve ‘kahvehane’ gibi mekanları anlatıyor. Her biri İstanbul’un ‘kültür merkezi’ haline gelen bu mekanları, müdavimlerini ve özelliklerini okuyunca insanı; bu mekanlarda çay ya da kahve yudumlarken bir şairin sohbetini dinleme arzusu sarıyor...





Sarafim Kıraathanesi: 1857 yılında Ermeni Sarafim Efendi tarafından kurulan bu mekan, Beyazıt’ın Okçular Caddesi üzerinde yer aldığı için ‘Okçular Kahvesi’ olarak, dikdörtgen şeklinden dolayı da ‘Uzun Kahve’ olarak anılmış. Sarafim, Osmanlı’da ‘Kıraathane’ olarak anılan ilk mekan. Çünkü gazete ve dergilerin arşiv olarak saklandığı ilk kahvehanedir. Dönemin meşhur gazeteleri Takvim-i Vakayi, Ceride-i Havadis, Tercüman-ı Ahval ve Tasvir-i Efkâr başta olmak üzere imparatorluğun farklı bölgelerinde basılan gazetelerin bulunduğu Sarafim, zamanla yazar ve yayıncıların kitaplarını sattığı bir yer halini de almış. Hatta öyle ki bir dönem Sarafim Efendi kendisi de kitap basımı yapmış. Ahmet Rasim, Hâlit Ziya, Namık Kemal ve Ebuzziya Tevfik Bey Sarafim’in en bilinen müdavimlerinden...  
Küllük Kıraathanesi:
Tam olarak hangi tarihte kurulduğu bilinmeyen Küllük, 1950’li yılların sonuna kadar Beyazıt’ta bir nevi ‘kültür merkezi’ olarak hizmet verir. Beyazıt Camii’nin Marmara Denizi’ne bakan köşesinde bulunan Küllük, yol genişletme çalışmalarının kurbanı olur. Reşat Nuri, Yahya Kemal, Peyami Safa, Necip Fazıl, Neyzen Tevfik, İlhan Berk, Mehmet Kaplan, Orhan Veli, Cahit Sıtkı ve daha nice aydın, yazar, şair Küllük’ü mekan tutanlardan... İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nin eski hocalarından Prof. Süha Gökey’in anlatımına göre, Faruk Nafiz ve Behçet Kemal 10. Yıl Marşı’nı burada yazmış. 



Marmara Kıraathanesi: Beyazıt’ta 1958’de açılan ve 1984 yılında kapanan bu kıraathane, Küllük yıkıldıktan sonra kendine yeni mekan arayan müdavimlerine ev sahipliği yapar. Dönemin siyaset ve edebiyat gündemi bu mekandan takip edilir. Son Osmanlı kuşağı aydınlaryla  Cumhuriyet’in genç aydınları arasında da bir köprü görevi gören Marmara Kıraathanesi, Sezai Karakoç, Fethi Gemuhluoğlu, Mükremin Halil Yinanç, Ergun Göze, İsa Yusuf Alptekin, Arif Nihat Asya gibi isimlerin de arasında bulunduğu çok sayıda aydın ve yazara mekan olur.
Acemin Kahvesi: Küllük’ün yıkılmasının ardından müdavimlerinin bir kısmı da Acemin Kahvesi’ni mesken tutar. Ali Nihat Tarlan, Münir Nurettin Selçuk, Mükremin Halil Yinanç ve Ahmet Kabaklı bu müdavimlerden sadece birkaçıdır.  
Adliye Kıraathanesi
: Sultanahmet’teki bu mekan Nizamettin Nazif, Aziz Nesin, Peyami Safa, Vâlâ Nurettin, Çetin Altan, Yaşar Nabi, Doğan Nadi, Burhan Felek, Doğan Avcıoğlu, Yaşar ve Abdi İpekçi gibi birçok ismi ağırlar. Hasip ve Edip adlı iki kardeşin işlettiği bu mekan, ‘öğrenci kahvesi’ olarak da bilinirmiş. Vedat Türkali’nin ‘Güven’ adlı romanında adı geçen mekanlardan olan kıraathane uzun yıllar yazar, aydın ve öğrencilerinin buluştuğu yer olmuş.
İhsan Kıraathanesi:
Bab-ı Ali Yokuşu’ndaki bu mekan, hem buluşma yeri hem de ‘gözetleme kulesi’ olarak kullanılırmış.  Bab-ı Ali olarak da bilinen valiliğe girip çıkanları, gazeteciler hep buradan takip edermiş. Dönemin acar gazete muhabirleri Hikmet Feridun Es, Fuat Duyar, Mekki Sait, Burunsuz Tevfik, Burhaneddin Ali ve Tahsin Banguoğlu burada toplanır, haber konuşur ve haber peşine koşarlarmış. 
İkbal Kıraathanesi:
Kuruluş tarihi bilinmeyen Milli Mücadele döneminin ünlü mekanlarından İkbal, 1965 yılına kadar faaliyet göstermiş. Nuruosmaniye caddesi ile Vezirhanı’nın kesiştiği noktada bulunan kıraathane, Orhan Kemal, Ahmet Haşim, Mustafa Nihat Özön, Osmal Cemal Kaygılı gibi yazar ve edebiyatçıların merkezi olmuş. Yusuf Ziya Ortaç’ın ‘akademi’ olarak tanımladığı bu mekan, Fuad Köprülü, Orhan Seyfi Orhon, Celal Sahir ve Ömer Seyfettin gibi isimlerin de uğrak yeriymiş.

Hacı Reşit’in Çayhanesi: 1880’lerden itibaren aydın ve ediplerin buluşma noktası olan mekan II. Balkan Savaşı yıllarına kadar varlığını sürdürmüş. Muallim Naci, Balıkhane Nazırı Ali Bey, Nabizade Nazım Reşit’in Çayhanesi’nin öne çıkan müşterileri... Çayının lezzeti dillere destan olan Reşit, aynı zamanda bir şairdir ve kahvenin duvarları da çay için yazılmış beyit ve dörtlüklerle bezelidir. 

