PAMUK PRENSES'E NE OLDU?

Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde develer tellal iken, pireler berber iken diye başlardı masallar. Bizlerde bazen sessiz sakin ağzımız açık bazen de anlatıcıyı anlattığına anlatacağına bin pişman eden birbiri ardına sorular sıralayarak dinlerdik masalları. 

Peki ne oldu o çocukluk kahramanlarımıza şimdi? Onların yerini çizgi film kahramanları aldı günümüzde. Hemde ne almak. Masal kahramanlarının en kötüsü bile saf kaldı çizgi film kahramanlarının yanında.  

Sahi ne oldu o masal kahramanlarına?


Mesela Pamuk Prenses'e? Prensi ile evlenip çoluk çocuğa mı karıştı da artık yok ortalıklarda? Ya cüceleri? Hala o ormanda mı yaşıyorlar? Ormanları duruyor mu yoksa 2B'ye kurban mı gitti? Belki de cüceler minik ahşap kulübelerinden yüzme havuzlu villarına geçtiler. Keyif yapıyorlar. Hala anneler çocuklarına Pamuk Prensesi okuyor mu acaba? Yoksa yerini başkaları mı aldı? Masum Pamuk Prenses Munster High kızlarına mı karıştı acaba? 

Ya Külkedisi Cinderalla. Hani şu telaşla merdivenlerden inerken ayakkabısının tekini düşürüp prensi günlerce peşinden koşturan kız. Ne yapıyor şimdilerde acaba? Nerelerde düşürüyor platform topuklu ayakkabılarını? Birileri peşinden ayakkabısını koşturuyor mu acaba? Kim bilir neler yapıyor bu aralar da? Büyüyünce Hanna Montana mı oldu yoksa? Hala anneler Cinderalla'yı okuyor mu çocuklarına acaba? 

Ya Heidi? Büyükbabası ve arkadaşı Peter'le İsviçre'nin dağlarında mutlu mesut keçilerin peşinde koşan elma yanaklı kız? O ne yapıyor acaba? Hala keçilerin peşinde mi koşuyor yoksa artık çocuklarının peşinden mi koşuyor.  Ya Clara? Hala Bayan Rottenmeir'in işkencelerine maruz kalıyor mu yoksa onu çoktan saf dışı bıraktı mı? Hala anneler Heidi'yi okuyor mu acaba çocuklarına?



Peki ya Polyanna? Hani başına ne gelirse gelsin her olaydan bir mutluluk çıkartmaya çalışan kız? Kaldı mı böylesi? Ben bile çocukken bir şeye kızdığımda ve aklıma bu masal geldiğinde o Polyanna'yı elime bir geçirsem diye söylendiğim zamanları hatırlıyorum. Her şey de bir hayır vardır derler ama bununki de biraz fazlaydı:) Bu kafayla başına neler geldi kimbilir?. Hala anneler çocuklarına Polyanna'yı okuyor mu acaba?

Çocukları telef eden Fareli Köyün Kavalcı'sına ne demeli? Ara ki bulasın onca çocuğu...

Kırmızı Başlıklı Kız'dan haberiniz var mı? Son duyduğuma göre büyük anne kurtla kaçmış Kırmızı Başlıklı Kız kayıplara karışmış :) Eh ufacık kızı elinde sepet ormana bırakırsan olacağı budur. Bence anneler bunu çocuklarına artık okumasınlar. Çocuk masalı ama içinde vahşet olan bir masal. Büyükkanne yiyen bir kurt, onu öldüren bir avcı ve hepsinin tanığı Kırmızı Başlıklı ufak bir kız. Ortadan yok olmasında ne olsun.



Ya Rapunzel? O da saçlarını kuleden sarkıta sarkıta kel kalmış diye duydum ve Keloğlan'a aşık olmuş. 

Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine...

Sanat Küçük Kalplere Dokunuyor

Sanat, tıp ve iş dünyası, kalp hastası çocuklar için el ele veriyor. Ünlü ressam Renée Niklan’ın 17 eseri, 10-14 Nisan tarihlerinde Ekavart Gallery’de sergileniyor. Ekavart Gallery nerede diyenlere, işte adres:  The Ritz-Carlton Hotel, Süzer Plaza, No: 15, Gümüşsuyu-İstanbul. Sergi, çarşamba-cuma günleri 11.00-18.30, cumartesi günü ise 12.00-18.30 saatleri arasında gezilebilir.

