KİTAP KURDUNUN BAŞINA GELEBİLECEK EN KÖTÜ ŞEYLER

Kitap kurtlarının başlarına gelebilecek en kötü şeylerden biri herhalde ödünç verdiği kitabın ya hiç geri gelmemesi ya da lime lime bir şekilde geri dönmesidir. Her ikisi de başıma geldiği için artık kitap ödünç vermiyorum kimseye. Ancak çok emin olduğum arkadaşlarıma ve aile fertlerine kitaplarımı emanet edebiliyorum. Hatta kütüphanemde "Dışarıya Kitap Verilmez" kartı duruyor. Tecrübe yenilen kazıkların bileşkesidir diye boşuna dememişler. İnsanı önlem almaya yönlendiriyor. Liseyken bir arkadaşıma Harold Robbins'in Tek Başına adlı kitabımı vermiştim. Kitap geri geldiğinde (neyse ki geri verdi ammaaa...) kitabı tanıyamadım desem yeridir. Hatta kitabı okudun mu güreş mi tuttun anlayamadım demiştim. Zavallı kitap olanca perişanlığı ile halen kütüphanemde durur.



Ah bir de yolculuk durumları var. Hani şu en sevdiğiniz kitabınızı yolculuk boyunca okumak için yanınıza alırsınız ya. Bir de en heyecanlı yerinde veya en sevdiğiniz yerinde bırakmışsınızdır...Ya da Çok merak ederek almışsınızdır da yolculukta okumak için ayırmışsınızdır...Ama ne mümkün. Yanınızda ki bir açar ağzını ne var ne yoksa kitap okumak yerine hayat hikayesini dinlersiniz. Gelini, kızı, oğlu, torunu torbası tanımadığınız bir sürü kişi dökülüverir önünüze, cinnet noktasına gelir değiştirecek koltuk arasınız kitabınızla baş başa kalabilmek için. Varsa ne mutlu ama aranan koltuk bulunamamışsa  hayat hikayesine devam...

Kitap okumayı sevenlerin başlarından kitapları ile bir sürü olay geçmiştir mutlaka. Sinir eden, gülümseten...

Sabit Fikir Dergisi "Kitap Kurdunun Başına Gelebilecek En Kötü 26 Şey" başlığı altında sıralamış neler olabileceğini.

İlk iki madde benim de yazdıklarım var. Sonrakileri de okumak istiyorsanız linke tıklayabilirsiniz...

http://www.sabitfikir.com/dosyalar/bir-kitap-kurdunun-basina-gelebilecek-en-kotu-26-sey

Bana gelince bu maddelerin çoğu uyuyor. İçlerinde umurumda olmaz dediklerimde var, Allah göstermesin dediklerim de. Mesela 19. maddedeki arkadaşınıza tavsiye ettiğiniz kitabı beğenmemesi gibi boş verdiklerim, taşınmak gibi Allah göstermesin dediklerim. 25. madde ise her zaman yazdığım, çok ama çok sevdiğim bir kitabın bitmesi. 16. Maddeye gelince bence onu bana hiç sormayın...Susturamazsınız sonra :)

Mutlu ve bol kitaplı günler diliyorum hepinize....

Sağlıcakla kalın....






YAZMAK ÜZERİNE - ERNEST HEMINGWAY





Yazmak Üzerine - Ernest Hewingway'in mektupları, romanları, konuşmaları, basılmış ve basılmamış tüm metinlerinde yer alan yazmak ve yazarlık kavramı ile üzerine düşüncelerini bir araya getiren bir kitap. Yazmak isteyenler için güzel çıkarımlar yapılabilecek bir rehber niteliğinde ama okurken sıkmayan, su gibi akıp giden bir kitap. Ufacık tefecik doksan beş sayfalık...Hiç bitmesin istediklerimden...Elimde süründürdüklerimden... Ama çabucak bitenlerden...:(

İşte tadımlık cümleler...

"Yazmanın kuralı yoktur. Bazen kendiliğinden ve kusursuz bir şekilde gelir. Bazen kayayı matkapla delip parçalamaya benzer."

Charles Poore'a 1953
Selected Letters, s 800-801

"Fare : Bir yazar için küçük yaşta en iyi alıştırma nedir?
 M : Mutsuz bir çocukluk."

By-Line : Ernest Hewingway p 215

"Dostoyevski Sibirya'dan sürgün edilince Dostoyevski oldu. Yazarlar haksızlıkla tıpkı kılıçlar gibi dövülür."