Fevziye Kıraathanesi:
Müzisyen, bestakâr ve musikişinasların mekanı olan Fevziye’de, Tanburi Cemil, Hacı Arif Bey, Hacı Karabet, Kanuni Şemsi gibi dönemin usta bestakâr ve müzisyenleri buluşur, sanatların icra ederler. Bir ‘konser mekanı’ haline gelen Fevziye, yüksek müzik zevki olan Osmanlı beyzadelerinin kapısını aşındırdıkları, bazen oturacak yer bile bulamadıkları bir yerdir.

Halk Kıraathanesi: Felsefecilerin ağırlıkta olduğu akademisyen ve aydın zümresinin merkezi bu mekan, lise öğretmeni Turgut Bey tarafından kurulur. Felsefe Cemiyeti toplantıları için bu mekanı kullanır.

Eftalikus Kahvesi:
1870’li yıllarda Cafe D’Europe adıyla İstiklal Caddesi’yle Sıraselviler Caddesi’nin keşiştiği köşede (bugünkü dönercilerin olduğu yerde) açılır. 1881’den itibaren üç ayrı Rum tarafından işletilen yer, Cumhuriyet döneminde Ahmet Atalay’a geçer. Kahvenin adı ‘Ulus’ olarak değiştirilse de müdavimleri tarafından Eftalalatos ya da Eftalikus olarak anılmaya devam eder. Sait Faik’in eserlerinde adı sıkça geçer.
Lebon Pastanesi:
İstiklal caddesinde 19’uncu yüzyılın ikinci yarısında Fransız Büyükelçiliği’nde görevli Edouard Lebon tarafından kurulur. 100 yıllık tarihi içerisinde şairleri, paşaları, asilzadeleri ağırlayan Lebon, Peyami Safa ve Orhan Pamuk’un kitaplarında da yerini alır. 
Musa Kesler

KAHVE ÖYKÜLERİ



İskoçya Sokağı 44 Numara'daki Bruce, Pat, Domenica, Matthew, Bertie ile felaket annesi Irene, kendine faydası olmayan psikoterapistleri Dr.Fairnbain ve Big Lou'nın maceraları Kahve Öyküleri'n de devam ediyor.

Kahve Öyküleri genel hatlarıyla Bertie'nin ilişkilerine odaklanmış ve serinin diğer kitabı Berti'nin Dünyası'na giriş niteliğinde yazılmış. Bertie ön plana çıkarken diğer karakterler biraz arka planda kalmış.

İskoçya Sokağı 44 Numara'da okul hayatına ara veren Pat bu kitapta komşusu Domenica'nın çöp çatanlığı sayesinde davet edildiği nüdist partiye gidip gitmeme kounusundaki kararsızlığı ile boğuşuyor. 

Pat ile sürekli çekişme halinde olan Bruce ise çalıştığı emlak firmasından patronun karısı ile çıktığı yemek sonrasında işten atılınca kendi işini kuruyor ve şarap dükkanı açıyor. Finansal açıdan kendini destekleyecek arkadaşının nişanlısı sayesinde, arkadaşından iyi bir kazık yiyiyor ama çok ucuza kapattığı hatta bu yüzden sahte olabileceğini düşündüğü Petrus şaraplarından hiç beklemediği bir anda yüzü gülüyor ve umutsuzluğu bir anda umuda dönüşüyor.

Pat ile Bruce'ün entellektüel, çılgın, yaşıtlarına göre sıradışı komşuları Domenica ise İskoçya Sokağı 44 Numaradan beri kitaptaki en sevdiğim karakterlerden biri oldu. Bence McCall Smith Bertie'nin Dünyası'nı yazdığı gibi Domenica üzerine de bir kitap yazsa hiç fena olmaz. Her eve lazım bir komşu Domenica. Hindistan'daki geçmiş hayatı, içindeki başına buyruk yaşama sevinci, sanat aşkı ve kitabın sonunda ki bunu yazmayacağım bir bilim insanı olarak yeni bir araştırma için tekrar uzak ülkelere yelken açması... Domenica'yı şimdilik çıkacağı yolculuğa hazırlık yapması için bırakıyorum.  

Pat'in patronu galeri sahibi Matthew ise bu bölümde ansızın ortaya çıkan babasının genç sevgilisine savaş açıyor. Genç kadının sırf parası için babası ile birlikte olduğununa karar veriyor ve düşüncesini babasına açıkladığında hiç beklemediği bir cevapla karşılaşıyor. Cevap mı? Kitabın satırlarında saklı:)

Gelelim benim okurken en acıdığım karaktere; Bertie'ye...İskoçya Sokağı 44 Numara'da
annesi Irene'nin altı yaşındaki oğlunu en iyi şekilde yetiştirmek adına bana göre yaptığı türlü işkencelere katlanan Bertie Kahve Öyküleri'nde babasınında yardımıyla (gerçi Berti'nin de babasına çok büyük bir yardımı oluyor) annesini dize getiriyor. Ve öyle bir yer geliyor ki derin bir nefes alıp 'Bravo Bertie sonunda başardın' dedim. Bertie günümüz deyimiyle annesinin hırslarına kurban gitmiş tam bir proje çocuk. O yaşta saksafon çalmak, İtalyanca öğrenmek, su terapisine, yogaya gitmek ve haftanın belirli günlerinde kendine faydası olmayan Dr.Fairbain'in 
söylediklerini dinlemeden taktığı çirkin kravatları nasıl keserim veya bu adamı nasıl akıl hastanesine sokarım diye hayal ederek, seanslarına katlanmak zorunda kalıyor. Bu seansların sonunda bir gün  Dr. Fairbain sadete gelerek Irene'e sorunun Bertie'de değil kendisinde olduğunu söyleyince Irene bu kez de doktoru terapiye alıyor. Neredeyse hiç arkadaşı yok. Annesi arkadaşlıklarını engellenmeye çalışıyor ama o ne yapıp ne edip kendine arkadaş edinmeyi beceriyor. Bir gün babası ile çıktığı tren yolculuğu Bertie'nin hayatının dönüm noktası ve nefret ettiği, utandığı için kimseyi davet edemediği pembe renkli odasının sonu oluyor. Bertie böylelikle özgürlüğe bir adım daha yaklaşmış oluyor...

