PUCCA 2 VE GERİ KALAN HER ŞEY...




Koskoca bir yaz bitti. Bu yaz okuyacağım kitaplar listesini yaptım ve paylaştım. Sonuç, yaz bitişi bir baktım ki hiç kitap yazmamışım. Bu olmadı işte dedim ve ilk Pucca ile başladım. Bu biraz liste dışı olacak çünkü bu yaz ki listemde yoktu ama ben rafta görünce dayanamayıp onu da ekledim kitapların arasına.

Pucca 2 ve Geri Kalan Her Şey....

Pek geriye bir şey kalmamış bu kez anladığım. Bazı kitapların devamının gelmemesi gerektiğini düşünürüm hep. Tadında kalmalı. İşin doğrusu Pucca'yı ilk okuyup bitirdiğimde ikinci çıksa fena olmaz diye düşünmüştüm. Çok gülmüştüm okurken ama ya ikincisi ?

Kabul etmek gerekir ki 422 sayfanın her kelimesi ayrı bir emek. Kolay değil bir kitap yazmak. Kelime kelime, satır satır dokumak. Hele ilki bir fenomen olduysa okuyucuları için...Galiba bir yazar için sonrasını getirebilmek daha önemli. Asıl başarı orada yatıyor. 

Neden bir kitabın ve ya filmin ikincisi genelde birinciden daha başarısız olur? Birinciyi beğenen ikinciyi de nasıl olsa beğenir psikolojisi mi? ya da birinciyi alan nasıl olsa bunu da alacaktır güveniyle daha rahat olamanın getirdiği bazı hatalar mı? Her ikisinden de biraz olsa gerek. 

Kitabın bölüm başlıklarından bir kaçını yazıyım öncelikle....

-Serdar Ortaç şarkıları gibiyim götüm başım ayrı oynuyor.
-Evrenin kurallarını tek tek senin götüne sokayım...
-Siktir git artık oradan!
-Götün parçalansın inşallah!

Ve böyle devam ediyor...

Argo ve küfür...Günlük hayatımızın vazgeçilmezleri. Yaşadığımız şehri ve hayatımıza getirdiği zorlukları düşünürsek hepimiz her gün en azından içimizden ya da dışımızdan mutlaka bir tane küfür savuruyoruz dur kızdıklarımıza ya da ağzımızdan argo bir kelime çıkıyordur. Bir tür rahatlama, içindeki öfkeyi dışarı vurma, bazen espri olarak, bazen de sevinç gösterisi olarak. Bende yapıyorum, o da, öbürü de...Herkes, hepimiz her yaştan, her meslekten...

Kitabın başında yazdığı gibi;

"Küfretmek için
İtiraf etmek için
Söyleyemedikleri söylemek için
Anlaşılmak için
Öfkelerini kusmak için yazdılar. Yeni bir dil yarattılar."

Pucca da yapıyor bizim gibi. İlk kitabında da vardı bunda da var ama bu kez çok abartılı olarak girmiş satır aralarına. Neredeyse her iki-üç sayfanın birinde ya bir küfür ya da argo kullanmış yazar ki durum böyle olunca da sayfalar ilerledikçe insana sıkıntı basıyor. Artık iş espriden çıkıyor başka bir boyut kazanıyor ve kitap yarıda bırakılıyor. Evet bu kez "Pucca Günlük 2 ve geri kalan her şey"'i okumaya dayanamadığım için yarım bıraktım ki okuduğum bir kitabı yarım bırakmayı hiç sevmem. Zorladım ama gitmedi. Bölüm başlıkları kitabın içine işlemişti. Küfretmek için yazmak ve yeni bir dil yaratmak kabul edilebilir ama her şey dozunda olmalı. Bu kadar küfür kıyamet bana biraz ağır geldi doğrusu. İlk kitabı ne kadar çok sevdiysem bunu sevemedim. Keşke benim fenomenlerimden biri olarak ilk ve tek kitapta kalsaydın diyorum sevgili Pucca...





JACEK YERKA VE ZAHRADA... FENA HALDE SURREALİSTİM BU ARALAR...





