KAR VE FİLMLER

Kar halen var gücüyle etrafı beyaza boyamaya, geceyi aydınlatmaya devam ediyor. Buzzz gibi havada ufak bir yürüyüşten sonra tarçınlı çayımı yudumlarken aklıma içinden kar geçen filmler geldi. Parmaklarım kendini hissetmeye başlayınca hayat paylaşınca güzel diyerek başladım yazmaya.

Hmmmm ilk aklıma gelen Dr. Jivago oldu. Omar Sherif ve Julie Christie'nin başrollerini paylaştığı 1965 yapımı film. Boris Pasternak'ın aynı adlı eserinden sinemaya uyarlanan yaklaşık 3.5 saatlik görsel şölen. Hatıralardan silinmeyen o meşhur müziği ise bestecisi Maurice Jarre'a en iyi film müziği dalında Oscar ve Grammy ödülü getirmiş o zamanlar. Uçsuz bucaksız karlı sahneleri içeren romantik ve destansı film Rus ihtilali sırasında yaşanan bir aşk hikayesini anlatıyor.



Rusya'nın karlı steplerinden Amerika'ya gidiyoruz ve bu kez perde de "Love Story" var.
Ryan O'Neil ve Ali Mc Graw'ın başrollerini paylaştığı dramatik aşk öyküsü. Francis Lai tarafından bestelenen filmin unutulmaz müziği En iyi Orjinal Müzik Oscar'ına layık görülmüş.



Sırada 1862 yılında yazılmış Victor Hugo'nun ünlü Sefiller adlı eseri var. Ekmek çaldığı için beş yıl kürek cezasına çarptırılan Jean Valjean'ın dramatik öyküsünü anlatıyor film.




Biraz daha günümüze yaklaşıyoruz. 2005 yapımı Kar Mucize'si yansımış beyaz perdeye.
Noel arifesinde yağan kar sonucu yaşanan küçük mucizeleri anlatıyor bu kez. İçinde biraz dram, biraz komedi çokça romatizm var. Kar olur da romantizm olmaz mı:)



Uzak diyarlardan ülkemize geliyoruz ve son yıllarda en çok beğendim filmlerden biri var bu kez.
Reha Erdem'in Kosmos'u. Kars'ın büyülü atmosferi içinde mucizeler yaratan bir hırsızın hikayesini anlatıyor film.

                                      

Ve son filmim Tarık Akan'ın Deli Deli Olma. O da Kars'ta geçiyor. Çarlık Rusya'dan kaçıp Kars'a yerleşen Malakan'ların öyküsü var filmde. Son Malakan'ın öyküsü dersem daha doğru olur. Karlar içinde geçen yıllar ötesinden günümüze uzanan bir aşk filmi.




Ufakta olsa bir gezinti yaptım içinden kar geçen filmler arasında...Şimdi içlerinden biri iyi gider doğrusu. Sizce:)

Van Gogh'un eserlerine gireceksiniz

 
Eserlerine gireceksiniz

10 Şubat-15 Mayıs tarihleri arasında İstanbul Karaköy Antrepo 3’te, 15 Ekim-30 Aralık tarihleri arasında da Ankara Cer Modern’de sanatseverlerle buluşacak olan sergide, Vincent Van Gogh’un en ünlü eserleri, izleyiciyi ışık, renk ve ses senfonisinin içine alacak.

Türk ilaç sektörünün lideri Abdi İbrahim, 100’üncü kuruluş yıldönümünü dünyanın en büyük ressamlarından biri olarak kabul edilen Van Gogh’un eserlerini bugüne kadar hiç deneyimlenmemiş yepyeni bir formatta sunan etkileyici bir sergiyle kutluyor.

Sanat, bilim ve teknolojiyi yenilikçi bir şekilde harmanlayan ve bu özelliğiyle Abdi İbrahim’in 100 yıllık bakış açısını yansıtan sergi, izleyiciyi alışılageldik müze kavramının ötesine geçirerek, resmin hikayesinin içinde bir yolculuğa çıkarıyor.   

PRÖMİYERİNİN HEMEN ARDINDAN İSTANBUL'DA
3.000’in üzerinde digital imajın tek bir hikaye anlattığı çarpıcı bir sanat ve teknoloji füzyonu olan Van GoghAlive, geleneksel sanat, multi medya görüntü teknolojisi ve sinematografik yönetmenliğin eşsiz bir birleşimiyle; cezbeden, eğiten ve eğlendiren alternatifsiz bir deneyim sunuyor.

Grande Exhibitions Avustralya tarafından tasarlanan ve Singapur’daki dünya prömiyerinin hemen ardından İstanbul ardından da Ankara’da sanatseverlerle buluşacak olan sergi, 2012 yılı boyunca sanat dünyasının ilgisini Türkiye’ye çekecek.


ÇERÇEVE YOK, İÇİNDESİN...
Van GoghAlive Digital Sanat Sergisi’nde, SENSORY4 teknolojisiyle donatılmış yüksek çözünürlüklü 40 projektör aracılığıyla, çok kanallı animasyonlar ve sinema kalitesindeki surround ses sistemi birleştirilerek; dünyada en çok ilgi çeken eşsiz bir görüntü kullanılıyor. Dokunmak isteyeceğiniz kadar gerçek, dev boyutlardaki kristal netliğindeki görüntüler, İstanbul Karaköy Antrepo ve Ankara Cer Modern için özel olarak tasarlanan çok çeşitli ekranları ve yüzeyleri aydınlatıyor.

Haberin devamını okumak için linki tıklayınız...

Çektiği ve çekemediği fotoğraflarıyla Sabahattin Ali

Çektiği ve çekemediği fotoğraflarıyla

“Bir Fotoğraf Camı” sergisinde, Sabahattin Ali’nin yaşamında önemli yeri olan insanlar, gezdiği, gördüğü yerler, görüntülediği fotoğraflar yer alıyor.

Başta Ankara olmak üzere 1930’lu yılların Anadolu sokaklarının ve insanlarının yer aldığı bu fotoğraflar, usta yazarın edebi kimliğine de ışık tutuyor. “Bir Fotoğraf Camı” Çektiği ve Çekemediği Fotoğraflarıyla Sabahattin Ali Sergisi, 3 Şubat – 3 Mart tarihleri arasında Caddebostan Kültür Merkezi’nde ziyaret edilebilecek.
Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık’ın Kadıköy Belediyesi Caddebostan Kültür Merkezi Sanat Galerisi işbirliği ile düzenlediği “Bir Fotoğraf Camı” sergisinde, 41 yıllık kısa yaşamına çok sayıda eser ve tercüme sığdıran, Türkiye’nin farklı yerlerinde öğretmenlik yaparken öğrencileri üzerinde derin izler bırakan, Ankara’da Devlet Konservatuvarı’nın kuruluşunda ve ilk öğrencilerinin yetişmesinde büyük emeği olan Sabahattin Ali’nin en büyük tutkularından biri olan fotoğrafları, kişisel evrakı ve bazı özel eşyaları sergileniyor.
Sergi, Sabahattin Ali’nin yaşamöyküsünün fotoğraflarla anlatıldığı ilk bölümün ardından, yazarın yaşamından seçilmiş temalarla devam ediyor. Serginin yazarın ailesi, çocukluğu, gençliği, Almanya’da yaşadığı yıllar, öğretmenlik, askerlik, evlilik ve babalık dönemleri gibi başlıklı bölümlerinde ise yazarın fotoğraflarına kişisel evrakı ve eşyaları da eşlik ediyor.

