PARIS...LA FIN :)


Montmartre dedim, ressamlar dedim, sokak şarkıcıları dedim biraz ondan biraz bundan anlatmaya çalıştım, çokça da fotoğraf paylaştım ama Paris'te en çok sevdiğim şeyleri anlatmayı en sona bıraktım...Kitapçılar, cafeler, ufak dükkanlar ve Louvre ve Eyfel...Hadi hazır mısınız Paris'in arnavut kaldırımlı sokaklarında ufak bir gezintiye daha. Yorulduğumuzda soluklanmak için cafelerden birinde ufak bir kafe molası da vermeyi de ihmal etmeyiz merak etmeyin :)





İlk durağımız Eyfel :) Paris'teki kabusum :) Pazar sabahı Eyfel'e gitmeye karar verdik. Kahvaltıdan sonra metro ile kısa bir yolculuktan sonra kendimizi ayaklarının dibinde bulduk. Kızımın Madagaskar 3'deki polis şefi Chantal Du Bois'ya benzettiği devriye gezen kadın askerin yanından geçerek bilet gişelerinin önüne geldik. Bir kuyruk bir kuyruk. Bahçeyi kaç kere dönüyor. Bir tanesinde ise iki üç turist var. Görevliye ne olduklarını sorunca kuyruğun asansörle çıkış diğerinin merdivenle çıkış olduğunu söyledi. Merdivenin kaç kat olduğunu sorunca iki kat dedi. Bizde nasılsa iki katı yavaş yavaş çıkarız kuyruk beklemeyelim diyerek boş gişeden biletleri alıp tırmanmaya başladık. Dönüşte o görevliyi aradım ama bulamadım muhtemelen benden önce iki kat dediği merdivenle çıkan birileri buldu onu. Be adam turistiz işte bilmiyoruz iki kat diyeceğine o iki katın kaç katlı apartmana denk geldiğini söylesene...Neyse başladık tırmanmaya o güneşte. Zaten ben ne kadar kaçarsam o ışınlar beni bulur tepemde parlar. Bir kat, iki kat, üç kat, dört kat bitmiyor da bitmiyor. Üstelik tıklım tıkış kalabalık. Dinlene çıka ikinci katı bulduk ama bu seferde asansör kuyruğu başladı. Öyle kolay değil Eyfel'in tepesine çıkmak. İki tur kuyrukta burada. Üstelik birbirlerinin önüne geçmeye çalışan uyanıklarda cabası. Neyse asansöre binip tepesine nail olduk. Tepede çıkanları karşılayan şampanya bardan aldığımız iki kadeh şampanya eşliğinde zirveye varışı kutladık. Zirve ve şampanyayla kendimi Nasuh Mahruki gibi hissetmeye başladım. Muhteşem bir manzara. Tüm Paris ayağımızın altında. Demirlere bağlanmış onlarca kilit. Sevdiklerine kavuşmak için kilitliyorlarmış aşıklar. Bir tür dilek kiliti. Etrafı seyredip fotoğrafları çektikten sonra sıra inişe geldi. Aynı işkence inişte devam etti. Asansör kuyruğu yine öne atlayanlar. En sonunda Sri Lanka'lı klanı söylenene söylene kuyruğa soktum :) Sonunda yere indik ve kendimizi bir restorana atıp buz gibi biraları söyledik. Paris'te ki günlüğüme Bir Paris Kabusu olarak not ettim Eyfel'i bir daha yapılmayacakların altına.Gel de Maupassant'a hak verme. Adam görmemek için yıllarca tepesindeki restoranda yemek yemiş :). Nasıl çıktıysa her gün...


Eyfel'i atlattıktan sonra ertesi gün Louvre'a gitmeye karar verdik. Oranında çok kalabalık olduğunu kuyruk olduğunu öğrendikten sonra sabah erkenden gittik. Evet kuyruk var evet kalabalık ama düzenli. İnsanlar sırayla alınıyor ve bilet almak almak için bir sürü gişe var. Fazla beklenmiyor ve kimse kimsenin önüne atlamıyor. Buranın en talep gören kişisi Louvre'un kraliçesi Mona Lisa. Herkes önünde toplanmış fotoğrafını çekiyor. O da manalı manalı gülümsüyor ziyaretçilerine. 