Jacek Yerka...Bir çoğunuz bu ismi duymuşsunuzdur. 1952 Polonya Torun doğumlu sürrealist ressam. Sanatçı bir anne ve babanın oğlu olan Yerka'nın çocukluğu boya kalemleri, silgiler, fırçalar ve kağıtlar arasında geçmiş. Dışarıda oynamayı sevmeyen sınıfta oturarak kendi iç dünyasını yansıtan resimler çizmeyi tercih etmiş ve durum onda anti-sosyalliğe sebep olsada geleceğin surrealist ressamının ilk adımlarını atmasını sağlamış.   Astronomi veya tıp eğitimi almak isterken bitirme sınavlarına bir sene kala yaptığı U dönüşü sayesinde ailesinin izinden giderek akademiye girmiş. Torun'da bulunan Copernicus Üniversitesi baskı bölümünden mezun olmuş. Üniversite hayatı boyunca akşamları yaptığı resimleri yalnızca ailesine ve arkadaşlarına göstermiş. Başkasının görmesine izin vermemiş. 






1980 yılından itibaren Varşova'daki bir çok galeri ile çalışmış. Çalışmalarında Pieter Bruegel, Jan Van Eyck, Cagliostro gibi sanatçılardan esinlenmiş. Eserlerine gizemli olağanüstü yapılar, tuhaf manzaralar ve çocukluğundan kalan görüntüleri yansıtır özellikle de büyükannesinin mutfağını. 1950'leri onu etkileyen altın yıllar olarak adlandıran sanatçı bugüne kadar Polonya, Monaco, Almanya, Fransa, ve Amerika'da sergiler açmış. 






Jacek Yerka'nın eserlerini ne zaman görsem aklıma yıllar önce seyrettiğim Zahrada filmi gelir. Yerka'nın tabloları mı yoksa Zahrada'mı daha uçuk yoksa başa baş mı gelirler bilemedim ama bu iki isim nedense her zaman birbirini çağrıştırıyor. Yerka'nın çılgın bahçelerini anımsatan bir bahçe filmi olmasından olsa gerek...Adı üstünde Zahrada...Bahçe...




Filmin konusuna gelince ; Babasının bir müşterisi ile ilişkiye giren Jakup babasına yakalanınca babası ona ölen büyükbabasının bahçeli evini satarak kendine bir ev almasını söyler. Metruk bahçeli eve giden Jakup orada büyükbabasına ait bir günlük bulur. Günlük tersten yazılmıştır ve ancak ayna yardımıyla okunabilmektedir. Jakup bahçeli eve yerleşip bir yandan büyükbabasının günlüğünü okurken diğer yandan karşılaştığı bir melek sayesinde gerçek aşkı keşfetmeye başlar. 

Eğer bugüne kadar seyretmediyseniz ve uçuk kaçık filmleri seviyorsanız kaçırmamanız gereken bir film derim. İyi seyirler :)


MARİGOLD HOTEL...BİR HİNDİSTAN HİKAYESİ...

Marigold Hotel...Hımmmm işte en sevdiğim filmlerden biri daha. Hani şu defalarca seyretsem de bıkmam dediklerimden. 

Bu gece yine seyrettim. Hindistan'ın egzotik manzaraları eşliğinde izleyenini sarıp sarmalıyor. Bir grup insanın aşklarını, umutlarını, hayal kırıklıklarını ve aralarındaki sımsıcak insan ilişkilerini anlatan bir film.



Birbirlerini daha önce tanımayan bir grup yaşlı İngiliz çeşitli nedenlerle Hindistan'a gitmeye karar verir. Marigold Hotel'in sunduğu imkanların büyüsüne kapılan insanlar otele rezervasyonlarını yaptırır. Önce kocasını daha sonra ondan kalan borçlarını ödemek için evini kaybeden Evelyn, yıllarca bir ailenin yanında çalışıp onların çocuklarına bakan fakat bir süre sonra yaşlılığından dolayı yerine genç birini aldıkları için işinden çıkarılan suratsız Muriel, gençlik aşkının peşinden Hindistan'a gelen Douglas, zengin bir koca arayan Madge, sevdiği kıza kavuşmak için annesini razı etmeye aynı zamanda da babasından kalan oteli satılmaktan kurtarmak için var gücüyle çalışan Sonny...Uzunca bir yolcuktan sonra Marigold Hotel'in avlusunda buluşurlar. Hotel onlara vadettiği konforu sunamaz ama hayatlarına farklı bir renk getirir. Sonuç; onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine...

Güzel bir film seyretmek isteyenlere tavsiye edilir :) 




ÖZGÜR EDEBİYAT'A VEDA EDERKEN...



Özgür Edebiyat dergisi ile tanışmam Türkiye Pen Yazarlar Derneğinin öykü atölyesine katılmamla olmuştu. Önce derginin hikaye danışmanı yazar İbrahim Yıldırım'la tanıştım sonra da onun önerisi ile Özgür Edebiyat'la. 