Bu serginin diğerlerinden farkı ne derseniz, salt bir resim sergisi olmanın ötesinde bir kurumsal sosyal sorumluluk projesi niteliği taşıdığını söyleyebiliriz. Sergideki eserlerin satışından elde edilecek gelirin tamamı, gelişmekte olan ülkelerde doğuştan ya da sonradan kalp hastası olan çocukların tedavi edilmesi için kullanılacak. Tedavileri, bu işe gönül vermiş bir avuç tıp insanının kurduğu Herkes İçin Kalp Derneği (www.cptg.ch) gerçekleştirecek. Dernek, modern tıbbın sunduğu olanaklardan yararlanamayan bu çocukların İsviçre’de ya da kendi ülkelerinde ücretsiz tedavi olmalarını sağlıyor.

Ne yazık ki, gelişmekte olan ülkelerde her yıl yaklaşık 2 milyon çocuk kalp bozukluklarıyla doğuyor ve bu çocukların yarısı maddi kaynak veya sağlık sektöründeki insan kaynağı yetersizliği nedeniyle ilk iki yıl içinde yaşamını yitiriyor. Bu ülkelerde açık kalp ameliyatı olmayı bekleyen çocukların sayısı ise 8 milyonu buluyor.

Herkes İçin Kalp Derneği’nin kurucusu Ord. Prof. Dr. Afksendiyos Kalangos. Kalangos, iki kez Nobel Tıp Ödülü’ne aday gösterilmiş bir kalp cerrahı. Bu alanda 14 ayrı teknik geliştirmiş. Son 100 yılın en iyi cerrahlarından biri olarak tanınıyor. Ayrıca, dünyanın en prestijli tıp ödüllerinden Fransız Tıp Akademisi Ödülü’ne sahip.

Sergi, Alvimedica’nın sponsorluğunda gerçekleştirilecek. Alvimedica Yönetim Kurulu Üyesi Leyla Alaton, hayır amaçlı bu tür etkinliklere özel önem veriyor ve Herkes İçin Kalp Derneği’ni yürekten destekliyor.

Niklan’ın mutluluk, umut ve sevgi mesajları içeren eserlerinden oluşan  “Sanat Küçük Kalplere Dokunuyor” temalı sergisini mutlaka görün. Gidemem diyorsanız, sergiyi Türkiye’nin ilk online sanat televizyonu www.ekavart.tv’de de izleyebilirsiniz. Resimler, yüreğinizi ısıtacak…

Hem dernek hem de sergi hakkında şuradan bilgi alabilirsiniz: http://alvimedica.com/hearts-for-all/tr/



Bir bumads sosyal sorumluluk içeriğidir.

SHAKESPEARE'Yİ NASIL BİLİRSİNİZ?

2 Şubat tarihinde Şeytan ve Şair adlı kitabı okuduğumu yazmıştım. Kitap bazı şair ve yazarların kirli çamaşırlarını ortaya döküyor demiştim. Konu  Shakespeare'nin hayatı üzerine idi ve yazarın aslında  çok ta edebiyatla ilgili biri olmadığı hakkında iddialar vardı ve bu kitabın gerçek belgelere dayandırılarak yazıldığı bilgisi veriliyordu.  

Son günlerde basında çıkan bir haber romanda yazılanların doğruluğunu kanıtlar niteliğindeydi. 

İşte Sabit Fikir'in Shakespeare haberi;



Shakespeare "acımasız" bir iş adamıymış


Dünyanın en seçkin drama yazarı olarak kabul edilen İngiliz edebiyatçısı Shakespeare, aslında "acımasız" bir iş adamıymış. Galler'deki Aberystwyth Üniversitesinden bir grup akademisyenin yaptığı araştırma, ünlü ozanın, kıtlık döneminde tahıl işinden para kazanan bir iş adamı olduğunu gösterdi.
Akademisyenler, mayıs ayında Galler'de yapılacak Hay Edebiyat Festivali'nde sunulacak tezlerinde, Shakespeare'in, aynı zamanda tahıl tüccarı olduğunu, çevreye borç para verdiğini ve vergi kaçırdığını ileri sürdü. Shakespeare'in sıklıkla görmezden gelinen iş anlayışı incelenmeden tam anlamıyla anlaşılamayacağını savunan, Aberystwyth'de Ortaçağ ve Rönesans edebiyatı dersleri veren Jayne Archer ve meslektaşları Howard Thomas ile Richard Marggraf Turley, edebiyatçının Stratford-upon-Avon kasabasındaki bu yaşantısının ayrıntılarını ortaya çıkarmak için arşivleri taradı.