Green Hills of Africa, s 71

"Bir şey daha. Sembolizm falan yoktu. Deniz denizdir. Yaşlı adam yaşlı adamdır. Çocuk çocuktur ve balık balıktır. Aynı şekilde köpek balıkları da sırf köpek balıklarıdır. İnsanların sembolizm dedikleri şey saçmalık. Bundan ötesini ancak zaten biliyorsan görürsün."

Bernard Berenson'a, 1952
Selected Letters, s.780

"Bir kitabı bitirdikten sonra duygusal olarak tükenmiş oluyorum. Eğer değilsem duyguyu okuyucuya bütünüyle aktaramamışım demektir. Her neyse, en azından bende böyle oluyor."

Charles Scribner'a, 1952
Selected Letters, s. 778

"Sahiden iyi eseri defalarca okursan da nasıl yapıldığını anlayamazsın. Çünkü iyi edebiyatta daima bir gizem vardır ve gizem didiklenip incelenemez. Sonu gelmez ve her zaman mevcuttur. Her okuyuşta yeni bir şey görür ve öğrenirsin."

Harvey Breit'a, 1952
Selected Letters, s. 770

Daha yazılacak birbirinden güzel bir sürü cümle var ama ben burada kesiyorum yoksa Kadıköy'ün o bilinen, serin ve rutubetli laneti beni takip edebilir, hatta saçlarım dökülüp rüyalarımda sürekli Kadıköy sokaklarından yıllık intiharlarını gerçekleştirmek için geçip giden lemur sürülerini görürüm.
    
         


                  YAZMAK ÜZERİNE  ERNEST HEWINGWAY    ALTIKIRKBEŞ YAYINLARI

KİTAP BAŞA BELADIR !!!




Hem de nasıl bela :) Bunu en iyi bilen kişilerden biri de benim. Alıyorum, okuyorum, bir kenara koyuyorum, sonra tekrar alıyorum okuyorum ve tekrar bir kenara koyuyorum. Bu bir sene içinde sürekli tekrarlanıyor. Salondaki koskoca kütüphanem artık isyan halinde. Raflarına kitapları almamaya başladı. Günün birinde maazallah taşınmaya kalksam nakliye firmaları benden normalin iki katı fiyat isterler. Eh kolay değil ev + kütüphane taşımak zorunda kalacaklar. 

Benden beter insanlar olduğunu da biliyorum bu arada. İzmir de yaşayan bir arkadaşım ve eşi kitaplar eve sığmayınca çareyi kitapları koyacak ufak ve ucuz bir ev kiralamakta buldular. Hem hafta sonu evi hem de kafa dinlemek istediğimizde buraya kaçıyoruz diyorlar. Bu da bir başka çözüm gözünü kitap bürüyenler için. 

Böyle bir şeyi yazmak nereden aklıma geldi derseniz bunun tek sorumlusu Asuman Kafaoğlu-Büke'nin Radikal Kitap'daki Kitap Başa Beladır yazısı derim. 

"Bütün kitap tutkunları bilir, kitaplarla dolup taşan evlerde yaşamak zordur. Bir zaman sonra kitaplık rafları yetmez, evde boş duvar kalmaz, yatakların ve masaların altı dolar, kitaplar koridora yığılmaya başlar." diye başlıyor yazısı ve Carlos Maria Dominguez'in Kağıt Ev adlı kitabı ile devam ediyor.

Sizde iflah olmaz bir kitap okuyucusu iseniz yazının devamını okumak için linki tıklayabilirsiniz....

http://kitap.radikal.com.tr/makale/haber/kitap-basa-beladir-414818

Ben de gidip Kağıt Evi alıp okumaya başlayım...

Kalın sağlıcakla...




EN İYİ ARKADAŞIM

Yine koltuğum, üşüdükçe sımsıkı sarıldığım şalım, kıpkırmızı burnum, sürekli yaşaran gözlerim, selpaklarım :( ve kendime göre yaptığım ıhlamur, kuşburnu vs karışımı çayımla başbaşa geçirdiğim bir hafta sonundayım. Kış günü ıslak kafayla dışarı çıkmanın ceremesini durmadan zonklayan başım, eskilerin deyimiyle karda yatmış gibi öksürüğüm ve onunla yarışan burnumla çekiyorum.  Kaloriferin dibinde, kah kitap okuyarak, kah televizyonun kanallarında gezinerek, ara sıra da halimi sormak için arayan arkadaşlarımla konuşarak vakit geçiriyorum. Televizyonu çok sevmesem de ara sıra güzel filmler yakalıyorum. Tercihim Avrupa filmlerinden yana, mümkünse en fit en kahraman Amerikan filmlerinden olmasın. Hele ki bu hasta halimle hiç katlanamam.




