DOLUNAY



Dolunay olduğu gecelerde bazen balkonumda oturup dakikalarca gökyüzünü seyrettiğim olurdu. Hele hava açıksa ve yıldızlar eşlik ediyorsa...Bu gece de dolunay gecesi ama ay bu gece şehri kaplayan bulutların ve yağmur damlalarının ardına saklanmış. Yıldızlar ise çoktan uykuya yatmış bile. 

Ayın dünyaya dönük yüzünün tam olarak aydınlık göründüğü evreymiş dolunay. Kısaca doğanın insanlara sunduğu muhteşem güzelliklerinden biri. Bir doğa olayı. Bugüne kadar olmadı ama kim bilir belki bir gün rasathaneden izleme olanağı bulurum dolunayı. Belki de bir teleskop edinmem lazım. 

Dolunayla ilgili ufak bir araştırma yaptım ama okuduğum yazıların hiç birinde iyi şeyler yazmıyordu. En çok yazılan ise dolunayın biz insanlar üzerindeki negatif etkileri idi. Bu dönemde duygu taşkınlıkları kavgalar ve cinayetlerde artış olurmuş. İntiharların çoğu bu dönemde gerçekleşirmiş. İnsan zekasında düşüş olduğu bile söylenenler arasında. Tüm bunlara zemin hazırlayan ise ayın insanlar üzerindeki güçlü çekim kuvveti imiş. Vücuttaki su miktarının çoğalmasına yol açarak bedensel ve ruhsal değişikliklere sebep oluyormuş. 

Bir başka yabancı kaynakta ise dolunayın insanlardan çok hayvanları özellikte köpekleri etkilediğini yazıyordu. Köpekler aya duyarlı oldukları için dolunay zamanında daha heyecanlı ve hareketli olurlarmış. Yapılan araştırmalarda bu dönemde köpek ısırmalarında artış olduğu görülmüş. Kurt adam efsanesinin de buradan çıktığı söyleniyor. 

Bazı kültürlerde ayın ölümden sonraki mekan olduğuna inanılırmış. 

Eski bir Türk inanışa göre ise (Tengri) insanlar Gök'e dua ederek buyan adlı enerjiyi elde ederlermiş. Buyanın en çok yeni ay ve dolunayda elde edilebileceğine inanılırmış. 

İster negatif etkilesin ister pozitif Ay Ata'nın bu muhteşem gösterisini kaçırmamanızı tavsiye ederim. Ufak bir tüyo bir sonraki 25 Nisan'da. Bilgilerinize :)




YAZMAK





Kötü bir haftanın sonunda kitapların satırları arasında saklanıp kendimi dinlemekten vazgeçmeye kızgınlığımı unutmaya (kolay olmasa da) çalıştım. Uzun zamandır kitap yerine dergilere sarmıştım. Kafamı dağıtmak için kendimi her zaman gittiğim kitapçıya attım. Aklımda alacağım bir kitap yoktu aslında sadece raflara göz gezdirmek içinde bulunduğum ortamdan biraz olsun uzaklaşmak için ufak bir terapi niteliğinde girdim kapısından bu kez. Ama ben, iflah olmaz kitapkolik bu güne kadar girdiğim hiçbir kitapçıdan eli boş çıkamayan ben, bu kezde geleneği bozmadım ve Marguerite Duras'ın Yazmak adlı kitabını alıp kitabevinin kafesinde acı bir kahve eşliğinde okumaya başladım.  İncecik 106 sayfalık bir deneme. İlk bölümü kitaba adı veren Yazmak. Sonra sırasıyla "Genç İngiliz Havacısının Ölümü, Roma, Saf Sayı ve Resim Sergisi" adlı öyküler geliyor. Hepsi birbirinden güzel. Özellikle Yazmak. Duras kendi yazma deneyimi anlatmış bu bölümde. Dedim ya tam bir terapi oldu benim için. Kalkarken kitabın yarısını okumuştum bile. 