Akademisyenler, tezlerinde ''Shakespeare'in, 15 yıl süresince komşularına ve yerel tüccarlara şişirilmiş fiyatlara satabilmek için tahıl, malt ve arpa satın alarak stokladığını, ürünler için kendisine tam ödeme yapamayacak (ya da yapmayacak) kişilerin peşine düştüğünü, kazançlarını borç para verme işinde kullandığını'' yazdı.
 
Jayne Archer, Shakespeare'in bu yönlerinin, eleştirmenler ve bilginlerin, yaratıcı dehanın aynı zamanda kendi çıkarıyla hareket ettiği fikrini uygun bulmayacakları için görmezden gelindiğini söyledi. Archer, Shakespeare'in, 16. yüzyıl sonuyla 17. yüzyıl başında yaşadığını ve eserlerini kaleme aldığını belirterek, alışılmadık soğuk ve aşırı yağışların kıtlığa neden olduğu bu dönemin, 'Küçük Buz Devri' olarak bilindiğine dikkati çekti.

 


Archer, Shakespeare'in 'acımasız' bir iş adamı olması fikrinin, hassas sanatçının romantik görüşleriyle uyum içinde olmayabileceğini ancak edebiyatçının çok sert yargılanmaması gerektiğini ifade ederek, ''Shakespeare'i, açlığın adamı olarak hatırlamak, onu çok daha insan, çok daha anlaşılır ve çok daha karmaşık yapar'' dedi. Shakespeare uzmanı Jonathan Bate, Sunday Times gazetesine yaptığı açıklamada, Archer ve meslektaşlarının, çok değerli bir araştırma yaptıklarını ifade etti.







1 NİSAN


1 Nisan şaka günü:) Daha çok gençlerin ve çocukların birbirlerine ve öğretmenlerine şaka yaptıkları hatta ne şakalar yapalım diye kafa patlatıp şakalandıkları gün. 

Orijini Fransa imiş 1 Nisan'ın. Bir söylentiye göre 1564 yılında Fransa'dan çıkmış. O zamanlarda   Fransa'da yeni bir yılın başlangıcı 1 Nisan olarak alınırmış fakat Fransız Kralı IX Charles yeni yılın başlangıcını 1 Ocak olarak  kabul edince yeni takvime adapte olamayan halk (benim yeni saate olamadığım gibi) bir süre daha yeni yılın başlangıcını 1 Nisan olarak kutlamaya devam etmiş. Bu durumla dalga geçmek için birbirlerine komik hediyeler vermeye başlamışlar. Özellikle de yiyecek. Hristiyanlarda dinsel açıdan et yerine balık yenen bir döneme denk geldiği için genelliklede birbirlerine şaka niyetine oyuncak balık hediye ederlermiş. 

Fransa'dan çıkan 1 Nisan tüm dünyaya dalga dalga Şaka Günü olarak yayılmış. 

Aman dikkat !!! Bir köşede gizlenmiş bir şaka sizi bekliyor olabilir bu gün. Gözünüzü dört açın. Nisan Balığına yakalanmayın :) 

Benden söylemesi...

Aaa bu da ne böyle ? Kim koymuş bunu kapıma acaba? Ne var ki içinde ? Hımm 1 Nisan:))

SİBİRYA'DA KAYIP

Ben değil, Matthias :)

Bugün öğleden sonra evde otururken televizyon kanalları arasında dolaşmaya başladım. Bir sürü dizi, magazin programı, film derken bir tanesini ilgimi çekti. Lost in Siberia. Alel acele bir kahve yapıp yayıldım koltuğa. Güzel bir öğleden sonra keyfi oldu benim için. 

Utangaç Matthias Bluel patronu tarafından işlerini geliştirmek üzere Sibirya Kemerovo'ya gönderilir. Dil ve bölge halkının adetlerini bilmeyen Matthias'ın başına trajikomik olaylar gelir. Genç tercümanı sayesinde bunlardan sıyrılmayı başarır. Bir gün birlikte gittikleri panayırda şarkı söyleyen Saya'yı görür ve aşık olur. Saya Kemerovo'da yaşayan Şorlardandır ve şamandır. Gelenekleri ve görenekleri Matthias'ın ilgisini çeker ama vizesi bittiği için Almanya'ya dönmek zorundadır. İstemeden de olsa gözü arkada kalarak ülkesine döner. Bir süre sonra Matthias Saya'nın aşkına dayanamayarak tekrar yollara düşer. Bu kez farklı bir Matthias olarak...