Nâzım Hikmet’in Bursa Hapishanesi’nden gönderdiği mektup ve ilk kez bu sergide görülecek bir fotoğrafı, Orhan Veli Kanık’ın imzalı kitabı, Sabahattin Ali’nin gözlüğü ve Paşakapısı Cezaevi’ndeyken üzerinde olan takım elbisesi de serginin önemli parçalarından… Sabahattin Ali’nin Objektifinden başlıklı bölümde de ilk kez bu sergide görülebilecek fotoğraflar var. Ayrıca sergide yer alan ve Sabahattin Ali’nin 1939 yılında Sivas yolunda çektiği fotoğrafları ile eşi ve kızı Filiz Ali’ye ait fotoğraflar da sanatsal olarak dikkate değer.

Haberin devamını okumak için linki tıklayınız...

ESKİ KADINLAR

                                                             

Bugün TRT-Türk'de Nazlı Eray'ın "Hayat Bir Masal" adlı programını seyrettim. Bugünkü sohbet konusu eski kadınlar idi. Anneannelerimiz, babaannelerimizden bahsettiler. Onların yaşamlarını günümüz kadınının yaşantısıyla karşılaştırdılar. Köşkten gökdelenlere...

"Kalbinde Kadın Taşıyan Erkekler Birahanesi" adlı kitabında şöyle anlatıyordu babaannesini:

"Eski bir Osmanlı hanımefendisi olan babaannem hayatında hiç sinemaya gitmedi, televizyonu görmedi, asansöre, yürüyen merdivene binmedi. Hiç uçağa binmedi babaannem, kaset dinlemedi. Kentin keşmekeşinin içine girmedi. Eski siyah bir telefon çaldıkça, 'Alo' dedi yalnızca. Çini sobaları bildi, seki ahşap köşkü bildi, baharda açan menekşeleri bildi, kırlangıcın gelişini, hallacın sesini bildi. O da kadındı. Öyle yaşadı, sessizce öldü."

Çoğumuzun anneanne ve babaanneleri gibi. Anneannem bahçeyle uğraşmayı çok severdi. Evdeki işleri bittiği zaman eline makası alıp bahçeye iner, kah gülleri budardı, kah mevsimine göre bir şeyler ekerdi. Bazen bir çiçek, bazen sebze tohumu. Onlarla uğraşmak hoşuna giderdi. Yün örer, masallar anlatırdı. Eski İstanbul'u ondan öğrenmişimdir. Birinci Dünya Savaşı'nın sonunda Marmara Denizi'nin üstü karaböcek gibi düşman gemileriyle doldu diye anlatırdı o zamanki anılarını. Komşularını, eski mahallelerini, evlerini...

                                                                  
Babaannem işleri bittiğinde balkona çıkar limana giren çıkan gemileri seyrederek dinlenirdi. Bazen lambalı radyosunu açıp divana oturur. Başını yaslar ve programları dinlerdi. Mis gibi reçeller, börekler yapardı. Şarkılar söylerdi titrek sesiyle, hikayeler anlatırdı gençliğiyle, çocuklarıyla ilgili. Her daim bahçesinde bir şeyler
vardı uğraşacağı. Civcivleri vardı. Komşularına gidip gelirdi. Misafirlerini ağırlardı...

Bu iki kadınında evlerinde bugünkü konfor yoktu. Bulaşık makineleri yoktu. Çamaşır makinesi sonradan evlerine girdi. Buzdolabı yerine balkonlardaki tel dolapları vardı. TV'da yoktu gençliklerinde. Elektrik süpürgesi yerine çalı süpürgesi vardı. Evleri tertemizdi. Mis kokardı her daim. Kalorifer yerine sobalarla ısındılar uzunca bir süre. Telefon yerine çocuklarını gönderdiler haberleşme aracı olarak birbirlerine. Ya da çat kapı gittiler gidecekleri yerlere. Cep telefonunu rüyalarında görseler inanmazlardı. Benimkilerin ömürleri aslını bile görmeye yetmedi. O zamanlar bu kadar boşanmada yoktu. Saygılıydılar karı-koca birbirlerine. Çocuk denecek yaşta evlendirilmişlerdi ve daha henüz kendileri çocukken evde ebe,konu, komşu akraba eşliğinde ilk bebeklerini kollarına almışlardı.

Zamanımızdaki gibi bolluk ve tüketim çılgınlığı yoktu, her şey azdı ama özdü. Zarifti giyimleri, kuşamları. Aileler bir aradaydı. Koskoca köşklerde birlikte yenilir, içilirdi. Daha fazla saygı ve sevgi vardı. Hanımlar ud çalardı eşlerine. Eski hanımlar köşklerle birlikte anılarda kaldı artık. Bir süre daha belleklerde yaşayıp sonra değişen nesille tamamen tarihe karışacaklar.



Programı seyrederken aklıma geçmiş dönemlerin ünlü kadınları geldi. Ufak bir araştırma yaptım kendime göre. Yazarından ressamına...İşte geçmişte kalan kadınlarımız;

Fatma Aliye Hanım.

Türk edebiyatının ilk kadın romancı olarak biliniyor. 9 Ekim 1862'de İstanbul'da doğmuş. O devirde ailesi kızların eğitilebileceğine inanmadıkları için kendisine özel bir eğitim verilmiyor ama ağabeyi Sedat Bey'in evde
özel hocalardan aldığı dersleri dinleyerek kendini geliştiriyor. 17 yaşında evlendiriliyor. Evliliğin ilk on yılında eşinden gizli kitap okuyor. Daha sonra eşinin bu konudaki tutumunu değiştirmesi üzerine onun ismi ile tercüme yapmaya başlıyor.



1891 yılında Ahmet Mithat Efendi ile Hayal ve Hakikat adlı romanı yazıyor. Romanın kadın ağzından olan bölümlerini Fatma Hanım, erkek ağzından olan bölümlerini ise Ahmet Mithat efendi yazıyor. 1892 yılında ise ilk romanı Muhadarat yayınlanıyor.

Ref'et (1898), Udi(1899) ve Hayattan Sahneler önemli yapıtlarındandır.


Leyla Saz Hanım

Osmanlı İmp. son dönemine ve Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk dönemine tanıklık etmiş bir sanatçı.

1845 yılında dünyaya gelen Leyla Hanım babasının saray hareminin doktoru olması nedeniyle ablasıyla birlikte bir süre sarayda yaşamış. Bu arada sultan hanımlarının nedimeliğini yapmış, iyi bir eğitim almış. Saray yaşamı sırasındaki gözlemlerini, Osmanlı harem hayatını ve imparatorluğun son döneminde kadınların hayatını anlatan bir kitapta toplamıştır.



İki yüze yakın bestesi vardır ve "Yaslı gittim şen geldim" marşının bestecisidir.

Bostancı'daki köşkü İstanbul'un işgali sırasında yandığında bütün eşyaları, hatıra defteri ve besteleri oarada yanmış ama şiirlerini yıllar sonra 'Solgun Çiçekler' adli kitapta bir araya getirmiştir.