Son olarak, Big Lou'yu biraz önce okuduğu mektuptaki mutlu haberi Matthew ile paylaşmak üzere "tek başına yaşanan üzüntünün ve kaybın iki katına çıkması gibi paylaşılmayan sevincin de yarım kalmış bir sevinç olduğunu" düşünerek barın kapısına KAPALI tabelasını asıp galeriye doğru gittiğini görüyorum ve fincandaki son yudumumuda içip Kahve Öyküleri'ni burada bitiriyorum:)

Bu romanda en kahraman yok, nefes nefese bir macera da yok, entrika ve olağanüstü güçler hiç yok. Sıradan insanların sıradan öykülerini okumak isterseniz tavsiye ederim Kahve Öyküleri'ni...

İyi okumalar...

KAHVE ÖYKÜLERİ      Alexander Mccall Smith        İş Bankası Kültür Yayınları

Ece Sükan Benim Bloguma Yakışan VAIO'yu Seçti... Sıra Sende!

Bana en çok Turuncu VAIO yakışıyor!

Ünlü moda ikonu Ece Sükan, Sony VAIO için ilginç bir işe imza attı. Blogların renkli dünyası ile Sony VAIO'nun renkli dünyasını birleştiren Ece Sükan, bir çok blog gibi benim blogumu da inceledi ve yakışacak olan rengi belirledi. Ece Sükan, blog içeriği, tasarımı, duruşuna göre 6 farklı rengi olan Sony VAIO içinden bana Turuncu VAIO'yu seçti.

Ayrıca Facebook üzerinde yapılmış özel bir aplikasyonla Ece Sükan profil fotoğraflarını inceliyor ve sana yakışan Sony VAIO'yu belirliyor. Sen de fotoğrafa tıklayarak Facebook üzerinden VAIO kazanma şansı yakalayabilirsin...


sony-vaio
Bir bumads advertorial içeriğidir.

Rumeli Hisarı'nda Masalsı Bir Aşk Hikayesi!

"Eski aşklar Yeşilçam'da kaldı" lafı klişe olmaya yüz tutmuşken, fırtınalı sevdalar, çekişmeli ilişkiler günümüzde hem magazin basınında hem de yakın çevremizde -buna kendimiz de dahil- karşımıza bolca çıkıyor. Sevgilimizi elimizden almak isteyen dış mihraplar yoğun şekilde çalışırken bize de biricik aşklarımızı elimizde tutmak için yapmamız gereken çok iş düşüyor. Bu konuya nereden geldiğimi açıklıyorum!

8x4 yeni deodorantları Beauty ve Beast için muhteşem bir project mapping uygulaması daha yapmış. Gösterinin hikayesi kısaca şöyle: romantik bir aşk hikayesi kötü niyetli bir ejderhanın tehdidi altına giriyor. Kahraman erkeğimiz çekici kokusunun da yardımıyla güzel kızı kurtarıyor ve hikaye mutlu bir şekilde sona eriyor.

8x4 dünyasını Facebook'tan takip etmek isteyenler; http://www.facebook.com/8x4Turkiye



Bir bumads
advertorial içeriğidir.

KARAKÖY, MARTILAR VE ÇANLAR I

                                             Karaköy İskelesindeki martılar:)



                                                             Tezgahtaki balıklar



Galata Kulesi


İstanbul Arkeoloji Müzesinde sergilenen Galata Kulesi'nin çanı







Türk Ortodoks Kilisesi bahçesi



Dönme vakti:)



  


KARAKÖY, MARTILAR VE ÇANLAR II


Geçen gün bir sergiye gitmek için Karaköy'e gittim. Kadıköy'den motorlara binip Galata Köprüsü'nün altından geçip martıların karşıladığı Karaköy iskelesinde inip yürümeye başladım.



Karaköy eski binaları, camileri, yamuk yumuk arnavut kaldırımlı inişli çıkışları sokakları, Kemeraltı Caddesi, limanı, İstanbul Modern'i, Antrepoları, Tophanesi, aralara berelere saklanmış kiliseleri, okulları ile İstanbul'un en eski semtlerinden biri.

Galata Köprüsünün altından geçip Karaköy motor iskelesine vardığınızda etrafınızı martılar çevreler. Karşınızda uzaktan binaların arasından Galata Kulesi kendini gösterir tüm asaletiyle yıllardır.



Başlar kendi hikayesini anlatmaya;

Dünyanın en eski kulelerinden biriyim der kendisine bakanlara. 528 yılında Bizans  İmparatoru Anastasius tarafaından fener kulesi olarak yatırılmış, 1348 yılında Cenevizli'ler tarafından İsa Kulesi olarak tekrar inşaa edilmiş. Eski sur duvarlarına bağlanmış ve etrafına hendek kazılmış fakat 1861 yılındaki imar çalışmaları sırasında hendek doldurulmuş.  

1875 yılında kuvvetli bir fırtına sırasında kulesi yıkılmış ve tamir edilmiş ama bu tamirat sırasında kuşemin dış görünümü kısmen değişmiş. Çıkan yangınlar, fırtınalar, kullanımdan doğan yıpranmalar sonucu tamir edilerek günümüze kadar ulaşan Galata Kulesi yapılışından bu yana rasathane, yangın gözetleme kulesi, Kasımpaşa tersanelerinde çalışan harp esirlerinin barınağı olarak kullanılmıştır. Bodrumu zindan olarak olarak kullanılmış yapılan araştırmalarda bir çok kafatası ve ve kemik bulunmuş.

XVI yy Hazerfan Ahmet Çelebi'nin kollarına kanat takarak kuleden Üsküdar Doğancılar'a kadar uçtuğu söylenmektedir.

Kulede bir çok intihar olayıda yaşanmıştır. Bunlardan biride Ümit Yaşar Oğuzcan'ın 15 yaşındaki oğludur. Oğuzcan oğlunun intiharı üzerine Galata Kulesi adlı şiirini yazmıştır. 

Galata Kulesi
6 Haziran 1973
Pırıl pırıl bir yaz günüydü
Aydınlıktı, güzeldi dünya
Bir adam düştü o gün Galata Kulesi’nden
Kendini bir anda bıraktı boşluğa
Ömrünün baharında
Bütün umutlarıyla birlikte
Paramparça oldu
Bir adam benim oğlumdu...