Uçsuz bucaksız güzel manzaralar eşliğinde içinde biraz şamanizm çokça aşk, sevgi barındıran bir film. Gülümseyerek seyredeceksiniz. Bu aralar Dijitürk Festival'de oynuyor...





MURATHAN MUNGAN'DAN HAYATA DAİR...






Kaç yol arkadaşı kaldı şimdi geriye
gençliğin ilk acılarını birlikte keşfettiğimiz kaç yol arkadaşı?
Sürüyerek götürdüğümüz dargın beraberlikleri saymazsak
ne kalıyor elimizde?
Ölenler, terk edenler,
... bir de telefonları, adresleri, kendileri değişenler...

Murathan Mungan

DANIEL PENNAC OKUR HAKLARI:)





1- Okumama hakkı
2- Sayfa atlama hakkı
3- Bir kitabı bitirmeme hakkı
4- Tekrar okuma hakkı
5- Canının istediğini okuma hakkı
6- "Bovarizm" hakkı
7- Canının istediği yerde okuma hakkı
8- Çöplenme hakkı
9- Yüksek sesle okuma hakkı
10- Susma hakkı

İlgimi çekmeyen bir kitapta okumama hakkımı kullanmayı;
Çok sevdiğim kitaplarda defalarca tekrar okuma hakkımı kullanmayı;
Canımın istediği kitabı istediğim yerde okuma hakkımı kullanmayı;

Seviyorum. 


Roman Gibi      Daniel Pennac       Metis Yayınları   

DOLUNAY



Dolunay olduğu gecelerde bazen balkonumda oturup dakikalarca gökyüzünü seyrettiğim olurdu. Hele hava açıksa ve yıldızlar eşlik ediyorsa...Bu gece de dolunay gecesi ama ay bu gece şehri kaplayan bulutların ve yağmur damlalarının ardına saklanmış. Yıldızlar ise çoktan uykuya yatmış bile. 

Ayın dünyaya dönük yüzünün tam olarak aydınlık göründüğü evreymiş dolunay. Kısaca doğanın insanlara sunduğu muhteşem güzelliklerinden biri. Bir doğa olayı. Bugüne kadar olmadı ama kim bilir belki bir gün rasathaneden izleme olanağı bulurum dolunayı. Belki de bir teleskop edinmem lazım. 

Dolunayla ilgili ufak bir araştırma yaptım ama okuduğum yazıların hiç birinde iyi şeyler yazmıyordu. En çok yazılan ise dolunayın biz insanlar üzerindeki negatif etkileri idi. Bu dönemde duygu taşkınlıkları kavgalar ve cinayetlerde artış olurmuş. İntiharların çoğu bu dönemde gerçekleşirmiş. İnsan zekasında düşüş olduğu bile söylenenler arasında. Tüm bunlara zemin hazırlayan ise ayın insanlar üzerindeki güçlü çekim kuvveti imiş. Vücuttaki su miktarının çoğalmasına yol açarak bedensel ve ruhsal değişikliklere sebep oluyormuş. 

Bir başka yabancı kaynakta ise dolunayın insanlardan çok hayvanları özellikte köpekleri etkilediğini yazıyordu. Köpekler aya duyarlı oldukları için dolunay zamanında daha heyecanlı ve hareketli olurlarmış. Yapılan araştırmalarda bu dönemde köpek ısırmalarında artış olduğu görülmüş. Kurt adam efsanesinin de buradan çıktığı söyleniyor. 

Bazı kültürlerde ayın ölümden sonraki mekan olduğuna inanılırmış. 

Eski bir Türk inanışa göre ise (Tengri) insanlar Gök'e dua ederek buyan adlı enerjiyi elde ederlermiş. Buyanın en çok yeni ay ve dolunayda elde edilebileceğine inanılırmış. 

