DAİRE 16





-Bazı kapıların kapalı kalması gerekir.-

Romanın arka kapağını gördüğüm zaman okuyabileceğim bir roman olarak almıştım. Eski bir bina, binanın geçmişi ve mekan olarak Londra'nın seçilmesi ilgimi çekmişti. Okudum da...

Adam Nevill daha önce okumadığım bir yazardı. Farklı bir hayata kapı açabilirdi.

Londra'nın zengin bir bölgesinde yaşayan Lilian ölünce dairesi yeğeni Apryl'e kalır. Genç kız kalan mirası almak için Londra'ya gelir. Apryl için ilk başta çok büyük şans olarak görünen ev ilerde bir o kadar da büyük sorunlara gebedir. Yaşadıkları sonucunda Apryl Barrington House'un geçmişini araştırmaya başlar ama görünen o ki binada yıllardır oturan kişilerin ona yardım etmeye hiç niyetleri olmadığı gibi ona da bu işten bir önce vazgeçmesini tavsiye ederler.

Apryl'in vazgeçmeye niyeti yoktur ve olayların üstüne gider. Sonunda açmaması gereken kapıyı aralar...

Kapı aralandıktan sonra çok farklı bir son beklediğimden olsa gerek bu noktada kitap tüm büyüsünü kaybetti.

İlk sayfadan itibaren olay kurgusu, mekan tasvirleri ve temposu ile güzel ilerleyen roman bir anda 3. sınıf korku filmlerine dönüştü. Finali beklentimi karşılamadı diyebilirim. Hadi bu sayfaya kadar geldim bitsin artık bırakmayım -ne kadar sıkılsam da okuduğum kitabı bırakmama gibi bir huyum var maalesef- dediğim bir kitap oldu Daire 16...

DAİRE 16         ADAM NEVILL    PEGASUS YAYINLARI   CEM DEMİRKAN- ÇEVİRİSİ




LOVE IS IN THE AIR...





Çalıyordu Café Rea'nın kapısından içeri girerken. Huzuru içime çektim...

Kış güneşinin altında bahar havasının hakim olduğu Kadıköy'ün dar sokaklarının sunduğu sürprizlerden biri daha. İster okuyun, ister yazın kendinizle baş başa kalabiliyorsunuz burada. Dekorasyonuna bayıldığım, yolum düştüğünde bir kahve için uğradığım ve nedense Paris'in ara sokaklarındaki ufak kafelerin havasını bulduğum içimi sımsıcak ısıtan bir mekan. (Bu arada Paris'in ufak kafeleri dedim ama karşılaştırma yaptığımda şunu da yazmadan geçemeyeceğim biz bu işi birçok Avrupa ülkesinden daha iyi kıvırmaya başladık galiba.)

İşte öyle bir yer orası...

Önümde çantamdan asla ayırmadığım not defterim ve kalemim...Elimde Stefan Zweig'in yeni okumaya başladığım Karmaşık Duygular kitabı, burnumda mis gibi filtre kahve kokusu...Tam çaprazındaki Ayia Triada Kilisesi... Ortama ayrı bir büyü katıyor. Tam keyifle oturup öykü yazılacak mekan... Bu kez tembellik edip yazmadım. Okumayı tercih ettim. Belki gelecek sefere bir şeyler karalarım not defterime...Başlığını da Çilekli Cheese Cake koyarım.



Tam çıkarken don't worry be happy çalmaya başladı...

Evet dedim...Tabii...Ara sıra öyle olmak lazım..

Don't worry be happy...

Herkese iyi haftalar....

Ben Roman Kahramanları ve 14 Şubat Dünyanın Öyküsü'nü almaya gidiyorum...Bakalım neler varmış bu sayılarında...Okumadan olmaz dimi ? Olmaz...

Bendeniz...Kitap Kurdu...






BAYAN PEREGRINE'NİN TUHAF ÇOCUKLARI




"Hepimiz kendi masallarımıza tutunuruz; ta ki onlara inanmanın bedelini ağır ödeyene dek."






Bayan Peregrine'nin Tuhaf Çocukları'nı ilk aldığımda kitaptaki fotoğraflar ilgimi çekti. Hele ki eskicilerden toplanmış - on koleksiyoncunun kişisel arşivi -  bu fotoğrafların hepsinin orijinal ve üzerinde oynamamış olması konuya ayrı bir değer kattı diyebilirim.  

Konusunu kısaca şöyle özetleyebilirim...