Bugün elimde kumanda gezinirken En İyi Arkadaşım filmine denk geldim. Başrollerini Daniel Auteuil ve Dany Boon'un zaman zaman gülümseten, zaman zaman düşündüren arkadaşlık üzerine bir film En İyi Arkadaşım.

Bir düşünün...Hiç arkadaşınız olmasa ya da arkadaşınız olduğu sandığınız kişilerin aslında arkadaşınız olmasa...Ne hissederdiniz?

Ben yerle bir olurdum herhalde. Çok mu arkadaşım var? Hayır yok. Telefon listemde yüzlerce isim yok ama imdat dediğimde yanımda olacak en az beş arkadaşım var. Bazılarınız gülüyordur oooo beş mi o kadar mı diye? Evet en az beş. En fazla altı. O kadar. Az ama öz.  Çünkü ben böyle istiyorum. Seçimim bu beş kişi üzerine. Bu bana yetiyor. Ben de ihtiyaçları olduğu anda onlara. Bu beş arkadaş içinde aralarında kilometrelerce uzakta, denizaşırı ülkede olanda var  dibimde olanda. Kilometreler önemli değildir benim için...Bu işin telefonu var, skype'ı var...Yanında olduğu hissettirecek her türlü teknoloji olduktan sonra...

Neyse konuyu dağıtmayım...Aldım başımı gidiyorum yine...



François orta yaşlı antikacılık yapan, antipatik, kibirli, bencil biridir. Bu hali insanlarla olan ilişkisine de yansımakta dolayısıyla insanlarla diyalog kuramamaktadır. İş ortağı Catherine François'nın bu durumunun farkındadır ve bir gün ona on gün içinde eğer kendine en iyi arkaşını getirirse müzayededen ortak aldıkları çok değerli Yunan vazosunu ona vereceğini söyler. Başarılı olmazsa vazo Catherine'ın olacaktır. François bu teklif üzerine ilk olarak adres defterine başvurur. Eski sınıf arkadaşlarına ulaşmaya çalışır. İlk hamlesi başarısızlıkla sonuçlanır. Bir gün taksisine bindiği geveze Bruno ile karşılaşır ve film başlar...

Seyretmeyenlere tavsiye edeceğim bir film...Hastayken iyi gelen, insanın içini ısıtan...


Bugün ziyaretime gelen çok sevdiğim bir arkadaşımdan...En sevdiğim çiçekler...Arkadaşlar....
İyi ki varlar...
Filmin repliği gibi -Friendship's a myth-
-Arkadaşlık Efsanedir-

KUTUP DAİRESİNDE BİR EV




İşte ön kapak resmi elimin rafa uzanmasına neden olan bir kitap daha. Benim gibi soğuk, kar, kış seven biri için üzerinde kar resmi olması dikkatimi çekmesi için yeterli bir nedendi. İsmi de ayrı cezbedici; Kutup Dairesinde Bir Ev...Her ne kadar orjinal ismi "A Summer of Drowning" olsa da :)

Hikaye ressam annesi Anne ile birlikte Kutup Dairesine yakın bir evde yaşayan Liv'in okul arkadaşlarından iki gencin boğulması ile başlar. Kimse durgun denizde çocukların nasıl boğulduğuna anlam veremez. Zamanla herkes kendi yaşamına geri döner ve olay unutulur.

Anne, günlerini, evindeki ufak atölyesinde portre dışı resimler yaparak, yaptığı resimleri şehirdeki galeride satışa sunarak, her cumartesi saat on birde gelip öğleden sonra ikiye kadar çay içip sohbet ettiği, Liv'e göre - yıllar içinde kolay idare edebildiği- erkek grubuyla ve ara sıra röportaj yapmak için gazetecilerle geçirmektedir.

Liv ise günlerini tek arkadaşı olarak gördüğü, ona cinli perili hikayelerle kuzeyin vahşi efsanelerini anlatarak vakit geçirten yaşlı Kyrre Opdahl'ın yanında geçirir.