Mihri Müşfik Hanım

Türkiye'de ilk çağdaş resim çalışmalarını başlatan Mihri Müşfik Hanım 1886 yılında İstanbul'da Kadıköy Dr. Rasimpaşa Konağında dünyaya gelmiştir. Atatürk ve XV Benedict gibi ünlü kişilerin resimlerini yapmıştır.
Edebiyat-ı Cedide şairlerinin yazdıklarını resimleyerek bir Edebiyat-ı Cedide resmi yaratmıştır. Ünlü saray ressamı Zanaro'nun öğrenci olmuş ve ondan ders almıştır. Resme olan tutkusu yüzünden aristokrat hayatını terk etmiş bohem bir yaşam sürmüştür.

                                            Mihri Müşfik Hanım 'Siyahlı Kadın'

Türk ve Çin hükümetlerini protesto ediyorum

Türkiye'ye gelemem çünkü

Paul Auster’in son kitabı ‘Kış Günlüğü’ ABD'den bile önce ve ilk olarak Türkçe basılıp, Türkiye'de yayınlandı. Dünyaca ünlü yazarla kitabını konuşmak üzere Brooklyn’de buluştuk, Atatürk'ten Nazım Hikmet’e, Obama'dan Erdoğan'a geniş bir yelpazede söyleşirken Auster’in Türkiye’ye gelmeyi neden reddettiğini de öğrendik

‘Kış Günlüğü’ kitabınız ilk önce ve neden Türkiye’de yayınlandı?
- Evet, Türk okurlar dışında kimse okumadı henüz. Şubat ayında Danimarka ve İspanya’da yayınlanacak. ABD’de ağustos ayında çıkması planlanıyor. Tamamen programla ilgili. Türkiye'deki yayıncı erken davrandı (Can Yayınları). 
Şu anda yeni bir kitap üzerine çalışıyor musunuz?
- Bir şeyler karalıyorum ama kitap olur mu bilmiyorum henüz. ‘Brooklyn Çılgınlıkları’ kitabından sonra uzun süre yazacak bir konu bulamadım, aylarca beklemem gerekti. Garip olan, şimdi kitaplar arasında daha uzun bir süre bekliyorum ama daha hızlı yazıyorum.
Öykü yazarı olan babam her kitabını bitirişinde "Artık yazmayacağım, bu son kitabım" der. Ya siz?
- Aynen öyle. Her son cümlede ben de aynı şeyi söylerim. Zira, yazdığınız sürece kendi hayatınızı yaşamıyorsunuz. Oysa, yaşamak gerekir yeniden yazabilmek için.
Edebi eserlerinizde kurgu ve gerçek o kadar iç içe ki sormadan edemeyeceğim, yaşadıklarınızı mı yazıyorsunuz, yoksa bazen yazdıklarınız bir yaşanmışlığa dönüşüyor mu?
- Hayır, sadece tek yönlü bir etkilenme. Bilinçaltımdan geliyor. İçimde bir şeylerin gömülü olduğunu biliyorum; bazen yüzeye çıkarlar ve onu takip ederim, nereye gittiğini gözlemlerim, hissetmeye dair bir duygu bu. İfade edemeyeceğim bir duygu.
Senaryo yazarken nasıl hissediyorsunuz?
- Bir filmin öyküsünü yazmak bambaşka. Tamamen farklı bir süreç. Sahneleri, diyalogları, kişileri ve ekibi önceden planlamanız lazım, ayarları ona göre yapmanız gerekiyor.
Türkçe’ye çevrilmiş 25’den fazla kitabınız var. ‘Timbuktu’nun film olacağı doğru mu?
- Öyle bir proje geldi bir hanımdan. Çok da ısrarcıydı. Merak ettim ve senaryoyu yazmasını istedim ama sonucu hiç beğenmedim.
Kitaplarınızdan bir Brooklyn sevdalısı olduğunuzu anlıyoruz. Peki Brooklyn olmasaydı nerede yaşardınız?
- Bunu düşünmek bile istemiyorum! İki hafta sonra 65 yaşında olacağım. Hayatımın 32 yılını yani yarısını burada geçirdim. Brooklyn her çeşit insanın yaşadığı bir yer. Ama bütün büyük şehirler gibi Brooklyn’in de çirkin ve güzel tarafları var.
NAZIM HİKMET 20. YÜZYILIN EN ÖNEMLİ ŞAİRİDİR
 Nobel Edebiyat Ödülü sizin için ne ifade ediyor?
- Neye göre verildiğini bilmiyorum. Bazen iyi yazarlar alıyor, bazen değil ama kimin kazandığını duymak her zaman ilgimi çekmiştir. Bir ödülün yazar için o kadar da değerli olduğuna katılmıyorum. Bence 20. yüzyılın en büyük üç yazarı Proust, Joyce ve Kafka. Sanat bir olimpiyat yarışması gibi algılanmamalı.
Latin edebiyatından kimleri okuyorsunuz?
- Malûm herkesin okuduğu isimler: Marquez, Vargas Llosa, Roberto, Fuentes, Borges, Cortazar, yakın zamanda kanserden kaybettiğimiz, Arjantinli yazar dostum Tomas Eloy Martinez... 'Santa Evita' adında çok çok ilginç bir roman yazdı, Eva Peron’un kayıp naaşına dair.

Haberin devamını okumak için linki tıklayınız...

KAR VE KİTAPLAR

                                                                       

Kar devam ediyor önümüzdeki günlerde Sibirya soğukları da gelecekmiş. Bu daha fazla kar manasına geliyor.
Hayatımın vazgeçilmezlerinden biridir kar. Kış demek kar demektir benim için. Karsız bir kış düşünemiyorum nedense. Soğuğu ve yağmuru kıştan saymıyorum. Bir kova burcu:) kış insanı olarak sıcaktan çok soğuğa, kara düşkünümdür. Aşırıya kaçıp, zarar vermediği sürece güzeldir kar. Bir kar tanesini elinize alıp dikkatle baktığınızda ne kadar ince ve zarif şekillerinden oluştuğunu görürsünüz. Karın altında sessizliği ve adımlarımın çıkarttığı sesi dinleyerek saatlerce yürüyebilirim karın altında.

İstanbul ne güzeldir karda. Nazlı bir gelin gibi süzülür gözlerimin önünde. Galata, Eyüp, Çamlıca,Kadıköy, Beşiktaş eski yeni her semtinin ayrı bir güzelliği vardır. Çirkinlikleri de bir süreliğine örter kar. Güzeldir karda şehir hatları vapuruna binip Boğaz'ın donuk mavi sularında bir yakadan diğer yakaya geçmek. Kıyıları seyrederek  sıcak çay yudumlamak.

Ya da Haydarpaşa'dan trene binip (ki artık çok az kaldı bitmesine) raylar boyunca sallana sallana gitmek. Şehri birde tren camından görmek. Sonra eski kırmızı tuğla duvarlı bir istasyonda inip tekrar geri dönmek.

Ya da kendi evinizin camından mis gibi Türk kahvesi veya dumanı üstünde yeni demlenmiş çay eşliğinde seyretmek lapa lapa yağan karı. Belki sevdiğiniz bir kitabı okumak, bir film seyretmek.

Doyasıya keyfini çıkartmak....

İster bir bardak kahve eşliğinde ister bir kadeh şarap...