Louvre devasa muhteşem bir müze. Detaya girildiğinde bir haftada bitecek gibi değil. Binlerce eser her gün dünyanın dört bir yanından gelen insanları karşılıyor. Salon salona açılıyor, çağlar çağlara, uygarlıklar uygarlıklara...İnsan kendini kaybediyor tabloların, heykellerin arasında ve sonunda bir ses sizi kendinize getiriyor ve büyü bozuluyor : "Hadi anne yaaa ne zaman gideceğiz buradan yorulduk." 




İkinci kata çıkışta kanatlarını açmış bir melek karşılıyor ziyaretçileri. Işığa doğru gidiyorsunuz gibi bir his yayılıyor insanın içine :) Tavan işlemelerini izlemekten benim boynum ağrıdı doğrusu, yapanı ve restore edenleri düşünemiyorum. 





Paris Louvre derken Dan Brown'un bol bol kulaklarını çınlattık ve kendimizi St. Sulpice Kilisesi'nin içinde ki ruhani sessizliğinin içinde bulduk. Bir yandan vitraylardan süzülen ışık hüzmeleri bir yandan mumların titrek alevi ayrı bir gizem katıyordu Da Vinci Şifresi'nin sayfaları arasından çıkan kiliseye. 



Sırada biraz soluklanmak için Paris'in ünlü kafelerinden Les Deux Magots ve Café de Flore var. Yan yanalar zaten :) Bir zamanlar Jean Paul Sartre, Simone de Beauvoir'un oturduğu masalardan birine oturup iki kadeh şarap ısmarlıyoruz. Andre Gide, Hewingway, Prevert koyu bir sohbete dalmışlar. Sartre ve Beauvoir ise felsefi bir tartışma içindeler. "Kadın doğulmaz kadın olunur" dedi usulca ve Montparnasse'a da beklerim diye ekledi. Yok dedim oraya gelmeyim burada görüştük sana iyi uykular. 





Saint-Germain'de ufak bir yürüyüşten sonra sıra art deco tarzındaki Café de Flore'a geldi. Zamanın yazar, çizer, ressam gibi entellektüellerinin oturduğu, hararetli tartışmalara, koyu sohbetlere, amansız aşklara sahne olan bu iki kafedeki fiyatlar diğer kafelerdeki fiyatlarla aynı idi. Paris'in en eskilerinden ve en ünlülerinden biriyiz diye fiyatları tavana vurmamışlardı. Servis ise başka konu. Bize servis yapan garson yaşlı bir adamdı. Siyah kıyafetleri ve beyaz ütülü önlükleri ile bir Paris klasiği idi diyebilirim. Bizdeki beş yıldızlı otellerde ancak böyle servis elemanları vardır. 

Sokaklarına turladıktan sonra Paris'i bir de Seine'in üzerinden görmek lazım dedik ve kendimizi bir tekneye attık. "Sous le pont de Mirabeau coule Seine et nos amours" demiş Guillaume Appolinaire. Mirabeau köprüsünün altından akar Seine ve aşklarımız...Evet aşk şehri Paris'ten kim bilir kaç kişinin aşkı akıp gitmiştir bu güne kadar...



Veee Paris'in dükkanlarına geldi sıra...Kitapçıları, çikolatacı, resim ve gravür satan sokakların arasında gizlenmiş küçük sürprizleri. 



Kitapçıları derken işte burada duruyorum ve bizimkiler daha güzel diyorum ama fotoğraflamadan da edemiyorum.  Robinson Crusoe, Alkım, D&R, Remzi, Homer, Kabalcı vs...Ayrıca raflarda Orhan Pamuk ve Yaşar Kemal'in çevirilerini görmekte çok hoşuma gidiyor doğrusu. 


Gravür satan dükkanlardan birinin içine giriyorum. Birbirinden güzel gravürler süslüyor duvarları. Fiyat etiketleri ise o güzelliğin hakkını veriyor. Yağlı boya tablolar da aynı şekilde. Alıcı buluyorlar ki buradalar diye düşünerek girdiğim gibi çıkıyorum dışarı. Biraz daha kalsam kredi kartımda limit kalmayabilir buralarda.

Bir çikolata dükkanına rastlıyorum yürürken. Ziyaret etmeden es geçilemez önünden. Hele ki çocuklarla yürürken. Çocuklar bahane mi yoksa? :) 




Ve bir çiçekçi dükkanı çıkıyor önüme tüm sempatikliği ile. "Au nom de la rose" adı. Bir çiçekçi dükkanına konulabilecek en güzel ismi koymuşlar bence. Gülün adına...Aklıma Moos'un ünlü parçası geliyor. Taparcasına sevdiği kadına söyledikleri. 