Liv İngiltere'den aldığı bir mektupla o güne kadar hiç tanımadı babasının hasta olduğunu ve onu görmek istediğini öğrenir. Uçak biletini alır, İngiltere'ye uçar fakat yetişemez. Babası ile arasındaki tek bağ ona mektubu yazan Kate Thomson'dur. Kate ona babasını son kez görmesini önerirse de Liv artık çok geç olduğunu düşünerek kabul etmez ve geri döner. Anne ise zaten babası hakkında konuşmamayı tercih etmektedir.  Yazar John Burside kitap boyunca kuzeyin soğukluğunu anne kızın ilişkisine irkiltici bir şekilde yansıtır.

İki gencin boğulması henüz unutulmuşken kasabada yeni bir boğulma olayı yaşanır. Bu kez kurban Kyrre'nin yazı geçirmek için kiralık kulübesine gelen Martin Crosbie'dir  veeeee....diyerek burada kesiyorum.

Her zamanki gibi kitaptan bir kaç tadımlıkla şimdilik bu kadar diyorum...Tabii ki yeni bir kitaba kadar...

"Gözetlemek- ve belki de müdahale etmek. İnsanlar müdahale etmeyi severler. Hep bir şeyler yapıyor olmaları gerektiğini düşünürler."

"Dünyada çok fazla temas var. Çok fazla iç içe geçmişlik var. Belki birbirimizle bağımlı olduğumuz, dünyadaki her şeyin bir başka şeye bağımlı olduğu doğrudur- ama biz aynı zamanda aralardaki mesafelere de bağımlıyız. Mesafelere ihtiyacımız var, çünkü düzeni mesafeler sağlar."

"Rüyalar dünyayı anlamlandırmak için kendimize anlattığımız öykülerdir, der. Akıllı ile deli arasındaki tek fark, delilerin yeterince rüya görmemeleridir."

"Delilik, gizem ve efsane yaratımı birbiriyle çarpışıyor" - Adam O'Riordan- Financial Times

Bence romanı en güzel özetleyen cümleydi bu....

KUTUP DAİRESİNDE BİR EV  JOHN BURSIDE  YKY YAYINLARI   ÇEV : ÖZLEM YÜKSEL




MÖNÜDE AŞK VAR...






Bir gün okuduğunuz kitapta sizden bahsedildiğini görürseniz ne yaparsınız? Herkesin kendine göre cevabı vardır. Hiç aldırmayan da çıkabilir belki. Tesadüf der geçer. 

Aurélie sevgilisinin kendini terk ettiğini öğrendiği yağmurlu ve karanlık bir Kasım gecesinde, kendisini takip eden polis memurundan kurtulmak için Paris'in ara sokaklarından birinde girdiği küçük kitapçı dükkanında Kadınlar Gülümseyince adlı kitabı alır. Eve gelir. Okumaya başlar. Sabah saat altıyı gösterirken 320 sayfalık kitabın son sayfasını "orası benim restoranım" diyerek kapatır. Üstelik romanda ki kadın kahramanda tıpa tıp kendine benzemektedir. Bu kadar özellik bir tesadüf olabilir mi? diye düşünür ve yazara iletilmesi üzere yayınevine bir mektup yazar. Bu arada yayınevi de ortaya çıkmak istemeyen (?) gizemli yazarın peşindedir. Mektubun editörlerden birinin eline geçmesiyle olaylar başlar...

Yılbaşı arifesinde okuyucularını Paris sokaklarında, kafelerinde, kitapçılarında, meşhur Fransız yemeklerinin kokusu eşliğinde dolaştıran bir kitap Mönüde Aşk Var. Hikayeyle ilgili daha fazla bir şeyler yazmayacağım ama her zaman ki gibi kitaptan ufak tadımlıklarla bitireceğim;

"İnsan ne zaman bir mektup yazsa yeni bir süreç işlemeye başlar. Bir diyalog kurulur. Mektuplarda insanlar kendilerini, hayatlarındaki yenilikleri, başlarından geçenleri, duygularını karşılarındakilerle paylaşmak ister ve geri dönüşlerini beklerler. Mektupların hep bir göndereni be bir de alıcısı vardır. Normalde yanıtlanmak üzere yazılırlar, veda mektupları bile böyledir."

"Yazmak böyle bir şeydi. Yazarlar hikayelerini nereden bulurlardı? Rüyalarında gördükleri arasından bazılarını rastgele seçerek mi yazıyorlardı, yoksa hepsini kafadan mı uyduruyorlardı. Kim bilir belki de gerçek insanların başından geçenleri kağıda döküyorlardı. Yazdıklarının ne kadarı gerçek ne kadarı kurguydu? Bahsettiklerinden kaçı gerçek yaşamda karşımıza çıkabilirdi, ne kadarı aslında hiç var olmamıştı? Kurgu gerçek yaşamı etkiler miydi? Yoksa tam aksi mi söz konusuydu?"