Ve sayfalarında kar tanecikleri uçuşan kitapları okumak:)

"Hala Slovenya'da tatil yapıyorum, bol bol kar yağdı, ışığı ve göz alıcı beyazlığı ile kar artık bakışlarımın bir parçası haline geldi. Vadiye döndüğümde eminim bunun boşluğunu hissedeceğim.: Doğaya en çıplak döneminde eşlik eden kahverengi ve grilerin hüznüne katlanmak daha da güç olacak. Karlı manzaralar bana müthiş bir dinginlik, saygı duygusu veriyor. Ne tuhaftır, ben bir deniz kentinde büyümeme karşın, dağ bana her zaman çekici gelmiştir. Konuğu olduğum Mauro, doğum yerlerinin önemli olmadığını, insanların deniz tipi veya dağ tipi diye ikiye ayrıldıklarını söylüyor. İnsan böyle doğar ve davranış coğrafi bir yatkınlıktan çok, ruhsal bir yatkınlıktır..."  
Susanna Tamaro "Sevgili Mathilda İnsanın Yürümesini Dört Gözle Bekliyorum"

"Tipi biraz dinmişti. Kar da azalmışa benziyordu. Pek zor görünmüyordu yolculuk. Taze gübrelerin alaz alaz koyulaştırdığı sokaktan geçtiler. Çamaşır asılı evin önüne vardıklarında beyaz gömlek yalnızca bir kolundan kaskatı asılı duruyordu. İç paralayıcı uğultular çıkaran söğütlerin de yanından geçince kendilerini gene kırların ortasında buldular. Fırtına dinmek şöyle dursun, hızını daha da artırmışa benziyordu. Kardan yol iz belli değildi, ancak işaret direklerine bakarak buluyorlardı gidecekleri yönü. Gelgelelim rüzgarın karşıdan esmesi direkleri görmelerini hayli güçleştiriyordu.
Vasili Andreyiç işaret direklerini kaçırmamak için gözlerini kısıyor, başını eğiyor, ama yolu bulmayı daha çok ata bırakıyordu. Atta tam güvenilecek hayvandı doğrusu. Ayaklarının altındaki sert yolun dönemeçlerine uyarak bazen sağa, bazen sola kıvrılıyordu. Kar ve tipi şiddetini iyice arttırdığı halde kızaktakiler kah sağda, kah solda işaret direklerini görmeye devam ettiler..."
Tolstoy   "Efendi ile Uşağı"

"Kar durmuştu. Hafif bir sis yakınlaşmakta olduğum sarayları ve kuleleri örtmüştü. Sonradan bu sisin, kentin sabah ve akşam makyajının bir parçası olduğunu öğrenecektim. Onun yanına yaklaşırken, sessiz ve hüzünlüydü
Prag. Tuhaf atmosferi beni kıskıvrak yakalayıvermişti. Gözlerim uzaklara gidiyor, bir kule, bir saray parçası, bir değişik gökyüzü dilimi yakalamaya çalışıyordum taksinin içinden, oturduğum yerden..."
Nazlı Eray  "Kayıp Gölgeler Kenti"

"Sabah daha şehir yeni uyanırken yağan kara aldırmadan Atatürk Caddesi'nden aşağıya, gecekondu mahallelerine, Kars'ın en fakir semtlerine, Kalealtı Mahalle'sine doğru hızlı hızlı yürüdü. Dalları kar tutmuş iğde ve çınar ağaçlarının altından hızlı hızlı ilerlerken pencerelerinden dışarıya soba boruları çıkan eski ve yıpranmış Rus binalarına, odun depolarıyla elektrik trafosu arasında yükselen bin yıllık boş Ermeni kilisesinin içine yağan kara, buz tutmuş Kars çayının üzerindeki beş yüz yıllık taş köprüden her geçene havlayan kabadayı köpeklere, kar altında iyice boş ve terk edilmiş gözüken Kalealtı Mahallesi'nin küçük gecekondularından tüten incecik dumanlara bakıp öyle kederlendi ki gözlerinde yaşlar birikti..."
Orhan Pamuk    "Kar"


                                                                  

Yalnızlık Günleri-Kar Yalnızlığı

                         

Dün geceden başlayan kar yağışı sayesinde bugün bembeyaz bir İstanbul'a uyandık. Rüzgarın etkisiyle oradan oraya savrulan kar taneleri şehri kaplayarak doğayla ele ele muhteşem bir tabloya imza attılar.Bense elimde kahvem ve okuduğum kitabımla pencerenin kenarında bu manzaranın tadını çıkartmaya baktım bugün. Biraz okudum biraz dışarıyı seyrettim. Sıcak şarap tarifleri aradım nette. Bu geceye yakışır doğrusu. Sonra Özgür Edebiyat'ın sayfasında Atilla Birkiye'nin aşağıdaki yazıyla karşılaştım."Penceremin önünden kar tanecikleri düşüp düşüp duruyordu." diye yazmış aynı benim ve sizlerin olduğu gibi. Bugüne de ancak bu yazı yakışırdı diye paylaşıverdim sizlerle:)


Bu havada evde oturanlara manzaranın zevkini çıkartmalarını dilerken akşam işten eve döneceklere de açık yollar diliyorum. Umarım herkes varacağı yerlere kazasız belasız karın zevkini yaşayarak zorlanmadan zamanında varır.

Herkese bol kartopulu bir hafta sonu:)

Son bir not bu havada yardıma muhtaç bir evsiz gördüğünüzde 0212 455 13 00 numaralı telefona bildirebilirsiniz...Kışın sert ve karlı günlerinde evsizler için barınaklar açıp buralarda barınmalarını sağlayarak ihtiyaçlarını karşılıyorlar. 

Vee tabii ki dört ayaklı dostlarımızıda unutmamak lazım. Lütfen onlar içinde bir iyilik yapın ve evinizde artan yiyecekleri dışarıdaki kuşlara, kedilere ve köpeklere götürün.  Onlarında bu soğuk havalarda bir lokma yiyeceğe ihtiyacı var. Çöpe dökmektense böylesi daha güzel...

Ve işte Attilla Birkiye'nin güne yakışan o güzel yazısı:)




Yalnızlık Günleri-Kar Yalnızlığı

Kar yalnızlığı insana pek dokunmaz. Benzemez öteki yalnızlıklara. Kar yalnızlığı iyidir hatta. Gecenin karanlığında bile birer umut zerrecikleridir, belli belirsiz düşen kar tanecikleri.
Hele gündüzse, kar yalnızlığı, tadına varılmaz! Sıcak olmalı oda. Her taraf beyaz İstanbul’da; Boğaz da beyaz. Boğaz’da beyaz.
Yoksullar gelince akla, öyle kar-kış işin tadı kaçar ama; insan bencildir, sanatçı egolu, yine dönersin kar yalnızlığına.
Gece çalışıyordum; penceremin önünden kar tanecikleri düşüp düşüp duruyordu. Ben kar yalnızlığımda sana yazıyordum. Sana! Senin kim olduğunu bilmiyorum ama, sana yazıyordum;

–görüyorsun birden “sen” demeye başladım; bir filmde görmüştüm, sonra bir kitaba da yazdım: insan “sen” demenin zamanını bilmeli; sonra, iş işten geçiyor–
birden pencereyi açtım, oysa dışarısı soğuktu; kar tanecikleri de olsa karanlıkta, hiçbir nedeni yokken açmıştım pencereyi, hiçbir nedeni yokken başımı yukarı kaldırdım, gözlerim, karanlık bulutlar arkasında beyazlığı ve tamlığı seçilebilen dolunaya takıldı.
Dolunaymış ay, dün gece sabaha kadar uyuyamadığımdan belli…
[Bu ikinci dolunay, adını duyduktan sonra. Yine bekleyişin gizemli sesi. Kim bilir, binlerce yıl önceki masalın içindesin belki…]



En bağımsız festival için geri sayım başladı

En bağımsız festival için geri sayım başladı

!f İstanbul, 11. yılında heyacan verici bir programla sinemaseverleri karşılıyor.