İster negatif etkilesin ister pozitif Ay Ata'nın bu muhteşem gösterisini kaçırmamanızı tavsiye ederim. Ufak bir tüyo bir sonraki 25 Nisan'da. Bilgilerinize :)




YAZMAK





Kötü bir haftanın sonunda kitapların satırları arasında saklanıp kendimi dinlemekten vazgeçmeye kızgınlığımı unutmaya (kolay olmasa da) çalıştım. Uzun zamandır kitap yerine dergilere sarmıştım. Kafamı dağıtmak için kendimi her zaman gittiğim kitapçıya attım. Aklımda alacağım bir kitap yoktu aslında sadece raflara göz gezdirmek içinde bulunduğum ortamdan biraz olsun uzaklaşmak için ufak bir terapi niteliğinde girdim kapısından bu kez. Ama ben, iflah olmaz kitapkolik bu güne kadar girdiğim hiçbir kitapçıdan eli boş çıkamayan ben, bu kezde geleneği bozmadım ve Marguerite Duras'ın Yazmak adlı kitabını alıp kitabevinin kafesinde acı bir kahve eşliğinde okumaya başladım.  İncecik 106 sayfalık bir deneme. İlk bölümü kitaba adı veren Yazmak. Sonra sırasıyla "Genç İngiliz Havacısının Ölümü, Roma, Saf Sayı ve Resim Sergisi" adlı öyküler geliyor. Hepsi birbirinden güzel. Özellikle Yazmak. Duras kendi yazma deneyimi anlatmış bu bölümde. Dedim ya tam bir terapi oldu benim için. Kalkarken kitabın yarısını okumuştum bile. 

"Yazmak, yaşamımı dolduran, beni büyüleyen tek şey buydu. Ben de öyle yaptım. Yazma edimi hiç ayrılmadı benden." diyor ve devam ediyor.

"İlk kitapların bu yalnızlığını içimde sakladım. Gittiğim her yere götürdüm. Yazı'mı her yere taşıdım, nereye gidersem gideyim. Paris'e. Trouville'e Ya da New York'a. Lola Valerie Stein'ı kafamın içinde biçimlendirmeyi sürdürmeye çılgınlık nöbeti içinde Trouville'de son verdim. Yann Andrea Steiner'ın adı, unutulmaz gerçekliğiyle yine Trouville'de karşıma çıktı. Bir yıl önce.

Yazının yalnızlığı, o yalnızlık olmaksızın yazı ediniminin gerçekleşmediği ya da yazacak daha başka ne kaldığı araştırılırken ufalanarak dağılıp giden bir yalnızlık. Yazı, kan yitimine uğruyor, onu yazanın tanıyamayacağı hale geliyor. Ve her şeyden önce, istediği kadar becerikli olsun, hiç bir sekretere dikte edilmemesi ve aşamada hiçbir editöre verilmemesi gerekiyor."

"Yalnızlık hazır bulunmaz, oluşturulur. Yalnızlık, yalnız başına oluşturulur. Ben öyle yaptım. Çünkü orada yalnız olmam, kitap yazmak için kalmam gerektiğine karar vermiştim. İşte böyle oldu. Bu evde yalnızdım. Bu eve kapandım.- tabii korkuyordum da buna, kuşku yok. Sonra sevdim o yalnızlığı. Bu ev, yazı evi haline geldi. Kitaplarım bu evden çıkıyor. Ayrıca bu ışıktan da, bahçeden. Küçük gölden yansıyan bu ışıktan. Şu söylediğim şeyi yazabilmek için tam yirmi yıl gerekti bana."

Kitaptan tadımlık bu kadar şimdilik. Kendimi tutamayıp hepsini yazacağım neredeyse. Okudukça Marguerite Duras'ın göl kenarındaki evinde hissettim kendimi. İyi geldi doğrusu. Hemde çok iyi. Favori kitaplarım arasında yerini aldı bile. İlk basımı 1997 yapılmış. Geç keşfettiğim ama iyi ki okudum dediğim kitaplardan biri.  

Okumadıysanız tavsiye ederim Duras'ın Yazmak adlı kitabını. Can Yayınlarından Aykut Derman'ın güzel çevirisi ile. 



BİR KAYIBIN ARDINDAN YAŞANAN KIZGINLIK


Bu hafta başında çok ama çok sevdiğim bir insanı kaybettim. Hiç beklemediğim bir anda eli avuçlarımda kapayıverdi gözlerini bu dünyaya. 10 gündür rahatsızdı ama ölümü doktoru dahil hiç kimse yakıştıramıyordu ona. İyileşecek gözüyle bakılırken bir anda ayrılıverdi aramızdan. 