Bugüne kadar büyükbabasının anlattığı tuhaf hikayelerle büyüyen 16 yaşındaki Jakob büyük babasının aynı hikayelerdeki gibi garip bir şekilde ölümüne şahit olur. Bu durum onda büyük bir travmaya neden olur. Ölümünden sonra yaşlı adamın eşyaları arasında daha önce hiç görmediği fotoğraflara rastlar. Bu arada halası Jakob'a bir kitap hediye eder. Aslında büyükbabasından gelen bir hediyedir. Jakob kitabı açar, içinden büyükbabaya yazılmış bir mektup çıkar. Bu mektup maceranın başlangıcıdır. Terapistinin de onaylamasıyla kuşlar üzerinde araştırma yapmak isteyen babasıyla birlikte adaya doğru yola çıkarlar. Adada Jacob'u Bayan Peregrine'in büyülü ve bir kadar da hüzünlü dünyası beklemektedir.




Jacob Bayan Peregrine'in yetimhanesinde tuhaf çocuklarla ve olaylarla uğraşırken bende burada kendi dünyama daldım. Romanın ada da geçmesinden olsa gerek bazı betimlemeler beni adalar da dolaştırdı. İlk önce Heybeliada Terk-i Dünya Manastırına oradan da Büyükada'daki Rum Yetimhanesine götürdü. Okurken ben de kendi hayallerimin, kendi romanımın içinde dolaştım. Mesela çocukların sergiledikleri oyunda kullandıkları "külüstüre dönmüş bir trombon" beni Büyükada yetimhanesinin içindeki kırık dökük piyanonun başına götürdü. Adanın bir ucunda bulun Peregrine'nin yetimhanesi ise Terk-i Dünya Manastırına... 

Kitabın güzel bir kurgusu var...Ben ilk çıktığında okumuştum. Biraz zaman geçti üstünden. Oldukça zaman geçti demek daha doğru olur :) 

Halen okumadıysanız okumanızı tavsiye ederim. 


"Dünyanın her tarafında tuhaf ruhlar var." dedi, "her ne kadar sayımız eskisine göre epeyce azalmış olsa da. Hala hayatta olanlar, tıpkı bizim gibi saklanıyorlar."







BAYAN PEREGRINE'İN TUHAF ÇOCUKLARI   RANSOM RIGGS     İTHAKİ YAYINLARI

KADIKÖY'Ü NEDEN Mİ SEVİYORUM...

Ne demiş şair satırlarında...

"Bir güzellik yap kendine...
....Şımart kendini olabildiğince..."

Beni bu şehirde şımartan yerlerden biridir Kadıköy...Kitapçısıyla, sahafıyla, balıkçısıyla, baharatçısıyla, iskeledeki gazetecileri ve rengarenk çiçekçileriyle, sokak aralarındaki ufak kafeleriyle, ufacık butikleriyle, sayamadığım karşıma çıkan çeşitli sürprizleriyle...

Ve hayvanlarıyla...Evet yanlış okumadınız hayvanlarıyla...

Şu hemen hemen her mağazanın kapısında yatan müşterileri karşılayan kedi ve köpekleriyle...

Hayvan dostu bir semt olduğu için de farklıdır Kadıköy benim için.

Çok acele işim yoksa ilk uğradığım yer Nezih ve Alkım olur...

Nezih'te oturup kitapları incelemek, bir kaç sayfa okumak ritüellerim arasındadır. Alkım'da aynı idi "bir zamanlar" diyeceğim çünkü son gittiğimde yapılan yeni düzenleme ile bana inşaat alanı hissini verdi. Eskiden kitabımı alıp içindeki kafede mis gibi Türk kahvesi eşliğinde zevkle okurdum. Eski büyüsünü kaybetti gözümde ama tabii ki ben yine de uğramadan geçemem oraya.


İşte Nezih'in Köpeği...Genelde kapısında yatar :)

Çarşıda ilerlediğinizde yukarıdaki manzara ile sık sık karşılaşırsınız. Hemen yanındaki Özgür Kırtasiyenin tepelerde dolaşan kedisi de hayvan sevenlerin gözünden kaçmaz. Kitap ayraçlarının üzerinde gezinmeyi pek sever kendileri...



Beni verdiği pozlarıyla en çok güldüren Garanti Bankasının kedisidir. O ne hava öyle...O ne sahiplenme öyle :) 



Biraz ötede Penti'nin kedisi yatar kapısında...

Bahariye'ye doğru çıkarken Tefal'in köpeği çıkar karşıma. Uzanmış yatıyor sereserpe...Olmaz ki! Böyle de yatılmaz ki! der geçerim yanından. Her ne kadar başını okşamak geçse de içimden keyfini bozmak istemem. 



Ve son olarak ta OXXO'nun kedisi...Vitrinde ışıkların altında sıcacık uyuyakalmış :)




Kadıköy'den hayvan manzaralı bu kadar olsun şimdilik :) Sırada başka güzellikler var...



MUTLU YILLAR....








               İSTEDİĞİMİZ HER ŞEYİ GÖNLÜMÜZCE YAŞAYACAĞIMIZ KOSKOCA BİR YIL         

                                                                    DİLİYORUM...