"Yazmak, yaşamımı dolduran, beni büyüleyen tek şey buydu. Ben de öyle yaptım. Yazma edimi hiç ayrılmadı benden." diyor ve devam ediyor.

"İlk kitapların bu yalnızlığını içimde sakladım. Gittiğim her yere götürdüm. Yazı'mı her yere taşıdım, nereye gidersem gideyim. Paris'e. Trouville'e Ya da New York'a. Lola Valerie Stein'ı kafamın içinde biçimlendirmeyi sürdürmeye çılgınlık nöbeti içinde Trouville'de son verdim. Yann Andrea Steiner'ın adı, unutulmaz gerçekliğiyle yine Trouville'de karşıma çıktı. Bir yıl önce.

Yazının yalnızlığı, o yalnızlık olmaksızın yazı ediniminin gerçekleşmediği ya da yazacak daha başka ne kaldığı araştırılırken ufalanarak dağılıp giden bir yalnızlık. Yazı, kan yitimine uğruyor, onu yazanın tanıyamayacağı hale geliyor. Ve her şeyden önce, istediği kadar becerikli olsun, hiç bir sekretere dikte edilmemesi ve aşamada hiçbir editöre verilmemesi gerekiyor."

"Yalnızlık hazır bulunmaz, oluşturulur. Yalnızlık, yalnız başına oluşturulur. Ben öyle yaptım. Çünkü orada yalnız olmam, kitap yazmak için kalmam gerektiğine karar vermiştim. İşte böyle oldu. Bu evde yalnızdım. Bu eve kapandım.- tabii korkuyordum da buna, kuşku yok. Sonra sevdim o yalnızlığı. Bu ev, yazı evi haline geldi. Kitaplarım bu evden çıkıyor. Ayrıca bu ışıktan da, bahçeden. Küçük gölden yansıyan bu ışıktan. Şu söylediğim şeyi yazabilmek için tam yirmi yıl gerekti bana."

Kitaptan tadımlık bu kadar şimdilik. Kendimi tutamayıp hepsini yazacağım neredeyse. Okudukça Marguerite Duras'ın göl kenarındaki evinde hissettim kendimi. İyi geldi doğrusu. Hemde çok iyi. Favori kitaplarım arasında yerini aldı bile. İlk basımı 1997 yapılmış. Geç keşfettiğim ama iyi ki okudum dediğim kitaplardan biri.  

Okumadıysanız tavsiye ederim Duras'ın Yazmak adlı kitabını. Can Yayınlarından Aykut Derman'ın güzel çevirisi ile. 



BİR KAYIBIN ARDINDAN YAŞANAN KIZGINLIK


Bu hafta başında çok ama çok sevdiğim bir insanı kaybettim. Hiç beklemediğim bir anda eli avuçlarımda kapayıverdi gözlerini bu dünyaya. 10 gündür rahatsızdı ama ölümü doktoru dahil hiç kimse yakıştıramıyordu ona. İyileşecek gözüyle bakılırken bir anda ayrılıverdi aramızdan. 

Geride onunla geçirdiğim çok güzel anlar bıraktı bana.Üzgünüm, kırgınım ama çokça kızgınım.
Kızgınlığım şu anda her şeyin üstünde. Kimlere mi? Hastalığı boyunca ki sadece 10 gün sürdü onu son kez ziyaret etmeyenlere. Kimler mi? Bütün gün sokaklarda gezip iki merdiven çıkmayanlara, bütün gün evin içinde bir odadan öbür odaya tur atıp iki merdiven çıkıp ziyaret etmeyenlere mazeret olarak yaşlılık, hastalığın (?) arkasına sığınan ve vefatını duyduklarında timsah gözyaşları döken en yakınlarına. Hastalığı boyunca gözü kapıda beklediği iki kişiye. 