"Au nom de la rose
Mon amie la femme
Prete-moi ton coeur
Pour ecrire des choses
A celle qui m'attend au ciel et que j'adore..."

Şarkıyı mırıldanarak yürüyorum eve doğru omuzlarıma çöken günün mutlu yorgunluğu eşliğinde...

Rüyalar alemine dalmadan önce bir kez daha gelirsem yapacaklarımı ve yapmayacaklarımı yazıyorum deftere...

Eyfel mi ? Bir kez daha asla...
Paris bir kez daha yazın mı ? Asla...Sonbahar ama kış tercihim. Karlı bir Paris kaçamağı fena olmaz doğrusu :)
Montmartre her zaman defalarca
Champs-Elysée illa ki 
Opera tabi kii
Saint-Germain mutlaka
Veee gitmek isteyip te zamanın yetmediği diğer yerler illa ki...






OBJEKTİFİMDEN ENSTANTANELER

























29 EKİM CUMHURİYET BAYRAMI


      O, yurdu ve halkı söz konusu olduğunda sağlığını bile hiçe sayardı...Bilmem anlatabildim mi?
29 EKİM CUMHURİYET BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN...



                  

YİNE YENİ YENİDEN PARİS...SANAT HER YERDE...

Uzun süredir ara verdim yazmaya. Tatil dönüşü aldığım haberle yaşadığım şokun sonucunda önce bir dibe vuruşu yaşadım. Hemde öyle böyle değil. Hayat insana hiç beklemediği anda kötü sürprizler yapıyor. Kabullenmek kolay olmadı ilk zamanlar. Neyse ki yeni yeni düştüğüm kuyunun karanlıklarından aydınlığa doğru adım adım çıkmaya başladım. Hiç bir şey olmamış gibi günlük hayatımıza devam etmeye başladık. Ve umarım en kısa zamanda her şey iyi, daha iyi, eskisinden de çok ama çok iyi olacak. Ve artık silkinip kendime gelme zamanı...Pırıl pırıl güneşli bir İstanbul gününden yeni umutlarla tekrar merhaba...

Şimdi ise yarıda bıraktığım Paris gezime ve bloguma devam etmek istiyorum. 




Evet Paris'te sanat her yerde. Nereye bakarsınız bakın binalara, sokaklara, dükkanlara, köprülere her yerde sanatın bir dalı çıkıyor karşınıza. Belki de benim en çok sevdiğim şey bu oldu bu şehirde. Öncelikle tarihi korumuşlar. Eski yapılarına sahip çıkmışlar. Kaldığım ev 1931 yılında o zamanın modern mimarisinin örneği idi. Apartmanın ve dairenin içinde restorasyon yapılmış ama kimse yıkmaya yeltenmemiş. Evde dikkatimi çeken şeylerden biride çok eski bir sistem olmasına rağmen pencerelerin ahşap aksamının korunmasıydı. Bizdeki gibi plastik pimapen yapmamışlar. Balkonlarından rengarenk sardunyalar sarkmayan ev yok gibiydi. Özellikle turistik yerlerde ki evlerde sanki zorunlu tutulmuşlar gibi (belki de öyledir bilmiyorum) her balkonun demirinden mutlaka kırmızılı, pembeli sardunyalar sarkıyordu. 




Daracık Arnavut kaldırımı döşeli (kim bilir kaç yıldır o kaldırım orada duruyor belediye tarafından sökülmeden) sokaklarında karşılıklı bir sürü resim, gravür, tablo satan dükkanlar var. Yağlıboya tablolarda öyle böyle değil. Hem çok güzel hem de çok pahalı. 





Galata'daki Doğan Apartmanını bilirsiniz. Yıllar önce şimdiki gibi kapısında güvenliğin beklemediği, ünlülerin mekanı olmadığı zamanlarda bir pazar günü gezimizde süzülüvermiştim devasa demir kapısından avlusuna. Ahşap panjurları, ferforje balkonları ve tabii ki manzarası beni çok etkilemişti. Çok ta bakımlı değildi o zamanlar. Kimse ne aradığımı, kime geldiğimi sormamıştı yalnızca benim hayran hayran baktığımı fark eden apartman görevlisi "abla çok ilgilendiysen öndeki daire satılık. İki buçuk milyara satıyorlar. (o zamanlar tl de değişiklik yoktu) Sahibi perşembe pazarında bir tüccar istersen numarasını veririm" demişti ve ben aldırmamıştım. Şimdi kafamı nereye vursam faydasız :)




İşte bu Doğan Apartmanından Paris'in her yerinde var. Eskiye verilen değer her adımda kendini hissettiriyor. Alacağımız çok ders var...