Gencecikti Vedat
Işıl ışıldı gözleri
İçi
Bütün insanlar için sevgiyle doluydu
Çıktı apansız o dönülmez yolculuğa
Kendini bir anda bıraktı boşluğa
Söndü güneş, karardı yeryüzü bütün
Zaman durdu
Bir adam düştü Galata Kulesi’nden
Bu adam benim oğlumdu

“Açarken ufkunda güller alevden”
Çıktı, her günkü gibi gülerek evden
Kimseye belli etmedi içindeki yangını
Yürüdü, kendinden emin
Sonsuzluğa doğru
Galata Kulesi’nde bekliyordu ecel
Bir fincan kahve, bir kadeh konyak
Ölüm yolcusunun son arzusu buydu
Bir adam düştü Galata Kulesi’nden
Bu adam benim oğlumdu

Küçüktü bir zaman
Kucağıma alır ninniler söylerdim ona
“Uyu oğlum, uyu oğlum, ninni”
Bir daha uyanmamak üzere uyudu Vedat

6 Haziran 1973
Galata Kulesi’nden bir adam attı kendini
Bu nankör insanlara
Bu kalleş dünyaya inat
Şimdi yine bir ninni söylüyorum ona
“Uyan oğlum, uyan oğlum, uyan Vedat”... 

Kimse böyle bir acı yaşamasın diyerek Galata Kulesini geride bırakıp Karaköy'ün ara sokaklarından birine saklanmış olan Türk Ortodoks Kilisesi'ne giriyorum. Kapılar sonuna kadar açık, ortalıkta kimsecikler yok. Dolayısıyle kilise hakkında bilgi verebilecek  kimseyi göremiyorum ama içeri girip resim çekiyorum. Kilisenin bahçe ve giriş kısmı açıktı. Asıl ayin yapılan yeri kapalıydı. Bende elimdekilerle yetinmek zorunda kaldım. 



Meryem Ana Türk Ortodoks Kilisesi'nin geçmişi 1921 Kayseri'ye dayanıyormuş. 1921 yılında Kayseri'de Türk bağımsızlık mücadelesini destekleyen Pavlos Karahisarithis tarafından kurulmuş.



1924 yılında Karahisarithis ayinleri (Papa Eftim I) yönetmeye başlamış daha sonra adını Zeki Erenerol olarak değiştirmiş. Günümüzde ise Papa Eftim IV Paşa Ümit Erenerol görevini sürdürmektedir.

Şimdi sırada güzel bir sergi ziyareti ve biraz daha fotoğraf çekip eve dönüş var. Hangi sergi mi? Bir daha ki sefere onu da anlatacağım.

Şimdi hoşçakalın....

Mutluluk ve sağlıkla kalın:)

HALFETİ'NİN SARI YAĞMURU

10 Ocak 2012 tarihli yazımda Julio Llamazares'in Sarı Yağmur adlı kitabından bahsetmiştim. Roman Pirene Dağları'nda terk edilmiş bomboş bir köyün ve köyde köpeği ile tek başına yaşayan yaşlı Andres'in hikayesini anlatıyordu.

'...taşıyabilecekleri ne varsa arabalarına yükleyip evlerinin kapılarını kapadılar ve vadiden aşağı inen patikalarda ve yollarda sessizce yok oldular." diye anlatıyordu insanların köyden gidişini. 

Kitabı çok beğenmiştim ve okurken Türkiye'de terkedilmiş köyde Andres gibi tek başına yaşayan biri olabilir mi acaba diye sormuştum kendi kendime. Olur niye olmasın diye cevaplamıştım. Mesela ben Gökçeada'nın hayalet köyü Dereköy'de yaşayabilirim demiştim. 
Şehrin kaosundan sıkıldığımda Dereköy'ün terkedilmiş evlerini, ıssızlığını ve sessizliğini düşünürüm bazen. Gerçi insanın içini acıtan bir hikayesi ve görüntüsü var ama galiba benim içimdeki, hayalimdeki gizli sığınma yerimde orası. Neyse daha fazla uzatmayım...

Issız köyde yaşam soruma bir cevapta Milliyet Cadde'den geldi.

Halfeti'de bir bölümü Birecik Barajı'nın suları altında kaldığı için boşaltılan Savaşan Köyü'nde tek başına yaşayan Hasan Mutlu'nun haberini okuyunca işte bizim Andres dedim. Yarısı sular altında kalan köyde köpeği ile tek başına bir hayat. Sarı Yağmur'daki Andres'e göre daha şanslı belki. Kendi sebzelerini kendi yetiştiriyor ve yaşantısından memnun. Ben ona Halfeti'nin Sarı Yağmuru adını taktım. İşte onun hikayesi...

HAYALLERDE KALMADI
HAYALLERDE KALMADI
Uzaklara gitmek, şehrin karmaşasından kaçmak ve doğayla baş başa olmak fikirleri, hepimizin hayallerinde var. Ancak pek çoğumuzun bunları gerçekleştirmek için yeterli cesareti yok. Olanlarınsa keyfi bir hayli yerinde

“10 yılda bir yaşlanıyorum”
Hasan Mutlu (63) / Emekli işçi-Şanlıurfa (Terkedilmiş bir köyde yaşıyor)
“2000 yılından beri Halfeti’de, büyük bölümü Birecik Barajı’nın suları altında kaldığı için boşaltılan Savaşan Köyü’nde, tek başıma yaşıyorum. Uzun yıllar şehirde, beton yığınlarının arasında kaldım. Çocuklarım büyüdükten sonra kendi hayatımı yaşamaya karar verdim. Toprakla uğraşmak bana huzur veriyor. Yaz aylarında kendi ektiğim sebzeleri yiyorum. Diğer ihtiyaçlarımı şehirden karşılıyorum. Şehir hayatında her gün yaşlandığımı hissederken, burada 10 yılda bir yaşlanıyorum. İnsanlar bir başıma sıkılıp sıkılmadığımı merak ediyor. Yapacak o kadar çok şey var ki; sıkılmaya zaman bulamıyorum. Köpeğimle ve köy boşaltıldıktan sonra sahipsiz kalan kedilerle ilgileniyorum. Burada, güneşin doğuşu da batışı da insana ayrı keyif veriyor. Beni alıp İstanbul’un en güzel yerine götürseniz yaşayamam.”

Herkese içindeki ve hayallerindeki yerde mutlu bir yaşam diliyorum... 

VAN GOGH ALIVE


Veya Muhteşem Van Gogh diye mi başlık atsaydım acaba? İkisi arasında seçim yapmakta zorlandım Van Gogh Alive yazdım.