Artık yok. İstedikleri kadar peşinden göz yaşı döksünler hiç bir faydası yok. Gün ola devran döne diyorum. Ölüm bu hepimizin başına gelecek bir gün ve benim kızgınlığım asla geçmeyecek onlara karşı. Avazım çıktığı kadar haykırmak istiyorum suratlarına karşı Özlem Tekin'in sözleriyle...Tabi kii anlayana...


Yer yarılsa dibine düşse
Gök kararsa yüzünü örtse
Şeytan görsün
Son sözün ne
Hadi her neyse

Bugün seni öldürsem mi?
Cesedine tükürsem mi?
Kargaları gözlerinle beslesem mi?

Ya da vazgeçip yalnız üzülsem mi?
Affetsem mi affetsem mi affetsem mi


Üzülmek evet çok ama çok üzgünüm affetmek mi asla asla asla...

DERGİ SAYFALARINDA KAYBOLDUM





Bir kaç aydır dergilere sardım. Dergi okumaktan kitap okumaya pek vaktim olmuyor ve gördüğünüz üzere pek fazla kitap paylaşımı yapamadım. En son Şeytan ve Şair'i okudum Düğümlere Üfleyen Kadınlara başladım ama başlayış o başlayış. Bir türlü sonunu getiremedim.  Sürekli takip ettiğim edebiyat dergileri ki bunların başını Özgür Edebiyat ve Notos çeker onlarla birlikte bu ay kitapçıdan ne kadar edebiyat dergisi varsa hepsini eve taşıdım. Roman Kahramanları, Sarnıç Öykü, Sözcükler, Hece, Varlık, Ada vs. Aralarına Atlas, NTV Tarih ve Elele'de karıştı. Salon dahil evin her köşesine yayılmış durumdalar. Kimi çalışma masasının üstünde, kimi sehpanın. Hepsinden ayrı bir öykü, şiir araştırma çıkıyor yazsamda henüz kapağını açamadıklarım bile var. Biraz abarttım galiba bu işi. 

Oya Uysal'ın Özgür Edebiyat'ta çok sevdiğim mısralarını paylaşmıştım. Yine aynı dergiden Nobel Konuşması-Hikaye Anlatıcıları Mo Yan çok hoşuma gitti ve öyküler 'Bir Akşam Yolcu ve O Eski Ev' . 

Notos'ta Yaratıcı Yazı Üzerine Düşünceler, İnci Asena'nın Chioggia'nın Kadınları, Kadri Öztopçu'nun Aykut Olmak adlı öyküsü ve Aleksandr Stepnoviç Grin Ekran Karşısında Ölümüm. Bu arada Ari ile Gitmek'i de atlamak istemiyorum. 

Sözcükler'den Masumiyet Müzesi Projesi : Lambadan Çıkan Cin. Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Öyküleri Üstüne Tahsin Yücel'in yazısı ve Peter Maiwald Büyük Anne şiiri. 

Hece'de ise Doğan Hızlan'dan Gazete ve Edebiyat. Ali Çolak'ın Gazetelerdeki Edebiyatçılar Nereye Gitti dosyasını da eklemeden olmaz. 

Ayrıca içlerinde henüz okumadıklarım ve kapaklarını açmadıklarımda var. Araya gazetelerinde kitap ekleri giriyor. Biraz da kitap sayfaları karışıyor eklere ve dergilere. Günlük rutin işlerin ve koşuşturmanın içinde sığınacak limanlarım oluyor dergiler, ekler ve kitaplar. Tabii ki her zaman  olduğu gibi; bir fincan kahve eşliğinde:) 






"Ve hala kalkmadı, çocukluğumun üstüne yağan kar.