Yılın en çok konuşulan ödüllü bağımsız filmleri ve yönetmenlerini izleyiciler ile buluşturacak olan festival, her zamanki gibi ilginç konukları, renkli partileri ve eylem-odaklı atölye çalışmaları ile dolu bir program sunuyor. Üstelik filmler bu yıl İstanbul ve Ankara’nın ardından İzmir’e de gidiyor!

The Descendants, Take Shelter ve Bellflower gibi yılın en çok konuşulan bol ödüllü filmleri Hit Filmler bölümünde yerini aldı. 2012 senesine özel yeni bölümleri arasında People Power/Arka Bahçe, Yol var. !f İstanbul klasiklerinden olan Fantastik Filmleri de izleme imkanınız var.

!f İstanbul’un bu seneki sürprizlerinden biri ise müzik filmleri, partileri ve etkinliklerini !f Music başlığı altında toplaması ve ünlü İngiliz besteci Micheal Nyman gibi konukların da katılımıyla genişletmesi.

Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali !f, 11. yılında bu sene 16 - 26 Şubat arasında İstanbul’da, ardından 1- 4 Mart’ta Ankara’da ve ilk defa 2 - 4 Mart arasında İzmir’de takipçileriyle buluşacak.

İŞTE 2012 FESTİVALİNDE BAZI ANA BAŞLIKLAR /_np/8195/15618195.jpg
Robert Redford’un bağımsız filmlere ve yönetmenlere bir yuva olarak yarattığı Sundance Enstitüsü !f İstanbul ile olan ortaklığının 2. senesinde yine Sundance Lab’in senaryo yazım eğitimlerini, taze Sundance filmlerinden bazıları ile birlikte !f İstanbul’a getiriyor.

Ünlü Mısırlı Aktivist ve Oyuncu Khaled Abdol Naga Keşif Jürisinde

Festivalin uluslararası yarışması Keş!f yine genç yönetmenlerin ilham veren filmlerinden oluşan bir seçki ve bu senenin jüri üyeleri Yeşim Ustaoğlu, Andrea Picard, Mark Adams, Jonathan Cauoette, Khaled Abdol Naga ile cesaret ve yenilik dolu filmlerle İstanbul’da olacak. Bağımsız sinemanın yeni yeteneklerini, sinemanın ustalarıyla bir araya getiren !f İstanbul festivalin son hafta sonunda dünyanın farklı yerlerinden genç sinemacıları ve sinema duayeni ustaları buluşturuyor.

Jacques Nolot İstanbul’da! Fransız L’ACID 20. Yılını !f İstanbul ile Kutluyor

Bağımsız sinemanın Paris merkezli kuruluşu L’ACID 20.  yılını kutlarken gözden kaçmış modern klasiklerden ve yeni yapımlardan oluşan bir seçkiyi !f İstanbul ortaklığında festival kapsamında bağımsız sinema severlere ulaştıracak.

Seçkide yer alan filmler bol ödüllü Blissfully Yours (Apichatpong Weerasethakul), aykırı İsrailli yönetmen Avi Mograbi’den Avenge But One of My Two Eyes, Locarno'da Gümüş Leopar ödüllü Curling (Denis Côté) ve Cannes En İyi Film, En İyi Kadın Oyuncu, En İyi Erkek Oyuncu ödüllü  L’humanite (Bruno Dumont).

Program kapsamında ayrıca ünlü oyuncu Jacques Nolot, Avant Que J’oublie adlı meşhur filmini sunmak üzere İstanbul’da olacak.

Haberin devamını okumak için linki tıklayınız....

İÇİNİZDEKİ ÇOCUĞA ÖĞRETİN...

Kızlarınızı iyi yetiştirin.

Kendi kendilerine yetmeyi öğretin.


Namuslu olmanın yürekten geçtiğini öğretin.


İstediğini giymeyi öğretin. İnsanın ahlakının sadece kendi beyninde olduğunu öğretin.


Kıskanılmanın sevilmeyle aynı olmadığını öğretin.


Kıskanılmanın güzel, saygısızlığın kötü olduğunu öğretin.


Beni çok kıskanır, dışarı çıkarmaz, şunu bunu giydirmez diyen adamla gurur duymamayı bunun 



aslında kendine hakaret olduğunu öğretin.

Arayıp neredesin; kiminlesin vs. diyen adama seni tanımadan önce nasıl davranacağımı bilmiyor muydum haddini bil demeyi öğretin.



Oğullarınızı iyi yetiştirin.


Karşı cinse saygı duymayı öğretin.


Gece yarısı evine dönen kadının "aranmadığını" öğretin.


Bir kadının omzuna arkadaş olarak da sarılabileceğini öğretin.


Dokunmaktan korkmamasını öğretin.


Sevmenin değer verme olduğunu öğretin.


Sahip çıkmayla sahibi olmanın farklı olduğunu öğretin.


Bulunmaz Hint kumaşı olmadıklarını; olsalar bile burun silinen mendillerin de kumaştan yapıldığını; hiç kimseyi küçük görmemeyi öğretin.



Ama bunları önce kendi içinizdeki çocuğa öğretin...



-Alıntı-

Ünlü yazarların gizli yaşamları

İspanyol romancı ve deneme yazarı Javier Marías, Yazınsal Yaşamlar için kaleme aldığı ilginç önsözünde bu kitabın kendisi için ne anlama geldiğini şu sözlerle özetliyor: "Geçen zamanla birlikte farkına vardım ki, yazdığım tüm kitaplardan zevk almama karşın, en çok bu kitabımı yazarken eğlenmişim. Belki de nedeni 'yazılmış' olmalarının yanı sıra, bu 'yaşam'ların okunmuş da olmalarıdır."

 Isak Dinesen’in gerçek imgesi çok uzun zamandan beri zarif, gizem dolu, hayaleti andıran yaşlı bir kadındı, ta ki sinema, bu imgenin yerine aşırı romantik, belki hafifçe aptal, ıstırap içinde bir sömürge aristokratını yerleştirinceye dek. Barones Blixen romantik ve aristokrat olmadığından değil yine de onun bu rolü oynadığını söylemek daha doğru olur en azından Isak Dinesen’den beri; yani Afrika’da geçen uzun ve başarısız yılların ardından Danimarka’ya dönüp bu ve başka mahlaslarla kitap yayımlamaya başladıktan sonra.
“Yaşlandıkça maskeler takıyoruz, yaşımıza göre maskeler ve gençler göründüğümüz gibi olduğumuzu sanıyorlar ama bu doğru değil.” ‘İhtiyar Isak Dinesen’ adlı anlatıdan…
Javier Marías, birçok ülkede büyük ilgi gören Yazınsal Yaşamlar’da, ünlü yazarların kısa yaşam öykülerini sevecen ve saygılı, ama bir hayli de alaycı bir yaklaşımla sunuyor.
Faulkner ve Conrad’dan James Joyce ve Henry James’e, Arthur Conan Doyle ve Robert Louis Stevenson’dan Turgenyev ve Thomas Mann’a, Rainer Maria Rilke ve Malcolm Lowry’den Rimbaud ve Oscar Wilde’a, Mişima’dan Laurence Sterne’e, pek çok yazarı, gerçeklerden sapmadan nerdeyse birer roman kişisine dönüştürüyor; onların gizli dileğinin de bu olduğu inancıyla.
‘Gelip Geçen Kadınlar’ bölümünde, sıradışı yaşamlarıyla ilgi odağı olmuş ya da büyük yazarlara esin vermiş kadınlar anlatılırken kitabın sonundaysa Marías, kendi kartpostal koleksiyonundan seçtikleri eşliğinde, en sevdiği yazarların pozlarını, havalarını ve yüz ifadelerini eğlenceli bir bakışla yorumluyor. Yazınsal Yaşamlar, gerçek bir edebiyat şenliği.