Evet, bugün Karaköy Antrepo 3'te 10 Şubat'ta başlayan Van Gogh Alive sergisine gittim.

Ünlü Hollandalı ressam Van Gogh'un hayatının son 10 yılında yaptığı eserlerin modern teknolojiyle birleştirilerek 40 projektörün sayesinde müzik eşliğinde perdeye dev boyutlarda yansıtılmasıyla ortaya olağanüstü bir görsel şölen çıkmış.

Duvarlarda, tavanda ve zeminde kısacası her yerde seyredebiliyorsunuz tabloları.Salona girdiğiniz andan itibaren sizi sarıp sarmalıyorlar. Oturduğunuz yerden önünüzden sinema şeridi gibi geçiyorlar. Bir anda uçuşan kuşlar sarıyor etrafınızı, bir saniye sonra Van Gogh'un odasında buluyorsunuz kendinizi, akordeon eşliğinde değirmenler dönüyor ve bir tren geçiyor önünüzden dumanını tüttüre tüttüre.



Van Gogh'un kimi zaman çoşkulu kimi zaman depresif iç dünyasında yaklaşık yarım saat 45 dakika süren sıradışı bir gezintiye çıkıyor, içinde yaşıyorsunuz. Bir şeyi kaçırdım diye bir kuşkunuz olmasın çünkü başlangıç ve bitiş diye bir şey yok, gösteri kesintisiz dönüşümlü devam ediyor.



Gazetelerde okuduğuma göre sergiyi hafta sonu 6000 kişi ziyaret etmiş ve önünde kuyruklar oluşmuş. Değer mi değer. Hem de sonuna kadar ama bu kadar kalabalıkta zevki çıkmaz. Çünkü ayakta değil oturularak seyredilecek bir sergi ayrıca önünüzden birileri geçtiğinde büyü bozuluyor. Gideceklere tavsiyem hafta içi sabah saatlerinde gitmeleri. Kesinlikle kalabalıkta ziyaret edilecek bir sergi değil.



15 Mayıs'a kadar pazartesileri hariç hergün açık. Ben herhalde bir kaç kez daha giderim bitene kadar:)

Bu arada girişte Van Gogh'un tabloları ve hayatı hakkında bilgi verilmiş. İnsanın içini acıtan bir hayatı var. Oradan oraya sürüklenmiş bir yaşam.

Vincent Van Gogh 1853 yılında Hollanda'da doğmuş bir rahibin oğlu. Bir süre sanat galerisinde ve kitapevinde çalıştıktan sonra babası gibi rahip olmaya karar veriyor ve akrabalarının yardımıyla ilahiyat okuluna hazırlanması için Amsterdam'a gidiyor. Onbeş ay çalışmasına rağmen başarılı olamıyor. Brüksel'de bir rahip okuluna kabul ediliyor fakat burada da maden işçilerinin sefaletinden etkilenerek varlığını onlara harcıyor. İşçilerin bu durumu tanrıya olan inancını kaybetmesine neden oluyor ve bunun sonucu olarak Fransa'nın kuzeyini yaya olarak dolaşarak resim yapmaya başlıyor.



Bu sırada daha önce çalıştığı sanat galerisinde onun yerini alan ağabeyi Theo'ya mektuplar yazmaya başlıyor ki gösteride bu mektuplardan da örnekler sunuluyor. Theo kardeşinin resimdeki kabiliyetinin farkına varıyor ve ona yardımcı olmaya karar veriyor. Van Gogh aldığı yardımlarla desen çalışmak için Brüksel'e gidiyor fakat kısa bir süre sonra Etten'deki rahip evine geri dönüyor. Bu arada dul kuzenine aşık oluyor. Kadının Lahey'e yerleşmesi üzerine peşini bırakmıyor ve kendini engellenmeye kalkışanlara elini yakacağını söylüyor. Bir süre sonra bir fahişeyle tanışıp birlikte yaşamaya başlıyorlar. Fakat Theo'nun bu durumu öğrenmesiyle
kadından ayrılıp Drenthe bölgesine gidiyor. Babasının ölümünden sonra gittiği Nuenen'de ilk büyük tablosu 'Patates yiyenleri' yapıyor.




Başlangıçta karanlık olan resmi Theo'nun resimlerini satmasıyla aydınlanıyor. Theo sayesinde Paul Gaugin'le tanışıyor ama anlaşamıyor. Gaugin'le bir kavgasının sonunda kendi kulak memesini kesiyor ve yaptığı 23 portresinden birinde bunu resmediyor.

Bir süre akıl hastanesinde kalıyor. Bu süreç içinde 250'e yakın portre ve manzara resmi yapıyor.
Kesik kulak, Arles'teki İngiliz köprüsü, Zeytinlik adlı eserlerini burada yapıyor. Yalnız resim yapmakla kalmıyor boya için kullandığı zehirleri maddeleri de yiyiyor. Bunlar da hastalığının artmasına neden oluyor.

Depresif, gelgitlerle dolu hayatı temmuz 1890'da kaldığı otel odasında intiharı ile sona eriyor. Cenaze sırasında kardeşi Theo'nun bir takım tablolarını cenazeye katılanlara dağıtmasıyla ölümünden sonra daha da ünleniyor. 

Sarı renge olan düşkünlüğünü, bütün bunalımlarını, tanrı ve ışık özlemini tüm tablolarına yansıtarak ve mutsuzluğum sonsuza kadar sürer diyerek bu dünyadan göçüp gidiyor. Ve Vincent Van Gogh'un hikayeside burada bitiyor.

Son bir not;

Teşekkürler Abdi İbrahim ve Van Gogh Alive'da emeği geçen herkes:)


YAĞMURLU VE ŞEMSİYELİ BİR GÜN:)


Dün gece elimdeki kitabı bırakıp uyumadan önce bir süre sessizlikte cama çarpan yağmur damlalarını seyrettim. Huzurun sesiydi kulağıma gelen. Sokak tek tük geçen araba farlarının ışığında pırıl pırıl parlıyordu. Yer yer oluşan su birikintileri bir gölgeyi andırıyordu ıssız sokakta. Oluklardan nazlı nazlı süzülerek inen sular beni uykunun en koyu derinliğine, rüyaların kuytularına sürükledi.