El ayak çekildi, oda sessiz...Uyudu minderinde kedi.
Issız sokakta korkan biri ıslık çalarak geçip gitti"


Gecenin sessizliğinde güzel bir müzik, mis gibi Türk kahvesi ve Oya Uysal'ın güzel dizeleriyle Özgür Edebiyat Keyfi :)



KADINLAR GÜNÜ

  8 MART KADINLAR GÜNÜ KUTLU OLSUN


Her gün dövülen, öldürülen, tecavüze uğrayan kadınlarımız varken ve biz ülke olarak bu sorunu hala çözememişken, kadınımızı, kız çocuklarımızı koruyamazken nasıl kutlu olabilirse öyle olsun :(

BÖCEK GİBİYİM BU ARALAR...




Böcek gibiyim bu aralar. Kafka’nın böceği. Sabahları yataktan zorla kalkıyorum. Kalkmak uyanmak istemiyorum. Gözümü bir açıp bir kapıyorum. Saatle büyük bir savaş başlıyor aramda. Ben kapıyorum o başlıyor. Ben kapıyorum o inatla devam ediyor. Uyandıracak illa. Kafamda gün boyu yapılacak işler. Kalkmasam da bütün gün uyusam, çeşit çeşit rüyalar görsem, ara sıra uyanıp kitabımdan birkaç satır okusam sonra yine gözlerim kapansa ve kitabı bir yana koyup tekrar uyumaya devam etsem.

Çalan hiçbir şeye cevap vermesem. Ne telefona ne kapıya hatta cep telefonumu kapasam hiç açmamak üzere. Dünya yansa da umurumda olmasa. Bir elinde ayna bir elinde cımbız umurunda mı dünya misali. Hatta rüyalarımda sadece istediklerimi göreyim. Ben yazayım çizeyim onları. İçlerinde benim seçtiğim insanlar, mekânlar ve konular olsun. İstemediğim yüzler karışmasın rüyalarıma. Sevdiğim filmlerden fragmanlar, sevdiğim kitaplardan satırlar karışsın aralarına.

Mis kokulu çiçeklerle dolu bahçede bir köpekle koşup oynasam, bir kedinin mırıltıları arasında başını okşasam, avaz avaz bir şarkı söyleyip yunuslarla yüzsem hatta biraz daha abartıp Galata Kulesinin üstünden Kadıköy’e uçsam.

Görünmez olsam. Kimseye fark ettirmeden limandaki bir gemiye binip günler, haftalar, aylar boyunca uçsuz bucaksız denizlerde yol alsam. Geceleri pırıl pırıl yıldızları seyretsem güvertede bir köşede. Tuzlu su damlacıkları çarpsa yüzüme. Gemilerin o eşsiz parfümü pas-deniz karışımı kokusu gelse burnuma ve bir deniz feneri kıyıya yaklaştığımız müjdelese yanıp sönen ışığı ile. Ya da uçan bir halının üstünde ülkelerin, şehirlerin üzerinde süzülsem. Kimsenin giremediği kapalı kapılar ardına karışsam. Duyulmaması, görülmemesi gerekenleri görsem duysam. Sır küpü olsam hepsini içimde saklamasam.

Biraz hayal, biraz rüya, biraz gerçek olsun istediklerim. Büyüklerine gerek yok. Ufak ve mutlu hayaller yeter bana saatimin bozulması gibi mesela, fur elise’yi bir daha asla duymamak gibi mesela, bütün gün uyuyabilmek gibi mesela… J



NIVEA yürekleri ağza getiren bir şakayla yeni Stress Protect deodorantı tanıttı

Havaalanında yaşanabilecek en büyük terslik veya en korkutucu deneyim ne olabilir dersiniz? Uçağınızı kaçırmak mı, bavulunuzu kaybetmek mi yoksa hava koşullarından dolayı günlerce havaalanında kalmak mı?

NIVEA, yolcular üzerinde uyguladığı Stres Testi’yle, onlara soğuk terler döktürmüş ve yeni Stress Protect deodorant için eğlenceli bir viral reklam hazırlamış. Videoyu izleyenler, en stresli deneyimlerini #StresTesti etiketiyle Twitter’da paylaşmaya başlamış bile.



 
 Bir bumads advertorial içeriğidir.