-Cumhuriyet Kitap-
 

ARGOL ŞATOSU'NDA

                                                                

Argol Şatosu'nda Julien Gracq'ın 1937 yılında yazdığı ilk romanı. Issız, görkemli bir ormanda bir o kadar görkemli eski bir şatoda Albert ve arkadaşları Hermenien,kadın, beden simgesi Heidi arasındaki ilişkilerini anlatıyor roman.

Sürrealist bir yazarın kaleminden çıkan romanda alışılagelmişin dışında bir anlatım tarzı var. Sayfalar ilerledikçe insanın da içi kararmaya başlıyor. Sıkıcı bir ıssızlık, sessizlik ve durağanlık hakim. Konu ne kadar sıkıcıysa betimlemelerde o kadar canlı. Kullandığı edebi dil romanı hem sıkıcı hemde okunamaz hale getiriyor. Betimlemeyle birlikte konuya biraz hareket katsaydı zevkle okunabilir bir roman olabilirdi ama beni sıktı okurken. Bitsin de kurtulayım dediklerimin arasında yerini aldı. Yazmayı sevenler için betimlemeleri nedeniyle okunabilecek örnek kitap diyebilirim ama yalnızca roman okumak isteyenler için vakit kaybı.

Bugüne kadar hep sevdiğim kitapları yazdım ama bugünden sonra sevmediğim, okuduktan sonra kütüphanenim en diplerine kaldırdığım kitaplarıda yazmaya karar verdim. Ve ilk olarak Argol Şatosu'nda ile açılışı yaptım. İçinizde bu kitabı okuyanlar var ise yorumlarınızı gönderirseniz sevinirim.

Kitaptan ufak bir tadımlık:

"Küçük kilise muhteşem bir harabe görüntüsü sunuyordu. Dua yerinin dinmez bir acıyla zaman tükeninceye dek gözyaşı döktüğü kilisenin zarif, taş kemer parçaları ihanete uğramış bir kahramanın beyaz kolları, bacakları gibi darmadağın olmuş, siyah çimenlerin içinde çeşitli yerlere devrilmişti. Yaprakları tuhaf bir biçimde dantelli savruk bitkiler, sert dikenli böğürtlenler, gri yulaf demetleri taşlara takılıyordu. Orman küçük kiliseyi her yanından, boğucu bir manto gibi sararak koyu yeşil yapraklarının altında belli belirsiz, uyuyan su kıpırtısızlığı gibi devinimsiz bir alacakaranlıkta dalgalanıyordu. Burası öyle sıkı sıkı kapalıydı ki içindeki hava ancak uzun süre kapalı kalmış bir odadakinden biraz fazla akım sağlayabilirdi. Donuk bir bulut olarak duvarların çevresinde dalgalanan, içine yosunun ve kurumuş taşların yüzyıllarca dayanan kokusu sinmiş olan bu hava, değerli kutsal kalıntıların içinde bekletildiği, hoş kokulu bir merheme dönüşmüştü. Ama bu sırada, zamanın, akışını sanki bir mucizeyle durdurduğu bu düş evreninde, demir bir saat, tehlikeli silahlarını çekiyordu. Bu ıssız yerlerde boş bir zaman ölçüsünde, ruha buraların özünden hiçbir şey vermeyip yalnızca cehennem silahının patlamaya hazır olduğunu haber veren düzeneğin gıcırtılı ve düzenli sesini Albert, Hermenien ırmağın kıyısında birden ortaya çıktığında duyduğu ürkütücü, büyülü seslerin açıklaması olarak hemen benimsedi..."

Argol Şatosu'nda            Julien Gracq         Ayşe Eziler Kıran çevirisi ile     YKY'den

Beraberdir adalılar!

Beraberdir adalılar!

“Sami Solmaz’ın gözüyle Adalılar Sergisi” Yunanistan İstanbul Başkonsolosluğu –Adalar Müzesi işbirliğiyle 25 Ocak’ta Sismanoglio Megaro binasında...

“Beraberdir adalılar! Dil, din, mezhep, ırk bilmezler. Aynı teknede gibidir onlar, beraber giderler balığa, yangına, düğüne, içmeye… Anakara karışmazsa yüzyıllarca daha yaşarlar burada, ada’da…” Serbest gazeteci ve fotoğrafçı Sami Solmaz’ın Beyoğlu’nda İstanbul Yunan Konsolosluğu’na ait Sismanoglio Megaro binasında gerçekleştireceği sergisinde tarihten izler barındıran ada topraklarında yaşayan insanlara dair çektiği kareleri sanatseverlerle paylaşıyor.
 
Haberin devamını okumak için linki tıklayınız...

ÇİZMELİ KEDİ NEŞELİ AYAKLARI YEDİ:)

İki gündür çocuk filmlerine gidiyorum. Malum sömestr dönemindeyiz. Yeni bir film, yeni bir eğlence, yeni bir kitap sömestri geçirecek aktivite lazım:)

İlk filmimiz Çizmeli Kedi idi. Çizmeli Kedi'nin El Mariachi versiyonu:) Sevimli kedimiz bir aksiyon filmiyle çıkmış seyircilerinin karşısına. Yıllar öncesinden tanıdığı üç kağıtçı yumurta Humpy Dumpty ve hırsızlar kraliçesi seksi Kitty Yumuşak Pati ile altın yumurtlayan kazın peşine düşüyorlar. Humpy Dumpty binbir dümenle Çizmeli Kedi'yi bu maceranın içine sürüklüyor ve sonrasında içinde aşk, macera, dram,aksiyon karışımı müzikleriyle, esprileri ile nasıl geçtiği anlaşılamayan bir 90 dakika başlıyor. Çizmeli Kedi'nin koskocaman gözleri ve Kitty ile yaptığı dans görülmeye değer. Eğer görmediyseniz tavsiye ederim. Filmin 3D olması ki artık bütün çizgi filmler üç boyutlu yansıyor beyazperdeye filmi daha da zevkli hale getiriyor. TV'de çizgi film seyretmesini sevmeyen ben Çizmeli Kedi'yi severek izledim. Bu arada 2012 yazında Madagaskar geliyormuş:) Fragmanı gösterildi. Madagaskar ve Buz Devri... Benim kült animasyonlarım...Hele ki Madagaskar'daki penguenler ve Buz Devri'ndeki meşe palamutunun peşindeki sincap Scrat:))



Bugün ise Neşeli Ayaklar 2'ye gittik. Neşeli'den çok Sıkıcı Ayaklar deselermiş isim çuk otururmuş. İlk yarı baydı da baydı sıkıntıdan patladık. İkinci yarı nispeten daha iyiydi ama Çizmeli Kedi Neşeli ayakları yedi:) Filmde sözden çok müzik var. Şarkıyla ve danslarla filmi geçiştirmeye çalışmışlar ama olmamış. Ortaya çocukları bile sıkan sevimsiz bir film çıkmış. Çizmeli Kedi'yi ne kadar öneriyorsam Neşeli Ayaklar'ı da o kadar önermiyorum. Çocuklar bu filmde geçirecekleri zamanı daha farklı bir film veya aktiviteyle değerlendirebilirler.
Seçim sizin... İyi seyirler, iyi eğlenceler:)



Şehit komutanın kahve değirmeni 122 yıl sonra bulundu

Şehit komutanın kahve değirmeni bulundu

JAPON Kralı Meiji’ye yapılan ziyaretten dönerken 1890 yılında Pasifik Okyanusu’nda 550 denizcisiyle batan Ertuğrul Fırkateyni’nde yapılan kazı ve kurtarma çalışmaları sırasında geminin kazada şehit olan komutanı Osman Paşa’ya ait kahve değirmeni ile bir makineli tüfeğe ait mermiler bulundu.