Sabah dışarı çıktığımda elinde şemsiyeyle yürüyen insanları görünce ki buna bende dahilim aklıma Mary Poppins filmi geldi. Hani şu şemsiyeli sihirli uçan dadı.

Film 1910 yılının Londra'sında geçiyordu. Banks ailesinin iki yaramaz çocuğuyla başa çıkamayan dadıları evden kaçınca aile gazeteye yeni bir dadı bulmak için ilan verirler. Eve gelen dadı adayları tuhaf bir biçimde rüzgara kapılarak giderlerken Mary Poppins Banks ailesine gökyüzünden iniverir ve çocukların yeni dadısı olur. Bir parmak şıklatmasıyla odayı toplayabilen, şemsiyesini açarak uçabilen bu sihirli dadı çocukları bambaşka büyülü bir dünyaya doğru yolculuğa çıkarır. Müzik ve danslar eşliğinde bu büyülü dünyada eğlenen çocuklar büyüklerini yaptıkları yolculuğa inandıramazlar ve film böyle devam eder.



Sonra aklıma çok sevdiğim şarkılardan biri geldi. Singing in the rain. Gene Kelly'nin yağmurun altında şarkı söyleyerek dans ettiği meşhur film. Bir yağmur klasiği. İçimden avazım çıktığı kadar şarkıyı söyleyerek ve çocuklar gibi su birkintilerinin tam ortasını hedefleyerek şehri kaplayan gri bulutların altında diğer şemsiyelerin arasına karışıp yürümeye başladım.


"I'm singing in the rain
        Just singing in the rain
               What a glorious feelin'
                               I'm happy again"



DÖRT MEVSİM



Bugün 14 Şubat Sevgililer Günü...

"Aşk dünyanın en tatlı mutluluğu ve en derin acısından yaratılmıştır" demiş Bailey.

Yaşam sevincidir aşk. Pırıl pırıl bir yaz güneşidir insanın içini ısıtan. İçten samimi bir gülümsemedir ilkbahar gibi. Hüzündür aşk sonbahardır bazen. Ölümdür ayrılık. Kıştır hem de en dondurucusundan.

Gökkuşağıdır aşk yağmurdan sonra rengarenk çıkan, sürprizdir köşeyi dönünce aniden karşınıza çıkan, aydır yıldızdır geceyi aydınlatan, heyecandır içinizden taşan...

Ufak bir buket çicek, sıcak bir gülümseme ve o iki sihirli kelimenin mucizesi...
Hiçbir zaman kalbinizden sevginin ve aşkın pırıltılarının yok olmaması dileği ile...

Atilla Birkiye'nin Dört Mevsim şiiri ile kutluyorum Sevgililer Gününüzü:)

Hüzündür sonbahar
dudaklarında yudumlanan
kış ölümdür
saçlarında yaşam
göğüslerinin diriliği
sevinçli ilkbahar şarkısı
kızaran yaz coşkusu
kalçaların

bir tanrıça tapınağında
hiç sönmeyen kor parçası
aşk bedenin



TEB ŞEHRİNİ KURAN KİM?

Bertolt Brecht'in çok sevdiğim bir şiirini paylaşmak istedim bugün...

Dostlar Tiyatrosu "Ben Bertolt Brecht" oyunundan Genco Erkal ve Zeliha Berksoy'un seslendirmesiyle...


OKUMUŞ BİR İŞÇİ SORUYOR


Yedi kapılı Teb şehrini kuran kim?
Kitaplar yalnız kralların adını yazar.
Yoksa kayaları taşıyan krallar mı?
Bir de Babil varmış boyuna yıkılan,
kim yapmış Babil’i her seferinde?
Yapı işçileri hangi evinde oturmuşlar
altınlar içinde yüzen Lima’nın?
Ne oldular dersin duvarcılar Çin Seddi bitince?
Yüce Roma’da zafer anıtları dikenler?
Sezar kimleri yendi de kazandı bu zaferleri?
Yok muydu saraylardan başka oturacak yer
dillere destan olmuş koca Bizans’ta?
Atlantis’te, o masallar ülkesinde bile,
boğulurken insanlar uluyan denizde bir gece yarısı,
bağırıp imdat istedilerdi kölelerinden.
Hindistan’ı nasıl aldıydı tüysüz İskender?
Tek başına mı aldıydı orayı?
Nasıl yendiydi Galyalıları Sezar?
Bir ahçı olsun yok muydu yanında onun?
İspanyalı Filip ağladı derler
batınca tekmil filosu.
Ondan başkası acaba ağlamadı mı?
Yedi Yıl Savaşı’nı ikinci Frederik kazanmış ha?
Yok muydu ondan başka kazanan?
Kitapların her sayfasında bir zafer yazılı.
Ama pişiren kimler zafer aşını?
Her adımda fırt demiş fırlamış bir büyük adam.
Ama ödeyen kimler harcanan paraları?


İşte bir sürü olay sana
Ve bir sürü soru.


SEVGİLİLER GÜNÜ VE ÇİÇEKLER


14 Şubat Sevgililer Günü yaklaşıyor. Mağazalar bu özel gün için hazırlıklarını yapmışlar bile. Vitrinler kırmızıya bürünmüş. Günün rengi tutkunun, aşkın simgesi kırmızı. Kırmızı kalp, kırmızı ayıcık, kırmızı mum, kırmızı balon, kırmızı iç çamaşırları, kırmızı, kırmızı....

Sevgililer Günü'nün tarihi Antik Roma'ya dayanıyormuş. 15 Şubat'ta bereket tanrısı Lupercus onuruna Lupercalia günü kutlanır ve tanrıya adaklar sunulurmuş. Lupercalia bayramı arifesinde genç erkekler üzerinde kızların isimleri yazılı olan kura çekerler ve kutlama boyunca adını çektikleri kızla çift olurlarmış. Bu kutlamalarda evlilikle sonuçlanan birliktelikler yaşanırmış.

469 yılında Papa kuralar hariç kutlamaları yasaklamış. Kuralarda ise kızların yerine azizlerin isimleri yazılmasını şart koşmuş.