Şubat ayında dünya çapında 5 milyondan fazla izlenme ile en çok paylaşılan viral videolardan olan Stres Testi, NIVEA’nın yeni ürünü Stress Protect deodorantı tanıtıyor. Videoda, farklı insanlar havaalanında uçaklarının kalkmasını beklerken, bir anda tehlikeli bir kaçak olarak arandıklarını öğreniyorlar ve ne yapacaklarını şaşırıyorlar.

Günlük hayatımızda karşılaşabileceğimiz heyecan, korku, stres gibi duygu değişimlerinin neden olduğu terleme ile yeni NIVEA Stress Protect deodorantın ne kadar iyi başa çıktığını, esprili bir dil ile anlatan videoyu izleyince, soğuk terlere karşı önlem almanın önemini kesinlikle hissedeceksiniz.


EDİP CANSEVER'DEN TOMRİS UYAR'A...






Ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç
yağmurlar altında gördüm, kadeh tutarken gördüm de
bir kıyıya bakarken, bakarkenki ağlayan yüzünle
ve yaraşırsa ancak monet’nin
kadınlarına yaraşan giysilerinle
gördüm de 
ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç.
öyle kısaydı ki adımların, diyelim bir yaz tatilinde
bir otel kapısının önünde, tahta bir köprünün üstünde
bir demet çiçekle paslanmış bir kedi arasında
öyle kısaydı ki adımların
şöyle bir bardak yıkayışının vaktiyle
ölçülür ve denk düşerdi ancak
ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç.
yok bir yanıtın nereye diyenlere
bir buz titreşimi gibi sallantılı ve şaşkın
ve çabuk bir merhaban vardır bir yerden gelenlere
o bir yerler ki, diyelim çok uzak olsun
sen gelmiş gibisindir oralardan, otobüslerden
yollardan, deniz üstlerinden topladığın gülüşlerle
ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç.
seni görünce dünyayı dolaşıyor insan sanki
hani etiler’den hisar’a insek bile
bir küçük yaşındasın, boyanmış taranmışsın
çok yaşında her zamanki çocuksun gene
ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç.
mart ayında patlıcan, ağustosta karnıbahar
mutfağın mutfak olalı böyle
bir adın vardı senin, tomris uyar’dı
adını yenile bu yıl, ama bak tomris uyar olsun gene
ben bu kış öyle üşüdüm ki sorma
oysa güneş pek batmadı senin evinde
söyle
ben seni uzun bir yolda yürürken gördüm müydü hiç.

Edip Cansever  

BİTMEYEN BİR GÜN...




Bir şeylerin gitmediği gündü bugün. Ters gitti demek istemiyorum yapılanlardan sonuç alınmayan, her şeyin havada kaldığı bir gün. İlerlemeyen işler, çıkan engeller, uzadıkça uzayan prosedürler, eksikler vs.

Sakin ol. Ona kadar say. Her şey güzel olacak. Düzelecek. Beklediğin gibi sonuçlanacak. Sabrın sonu selamettir. Beterin beteri var diye diye iç sıkıntısını savuşturmaya çalışarak avunmalarla geçen bir günün ardından tam bitti derken güne damgasını vuran pizzacı :). 

Yine de en kötü günüm böyle olsun diyorum. Tüm eksiklikler ve terslikler böyle olsun. Kabarık hamur yerine kaydırak taşı gibi ince hamur misali...En önemlisi sağlık olsun :).

Erdim galiba ya da.....:))) 



KELEBEĞİN RÜYASI

Dün akşam Kelebeğin Rüyasını seyretmeye karar verdim. Genelde hep sabah ilk seansları tercih ederim. Her zaman boştur. Ben dahil üç kişi film izlediğim olmuştur. Bugün yine her zamanki gibi 11.00 seansına gittim ama ilk kez bu kadar kalabalık bir sabah filmi seyrettim. Kadınlar matinesi gibiydi. Etrafımdaki konuşmaları dinleyince nedeni sonradan ortaya çıktı tabii:).