Arkeolog ve konservatör Bertha Lledo Turanlı, "Kahve değirmeninin, geminin motorları İngiltere’de takılırken Osman Paşa’ya hediye edildiğini öğrendik" dedi.

35 METRE DERİNLİKTE 122 YIL SONRA BULUNDU / WEB TV

Pasifik Okyanusu’nda batan Ertuğrul Fırkateyni’nde 4 yıl önce başlayan kazı ve kurtarma çalışmalarında gün ışığına çıkarılan eser sayısı 8 bini aştı. Bodrum ve Karya Bölgesi Kültür Sanat ve Tanıtma Vakfı ile Sualtı Araştırma Enstitüsü (INA) işbirliğiyle yapılan kazı ve kurtarma çalışmalarında son olarak 35 metre derinlikte bir kahve değirmeni bulundu. 1878 yılında İngiltere’deki T.& C. Clark & Company tarafından üretilen ve Paris’te aynı yıl düzenlenen ’En İyi Dizayn’ yarışmasında gümüş madalya kazanan, özel yapım, 5 kilogram ağırlığında ve iki parçadan oluşan kahve değirmeninin aynı yıl Ertuğrul Fırkateyni’nin motorlarının takılması nedeniyle İngiltere’de bulunan komutan Osman Paşa’ya hediye edildiği ortaya çıktı. Kahve değirmeninin yanı sıra Plevne Savaşı’nda kullanıldığı tespit edilen makineli tüfeğe ait 600 mermi ve porselen tabaklar da gün ışığına çıkarılarak konservasyonu yapılmak üzere Bodrum’a getirildi.

Haberin devamını okumak için linki tıklayınız...

Konstantiniyye'den İstanbul'a

Konstantiniyye'den İstanbul'a
Xıx. Yüzyıl Ortalarından Xx. Yüzyıla
Boğaziçi’nin Anadolu Yakası Fotoğrafları

21 Ocak – 1 Nisan 2012
 

Pera Müzesi

XIX. yüzyıl sonu ile XX. yüzyılın başlarında İstanbul’da faaliyet gösteren fotoğraf ustalarının karelerinden oluşan, Suna ve İnan Kıraç Vakfı Fotoğraf Koleksiyonu ve bazı özel koleksiyonlardan derlenen sergi, bir devrin İstanbulu'nu eşsiz kıyıları, çarpıcı yapıları, gündelik hayatı ve ilginç kişikleriyle gözler önüne seriyor. Usta fotoğrafçılar Ali Sami Aközer, Félice Beato, Guillame Berggren, Abdullah Biraderler, Gülmez Biraderler, Ernest Edouard de Caranza, Sebah&Joaillier, Maurice Meys, Ali Enis Oza, James Robertson ve Elisa Pante Zonaro dönemin ağır ve zahmetli teknikleriyle çekilmiş fotoğraflarla İstanbul’un geçmişteki çehresini belgelemekle kalmıyor, bir sanayi merkezi, hatta büyük bir metropol haline gelmiş, silueti, mimarisi, taşıtları, köprüleri, rıhtımları, caddeleri ve meydanlarıyla bambaşka bir görünüme kavuşmuş olan bu kentin Anadolu yakası kıyılarında bizleri keyifli bir yolculuğa çıkarıyor

Karanlıkta Fısıldaşanlar / Stalin Rusya'sında Özel Yaşam



Rusya’nın her tarafından Stalin teröründen sağ kurtulanların gizli çekmecelerde ve döşek altlarında sakladığı mektuplara, günlüklere, fotoğraflara, kişisel belgelere ve sözlü tanıklıklara dayanılarak kaleme alınan Karanlıkta Fısıldaşanlar birçok Sovyet ailesinin gizli geçmişini açığa çıkarırken, Stalin’in zorba yönetimi altında yaşayan sıradan insanların iç dünyasına daha önce yapılmadığı ölçüde ışık tutuyor. Stalin terörünün kişisel ve ailevi yaşam üzerindeki etkisini derinlemesine inceleyen bir ilk kitap.
Karanlıkta Fısıldaşanlar, her sayfada varlığının hissedilmesine karşın, Stalin’le ya da rejimin siyasetiyle ilgili değildir; Stalinizmin bütün değerleri ve ilişkileri etkileyecek biçimde insanların zihinlerine ve duygularına girişiyle ilgilidir. Elinizdeki kitap terörün kökleri muammasını çözmeye ya da Gulag’ın yükselişini ve çöküşünü ortaya koymaya çalışmıyor; ama polis devletinin Sovyet toplumunda nasıl kök salabildiğini ve milyonlarca sıradan insanı nasıl suskun seyirciler ve işbirlikçiler olarak terör sistemi içine katabildiğini açıklamaya girişiyor. Stalinist sistemin gerçek gücü ve kalıcı mirası ne devlet yapıları ne de lider kültüydü; Rus tarihçi Mihail Gefter’in ifadesiyle, ‘hepimizin içine giren Stalinizm’di.”

Kitaptan tadımlık bir bölüm okumak için  linki tıklayınız...

KGB'nin 300 yıl yasaklı kitabı Türkçe'ye çevrildi

300 yıl yasaklı kitabı Türkçe'ye çevrildi

Rus gizli servisi KGB tarafından basımı 300 yıl yasaklanan ve günümüzde edebiyat eleştirmenlerince 'Son Rus klasiği' olarak tanımlanan Vasili Grossman'ın 'Yaşam ve Yazgı' adlı eseri, Türkçe'ye çevirisiyle kitap marketlerde yerini aldı.