İmparator II Cladius ise erkeklerin eşlerini ve ailelerini bırakıp savaşa gitmek istememelerinden 
dolayı evliliği yasaklamış. Aziz Valentin Cladius döneminde Romada yaşayan bir papaz imiş. Kendisi gibi papaz olan Aziz Maurius ile birlikte evlenmek isteyen çiftleri gizlice evlendiriyorlarmış. Bu durum bir süre sonra imparatorun kulağına gitmiş ve Aziz Valentin'i tutuklatarak öldürtmüş. 14 Şubat'ta da gömülmüş. Bu olaydan yaklaşık 200 yıl sonra Papa Gelanius Aziz Valentin'i onurlandırmak için 14 Şubat'ı Aziz Valentin günü ilan etmiş.



Yıllar sonra 14 Şubat sevgililerin birbirlerine aşk mesajları gönderdiği bir güne dönüşmüş ve Aziz Valentin sevgililerin koruyucu meleği olarak anılmaya başlamış.

1800 li yıllarda Amerikalı Esther Howland'ın ilk sevgililer günü kartını yollamasıyla bu gün dalga dalga diğer ülkelere de yayılarak kutlanmaya başlamış. 14 Şubat'ta sevgililer aşklarının ifadesi olarak birbirlerine ufak hediyeler verirlermiş. Çikolata ve çiçek sevgililer gününün sembolik hediyeleri haline gelmiş.


Çiçekler...Sade ama anlamlı. Her birinin ayrı dili olan rengarenk, mis kokularıyla duyguların en güzel ifade şekli. 

Her çiçeğe ayrı bir anlam yükleme ilk kez 1600 yıllarında İstanbul'da başlamış. 1716'da İstanbul'da yaşayan İngiliz Lady Mary Wortley Montagu ülkesini dönerken çiçek dilini yanında götürmüş. Zamanla bu dil İngiltere'den Fransa'ya oradan da Avrupa'ya yayılmış. 


Sevgililer Günü'nüne damgası vuran çiçek aşkın çiçeği kırmızı güldür. Verilme nedeni ne olursa olsun benim çiçekteki tercihim mis gibi kokusu kırılgan yapısıyla kışın prensesi fulya'dır. Aralık Ocak geldiğinde fulyalar sokak çiçekçilerinin sepetlerinde yerlerini aldıklarında gözüm başka çiçeği görmez. Demet demet alır gelirim eve. Özenle yerleştiririm vazoya. Gidip gelip koklarım. İki üç aydır ömürleri, sonra bir sonraki kışa kadar başka çiçeklere bırakırlar yerlerini. Fulya'nın çiçek dilindeki manası beni unutma demek miş.


Bu Sevgililer gününde sevgilinize çiçek almak istiyorsanız aşağıdaki yazıya bir göz atmanızı tavsiye ederim. İçlerinden biri aşkınızı ve kendinizi en iyi ifade eden çiçeklerden biri olabilir.

İşte çiçeklerden bir mana buketi:)

Beyaz gül                                        Masumiyet
Kırmızı gül                                       Aşk
Pembe gül                                     Gönlüm sende
Sarı gül                                           Sıcak sevgi

Lilyum                                             Güven

Orkide                                            Gurur

Kırmızı karanfil                               Sevgi
Pembe karanfil                              İçtenlik
Sarı karanfil                                    Hüzün
Beyaz karanfil                                Temizlik, saflık

Beyaz krizantem                            Sadakat
Kırmızı krizantem                           Sessiz istek

Kırmızı lale                                      Seni seviyorum
Beyaz lale                                       Sağlık
Pembe lale                                     Anlayış

İris                                                    Hatıra

Kırmızı glayör                                  Zerafet
Beyaz glayör                                  Dostluk
Sarı glayör                                      Kıskançlık
Mor glayör                                      İnanç

Erken bir Sevgililer Günü yazısı oldu biliyorum ama asıl sürprizi 14 Şubat'a bıraktım.
Güne yakışan çok özel bir şiir hediye edeceğim tüm aşıklara. Romantizm, aşk ve erotizm kokan bir şiir...

Kanuni’nin denizcileri Malta’da günışığına çıktı

Kanuni’nin askerleri kazı çalışmasında bulundu

Malta’da yapılan yol çalışmasında, adayı fethetmek için 1565’te kuşatan Osmanlı İmparatorluğu donanmasının denizcilerine ait olduğu sanılan insan kemikleri bulundu. İnşaatçıların çalışması durduruldu bölgeyi arkeologlar araştıracak.

OSMANLI deniz savaşlarında çok önemli bir tarihi yeri olan Malta Adası’ndaki kazı çalışmalarında çıkan insan kalıntılarının Türk denizcilere ait olduğu belirlendi.

Tarihçileri heyecanlandıran bulgu “Malta Mirası” ve “Ulusal Miras’ın Koruması” adlı vakıfların yetkililerince yapılan incelemede ortaya çıktı. Kanuni Sultan Süleyman’ın saltanatının sonuna yaklaşıldığı 1565 yılında Osmanlı kuvvetleri Malta’ya dört ay süren bir kuşatma uygulamıştı. Tarih boyunca yaşanan en kanlı ve şiddetli savaşlardan biri olarak gösterilen kuşatma, Ada’yı yöneten Hospitalier Şövalyeleri’nin galibiyeti ve Osmanlı kuvvetlerinin kuşatmayı kaldırması ile sonuçlanmıştı. Türk esirlere ait kalıntıların Marsa kasabasından Valetta sahiline yapılan bir yol çalışması sırasında bulunduğu ve tarihçilerin olayı daha iyi araştırıp kemikleri toplayabilmesi için yol çalışmalarının durdurulduğu kaydedildi. Yetkililer kazı alanında geçmişte bir caminin bulunduğunu da belirledi. Ancak 200 yıl önceki İngiliz işgali sırasında mezarlık ve caminin yıkıldığı anlaşıldı.

Türk askerleri zehirlenmişlerdi
Haberin tamamını okumak için linki tıklayınız...

KARLI GÜNLER SÜRÜYOR YİNE-ATİLLA BİRKİYE'DEN

                                              

Kar yine geldi çaldı kapımızı. Dışarısı buzzz gibi. Beyazlık, aydınlık çöktü şehrin üzerine:) Beyazlığın üstünde trafik keşmekeşi, ulaşım sorunu gibi siyah noktalar oluşsa da İstanbul farklı güzel manzaralar sunuyor her semtinde seyircilerine. Çıkıp biraz yürümek lazım...Dikkatlice, yavaş adımlarla...