Film 1940'lı yıllarda Zonguldak'ta yaşayan şiire, edebiyata düşkün iki genç şairin Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu'nun hikayesini anlatıyor. Şiir yazmaları, yazdıkları şiirleri yayınlatmak için verdikleri çaba, umutları, hayal kırıklıkları, dostlukları, aşkları ve o dönemde çoğu kişinin başına bela olan hastalıkları : ince hastalık- verem. 

Bir yandan iki şairin zorlu hayatını anlatırken diğer yandan da Zonguldak'taki maden ocaklarında o dönemde yaşananları perdeye yansıtmış Yılmaz Erdoğan.  1940 yıllarda Zonguldak kömür madenlerinde zorla çalıştırılan insanların dramını, mükellefiyet dönemini anlatmış. II. Dünya Savaşının getirdiği güçlüklerin aşılabilmesi için Zonguldak kömür havzasında yaşayan insanlara kömür ocağına girme zorunluluğu getirilmesi konu edilmiş. 

Film Zonguldak Valisinin kızının şehre gelmesi ile başlıyor. Muzaffer Tayyip'in genç güzel aşık olması, kızın da onu karşılıksız bırakmamasıyla devam ediyor ama Muzaffer Tayyip'in hastalanması ile babası araya giriyor ve arkadaşlıklarına son vermesini istiyor. Diğer taraftan arkadaşı Rüştü Onur'un hastalığı gün be gün daha da ilerleyince Behçet Necatigil tarafından Heybeliada Sanatoryumuna gönderiliyor. Orada bir kıza aşık oluyor ve daha sonra evleniyor. Bir süre sonra yanına aynı hastalıktan muzdarip olan arkadaşı Muzaffer Tayyip'te geliyor ve beraber tedavileri sürüyor.

Filmi izlemek isteyenler için anlatmayı burada kesiyorum. Benim filme gitmek istememin sebebi iki şairin hayatı ve Zonguldak'ta geçmiş olması idi. Konusu ilgimi çekti. Yılmaz Erdoğan 1940'ların Zonguldak'ını canlandırmaya çalışmış. Bu konuda fazla bir yorum yapmayacağım ama görüntüler güzeldi. Bir ara filmdeki kısa diyaloglardan çok sıkıldım. Dramın verdiği ağırlıkla bazı sahnelerde içim şişti de diyebilirim ama filmi beğendim.  

Gelelim filmin bu sabah ki seyircilerine. Başta da yazdığım gibi kadınlar matinesi gibiydi. Sabah seansları boş geçtiğinden edebiyata, şiire meraklı kişilerin geldiğini düşündüm ilk başta ama etrafımda konuşulanları duyunca gelenlerin çoğunun Kıvanç Tatlıtuğ'u seyretmek için gelenler olduğunu anladım. Herkesin ağzında Kıvanç Tatlıtuğ'un adı :) Sabah akşam bugün Kıvanç'ı seyredeceğiz ne güzel diyenler, ne güzel oynamış diyenler...Seyircilerin çoğunun filmin konusu filan umurunda değildi. Varsa yoksa Kıvanç Tatlıtuğ. Çıkarken şunu düşündüm bu filmde Kıvanç Tatlıtuğ oynamasaydı bugün bu salon yine bu kadar dolu olur muydu acaba? Cevabım hayır. Bu da Yılmaz Erdoğan'la Kıvanç Tatlıtuğ'un ortak başarısı diyelim. 

Sonuç olarak bana göre iki şairin 1940'larda zorluk içinde Zonguldak'ta geçen dramatik yaşamını seyretmek istiyorsanız gidin derim. Kıvanç Tatlıtuğ hayranıysanız zaten gidecekseniz demektir ama ne dram isterim ne de Kıvanç beni ilgilendiriyor derseniz size göre bir film değil boşuna vaktinizi harcamayın derim.