Geride onunla geçirdiğim çok güzel anlar bıraktı bana.Üzgünüm, kırgınım ama çokça kızgınım.
Kızgınlığım şu anda her şeyin üstünde. Kimlere mi? Hastalığı boyunca ki sadece 10 gün sürdü onu son kez ziyaret etmeyenlere. Kimler mi? Bütün gün sokaklarda gezip iki merdiven çıkmayanlara, bütün gün evin içinde bir odadan öbür odaya tur atıp iki merdiven çıkıp ziyaret etmeyenlere mazeret olarak yaşlılık, hastalığın (?) arkasına sığınan ve vefatını duyduklarında timsah gözyaşları döken en yakınlarına. Hastalığı boyunca gözü kapıda beklediği iki kişiye. 

Artık yok. İstedikleri kadar peşinden göz yaşı döksünler hiç bir faydası yok. Gün ola devran döne diyorum. Ölüm bu hepimizin başına gelecek bir gün ve benim kızgınlığım asla geçmeyecek onlara karşı. Avazım çıktığı kadar haykırmak istiyorum suratlarına karşı Özlem Tekin'in sözleriyle...Tabi kii anlayana...


Yer yarılsa dibine düşse
Gök kararsa yüzünü örtse
Şeytan görsün
Son sözün ne
Hadi her neyse

Bugün seni öldürsem mi?
Cesedine tükürsem mi?
Kargaları gözlerinle beslesem mi?

Ya da vazgeçip yalnız üzülsem mi?
Affetsem mi affetsem mi affetsem mi


Üzülmek evet çok ama çok üzgünüm affetmek mi asla asla asla...

DERGİ SAYFALARINDA KAYBOLDUM





Bir kaç aydır dergilere sardım. Dergi okumaktan kitap okumaya pek vaktim olmuyor ve gördüğünüz üzere pek fazla kitap paylaşımı yapamadım. En son Şeytan ve Şair'i okudum Düğümlere Üfleyen Kadınlara başladım ama başlayış o başlayış. Bir türlü sonunu getiremedim.  Sürekli takip ettiğim edebiyat dergileri ki bunların başını Özgür Edebiyat ve Notos çeker onlarla birlikte bu ay kitapçıdan ne kadar edebiyat dergisi varsa hepsini eve taşıdım. Roman Kahramanları, Sarnıç Öykü, Sözcükler, Hece, Varlık, Ada vs. Aralarına Atlas, NTV Tarih ve Elele'de karıştı. Salon dahil evin her köşesine yayılmış durumdalar. Kimi çalışma masasının üstünde, kimi sehpanın. Hepsinden ayrı bir öykü, şiir araştırma çıkıyor yazsamda henüz kapağını açamadıklarım bile var. Biraz abarttım galiba bu işi. 

Oya Uysal'ın Özgür Edebiyat'ta çok sevdiğim mısralarını paylaşmıştım. Yine aynı dergiden Nobel Konuşması-Hikaye Anlatıcıları Mo Yan çok hoşuma gitti ve öyküler 'Bir Akşam Yolcu ve O Eski Ev' . 

Notos'ta Yaratıcı Yazı Üzerine Düşünceler, İnci Asena'nın Chioggia'nın Kadınları, Kadri Öztopçu'nun Aykut Olmak adlı öyküsü ve Aleksandr Stepnoviç Grin Ekran Karşısında Ölümüm. Bu arada Ari ile Gitmek'i de atlamak istemiyorum. 

Sözcükler'den Masumiyet Müzesi Projesi : Lambadan Çıkan Cin. Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Öyküleri Üstüne Tahsin Yücel'in yazısı ve Peter Maiwald Büyük Anne şiiri. 

Hece'de ise Doğan Hızlan'dan Gazete ve Edebiyat. Ali Çolak'ın Gazetelerdeki Edebiyatçılar Nereye Gitti dosyasını da eklemeden olmaz. 

Ayrıca içlerinde henüz okumadıklarım ve kapaklarını açmadıklarımda var. Araya gazetelerinde kitap ekleri giriyor. Biraz da kitap sayfaları karışıyor eklere ve dergilere. Günlük rutin işlerin ve koşuşturmanın içinde sığınacak limanlarım oluyor dergiler, ekler ve kitaplar. Tabii ki her zaman  olduğu gibi; bir fincan kahve eşliğinde:)