SAĞLIK, MUTLULUK, HUZUR, BAŞARI...HEPSİ BİZLERLE OLSUN...

2016 BARIŞ DOLU BİR YIL OLSUN...

YÜZÜMÜZDEKİ GÜLÜMSEME HİÇ EKSİLMESİN...

YENİ YILINIZ KUTLU OLSUN !!!

ÖĞRETMENLER GÜNÜNÜZ KUTLU OLSUN





Hayatıma dokunan tüm öğretmenlerime...

Bir çocuk için en  büyük mucize küçükken iyi bir öğretmene denk gelmekmiş.

Öğrenim hayatım boyunca hep mucizelerle karşılaştım ben.

Sizlerin ışığı doğrultusunda ilerledim...Hayatıma yön verdim...

Sayenizde hayallerimin peşinden koştum...Hiç bir şeyin tesadüf olmadığına inandım...

Tarih öğretmenim sayesinde geçmişin koridorlarında dolaştım, edebiyat öğretmenim sayesinde yazmanın büyülü dünyasını keşfettim...

İlkokuldan üniversiteye...

Hepiniz ayrı bir değer kattınız bana...

İyi ki varsınız...

Öğretmenler Gününüz Kutlu Olsun...









BASİT BİR ES





Yine bir tren yolculuğu hikayesi anlatacağım size. Aslında anlatan ben değilim Enis Batur anlatıyor bu hikayeyi ama ben de okurken kendi hayallerimi kattım içine...Yaşadıklarımı desem belki daha doğru olur. Hayallerim, anılarımdan ufak kesitler ve kendimden çok şey bulduğum Basit Bir Es...

Böyle olunca da ufacık tefecik kitap devasa bir kitaba dönüştü. Zaten yazarın yapmak istediği de buydu sanırım...

Kitabın ilk sayfasında, Italo Calvino'nun bir cümlesini okuyoruz. Enis Batur, Basit Bir Es'te Calvino'nun çok sevdiğim kitaplarından biri olan Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu kitabından esinlendiğini inkar etmiyor.

Bir kış sabahı taşra istasyonundan binen yolcu yazarın karşısındaki tek koltuğa oturuyor ve çantasından yazarın yıllar önce yazdığı kitabı çıkarıp okumaya başlıyor.

Ufak bir kasabanın kırmızı taş tuğladan örülmüş istasyonunda duran trene sadece bir kaç yolcu biniyor. Açılan kapılardan içeri  buz gibi dondurucu hava giriyor. Her yer bembeyaz kar. İnen yolcular ağızlarından duman çıkararak hızlı adımlarla gözden yok oluyorlar. Hareket memuru upuzun kalın paltosunun cebinden çıkarttığı düdüğü çalarak treni bir sonraki istasyona uğurluyor. Trenin içi sıcacık, börek çörek kokusu yayılmış etrafa. Yolculuk uzun sürecek. Kitabınızı çıkartıyorsunuz ve başlıyorsunuz kaldığınız yerden okumaya. Kah okuyorsunuz kah geçtiğiniz uçsuz bucaksız yerleri seyrediyorsunuz. Sonsuz bir beyazlığın içinde tıkır tıkır sallanarak ilerliyor tren. Karşınızdaki adamı bir yerlerden gözünüz ısırıyor ama çıkaramıyorsunuz. Tekrar kitaba dönüyorsunuz...

İşte ben böyle hayal ettim okurken...

Bu arada çeşitli yolcu profilleri görüyorsunuz...Tipik yolcu demek daha doğru olur :). Bunları şöyle   anlatıyor yazar;

"Yaşlı kadın, genç delikanlı farketmez, yolboyu susmayı beceremeyen insanlarla dolu bir dünyada yaşıyorduk. Bıraksanız herşeyini anlatmaya hazır, bıraksanız herşeyi sormaya yatkın, safkan başbelası yolcular serseri mayın, çarpacak birilerini ararlardı."

Bu kez daha fazla tadımlık yazmayacağım kitaptan. Zaten 76 sayfa yazmaya kalksam romanın yarısını burada okumuş olursunuz. Altlarını çizdiğim bir sürü cümle,işaretlediğim bir dolu paragraf var. Bu kez bana kalsın ama size tavsiyem mutlaka okuyun Basit Bir Es'i...

Bol kitaplı, sağlıklı günler diliyorum...

Sevgiyle kalın...




GÜNLÜK RİTÜELLER







Sonbahar geldi çattı...En sevdiğim mevsimlerden biridir...Kitap, kahve, battaniye durumuna geçiştir benim için.

Kitap ve kahve günlük ritüellerimin olmazsa olmazı. Bir de şu bloguma üvey evlat muamelesi yapmaktan vazgeçsem, onu da ötelemesem iyi olacak ama bugün yarın diyerek bakıyorum bazen bir ay el sürmemişim.