Dergiyi ilk okumaya başladığım günden itibaren kesintisiz her sayısını aldım. İki ayda bir yayınlanan hikayeleri, şiirleri, eleştiri ve denemeleri ile dolu dolu ve kaliteli bir edebiyat dergisi idi. 

İlk başlarda iyi bir okuyucusu oldum sonra biraz çekinerekte olsa yazdığım bir hikayeyi gönderdim kendilerine. "Metrodaki Vivaldi". Pazar günleri PEN'e giderken kullandığım metrodaki müzisyenlerden esinlenerek yazmıştım bu yazıyı. Kısa bir süre sonra ufak tefek düzeltmeler sonucunda yazıyı yayın programlarına aldıkları haberi geldi ve 2011 yılında 25. sayılarında hikayemi yayınladılar. Çok sevinmiştim. Dile kolay Atilla Birkiye, Özdemir İnce, İbrahim Yıldırım, Kemal Bek gibi Türk Edebiyatı'nın hatırı sayılır yazarlarının arasında benim de öyküm yayınlanmıştı. Yayınlanan ilk öyküm idi. 

Daha sonraları tembellik yapmadığım zamanlarda yazdığım bazı öyküleri yine kendilerine gönderdim. Gönderdiğim iki öykümü daha yayın programına aldıklarını yazdılar." Yalnızlar pansiyonu" adlı öykümü de bu son sayılarında yayınlayarak bana da veda ettiler. 

Ve bugün facebook sayfamı açtığımda Özgür Edebiyat'ın yayın yönetmeni Metin Celal'den  bir gönderi geldiği gördüm. Tıkladım, ilk üç satır...İki, üç kere okudum herhalde. Her defasında boğazımdaki düğümler biraz daha arttı;

"Özgür Edebiyat 42. Sayı Çıktı!
Tadında bırakıyoruz...
Özgür Edebiyat 42. Sayı ile okurlarına veda ediyor."


Ahhhh dedim bu olmadı işte. Böyle bir dergi yayın hayatına son vermemeli. Yazık olur. Ve oldu da. Aklıma Metin Celal'in bu senenin başındaki yazısı geldi. "Yedinci yıla girerken". Derginin 37. sayısında şöyle yazmıştı : "Özgür Edebiyat bir çok edebiyat dergisi gibi kendi yağıyla kavruluyor. Bütçemizin neredeyse tamamını dergi satışlarıyla sağlıyoruz."

"Özgür Edebiyat tamamen kişisel ve kurumsal fedakarlıklarla yayınlanıyor. Dergiden mali gelir elde eden hemen hiç kimse yok. Hiç bir yazarımız, çevirmenimiz telif ücreti almıyor. Ben dahil dergiyi hazırlayanlar da bir ücret almıyorlar. Yayın Kurulu'nda bugüne dek emek veren Atilla Birkiye'nin, Adnan Özer'in, hikaye danışmanımız İbrahim Yıldırım'ın emeklerinin karşılığını ne yapsak ödeyemeyiz. Özgür Yayınları başta Erol Ulu olmak üzere tüm kadrosuyla ilk günden beri dergiye teknik destek veriyor. Biz de elimizden geldiğince onlara yük olmamaya çalışıyoruz. Sonuç olarak, bir bütçemiz olmadığı için bütçeyi denk getirmek gibi bir derdimiz yok. Özgür Edebiyat, okurlarının ilgisiyle yaşayan bir dergi. Satışlar yayınevini zarar ettirecek düzeye düşmediği müddetçe yayını sürdürmek dileğindeyiz." 

Yazısına reklam, dağıtım gibi bir takım sorunlarla devam ediyor yazıları, şiirleri ve öyküleriyle dergiyi destekleyenlere teşekkür ederek bitiriyordu. Belkide sonun başlangıcının ilk sinyallerini veriyordu okuyucularına. 

Kim bilir kaç edebiyat dergisi kapılarına kilit vurdu şimdiye kadar ve vurmaya devam edecek. 70 milyonluk ülkemizde okuyan, yazan, sorgulayan bir avuç insana karşı sabahtan akşama kadar tv karşılarında göbek atıp, yemek masalarında onun tuzu eksik, bunun şekeri fazla diyerek kavga eden, kim kimle evleniyor ve ya birbirinden kötü çoğu Amerikan takliti dizileri gözünü kırpmadan izleyen insanlar biraz da okumaya zaman ayırsalar belki bir şeyler değişir şu ülkede...

Özgür Edebiyat'a veda ederken bazı insanlara şöyle demek geçiyor içimden;