Ve Montmartre tepesi. İşte benim en sevdiğim yerlerden biri. Burası her gelişinizde ayrı güzellikler keşfedebileceğiniz bir yer. Tam bir jungle. Hediyelik eşya dükkanları, restoranlar, sokak müzisyenleri ve tabii ki ressamları. Her yerden ayrı bir güzellik fışkırıyor. Evler yine rengarenk çiçeklerle kaplı. Dünyanın dört bir yanından gelmiş insanlar renklere renk katıyorlar. En tepedeki Sacre Coeur'den tüm Paris görülebiliyor hatta Paris'in en güzel görüldüğü yer olarak söylense de bana göre şehir en güzel Eyfel'in üzerinden görülüyor tabii zirveye çıkana kadar haliniz kalır da gözünüzde etrafı görecek fer kalırsa :) 




Montmartre demişken ünlü sokak ressamlarından bahsetmeden geçmek olmaz. Ufak bir alanda şemsiyelerin altında toplanıp sanatlarını icra ediyorlar. Kimi resimlerini naklen izleyicilerinin önünde yapıyor, Kimi yaptıklarını satıyor. Bir çok kişi ressamların karşına oturmuş ya portrelerini yaptırıyordu ya da karikatürlerini. Biz de neden olmasın diye düşündüm. Çok nadir de olsa karikatür portre yapan ressamlar bizde de var ama sayıları bir elin parmaklarını geçmez. Eh sanatın içine tükürülen bir ülkede görülmesi zor manzaralar bunlar. Resimlere gelince bazıları çok güzel ve aynı oranda pahalı. Ben ufak karakalem bir Eyfel tablosu aldım. Şu anda kütüphanemde yerini aldı bile. Bazı tablolar ise anlam veremediğim bir şekilde çok cart, çiğ renkler kullanmışlardı. Bu sanatçının seçimi diyelim geçelim. 





Ve sokak müzisyenleri...Bu kadar sanat olur da sokak müzisyeni olmaz mı? Olur tabii ki. Onlarda Montmartre'a başka bir güzellik katıyorlardı. Rengarenk giysileri içinde opera söyleyen iki kız ziyaretçilerin ilgi odağı olmuştu. Ben de bastım deklanşöre. Anı yakalamak lazım dimi :)


                                                                Bu da bir diğeri :)



Montmartre'ın arnavut kaldırımlı sokakları ziyaretçilerine her köşesinde farklı sürprizler sunuyor. Bir tarafta rengarenk dükkanları, diğer tarafta ressamları, sokak şarkıcıları, pandomimcileri vs.
Dünyanın dört bir yanından turistlerin ziyaret ettiği bu bölgede ki en kötü sürprizlerden biri ise yankesicileri. Paris'in en renkli köşesi çantalara en dikkat edilmesi gereken yer maalesef. Özellikle de magrebilere...


Montmartre'dan bu kadar diyerek sizleri Paris'in başka köşelerine götürmek üzere az sonra diyorum :)

PARİS GÜNLÜĞÜ...





Evet, bu seferki yolculuğum gece 3'te başladı. Air France'nın en erken uçuşuna (başka bir deyişle karga kahvaltısını etmeden uçağına) yer ayırttığımız için sersem sepelek bindim taksiye. Sıcak bir yandan, susmayan davulcu bir yandan gözümüzü kırpmadan geçen bir gecenin sonunda evden Atatürk Havalimanı'na uçarak geldik. Şoföre fark versek bu hızla kendimizi gün ışıdığında Paris'te bulabilirdik ama biz indiğimizde tek parça vardığımıza dua eder haldeydik. Luc Besson'un İstanbul versiyonu Taksi'ciyle vedalaştıktan ve check-in işlemlerinden sonra kendimize loungelardan birine atıp biraz sakinleşip ikinci uçuş vaktini beklemeye başladık. 



Uçuş zamanı geldi uçağa bindik. THY'nin son zamanlarda çalışanlarına ve yolcularına uyguladığı politikadan dolayı bu kez Air France'ı tercih ettik iyi de etmişiz. Ben çok memnun kaldım. 