"Bu yönde geliştirdiğim teoriye göre roman yazan, hikayeler anlatan insanları üç gruba toplamak mümkün.

Birinci gruptakiler sadece kendileri hakkında yazarlar. Bunlar arasında edebiyat dünyasının önemli isimleri de yer alır. 

İkinci grupta yer alanların hikaye uydurmak konusunda kıskanılmaya değer bir yeteneği bulunmaktadır. Trende giderken camdan bakarlar ve hop akıllarına bir fikir geliverir.

Üçüncü gruptakiler empresyonistlerdir. Onların yetenekleri hikaye bulup çıkartmaktır. Gündelik hayatın içinden, ağaçtan kiraz toplar gibi, çeşitli durumları, ruh hallerini ve kısa olayları biriktirirler.Bu, kimi zaman bir yüz ifadesi, bir gülümseme, kimi zaman birinin saçını geriye atışı ya da ayakkabılarını bağlayış şeklidir. Hepsi de arka planda biricik öyküler barındıran anlık görüntülerdir. Öyküye dönüşmeye hazır fotoğraflardır." 

"Şu Noel'in öyle bir tarafı var: İnsana kendi geçmişini hatırlatıyor; hatıralarını, isteklerini, sanki mucizevi diyarlara açılacakmış gibi hissettiren esrarengiz kapıların önünde, heyecanlı ve meraklı gözlerle bekleyen çocuksu ruhunu anımsatıyordu."

Noel demişken Mönüde Aşk Var okumayı sevenler için güzel bir yılbaşı hediyesi olabilir. Listenizin bir köşesine ekleyin derim. Yanında belki güzel bir CD ile...

Kahve ve battaniye ikilisi eşliğinde zevkle okunacak bir kitap...Fena halde tavsiye edilir :)

MÖNÜDE AŞK VAR   NICOLAS BARREAU   DOĞAN KİTAP   GÜL GÜRTUNCA çevirisi




Keşke Kadın Olsam…

Hangi kadın olsa bayılır bu kitaba.
Neden mi? 
Nedeni çok basit.
Bu kitap kadınlara “erkeklerle eşit olmaya çalışma, sen onlardan kat be kat GÜÇLÜSÜN!” diyor.
Aykut Oğut’u okurlar fenomen olmuş kitabı Evrenden Torpilim Var sayesinde yakından tanır. Bir tür “iste, olsun” kitabıydı Evrenden Torpilim Var.
Şimdi uzun bir aradan sonra Aykut Oğut’un "Keşke Kadın Olsam" kitabı gündemde.
Ne mi anlatıyor bu kitap?
Bir kere kadınlara güçlerini yeniden hatırlatıyor.


“Sevgili kadınlar” diyor. Erkekle eşit olmak da neymiş?
          Erkeklerle ASLA eşit OLAMAZSINIZ!
          En büyük hatanız bizimle eşit olmaya çalışmak!
          Çok çabalarsanız eşit olmayı becerebilir misiniz?
          Elbette becerebilirsiniz AMA kendinizden, gücünüzden vazgeçerek becerebilirsiniz bunu!
          Erkekle EŞİT olmak için VAROLUŞ çıtanızı alçaltmanız, daha aşağı inmeniz gerekiyor.
          Eşitlik mi istiyorsunuz?
          Siz bilirsiniz!

Neden eşitlik için kadının çıtasını alçaltması gerekirmiş derseniz?
Yazara göre:
KADIN ERKEKTEN 16 KAT DAHA ÜSTÜN!
Kadın daha güçlü, daha duygusal, muhteşem bir içsel rehberlik kapasitesine sahip, seks ve cinselliği yaşamak konusunda içindeki sese kulak verdiğinde önünde kimse duramıyor, evrensel saygıyı ve sevgiyi hissedebiliyor verebiliyor…
Amaaa...
Bu özellikler tek başına yetmez. 
Bir KADIN ancak:
DUYGULARINI İFADE EDEBİLDİĞİNDE
ONLARI BASTIRMAYI DEĞİL KUCAKLAMAYI SEÇTİĞİNDE
İÇİNDEKİ DİŞİLİĞİ UYANDIRMAYI BAŞARDIĞINDA

Bu özellikler gerçek kapasitesine ulaşıyor.