Kitabın yayımcısı Can Yayınları Genel Yayın Yönetmeni Zeynep Çağlıyor, yaptığı açıklamada, yazarın, Stalin rejimi altındaki Sovyet Rusya'da yaşananları, yüzyılın en büyük muharebelerinden biri olan Stalingrad savunması sonrasında parçalanan bir ailenin öyküsü üzerinden anlattığını söyledi.
Stalin döneminin ardından yaşanan yumuşamayla birlikte yazarın “Yaşam ve Yazgı”nın basılabileceğine inandığını ifade eden Çağlıyor, Sovyet Rusya gizli servisi KGB'nin 1959 yılında tamamlanan eseri, “Sistem için bir atom bombası” olarak tanımladığını ve romanın basımına 300 yıllık bir yasak getirdiğini kaydetti.
KGB ajanlarının o dönem eseri yok etmek için daktilo şeritlerinden karbon kopya kağıtlarına kadar yazım aşamasında kullanılan her şeye el koyduğunu belirten Çağlıyor, “Ancak KGB ajanları, 1200 sayfalık dev eserin iki kopyası olduğunu fark etmiyor. Grossman, 1964'te ölüyor. 1970'lerin sonunda Almanya'da Grossman'a ait birtakım parçalar ortaya çıkıyor. Daha sonra kitap, yazılışından 21 yıl sonra Saharov'un vasıtasıyla ilk kez İsviçre'de yayımlanıyor” dedi.
“Yaşam ve Yazgı”nın 1989 yılında Rusya'da, ardından da Avrupa ülkelerinde basıldığını ifade eden Çağlıyor, kitap satışlarının hemen patlamadığını, okurların kitabın farkına zamanla vardığını ve bugüne kadar Avrupa ülkelerinde kitabı 1 milyondan fazla kişinin okuduğunu söyledi.
Çağlıyor, günümüz edebiyatının 19. yüzyıl edebiyatı gibi üretken olmadığını vurgulayarak, şunları kaydetti:
“Edebiyattan bahsediyoruz ve bu çapta bir edebiyattan bahsediyoruz. Bütün dünyada ciddi edebiyat arayışı içerisindeyiz. Kitap, bir taraftan Stalingrad savunmasında Rus insanının nasıl kahramanca savaştığını, diğer taraftan da savaşın ardından Sovyet rejiminin o cephede oluşan birlik, beraberlik ruhunu ve umudu kısa sürede nasıl yok ettiğini, insanları nasıl darmadağın ettiğini anlatıyor. Ben iftihar ederek yayımladım.”

“20. yüzyılın 'Savaş ve Barış'ı”

Haberin devamını okumak için linki tıklayınız...

Evine hoş geldin Laterna


Ayvansaray'ı gezip eski İstanbul'u hayal etmemek mümkün mü? Laternanın güzel müziği ile geçmişte kısa bir gezintiye ne dersiniz?




Ayvansaray'dan geçtim dün

Şöyle bir Ayvansaray'dan geçtim dün. Hani şu eski İstanbul'un ruhunun yeni İstanbul'dan kaçıp saklandığı yerlerden. Ufak bir tur attım iki tarafı iki katlı birbirine omuz vermiş eski İstanbul evleriyle çevrili dar sokaklarında. Kimbilir belki de o zamanki İstanbul'u bulmak istedim umutsuzca. Ama o çoktan alıp başını gitmişti. Buraya da el atan kentsel dönüşümle başa çıkamadığını söylediler...


Büyülü bir yer burası.  Grilik hakim ama o griliği bir anda karşıma çıkan değişik renklere boyanmış kapı ve pencereler yırtabiliyor. Boyaları dökülmüş ferforjelerin arasından konserve kutusuna ekilmiş bir çiçek size gülümseyebiliyor. Her an karşınıza farklı bir şey çıkabiliyor.Mesela İstanbul'un en eski varsayılan Rum kilisesi, İstanbul surlarının taşları yunanca bir kelime fısıldıyor yıllar öncesinden kulağınıza, eski Galata köprüsünün bir kısmını çekmişler kenara, onunda söyleceği çok şey var ama sessizce duruyor sahilde küskün, üzgün eski şaşalı günlerini anımsıyor iç çekerek Haliç'te.



Ayvansaray ismini Bizans Sarayından ve kapıdan alıyor. İstanbul'un kara surları ile deniz surlarının birleştiği yerde fetihten sonra yaptırılmış bir kapı varmış vakti zamanında. Bu kapının yakınında Bizans sarayına Büyükler Sarayı (Blakhernai) olarak söylenmesinden dolayı kapıya ve saraya aynı anlama gelen Ayvansaray adı veriliyor. Bugünkü Tekfur Sarayı ise Büyükler sarayının son kalıntıları olarak bilinmekte.

Yürüyüşüme devam ederken karşıma gri demir bir kapı çıkıyor. Aya Dimitri Kilisesi.



Ayvansaray Hagios Demetrios kilisesinin 1204 yılında Bizans imparatoru Nikolas Kanabes'e ithafen yakınları tarafından inşaa ettirilmiş olduğu kabul edilmekte. İstanbul'un fethi sırasında bölge tahrip edilmesine rağmen kilise büyük hasar görmemiş. 1640 yılındaki yangında hasar görmüş. 1729 büyük Balat yangınında ise tahrip olmuş. Patrik II Paisios zamanında 1730'da yeniden inşaa edilmiş. I ve II dünya savaşları arasında dini amaçlar dışında kullanılmış ve 1946'da yılında onarılarak 1947'de tekrar ibadete açılmıştır. İstanbul'un en eski kiliselerinden biri olarak kabul edilmektedir. İçindeki kitabeler kilisenin tarihçesi hakkında bilgi vermektedir.



Çevreden biri kilisenin içinin çok güzel ve bakımlı olduğunu eğer kapıyı açtırabilirsem mutlaka bir mum dikerek dilek dilememi önerdi ama ben zili o kadar çalmama rağmen kapı açılmadı. Bazı kiliselerin güvenlik amacıyla ayin saatleri dışında kapalı tutulduğunu biliyordum ama yinede de şansımı denemeye çalıştıysamda olmadı bende yoluma devam ettim.

Ara sokaklardan ana caddeye çıkınca tam karşıma Or-Ahayim hastanesinin muhteşem binası  çıktı. Hayat ışığı manasına gelen hastahane 1898 yılında doktorların ve hayırseverlerin yardımlarıyla Sultan II Abdülhamit fermanıyla sağlık ocağı olarak kurulmuş. I ve II Dünya Savaşları, Balkan Savaşı, İstanbul'un işgali, Rusya ve Polonya'dan gelen göçmenlerin ağırlanması gibi olaylara tanıklık ederek günümüze kadar gelmiş.



Fotoğrafını çekip oradanda ayrılıyorum bu arada önüme Çanak çıktı. Mangalda kuru fasülye:). Daha önce gitmeyenlere tavsiye ederim. Mutlaka deneyin çok güzel (ballandıra ballandıra yemek anlatmayı sevmeyen hatta tv yemek programlarına sinir olan biri olarak bu kısmı burada kesmeyi uygun görüyorum.) Duvarları Erol Evgin'den Issız Adam'a mekanda yemek yiyen bir çok ünlünün fotoğrafı ile dolu. Rağbet gören bir yer olmasına rağmen fiyatlarını oldukça makul tutmuşlar.

Biraz daha evlerin arasında dolaşıp fotoğrafladıktan sonra evin yolunu tutuyorum. Dönüşte yolum Tarlabaşı'ndan geçiyor ve içim acıyor. Eğer Tarlabaşı'nın bu halini hatırlamak istiyorsanız bugünlerde fotoğraf makinanızı alıp gidin. Çekeceğiniz fotoğraflar eski Tarlabaşı'nın (Dalan talanından geriye kalan) son fotoğrafları olacaktır çünkü kentsel dönüşüm çalışmaları başlamış ve tüm hızıyla devam etmekte:( Umarım aslına sadık kalınarak restore ederler ve geçmişin ihtişamını bize yaşatırlar.

Ve işte Ayvansaray turumdan ufak enstantaneler:)



























Son bir not, Aya Dimitri Kilisesi hakkındaki bilgiler Zafer Karaca'nın 'İstanbul'da Osmanlı Dönemi Rum Kiliseleri' adlı kitabından alınmıştır.