Charles De Gaule'e indiğimizde rengarenk bir dünya ile karşılaştım. Afrika'nın dört bir yerinden gelen yolcular rengarenk giysileri ile havaalanına bambaşka bir hava katıyordu. Etrafımı seyretmekten kendimi alamadım acelem olmasa hepsini teker teker fotoğraflamak isterdim ama Paris Dolmuşu bekletmek olmazdı. Polisten geçerken fransızcayı çok iyi konuşuyorsunuz iltifatınıda cebime koyup bagajları aldık ve artık Paris'teyiz. İşte Paris Dolmuşu tabelası. Yanlış okumadınız Paris Dolmuşu. İki kardeşin kurduğu genelde Paris'e gelen Türklere transfer hizmeti veren bir kuruluş. Nasıl otele ya da eve gideceğim derdiniz olmuyor. Havaalanından alıp kaldığınız yere veya havaalanına transferlerinizi yapıyorlar. Bu arada çok ta dakikler. Detaylı bilgi yi http://www.parisdolmusu.com sitelerinden alabilirsiniz. İstanbul'daki taksiye de hiç benzemiyorlardı :) Eh ne de olsa Fransa, kurallar var. Eve gidişimizde dönüşümüzde sayelerinde sorunsuz oldu. 




Aile bireyleri büyüdükçe otel odalarına sığamadığımız için bu kez ev kiralamaya karar verdik. Bu kez HouseTrip'e başvurduk. Paris'te yüzlerce daire önümüze döküldü. Bizim istediğimiz yer 17. bölge idi. 17. Bölgeyi seçmemizin nedeni ise Paris'in orta ve üst düzey insanlarını yaşadığı Champs Elysées'ye yakın güvenli bir bölge olması idi. Alışveriş merkezine yakınlığından çok Parisyenlerin yaşadığı bölgede kalmak istedik. Sonunda bütçemize ve kişi sayımıza uygun bir ev bulup önümüze ne çıkacağını bilmeden çekinerek te olsa biraz da riske girerek kiraladık. Eve vardığımızda HouseTrip'te yayınlanan evi bire bir karşımızda bulunca rahat bir nefes aldık. Herhalde bundan sonra HouseTrip'in servis verdiği ülkelerde onlardan rezervasyon yapacağız. Rezervasyon yapmak hem çok kolay hemde sorduğunuz sorulara anında cevap alıyorsunuz. Mesela vize için konfirmasyon istediğimde yarım saat içinde tüm isimler ve pasaport numaraları ile konsolosluğa verilme üzere yazıyı gönderdiler. Ev sahibi ile buluşma ve yazışmalar site üzerinden çok kolay sağlanabiliyor. Housetrip ile ilgili bilgiyi  http://www.housetrip.com sitelerinden alabilirsiniz.




Eve vardığımızda bizi ev sahibini gelini Amelie karşıladı. Evdeki eşyaları gösterdi. Çamaşır makinası, bulaşık makinası, buzdolabı, televizyon, kahve makinası, ekmek kızartma ne isterseniz var. Evde komple kahveden tuvalet kağıda her şey vardı. İnternet bizim evde sınırsız ve ücretsizdi. Ayrıca sayfada depozito istenmesine rağmen bizden bir talepte bulunmadı. Çeşitli Paris broşürleri, yakın bölgedeki bir taksi durağının telefonunu, etraftaki marketleri, metro istasyonun yerini anlattıktan sonra apartmana ve çöp girişine olan kapı şifrelerini verdi. Elini kolunu sallayarak çöp atmaya bile giremiyorsunuz. Kapının şifresi var. En son olarak ta bir ihtiyacınız olursa diye kendi cep telefonunu verdi çıkışta görüşmek üzere diyerek gitti ama dönmeden bir önce telefon ederek yarın gelemeyeceğim anahtarları evde bırakarak kapıyı kapatıp gidebiliriz diyerek iyi yolculuklar diledi. Evi kırdık mı döktük mü kontrol bile etmedi. Eh bize kırıp dökmedik tabii...