Kim için yazılmış bu kitap:
Aşkta, ilişkilerde, profesyonel ve sosyal hayatta kendini eksik ve kaybolmuş hisseden her kadın için…
Aykut Oğut bu kitapla cici kızlar uyur, prensi bekler sözlerine inanarak uyutulan güzelleri; sen otur oturduğun yerde, beyaz atlı prens gelince kurtaracak seni sözlerine inanıp hayatını uzun bir bekleyişe bırakmış bütün prensesleri resmen UYANDIRIYOR!
Bu kitabı okuyan bütün kadınlar VAY BE! GERÇEKTEN GÜÇ BENDEYMİŞ diyecek.
Bir kadın devriminin başlaması an meselesi!
Kitapla ilgili daha ayrıntılı bilgi almak için tıklayınız. 
Bir boomads advertorial içeriğidir.

YIRCA'NIN ZEYTİNLERİ...


Kevin Costner'ın Su Dünyası filmini hatırlayanınız var mı? Hani şu her yeri suların kapladığı, ayak basacak bir cm toprak parçası bulamadıkları, yaptıkları derme çatma salların üzerinde yaşam mücadelesi verdikleri film. O zamanlar bana hem çok sıkıcı hem de çok saçma gelmişti. Kevin Costner hayranı filan da değilim. Neye hizmet seyrettiysem...Şimdi hatırlamıyorum ama belki bir arkadaş hatırına idi. 

Geçtiğimiz hafta Yırca köyündeki zeytin ağaçlarının katliamını okuyunca aklıma bu film geldi. Ne alaka diye düşünenleriniz vardır şimdi eminim. Filmi seyredenler hatırlar Kevin Costner'ın film boyunca elinde bir saksı vardı. İçinde domates fidanı olan bir saksı. Sularla kaplanmış bir dünya da elinde kalan son toprak parçası ile son bitki...İlerde belki bir kaç tohum alabilirim umuduyla korumaya çalıştığı ufacık bir domates. Son umut ve çok değerli...


Sonra ne oldu hatırlamıyorum...Yırca zeytinlerinin kesilmesi ile bu sahne çaktı gözümün önünde...

Büyümesi yıllar alan tamı tamına 6.000 zeytin ağacı bir anda acımasızca yerle bir edildi. Sadece bu da değil. 3.Köprü uğruna kesilen yüzlerce ağaç, yok edilen ormanlar. HES vs. için yok edilen doğal güzellikler, yeşilin binbir tonunu barındıran Karadeniz ormanları...

Bugüne kadar blogumda bu konulara hiç değinmedim ama bu benim duyarsız kaldım manasına gelmiyordu.  Kitap dedim, film dedim, şiir dedim, müzik dedim dedim dedim ama artık içim şişti dayanamadım. Dile kolay 6.000 ağaç üstelikte büyümesi yıllar alan zeytin ağaçları. Heredot döneminde zeytin ağacı kesmekle insan öldürmek eşdeğer suçmuş. Kaç yıllık fark var o dönemle bu dönem arasında...Kaç yıl gerideyiz yaşadığımız çağdan yaptıklarımızla...

Korkuyorum...Sonunda bu saçma sapan dediğim şu filmin durumuna gelmekten...Belki su içinde yüzmeyiz ama yakın gelecekte bize nefes verecek, kol kanat gerecek bir tek ağaç bulamamaktan korkuyorum...Tek bir gerçek tohuma muhtaç olmaktan korkuyorum...Çocuklarımın yeşili sadece boya kalemlerinde bir renk olarak tanımasından, çiçekleri, ağaçları sadece geçmişten bir fotoğraf karesinde veya bir derginin sayfalarında görmesinden korkuyorum...Onlara dokunamamasından, koklayamamasından korkuyorum. Doğanın yok olmasından korkuyorum...Son umuda muhtaç olmaktan korkuyorum ve belki onun bile olmamasından...

Haksız mıyım? 

En çok ta şunu merak ediyorum...Hiç mi içleri acımadı o ağaçları keserlerken? 

Sormak lazım ama kime? 




Efsaneye göre; Ege kıyılarını gezerken yorulan Homeros, bir zeytin ağacı gölgesine oturur. Zeytin ağacı dile gelir ve Homeros'un kulağına şunları fısıldar: “Herkese aitim ve kimseye ait değilim. Sen gelmeden önce buradaydım ve sen gittikten sonra da burada olacağım.”