Yazmak ise vakit buldukça yaptığım bir şey. Ne kadar kötü değil mi ? Oysa ne çok severim yazmayı. İçimdekileri dökmeyi ya da gördüğüm, korktuğum, sevdiğim, nefret ettiğim, beğendiğim, beğenmediğim şeyleri öykülemeyi. Düzenli yazmayınca da olmuyor işte. Bir çok şey eksik kalıyor. Kelimeler havaya karışıveriyor, cümleler işlevini kaybediyor, pratiklik yok oluyor. Oysa yaşadığımız toprak üzerinde yazacak binlerce konu varken hepsi bir yerlere saklanıveriyor sanki.

Düzenli yazınca insan istediği yerlere ulaşabiliyor. Her gün  piyanonun başına oturup siyah beyaz tuşların üzerinde gezinen parmaklar kitlelerin hayran olduğu konçertoları çıkarıyor ortaya, ya da belli bir disiplinle tuvallerin üzerine saçılıveren rengarenk boyalar sayesinde ortaya çıkan görsel bir şölenle ruhumuzu dinlendire biliyoruz. .

İşte tüm bunları anlatan bir kitap Günlük Ritüller...

Büyük yazarların, bestecilerin ve ressamların hayatlarından bir kesim sunuyor okuyucuya. Nasıl çalıştıklarını, eserlerini ortaya nasıl koyduklarını anlatıyor. Yaklaşık 230 ünlü ismin günlük çalışmaları var sayfaları arasında. Simone de Beauvoir'dan tutun Patricia Highsmith'e, Thomas Mann'dan Umberto Eco'ya, Kafka'dan Alice Munro'ya, Çaykovski'den Liszt'e, Matisse'den Miro'ya...

Hepsinin çalışmalarından kısa kısa örnekler verilmiş. Yazarların çoğu ya sabah çok erken saatlerde kalkıp çalışıyorlar ya da gecenin sessizliğinde el ayak çekilince. Kaostan hoşlanmayanlarda yok değil içlerinde. Kimi mutfağındaki tencere tavasına günaydın diyerek başlıyor güne kimi bahçedeki çiçeklerine.

"Yazmak zor iş değil, kabustur." demiş Philip Roth.

"Yazarken, bir karakter yaratırken, o sürekli sizinle birliktedir, onunla dopdolusunuzdur, ete kemiğe bürünür, onu hayatınızdan çıkardığınızda, hayatınız oldukça yalnızlaşır." demiş Somerset Maugham.

Thomas Mann ise "Her paragraf bir yolculuğa dönüşür, her sıfat da bir karara." demiş yazarken.

Para idare etmeyi hiçbir zaman beceremeyen Karl Max ise "Hiç kimse bu kadar parasız olup da para hakkında yazmamıştır." demiş ünlü eseri Kapital'i yazarken.

Carl Jung ise  Bollingen Kulesi diye bilinen ilkel taş bir evde yaşamış. Öyle ki kendi deyimiyle "On-altıncı yy'dan bir insan bu eve taşınacak olsa, ancak gaz lambalarıyla kibritler yeni gelebilir ona." diyebilecek kadar ilkel. "Elektriksiz yaşıyorum, şömineyi ve gaz ocağını kendim yakıyorum. Akşamları eski lambaları yakıyorum. Su tesisatı yok, suyu kuyudan çekiyorum. Odun kesip yemek pişiyorum. Bu basit işler insanı basitleştiriyor. Basit olmak da öyle zor ki." Böyle bir yaşam tercihi varmış Jung'ın.

Hepsi de eserlerini yaratırken masalarından kahveyi, içkiyi ve sigarayı eksik etmemişler. Uyanık kalmak, rahatlamak, belki de kelimeleri, notaları ve boyaları daha iyi kullanabilmek için.

Ben çok ama çok zevk alarak okudum Günlük Ritüeller'i.

Geçmişten günümüze büyük eserlerin yaratıcılarının nasıl çalıştığını merak edenlere tavsiye ederim.

Şimdilik basit bir es...Sırada başka güzel bir kitap var :)

Kalın sağlıcakla...






HİKAYE DEDİM DE...





Bazen sayfalarca olur, bazen bir kaç kelime yeter istediğini anlatmaya...

İşte Hewingway'ın altı kelime ile anlattığı hikaye;

"For sale: baby shoes, never worn."

"Hiç giyilmemiş satılık bebek ayakkabısı."

Nerelere götürdü sizi ?

Neler canlandırdı içinizde ?

Yoksa çok mu tanıdık geldi bu kelimeler.?

İlk aklıma gelen çok iç açıcı bir hikaye olmadığı...

Ama belki de öyle değildir...

Altı kelime...Bir hikaye...