İşte Atilla Birkiye böyle yazmış "Karlı günler sürüyor" yazısında..."Yürümeliyim..."


Kar iyice kenti sardı. Yalnız damlar değil beyazlaşan; sokaklar, kaldırımlar, parklar, merdivenler (ah, İstanbul’un merdivenleri!), bazı caddeler, bile.
Bir cumartesi sabahı, yine yalnız ama bu kez, ne hikmetse bir sevinç çığlığı uyanışta ya da kendine güven duygusu.
Kar lapa lapa yağıyor, İstanbul beyaz.
Yürümeliyim diye düşünüyor insan…
Boğaz yeşil ile mavi arası dönüşümlü, iki beyaz bakışımlı kıyı ortasında…
Hava soğuk, olsun yine de yürümeli insan.
Belki de kar neden, uyanıştaki sevinç çığlığına. Bir sevinç çığlığı daha sokağa çıkınca: yerler beyaz ve kaygan, birlikte; çocukluk günleri sanki.
İstiklal caddesinde yürüyorum, herkes gibi ben de adımlarımı özenle atıyorum; dikkatli, güvenli ve sağlam adımlar atıyorum.
Düşsem n’olur ki…



TAROT

                                                                   
Son günlerdeki merakım Tarot. Okuduğum bir yazıdan sonra öyle böyle değil fena halde taktım. 


Joker'in hayalperestliğine, Büyücü'nün mucizelerine, manastırın kalın duvarları arasında yaşayan Baş rahibenin güçlü sezgilerine, İmparatoriçenin şefkatine, Ölümün kaçınılmazlığına, Münzevi'nin mistik gücüne kapıldım gidiyorum. 


Tarot geleceği gösteren bir fal değil insanlık tarihinin kehanet yöntemlerinden biridir diye yazıyor kitaplar. Tarot'un tarihçeside kartların anlamları gibi gizlidir demeyi de ihmal etmiyorlar.


Tarot'un tarihi kimilerine göre Çin'e kimilerine göre Mısır'a dayanmakta ama somut olarak 14yy sonlarında Avrupa'da ortaya çıktığı yazılmakta. 1392'deki kartlardan sadece 17 tanesi günümüze kadar gelebilmiş. Daha sonra İtalyan ressam Bonifacio soylu Visconti ailesi için bir deste yaratmış. Visconti destesi günümüze kadar ulaşan ilk tarot destesi olarak bilinmektedir. 


Fransız düşünür Antoine Court de Gebelin 22 Büyük Arkana kartlarının eski Mısır uygarlığının dinsel öğelerini içerdiğine inanarak tarotu yeniden yorumlamış ve yarattığı kartlar Mısır Uygarlığındaki gizli öğretilerin görsel bir yansıması olmuş. 


18yy. ve 19yy mistisizmle ilgilenenler tarotun basit bir kart oyunundan farklı felsefesi olduğunu savunmuşlar.


Kartların üzerinde simyaya ve astrolojiye ait simgeler olduğu için okültizm (gizli bilim)  ile ilgisi olduğu söyleniyor. 

                                                                           


78 adet tarot kartları iki ana bölüme ayrılabiliyor. 22 tane Arkana Majör ve 56 tane Arkana Minör. (Majörler ve minörler kulağa hoş gelen bir melodi gibi). 


Arkana Majörler hayatın ruhsal, psikolojik, manevi gibi gizli yönlerini ortaya çıkarırken, Arkana Minörler günlük hayattan bilgi veriyorlar. Kartların düz anlamları olduğu gibi ters açılış anlamlarıda var. Bazen ters gelmesi düzlerinden daha hayırlı olabiliyor.  


Arkana Minör Asalar, Kupa takımı, Kılıç takımı, ve Tılsım (para) takımı olarak ayrılıyorlar. 

Asalar hırsı, karalı hedeflerin peşinden koşan girişimci insanları simgeleyen koç, yay ve aslan burçlarıyla özdeşleşiyorlar. 


Kupalar sevgi, aşk, aile gibi yaşamın duygusal yönlerini işaret eder. Balık, yengeç ve akrep burçları özelliğini gösteriyorlar. 


Kılıçlar mücadeleyi simgeliyor. Mücadelenin yanı sıra adalet, zafere ulaşma gibi anlamlar taşıyor. Burçları ikizler, terazi ve kova.


Tılsımlar (para) ise yaşamın maddi yönünü belirtiyor. Ayrıca azim ve hırsı simgeliyorlar. Boğa, başak ve oğlak burçlarının takımıdır. 


Saraylı kartlar ise kişilerin fiziksel ve psikolojik yönlerini ortaya koyarlar. 


Arkana Majör kartları hayatım manevi yönünü belirtiyor. Örn, Büyücü bilinçli bir zihnin temsilcisidir. Arkana Majör kartları varsa açılımda psikolojik ve ruhsal kuvvetlerin rolü vardır. Ölüm ve Şeytan bu grubun en kötü kartlarıdır.  


Tarot'un farklı desteleri vardır ama en ünlüsü Arthur Edgar Waite'ın geliştirtirdiği Raider-Waite destesi. Farklı desteleri gibi farklı açılışları oluyor. Bu açan kişiye göre değişiyor fakat Kelt açılışı en yaygını olarak biliniyor. 

                                                                    
                                                              
Tarot açılışı için uygun zaman ve mekan seçmek gerekiyor. Temiz güzel kokulu bir odada, mum ışığı eşlinde, sakinleştirici bir müzikle tam konsantrasyonla açılan kartların en doğruyu göstereceği belirtilmekte. Kartların tümünü bir resim olarak görmek ve yorumlamak ayrıca önemli. 


Ben şimdilik her güne bir kart seçip öğrenmeye çalışıyorum. Bakalım sonuna kadar gidip öğrenebilecek miyim yoksa sıkılıp yarı yolda mı bırakacağım. Henüz bunun cevabını vermediler. Bende kartlarda beklemedeyiz bu konuda...


 Benim gibi merak sarmış olanlara ve saracaklara bir kaç kitap önerisi;


A'dan Z'ye Tarot Fal Kitabı                 Marcia Masino          Gün Yayıncılık


Modern Tarot  (Rönesans Tarotu)      Jane Lyle                   Gün Yayıncılık


Kehanet Kitabı Tarot                            Nezih Yıldırım             KS Games