Eve gelince :)))) Bir çok Parislinin yaşadığı gibi bir oda bir salon, mutfak ve banyodan ibaret. Bize yetti. En azından otel odasından büyük...Dairenin önünde uzunlamasına avluya bakan bir balkon vardı. İlk gördüğümde çok hoşuma gitti ben burada oturup kitabımı okurum eh keyfine bir de sigara içerim dedim ama iki gün sonra balkonda oturan tek kişinin ben olduğunu fark edince balkona çıkamaz oldum. Paris sıcak mı sıcak, nefes alınmıyor ve herkes cam çerçeve açık, hatta yatarken de kapatıyorlar, evlerinin içinde yaşıyorlar. Kimse balkona çıkmıyor. Ben ve karşı dairenin balkondaki çığlık maskesi hariç. Bütün bir hafta çığlıkla birbirimizi kestik durduk. Eminim şu anda beni çok özlüyordur. Balkonda gördüğü tek canlı olarak hayatına 7 gün boyunca renk getirdiğime eminim. Bazen benim onu gördüğümü fark ettiğinde aşağıya saklanıyor sonra bir süre balkon demirlerinden yada camın kenarından gözetleyip sonra tekrar balkona çıkıyordu. Ailesinden çekinmesem resmini çekecektim ama Paris'te karakolluk olmak vardı. Zaten balkona çıkıyorum bir de resim çeksem ne  olurdu acaba? Bunun sadece bir soru cümlesinde kalmasını tercih ettiğim için çığlığın fotoğrafını çekmedim. Sonradan avluyu çektim:) 






Kaldığım süre içinde Nuri Bilge Ceylan'ın kulaklarını çın çın çınlattım. Burada bir gün kalsa ne film çıkarırdı ama. Gişe rekorlarını alt üst eden durağan bir film. Düşünsenize altı apartmanın çevirdiği bir avlu. Herkes birbirine bakıyor. Temmuz sıcağı, pencereler açık ama insanlar içeride. Çamaşırlarını bile odalarda ya da salonda kurutuyorlar. Bazı pencerelerin önünde çiçekler var. Karşıdaki yaşlı kadının tek aksiyonu çıkıp teker teker usul usul çiçeklere su vermek, üst çaprazda beni keserek hayatını renklendirmeye çalışan 7-8 yaşlarında bir çığlık, yan dairede gecenin bir yarısında balkonunda beslediği kediyi sessizce seven bir kadın. Kedi kesin bunalımda, sağ tarafımda mor perdeli dairede yere oturarak kitap okuduğunu balkon demirlerinin arasından gördüğüm genç kız ve ilk önce balkona sandalye atan sonra içeri kaçan ben. Baudelaire boşuna Paris sıkıntısı diye kitap yazmamış. İşte nedeni :)




Eve eşyalarımızı bırakıp biraz dinlendikten sonra Champs-Elysées'ye gitmeye karar verdik. Hemde yürüyerek amaç etrafı keşfetmek. İlk başta her şey güzeldi. Bir sürü tarihi bina, heykeller, ağaçlar, insanlar. Sürekli cadde geçtik. 1 cadde, 2 cadde, 3 cadde, 4 cadde, cadde üstüne cadde...Sonunda Champs-Elysées'ye vardık ama gören kim ? Sıcak ve uykusuzluk iyice bastırdı. Sırt çantam gittikçe ağırlaştı ayaklarım beni taşımaz oldu. Güneş tepeme tepeme gelmeye başladı. Zaten ben sıcaktan kaçtıkça o beni bulur burada da buldu.  Sonunda başladım söylenmeye; bir de buraya aşk şehri diyorlar aşk mı kalır be burada şu hale bak cehennem gibiii:)) Şimdi gülüyorum ama o zaman hiç te gülünecek halim yoktu. Sen misin günden kazanmak için en erken uçağa yer ayırtan böyle olur işte al sana gün gez bakalım diye de içten içe kendimi azarladım. Ben bunları düşünürken oğlum da daha serin olabileceğini düşünerek ilk uçakla Londra'ya kaçma hayalleri kuruyordu. Kaderine razı olan kızım arasıra sessizce eve ne zaman döneceğiz diye sorarak yanımızda yürüyor eşim ise her zamanki gibi hayatından memnun bizi sakinleştirmeye çalışarak Champs-Elysées'nin keyfini çıkarıyordu. Sonunda oturup birşeyler içtiğimiz kafede biraz kendimize geldik ama ilk gün burada noktalandı. Daha fazla gezecek halimiz kalmadığından eve döndük ve ben koltuğa serildim:) İlk günün yorgunluğu çıktıktan sonra Paris hakkındaki düşüncelerimde tamamen değişti tabii ki...



Sırada Montmarte, Eyfel, tekne gezisi, sokak ressamları, Opera, St. Germain, sanat galerinin olduğu ufak sokaklar, Tour de France, kitapçılar, kafeler, bistrolar, kiliseler, tarihi binalar var...